Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə73/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   69   70   71   72   73   74   75   76   ...   90

Örnek: Yağmurun yağması yeryüzünde ne kadar bitki varsa hepsinin gül, veyâ yenilebilir meyve vermesi gibi özel bir gâyenin oluşması veyâhut tabîata uygun gelen maddelerin ortaya çıkması için değildir. Belki rahmetin inişiyle her bitkinin isti'dâdına göre onda potansiyel olarak mevcûd olan meyveler fiilen ortaya çıkar. Gül ağacından gül, diken ağacından diken ve kayısı ağacından lezîz ve tatlı kayısı ve zakkum ağacından da zakkum ortaya çıkar. Oysa hepsinin ortaya çıkmasının sebebi olan rahmet birdir. Meyvelerdeki farklılık, ağaçların isti'dâdındaki farklılıktandır. Beyt:

Halkın isti'dâdına bağlıdır feyz eserleri

Nisân yağmurundan yılan zehir kapar, sadef inci.

İşte bunun gibi ahadiyyet zâtında gizli olan isimlere genel zâtî rahmetin kapsam oluşu eşit seviyededir. “Mâ terâ fî halkır rahmâni min tefâvut” ya’nî “Rahmân'ın hálk edişinde bir uyumsuzluk göremezsin” (Mülk, 67/3) âyet-i kerîmesi gereğince, rahmânî rahmetin her isim üzerine yayılmasında uyumsuzluk yoktur. Farklılık ancak ilâhî isimlerin isti'dâdındadır. Rahmânî rahmetin feyzinde Hâdî isminin görünme yeri olan "ayn"da hidâyet sûreti ve Mudill isminin görünme yeri olan aynda da dalâlet sûreti açığa çıkar.

Ve muhakkak biz Fütûhât-ı Mekkiyye'de bahsettik ki, muhakkak "eser", mevcût için değil, ancak yok hükmünde olan için olur ve her ne kadar mevcût için olursa da yok hükmünde olanın hükmü dolayısıyladır; ve bu ilim, garîbtir ve nâdir mes'eledir ve onun hakîkatini ancak evhâm sahipleri bilir. Şimdi bu ilim, onların indinde zevk ile ya’nî bizzât yaşanarak oluşur; fakat kendisinde vehim etkili olmayan kimse bu mes'eleden uzaktır (6).

Yânî Fütûhât-ı Mekkiyye ismindeki yüksek eserin yetmiş üçüncü bölümünde yazılı olan yirmi ikinci ve yirmi üçüncü ve yirmi dördüncü soruların cevâbında ve aynı şekilde beşyüz elli sekizinci bölümünde izâh edildiği üzere "Eser" Hakk’ın vücûdunda etkili olan yok hükmündeki sâbit ayn’lar içindir; yoksa Hakk'ın vücûdu için değildir. Hakk'ın vücûduna gerektirici olan şey, ayn’ların isti'dâd ve kābiliyyetlerine göre, vûcûd feyzi vermektir; ve eser, her ne kadar Hakk’ın vücûdu için sâbit ise de, bu sâbitlik, yok hükmünde olanın hükmü dolayısıyladır. İlâhî bağıntılar olan isimler, ahadiyyet zâtında yokluk hâlinde iken, isimlendirilmişleri olan Hak'tan kendilerine vücûd vermesine hükmederler. Hakîkî mevcûd olan Hak da, yok hükmünde olan bağıntılarından etki alıp onlara vücûd verilmesine yönelir. Bundan dolayı eser, ilk olarak yok hükmünde olan için mevcûtta açığa çıkar; daha sonra yok hükmünde olan bağıntıların hükmü ve talebi dolayısıyla Hakk’ın vücûdu için sâbit olur.



Örnek: Bir mi'mârın zâtında bulunan mi'mârlık sıfatı isti'dâd lisânı ile açığa çıkmayı ister; mi'mâr da kendisinin yokluksal bir bağıntısı olan o sıfatın talebini yerine getirmek için zihninde bir binâ sûreti tasarlar.Bu sûret ilim mertebesinde peydâ olan bir "ayn"dır. Mi'mârın vücûdu mevcûd ve fakat onun bağıntısı olan mi'mârlık sıfatı kendi vücûdunda gizli ve helâkte olduğundan yok hükmünde di. Şimdi mi'mâr dediğimiz şahsın mevcûd olan vücûdu, yok hükmünde olan bağıntısından etki alıp o mi'mârlık sıfatı ve bağıntısına vücût verilmesine yöneldi. Şu halde "eser", ilk olarak yok hükmünde olan bağıntı için, mevcûd olan mi'marda gözüktü; daha sonra o yok hükmünde olan bağıntının "Beni açığa çıkar" diye isti'dâd lisânı ile olan hükmü ve talebi dolayısıyla mi'mârın vücûdu için sâbit oldu. Bundan dolayı eser, mi'mârın vücûdunda etkili olan onun ilmindeki binânın yok hükmündeki sûreti için olmuştur. Yoksa mi'mârın vûcûdu için olmuş değildir. Mi'mâr dediğimiz şahsın vücûduna lâzım olan şey, onun zihninde peydâ olan binâ sûretinin kābiliyyetine göre, o binâyı hâriçte inşâ etmektir.

Bu ilim, gâyet garîb ve pek nâdir bir mes'eledir ve yok hükmünde olanın mevcûtta etkisi mes'elesini hakîkatiyle anlayan, ancak evhâm sâhipleridir; çünkü yokluksal bir işten ibâret olan vehim, onların mevcût olan vücûtlarında te'sir ederek, işin aslında yok hükmünde olan birtakım vehmi şeyleri, hayâl kuvvetlerinde icâd ederler ve bu icâd ettikleri vehmî sûretlerden kendileri, pek çok etkilenir. Örneğin çocukları, umacı geliyor, diye korkuturlar. Çocuk, vücûdunu hiç görmediği korkutucu bir sûreti hayâl kuvvetinde icâd edip bu vehmî sûretten korkar. Ve aynı şekilde pek çok kimseler, gece tenhâ bir hânede kalamazlar. Hâne içinde hiç kimse olmadığını bildikleri halde, vehimlerinde îcâd ettikleri korkutucu sûretlerden etkilenirler. Ve ba'zı kimseler aslâ vücûtlarında hastalıktan eser olmadığı halde, kendilerinde vehmî olarak bir hastalık îcâd ederler ve bundan kurtulamadıkları takdirde, vücûdları etkilenir ve helâk olurlar. İşte yok hükmünde olanın mevcûtta te'sîri budur. Ve bu ilim, evhâm sâhipleri indinde zevkan ya’nî bizzat yaşanarak oluşur. Fakat kendisinde vehim te'siri olmayan kimseler, bu yok hükmünde olanın mevcûtta te'siri mes'elesinin ne esâsla gerçekleştiğini hakîkatiyle ve zevkan bilemezler. O kimseler bu mes'eleden uzaktır. Ve her bir insanın hayâl kuvvetinde, vücûdu olmayan şeyi, hálk ettiğine dâir olan bahis İshâk Fassı'nda geçtiği için oraya mürâcaat olunsun.

Şiir:

Şimdi Allah'ın rahmeti var edilmişlerde sirâyet etmiştir; zevâtta ve ayn’larda yürürlüktetir (7).



Ya’nî rahmânî rahmetin, ahadiyyet zâtında gizli olan Hakk'ın bağıntılarını ilim mertebesinde açığa çıkarışı ve hâriçte daha sonra olan varlıksal ayn’ların ise ilim mertebesinde peydâ olan sâbit ayn’ların sûretleri bulunuşu yönüyle bu rahmânî rahmet var edilmişlerde sirâyet etti. Diğer bir ta’bîrle îcâd, ilâhî hüviyyetin kesîf varlıksal sûretlerde gizlenmesidir. Latîf buharın, buzda gizlenmesi gibi. Ve eşyâ ancak râhmânî rahmet ile mevcût oldu. Ve rahmet, her ne kadar vâhidiyyet ya’nî birlik mertebesinde bu hüviyyetin gayrı ise de, Hakk’ın vücûdunun yokluksal bağıntılarından bir bağıntı olduğu için, ahadiyyet ya’nî teklik mertebesinde onun aynıdır. Bundan dolayı ilâhî rahmet, zevâtta, ya’nî yokluksal bağıntıların şey oluşlarında ve bu bağıntıların sûretleri olan ayn’larda, yâ'ni sâbit ayn’larda, yürürlüktetir ve hálk edilmiş kesîf sûretlerde ilâhî hüviyyetin gizlenmesi dolayısıyla da bütün var edilmişlerde sirâyet etmiştir.

Müslâ olan rahmetin mertebesi, müşâhededen bilindiği vakit, fikirler üzerine üstündür (8).

(Mîm) harfinin zammı ile ya’nî (mü) okunması ile "müslâ", "efdal"in dişili olan "fudlâ" ma’nâsına gelir. Ya’nî pek fazla artkın ve taşkın olan rahmetin mertebesi, müşâhede yoluyla bilindiğinde, fikirlerin idrâkinden üstün olur ve o rahmeti fikirler idrâk edemez. Çünkü müşâhedede ikilik ve görme ve gören ve görünen bir şey olur; bundan dolayı fikrin orada gireceği bir yer olmaz. Oysa fikir, perdedir; ikilik olan mahalde hükmü geçerlidir.

Şimdi rahmetin zikrettiği her bir kimse, muhakkak saîd oldu ve oysa vücûtta rahmetin zikrettiği kimseden gayrı yoktur. Ve rahmetin eşyâyı zikri, onları îcâdının aynıdır. Ey dostum, belâda olanlardan gördüğün şey ile ve onunla kâim olan kimseden eksik olmayan âhiret elemlerinden o inanmış olduğun şey ile, bizim zikrettiğimiz şeyin idrâkinden perdelenme (9).

Ya’nî genel zâtî rahmetin, kendi kapsamı altına aldığı her bir kimse varlık olma saâdeti ile saîd oldu ve oysa varlığa gelen her bir kimse, elbette rahmetin zikrettiği ve kapsamı altına almış olduğu kimsedir. Ve rahmetin eşyâyı zikretmesi, îcâd etmesinin aynıdır. Çünkü eşyâ, rahmânî nefesinin onları nefeslendirmesinden önce, zikredilen şey bir değil idi; nefeslendirme ile berâber zikredilen bir şey oldu. Bundan dolayı rahmetin onları zikri îcâdının aynıdır. Böyle olunca her mevcût olan şey, varlık verme rahmeti ile rahmet edilen olmuş olur. Şu halde dünyâda ni'met sâhipleri ve belâ sâhipleri ve ahirette ni’met içindekiler ve azâb içinde olanlar bu varlık verme rahmeti ile rahmet edilmişliğin içindedirler. Çünkü rahmânî nefes ile yokluk sıkıntısından varlık sâhasına gelmişlerdir.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) her mevcûdun rahmet edilen olduğu ifâdesine gelebilecek i'tirâzı savuşturmak için buyururlar ki: Ey dostum, seni dünyâda belâda olanlarda gördüğün birtakım elemler perdelemesin ve sen şimdi dünyâda bulunduğun halde, inandığın ahiret elemlerinden perdelenme; ve âhiret elemleri öyle bir şeydir ki, vücûdu ile kâim olduğu kimseden eksiltilmez. İşte sen bu elemlerin dünyâdakilerini görüp ve âhirettekilerine de iman edip "Rahmet nasıl genel olur ki, dünyâda belâ ehli ve âhirette de azâb ehli, zahmet içindedir?" deme! Çünkü yukarıda bahsedildiği üzere rahmetin kapsam oluşunda eşyâ hakkında özel bir gâye-nin oluşması ve onların tabîatına uygun gelen şey geçerli değildir. İlâhî rahmet, gerek tabîa-ta uygun gelsin ve gerek gelmesin sâdece varlık bahşettiği için, her şeye kapsam olur.

İlk olarak bilesin ki, muhakkak rahmet, ancak vücûda getirmede geneldir. Bundan dolayı elemlere rahmetiyle elemleri vücûda getirdi. Daha sonra bil ki, muhakkak rahmet için "eser" iki şekildedir. Biri bizzat eserdir ve o da O'nun her mevcûd ayn’ı vücûda getirmesidir. Ve gâyenin oluşuna ve uygun olup olmayışına bakmaz; çünkü vücûdu kabûl eden her mevcûdun "ayn"ına bakıcıdır. Belki onun ayn’ının sâbitliğinde bakar. Bunun için inançlarda mahlûk olan Hakk'ı bütün mertebelerin-deki sâbit ayn’larda sâbit ayn gördü. Şimdi Hakk'ın kendi nefsine rahmeti îcâd iledir ve işte bundan dolayı biz "Muhakkak inançlarda mahlûk olan Hak, rahmet edilenin vücûda getirilmesine bağlandığında kendi nefsine rahmetinden sonra, rahmet edilen şeyin ilkidir" dedik (10).

Ya'nî rahmet, genel sûrette sâbit ayn’ları ve hârici varlıksal ayn’ları îcâd etmiştir ve elem de ayn’lardan birisidir. Bundan dolayı Hak elemlere rahmet edip onları vücûda getirdi. Bu böylece bilindikten sonra, şunu da bil ki, rahmetin te'sîri iki şekilde olur: Birisi bizzat te'sîridir. Bizzat te'sîri özel bir gâyeye ve uygun olup olmayışına bakmaksızın, rahmetin her mevcût ayn’ı vücûda getirmesidir; çünkü her mevcût isti'dâdına göre vücûdunu Hak'tan nasıl kabûl etti ise, rahmet o mevcûdun "ayn"ına bakar. Belki rahmet, herhangi bir mevcûdun ayn’ının sâbitliğinde, o mevcûda bakar.

Çünkü vücûdu kabûl eden her mevcûdun "ayn"ına bakıcıdır. Belki onun ayn’ının sâbitliğinde bakar” ibâresindeki قبل - bil ya’nî kabûl eden kelimesi Bosnevî ve Ya'kûb Han şerhlerinde (bâ) harfinin kesri ile ya’nî (bi) okunuşu ile, geçmiş zaman kipidir denilmiş ve "kabûl etti" ma'nâsı verilmiştir. Te'vîlü'l- Muhkem ve Bâli Efendi şerhlerinde (bâ) harfinin sûkûnuyla ya’nî “kabl” şeklinde okunarak "evvel" ma'nâsı verilip, geçmiş zaman kipi değildir, denilmiştir. Bu şerhte de geçmiş zaman ma'nâsı kullanılmıştır. "Evvel" ma'nâsına göre ise ibârenin tercümesi şöyle olur: "Çünkü rahmet, onun vücûdundan evvel, her bir mevcûdun "ayn"ına bakıcıdır; belki ona ayn’ının sâbitliği hâlinde bakar. İlk ma’nâya göre “belki bakar” zamirsiz olarak getirilmiştir. İkinci ma'nâda “belki bakar” zamir ile kullanılmıştır. Bununla berâber her iki şekilde de amaç rahmetin her bir mevcûdun ilâhi ilimde ayn’ının sâbitliği hâline baktığını beyândan ibârettir.

İşte rahmet ilâhî ilimde sâbit olan "ayn"a bakarak vücûda getirdiği için, inançlarında Hakk’ı kayıtlamış olanların bu inançlarında hayâl olarak mahlûk olan Hakk'ı onların bütün mertebelerdeki sâbit ayn’larında, sâbit ayn gördü, çünkü her bir kimsenin sâbit ayn’ının kuvvetinde her ne mevcût ise, o kimse hangi yurtta bulunursa bulunsun, his olarak ve hayâl olarak, o haller açığa çıkar. Şimdi sâbit ayn’lar zâtî rahmet ile rahmet edilen olunca, onların halleri de rahmet edilen olur. Ve inançlardaki Hakk ise inanç sâhiplerinin sâbit ayn’larının hallerinden bir haldir. Bundan dolayı rahmet, sâbit ayn’ların îcâdı sûretiyle kendi nefsine rahmet etmekle, hayâlde mahlûk olan Hakk'a rahmet etti. Ve âlemde ne kadar insan mevcût ise Hak hakkında her birinin birer özel inancı vardır ki, birinin inancı diğerinin inancına benzemez; ve bu inançlar ilâhî işlerden birer iştir. Bu işler ise îcâd ile açığa çıkar. Bundan dolayı Hakk'ın işlerinin açığa çıkması îcâd ile olduğu için, rahmet bu îcâd ile kendi nefsine rahmet eder. İşte bundan dolayı inançlarda mahlûk olarak tasarlanan Hak, rahmet edilmiş olan sâbit ayn’ların îcâdına bağlanmak sûretiyle rahmetin kendi nefsine rahmetinden sonra, rahmet edilmiş olan şeyin ilkidir. Yâ'nî rahmet, sâbit ayn’ları îcâd sûretiyle ilk olarak kendi nefsine rahmet etti; ondan sonra da sâbit ayn’ların bir hâli olan mahlûk olarak tasarlanan Hakk’a rahmet etti.

Ve rahmet için, talep sebebiyle, diğer bir eser vardır. Şimdi perdeli olanlar, inançlarında kendi tasarladıkları Hak'tan kendilerine rahmet etmesini talep ederler. Ve keşf ehli ise, Allah'ın rahmetinin, kendileri ile kâim olmasını talep ederler. Bundan dolayı onlar, rahmeti "Allah" ismiyle talep ederler. Böyle olunca “Yâ Allah erhamnâ” ya’nî "Yâ Allah bize rahmet et!" derler ve rahmetin onlarla kıyâmından başka, onlara rahmet etmez. Şu halde onlar için hüküm vardır. Çünkü hüküm ancak, hakîkatte bir mahal ile kâim olan ma'nâ için sâbittir. Şimdi o, hakîkat üzere râhim ya’nî rahm edici ya’nî koruyuculuk edicidir. Böyle olunca Allah Teâlâ inâyet olunmuş olan kullarına ancak rahmetle rahmet eder. Bundan dolayı rahmet onlarla kâim olduğunda, onlar onun hükmünü zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayarak bulurlar. Şu halde rahmetin zikrettiği kimse muhakkak rahmet olundu (11).

Yukarıda rahmetin iki şekilde te'sîri olduğu ve birinci şeklin bizzât olan te'sir oluşu anlatılmış ve îzâh olunmuş idi. Şimdi de ikinci şekil te'sîri beyan buyrulur: Rahmetin diğer eseri talep yönündendir. Hâlin hakîkatinden perdeli olan kimseler, kendi hayâllerinde hálk edip inandıkları Hak'tan kendilerine rahmet etmesini talep ederler. Oysa rahmet bir önceki cümlenin şerhinde îzâh olunduğu şekilde, hayâlde mahlûk olan Hakk'a rahmet etmiş idi. Bundan dolayı perde ehli, rahmete muhtâc olan hayâlde mahlûk olarak tasarlanan Hakk’tan, rahmet talep ederler; ve cennete olan rağbetlerinden ve cehennemden korkularından dolayı, günahlarının affedilmesini ve mağfiret olunmasını hayâllerinde kayda girmiş Hakk’tan isterler. Keşf ehli ise böyle değildir. Onlar rahmetin kendileriyle kâim olmasını kayıtlanmış ilâhtan değil, mutlak ilâhtan talep ederler. Ve bu taleplerini Allah ismi ile ederler de: "Yâ Allah bize rahmet et!" derler; çünkü onlar Hak hakkında kendilerine mahsûs bir inanca sâhip değildirler. Bütün kayıtlarda Mutlak'ı müşâhede ederler ve mutlak ilâh ancak rahmetin onlar ile kıyâmı sûre-tiyle rahmet eder. Ve bu sûrette rahmet kayıtlanmış hazret-i ilâhiyyeden değil, mutlak hazret-i ilâhiyyeden onlar ile kâim olur. Bundan dolayı rahmetle kaim olan keşf ehli için onlar üzerine hüküm sâbittir. Çünkü herhangi bir sıfat ile kâim olan bir mahal o sıfatın hükmündedir; çünkü hüküm ancak hakîkatte bir mahal ile kâim bulunan ma'nâ için sâbittir. Örneğin âlem sûretlerinden her bir sûret, bir ilâhî ismin görünme yeridir ve o ismin hükmü onun tecellî mahalli olan o sûret ile kâimdir ve o sûret o ismin hükmü altındadır. Bu sûret bozulduktan sonra mahâllin kalmayışı yönüyle o ismin hükmü o sûretten gider.

Şimdi hakîkatte "râhim ya’nî rahm edici ya’nî koruyuculuk edici" olan ancak ma'nâdır ve her ne kadar rahmetle ayakta duran mahalle râhim denilmiş olsa bile, râhim o mahalle hâkim olan rahmetin ma'nâsıdır. Böyle olunca Allah Teâlâ hazretleri ezelî inâyet sâhibi olan keşf ehli kullarına, rahmetin onlar ile kıyâmı sûretiyle, ancak rahmet ile rahmet eder; ve rahmet onlar ile kâim olduğunda, rahmetin hükmünü kendi nefislerinde zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayarak müşâhede ederler. Çünkü idrâk edici bir mahall, kendi vücûdunda olan bir hâli ve o hâlin kendi vücûdunda hâkim olduğunu zevkan bilir. Ve rahmetin kendisine mahal edinmek sûretiyle zikrettiği kimse, muhakkak rahmet olunan kimsedir. Bu ma’nâ “ancak rahmet eder” ifâdesinin belirsizlik kipi ile oluşuna göredir. Belirlilik kipi ile oluşuna göre ma'nâ: “Rahîmî ya’nî rahmet edici olan rahmetin mahal edinmek sûretiyle zikrettiği kimse, muhakkak irşâd etmeye ehil olduğundan başkalarına rahmet eder."

Ve ism-i fâil ya’nî kendisinden rahmet fiili çıkanın sıfatı rahîm ya’nî rahmet eden ve râhim ya’nî rahm eden ya’nî koruyuculuk edendir ve hüküm hálk edilmişlik ile vasıflanmaz; çünkü o öyle bir husûstur ki, ma’nâlar kendi zâtları için onu gerektirir. Şimdi haller mevcût değildir, yok da değildir. Ya'nî haller için vücûtta "ayn" yoktur; çünkü onlar bağıntıdır ve haller hüküm olarak yok da değildir. Çünkü kendisiyle ilim kâim olan kimse "âlim" olarak isimlendirilir. O ise hâldir. Bundan dolayı âlim ilim ile vasıflanmış olan bir zâttır. Âlimlik zâtın "ayn"ı değildir; ilmin de "ayn"ı değildir. Oysa gerçekte ilimden ve kendisiyle ilmin kâim bulunduğu zâttan gayrısı yoktur ve onun âlim oluşu bu ma'nâ ile vasıflanması sebebiyle bu zât için hâldir. Böyle olunca ona "ilm"in bağlanması sonradan oldu; bundan dolayı ona "âlim" denildi (12).

Ya’nî rahîm ve râhim ism-i fâil ya’nî kendisinde rahmet fiili çıkanın sıfatı ise de, bunda hâkim olan rahmettir ve rahmetle vasıflanmış olan zâta rahmet bağlanırsa "rahîm" ya’nî rahmet eden ve "râhim" ya’nî rahm eden ya’nî koruyuculuk eden olarak isimlendirilir ve rahmet hükmü mahlûk olmaklıkla vasıflanmış değildir. Çünkü hâriçte onun varlıksal aynî bir vücûdu yoktur, belki ma'nevî bir iştir; ancak zihinde idrâk edilir ve bilinir. Ma’nâlar kendi zâtları için bu hükümleri gerektirir. Ve rahmet bâtın olduğu halde, onun hükmü hâricî vücûtta gözükür ve hüküm bir halden ibârettir. Haller ise mevcût değildir; çünkü işte vücûdu budur diye "ayn"en gösterilemez ve yok da değildir; çünkü varlıksal aynî vücût üzerinde gözüken bir eserdir. Çünkü kendisinde "ilim" bağıntısı mevcût olan kimseye "âlim" deriz ve "ilim" dediğimiz bağıntı ise, bir halden ibârettir. Bundan dolayı "âlim" denilince ilim vasfı ile vasıflanmış olan bir zât anlaşılır. Bu hâl, ya'nî onun âlim oluşu zâtın "ayn"ı değildir. Örneğin bir kimseye ilim tahsil etmeksizin "âlim" denilmez. Oysa ilim tahsilinden evvel onun zâtı mevcûttur; fakat henûz âlimliği yoktur. Eğer "âlim" o kimsenin "zât"ının "ayn"ı olsa, ona "âlim" denilmediği bir zamanda, zâtının mevcût olmaması lâzım gelir. Şu halde "âlim" onun zâtının "ayn"ı değildir. Âlim ilmin de "ayn"ı değildir; çünkü bir kimsenin henüz ilim ile vasıflanmadığı bir zamanda dahi "ilim" kavramı mevcûttur ve bu ilim mevcût olmakla berâber, o kimse henüz âlim değildir; bundan dolayı "âlim" "ilm"in "ayn"ı değildir. Bununla berâber meydanda ancak "ilim" ve ilimle kâim bulunan zât vardır. Ve "âlim"in âlim oluşu, bu âlimlik ma'nâsıyla vasıflanması sebebiyle bu zât için hâldir; ve hâl ise sonradan olmuştur. Bundan dolayı "âlim" olan kimseye "ilim" bağıntısı sonradan oldu ve mâdemki o kimse, halden ibâret olan ilim ile vasıflandı, artık ona "âlim" denir.

Ve hakîkati üzere rahmet, "râhim" tarafından bir bağıntıdır ve o hüküm için gerektiricidir; böyle olunca o, rahmettir. Ve kendisine rahmet edilende rahmeti vücûda getiren, o rahmeti ancak o rahmet edilene rahmet etmek için vücûda getirdi. Ve ancak rahmet kendisi ile kaim olan kimseye, o rahmetle râhim olmak için, rahmeti vücûda getirdi (13)

Ya’nî hakîkatte rahmet "râhim"in bağıntılar bütününden bir bağıntıdır ve bu "rahmet" bağıntısı, sâhibi üzerine hükmü gerektiricidir ya’nî bu rahmet bağıntısı, "Rahmet et!" diye râhim üzerine hükmeder; çünkü râhim bu rahmet sebebiyle râhimdir. Ve onu "râhim" kılan bu "rahmet" bağıntısıdır. Bundan dolayı râhim olan zât üzerine hükmü gerektirici olan bağıntı, rahmettir. Ve rahmet edilmiş olan şeyde rahmeti vücûda getiren îcâd edici, bu rahmetle rahmet etmek için, o rahmeti vücûda getirmedi. Belki bu rahmet edilen râhim gibi, onunla rahmet etmek için bu rahmeti icâd etti. Bundan dolayı ilk olarak mevcût olmak i'tibârı ile rahmânî rahmet ile ve mevcût olup vücût bulma sonrası hâline uygun kemâle ulaşması indinde de, rahîmî rahmet ile rahmet edilmiş olan kimsede rahmetin vücûda getirilmesi, bu iki rahmetle rahmet edilen olduktan sonra, diğerlerine râhim olmak içindir. Ve bu halde o kul, Rabb'inin sıfatı ile vasıflanıp kendileriyle rahmet kâim olan kimselere râhim olur. Nitekim Hak bir kuluna fiili sıfatlarından olan kudret sıfatını vermiş olsa, ondan birçok hârikalar ve türlü mu'cizeler ve kerâmetler çıkar. Oysa rahmet, bütün fiili sıfatların kaynağıdır. Çünkü onların ayn’ları rahmet sebebiyle mevcût olur.

Ve Hak Sübhânehû hazretleri, sonradan olanlar için mahal değildir. Böyle olunca kendisinde rahmetin vücûda getirilmesi için mahal değildir ve oysa o, Râhim'dir. Ve Râhim, ancak onunla rahmetin kıyâmı sebebiyle Râhim olur. Şimdi sâbit oldu ki O, rahmetin "ayn"ıdır (14).

Ya’nî Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri sonradan olanlara mahal değildir; tâ ki rahmet, onun zâtı üzerine ilâve bir sıfat olarak sonradan olsun. Bundan dolayı Hak kendi nefsinde rahmetin vücûda getirilmesi için de mahal değildir. Oysa Hak Teâlâ, bütün isimlere ve sıfatlara ve ayn’lara ve varlıklara rahmet eder. Çünkü o Râhim'dir ve Râhim ise, ancak kendisiyle rahmetin kıyâmı sebebiyle Râhim olur ve Hakk'ın rahmetiyle kıyâmı kendi zâtî bağıntıları ile kıyâmı demektir ve bağıntılar ise zâtın aynıdır, gayrı değildir. Şimdi sâbit oldu ki, Hak "rahmet"in aynıdır.

Ve bu husûsu zevk etmeyen ya’nî bizzat hakîkatini yaşayarak idrak etmeyen ve onun için onda ayak olmayan kimse, Hak rahmetin aynıdır; yâhut sıfatın aynıdır, demeye cür'et etmedi. Hak sıfatın aynı değildir; gayrı da değildir, dedi. Bu böyle olunca Hakk’ın sıfatları onun indinde "ne hüviyyetidir ne de O’nun gayrı"dır; çünkü o kimse Hakk'ın sıfatlarının kaldırılmasına kādir değildir. Ve onu, O'nun aynı kılmaya da kādir değildir. Şimdi bu ibâreye yöneldi. Bu da güzel bir ibâredir. Ve onun dışında bir şey vardır ki bu husûsa o ibâreden daha uygundur ve anlama zorluklarını kaldırmak için de o ibâreden daha yüksektir. O da sıfatlar ile vasıflanmış olanın zâtı ile kâim bir vücûd olduğu halde sıfatlarının ayn’larının kaldırılmasıyla olan sözdür. Ve ancak sıfatlarının ayn’ları, sıfatlar ile vasıflanmış olan ile o sıfatlar arasında ve onların idrâk edilebilir ayn’ları arasındaki bağıntılar ve izâfelerdir (15).

Ya'nî rahmet onunla kâim olduğunu zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayarak bilmeyen ve Mâtürîdî ve Eş'arîler gibi, kendisi için bu husûsta seyr-i sülûk ayağı sâbit olmayan kimse, genellikle "Hak, rahmetin aynıdır veyâhut sıfatın aynıdır" demeye cesâret edemez: çünkü o kimsede ikilik vehmi gâliptir. Bu vehmin sürüklemesiyle Hakk'ı kemâliyle tenzih etmemiş olmaktan korkar. Bundan dolayı o kimse der ki: "Hak, sıfatın ne aynıdır, ne gayrıdır". Şu halde onun indinde Hakk’ın sıfatları,“lâ hiye hüve ve lâ hiye gayruhû”dur. Ya’nî "Sıfatlar ne Hakk'ın hüviyetidir ve ne de Hakk'ın gayrıdır". Çünkü o kimse Hakk'ın zâtından, sıfatların kaldırılmasına kādir değildir ve onun indinde sıfat mevcût olduğundan, bu şekilde gayrın vücûdunu ispât etmiş olur. Ve "Hakk’ın sıfatları, zâtın aynıdır" diyemez. Çünkü zâta bakarak mutlaklık ve sıfâta bakarak da kayıtlılık ile hükmedilir. Bundan dolayı zât ile sıfatlar arasında mutlaklık ve kayıtlılık aykırılık sâbittir. İşte bunun için Mâtüridi ve Eş'ari grubu, Hak hakkında "lâ hiye hüve ve lâ hiye gayruhû" ibâresine geçti ve "Sıfatlar, ne Hakk'ın hüviyyetidir ve ne de Hakk'ın gayrıdır" dedi. Ve bu ibâre iyi bir ibâredir; çünkü açığa çıkış dolayısıyla, aynı oluş veyâ gayrı oluş takdîri üzerine düşünülen şey, düşünülmez. Çünkü zât sâdece sıfatların aynı olarak düşünülse, zâtın sıfatlar ile kayıtlanması lâzım gelir ve sâdece gayrı olarak düşünülse, bu durumda iki vücûd ispât edilmiş olup zâtın kendi nefsinde noksan olması îcâb eder. Böyle olunca bu ibârenin dışında olan bir ibâre işin aslına daha uygundur ve anlama zorluklarını daha çok kaldırır. Ve o ibâre de, "Sıfatların ayn’ları, sıfatlar ile vasıflanmış olan Hakk'ın zâtı ile kâim izâfî bir vücût olup zâtın hakîkî ve bağımsız vücûdu üzerine ilâve olmuş bağımsız bir vücût değildir; belki o sıfatların ayn’ları, sıfatlar ile vasıflanmış olan Hakk’ın zâtı ile kendileri arasında ve kendilerinin idrâk edilebilir ayn’ları, ya’nî zihinsel sûretleri arasında bir takım bağıntılar ve izâfelerdir" sözüdür.

İşte bu ibâre "Sıfatlar ne Hakk'ın hüviyetidir ve ne de Hakk'ın gayrıdır" ibâresinden daha çok işin aslına lâyıktır; çünkü Hakk’ın sıfatlarının hâriçte bağımsız, kendilerine has bir vücûtları yoktur. Fakat akılda Hakk’ın zâtı üzere ilâve olarak mevcûttur. Çünkü akılda onların birbirinden ayrılmış hakîkatleri sâbittir; fakat hâriçte "ayn"ları ve vücûtları yoktur. Bundan dolayı onların hâriçte vücûtları, Hak Teâlâ hazretlerinin zâtının aynıdır. İşte tahkîk ehli olan ârif-i billâhın sözü budur. Gerçi felsefecilerin birçoğu ve Mu'tezile grubu da böyle söylemişlerse de, bu söz onlardan zevkan ya’nî bizzat hakîkati yaşanıp idrâk edilerek çıkmamıştır. Belki akılsal bakış açısı ile bu sözü tercih ettiler ve akılsal bakış açısı ile olan hükümde ayağın kayıp hatâ çukuruna düşme ihtimâli yüksektir. Fakat tahkîk ehli olan ârif ki, Hakk’ın sıfatları olan rahmetin kendisiyle kâim olduğunu zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayıp idrâk ederek bilmiştir; onun bu sözü akılsal bakış açısı değil müşâhedeye dayalı olduğundan işin aslından şaşması ihtimâli yoktur.

Gerçi rahmet toplayıcıdır. Bundan dolayı rahmet her bir ilâhî isme göre muhteliftir. İşte bunun için, Hak Sübhânehû'nun rahmet etmesi, her bir ilâhi isim ile istenir. Böyle olunca Allah ona rahmet eder ve kinâye, her şeye kapsam olan rahmettir. Daha sonra bu rahmetin bir çok şu’beleri vardır ki, ilâhî isimler ne kadar artarsa o kadar artar. Şimdi talepte bulunanın “Yâ Rab, irhamnî ya’nî Yâ Rab, rahmet et!” sözünde olan bu özel isme nispetle genel olmaz; ve isimlerden bunun dışındakiler ile, hattâ Müntakım ismi ile dahi, onun için “Yâ Müntakım, irhamnî ya’nî Ey İntikam alıcı rahmet et!” demeklik vardır (16).

Ya’nî zâtî rahmet her ne kadar rahmet türlerinin hepsini toplamış ise de, muhtelif isimlere göre muhtelif olur. Çünkü her bir isim, kendi görünme yerine ve kendisinden duâda bulunana, kendi hakîkatinin ettiği rahmetle rahmet eder. İşte bu muhtelif oluştan dolayı, isimlerinden her bir ismi ile rahmet etmesi Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinden talep edilir. Bundan dolayı talep eden Hakk'ın hangi ismi ile rahmet talep etmiş ise. Allahu Zül-Celâl hazretleri ona o isim ile rahmet eder. Örneğin hasta olan kimse "Yâ Şâfî, rahmet et" ve karnı aç olan kimse "Yâ Rezzâk, rahmet et" ve fâkir olan kimse "Yâ Ganiyyü, rahmet et" ve günahkâr olan kimse de "Yâ Gaffâru, rahmet et" diye duâ eder. Hak Teâlâ da Şâfî, Rezzâk, Ganiyy ve Gaffûr isimlerinin gereğine göre tecellî buyurup ona rahmet eder. Ve “ve rahmetî vesiat külle şey’in” ya’nî “Benim rahmetim herşeyi kuşatmıştır” (A'râf, 7/156) âyet-i kerîmesinde konuşandan kinâye olan “Ben” zamirine bağlanan rahmet, vücût olarak ve hüküm olarak bütün eşyâya kapsam olan rahmettir. İşte kinâye olan konuşanın isminin yerini tutan zamir her şeye kapsam olan rahmete ve zâta işâret eder. Çünkü Hakk'ın rahmeti zâtının aynıdır.

Rahmetin her şey hakkında genel olduğu bilindikten sonra bu da bilinsin ki, bu rahmetin birçok şu'beleri vardır ki, bu şu’beler, ilâhî isimlerin artması ile artar. Bundan dolayı "Yâ Rabb, rahmet et!" dediğimiz vakitte Hak'tan kemâlât ile vasıflanmayı istediğimiz için, bu rahmet talebi özel bir isme göre genel değildir; belki husûsi bir rahmet olur; çünkü ilâhî bir ism-i hâssın hazînesindeki kemâlâtı talep etmiş olduk.

Ve ilâhî isimlerden bu ismin dışındakiler ile olan taleplerimiz de böyledir.

Örneğin "Yâ Settâru rahmet et" dediğimiz vakitte "Settâr" isminin hazînesindeki halleri istemiş oluruz. Bu ise husûsi bir rahmettir. Hattâ isimlerden Müntakım ismiyle "Yâ Müntakım, rahmet et" demek vardır ve talep eden bu duâsıyla kendisine zulmeden zâlimden intikâm almayı ve bu şekilde azâbın hafifletilmesini ister. Bu da aynı şekilde özel bir rahmettir.

İşte bu budur. Çünkü muhakkak bu ilâhî isimler isimlendirilenin zâtına delîl olur ve isimler de hakîkatleri ile muhtelif ma'nâlara delîl olur. Şimdi o duâ eden rahmet hakkında, gayrı oluşu yönüyle ve onunla diğerlerinden ayrılmış ve farklı olan her bir ismin delîl olduğu olan kendi hakîkatinin verdiği şeyle değil, isimlerin bu isimle isimlendirilmiş olan zâta delîl oluşu yönünden o isimlerle duâ eder. Çünkü o isim, onun indinde zâtın delîli oluşu halinde, kendisinin dışındakilerden ayrılmaz ve ancak zâtından dolayı kendi nefsiyle diğerlerinden farklı olur (17)

Ya’nî talep edenin özel bir isim ile talebinde rahmetin genel olması bu şekildedir. Çünkü talep edenin rahmet talep ettiği güzel isimler isimlendirilenin zâtına delîl olurlar ve bu isimler de birdiğerinden başka olan hakîkatleri gereğince, muhtelif ma'nâlara delîl olurlar.

Örneğin Rezzâk, Şâfî, Muhyi isimleri, Hakk'ın zâtının isimleri olduğu için bu isimleri işittiğimiz zaman, isimlendirilen olan Hakk'ın zâtına geçeriz. Fakat bu isimlerin zâtları ve hakîkatleri birbirinden ayrıdır ve hizmetleri başka başkadır. Rezzâk'tan şifâ vermesi sûretiyle rahmet talep edilmez. Diğerleri de böyledir. İşte bu isimlerin, hakîkatlerinin gerektirdiği muhtelif ma'nâlara delîl olması budur. Bundan dolayı "Yâ Rezzâku, rahmet et" ve "Yâ şâfî, rahmet et" gibi bir isimlerle rahmet talep eden duâcı, bu isimlerle isimlendirilen zâta delîl oluşu yönünden bahsedilen isimlerle duâ eder; bir başka yönden, ya’nî ismin zâta delîl oluşundan başka olan delîl oluşu yönünden ve diğer isimlerden ayrılmış olan o ismin delîl olduğu şeyin verdiği husûsî bir ma'nâ ile duâ etmez. Sebebi budur ki, duâ eden kimsenin indinde, zikrettiği isim zâtın delîli olması i'tibârı ile diğer isimlerden ayrı değildir. Ne kadar isim varsa zâta delîl olması husûsunda hepsi birliktedir. Fakat kendi husûsî ma’nâlarına ve hakîkatlerine delîl oluşlarında birlikte değildirler. Şu halde, her bir ismin iki delil olunanı olmuş olur: Birisi zât, diğeri öteki isimlerden ayrıldığı özel ma’nâdır.

Çünkü hangi bir kelime ile olursa olsun, üzerine terim konulan, kendi zâtı ile kendisinin dışındakilerden farklı bir hakîkattir. Her ne kadar isimlerin hepsi, tek bir ayn’a delîl olmak için konuldu ise de... Şimdi onda terslik yoktur ki, her bir isim için, başkası için olmayan bir hüküm vardır. Bundan dolayı bunun, yine belirtildiği şekilde dikkâte alınması münâsiptir. Nitekim isimlerin isimlendirilenin zâtına delîl olmasına i’tibâr edilir (18).

Ya’nî hangi bir kelime ile olursa olsun, Arapça, Türkçe, Farsça olsun, bir ma'nayı anlatmak için, o ma'nâ üzerine bir terim konulur. Bu üzerine terim konulan ma'nâ, kendi zâtıyla kendisinin dışındakilerden ayrılmış bir hakîkattir. İşte bu telaffuz edilen ilâhî isimler birtakım ilâhî hakîkatleri anlatmak için konulmuş birer terimdir. Ve o hakîkatlerin her birisi birdiğerin-den başka olduğu için, telaffuz edilen isimler de muhtelif ma'nâlara delîl olurlar. Örneğin Alîm ismi, ilim ayn’ı ile Kādir isminden ve Kādir ismi de kudret ayn’ı ile Alîm isminden ayrılmıştır. Fakat Hakk'ın zâtına delîl olmaları i'tibârı ile aralarında hiçbir fark yoktur. Ve isimlerin hepsi her ne kadar tek bir ayn’a delîl olmaları için konuldu ise de, mâdemki her bir isim o tek bir ayn’ın bağıntıları olan bir ma'nâya ve bir hakîkate delîl olurlar, bu i'tibârla birdiğerinden ayrılırlar.



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   69   70   71   72   73   74   75   76   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin