Mesnevî:
Tercüme: "Senin şükürden aczin tam şükür olarak geldi. Bu konunun hakîkatinde zekî ol, iyi anla! Söz bitti..."
Bitişi: 26 Nisan 1917 Perşembe gecesi, ezânî saât 03.00
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
-20-
BU FASS YAHYÂ KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN
“CELÂLİYYE HİKMETİ” BEYÂNINDADIR
"Celâliyye Hikmeti"nin Yahyâ Kelimesine tahsîsindeki sebepler şudur ki: İlk olarak, kahıra tahsîs edilmiş olan ilâhî sıfatlar ve rabbânî isimler "Celâl" ile isimlenmiştir. Ve ikiliği bildiren ve gayr ve mâsivâ denilen taayyünlerin kahredilmesi ve mutlak birliğin ispâtı, Celâl'in şânındandır. Çünkü Celâl, evveliyyete geri çevirmek için mevcûtları kaldırır. Nitekim, Hak Teâlâ hazretleri “li menil mülkül yevm, lillâhil vâhidil kahhâr” ya’nî “O gün mülk kimindir? Tek ve Kahhar olan Allah'ındır” (Mü'min, 40/16) buyurur. Ve âyet-i kerîmedeki isimler, celâlî isimlerdendir. Ve bu birlik Yahyâ (a.s.)’da da mevcût olup onun ismi ve sıfatı ve sûreti ve ma'nâsı ona aykırı değil idi. Ve Yahyâ (a.s.), kendinden evvel mevcût olan hiçbir ferdin "Yahyâ" ismiyle isimlendirilmemesi sûretiyle, isimde evveliyet görünme oldu. İkinci olarak, Yahyâ (a.s.)’ın hâlinde kabz ve haşyet ve acıma ve huşû' gibi celâlî hükümler gâlip idi. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz ondan haber olarak buyururlar ki: "Yahyâ (a.s.), Îsâ (a.s.)ı güldüğü bir vakitte azarlayıp:"Sen Allâh'ın mekr ve azâbından sanki emînsin" dedi. Îsâ (a.s.) ona: "Gûyâ sen de Allâh'ın fazl ve rahmetinden ümîtsizsin" diye cevap verdi. Hak Teâlâ hazretleri, her ikisine vahyedip buyurdu ki: "Muhakkak sizden bana en sevgiliniz, bana zannı güzel olanınızdır." Ve Yahyâ (a.s.) netîcede kâfirler tarafından şehîd edildi. Kısâs olarak yetmiş bin kâfir öldürülmedikçe kanının fışkırması sâkin olmadı. İşte bu iki sebepten dolayı "celâliyye hikmeti" Yahyâ Kelimesi'ne ilişkin kılındı.
İşte bu, isimlerde ilk oluş hikmetidir. Çünkü Allah Teâlâ onu "Yahyâ'' ismiyle isimlendirdi. Ya'nî Zekeriyyâ'nın zikri onunla diri olur. Ve onun için daha önce adaş kılmadı. Şimdi bir çocuk, terk edip geçmiş olan kişinin o çocuk ile onun zikri diri olan sıfatların hâsıl olması arasıyla onun ismi arasını birleştirdi; onu Yahyâ ismiyle isimlendirdi. Bundan dolayı onun ismi olan Yahyâ zevkî ya’nî bizzât yaşanarak edinilen ilim gibi oldu (1).
Ya'nî bu Yahyâ Kelimesindeki hikmet isimlerde ilk oluş hikmetidir. Çünkü Allah Teâlâ, Yahyâ (a.s.)’ı "Yahyâ" ismiyle isimlendirdi ki, Zekeriyyâ (a.s.)’ın ismi Yahyâ (a.s.) ile diri olur, demektir; ve Yahyâ (a.s.) için kendisinden önce bu isim ile bir kimseyi isimlendirerek adaş kılmadı. Bundan dolayı âlemde ilk olarak bu isim ile isimlendirilmiş olan, ancak Yahyâ (a.s.) oldu. Şu halde Allah Teâlâ hazretleri Yahyâ (a.s.)’ı Yahyâ ismiyle isimlendirmekle Zekeriyyâ (a.s.)’ın nebîlik ve diğerleri gibi terk etmiş olduğu sıfatlar ile onun zikrinin devamlılığı arasını birleştirdi. Ya'nî Yahyâ ismi, Yahyâ (a.s.) için, kendisinden önce kimsenin isimlendirilmediği bir özel isim olmakla berâber, Zekeriyyâ (a.s.)’ın zikrinin devâmını ve ismini yaşatarak herkese bildiren bir sıfat oldu. Bundan dolayı Yahyâ (a.s.)’ın ismi olan "Yahyâ" zevkî ya’nî bizzât yaşanarak edinilen bir ilim gibi oldu. Çünkü "Yahyâ" ismi, iki faydaya delâlet etti ki, birisi "sıfat" diğeri "özel isim oluşu"dur. Örneğin "bal" bir isimdir, ki bir tür tatlıya özel isim olmuştur. Onun sıfatı tatlılıktır. Bir kimse balı görse ve bilse de tatmasa, tatlılığı hakkında zevkî ilmi yoktur. Fakat onu tadan kimse indinde balın özel isim oluştan ve sıfattan ibâret olan iki faydası oluşur. İşte bunun gibi "Yahyâ" denildiği zaman birisi isim ve diğeri onun sıfatı olan "hayat" düşünüldü. Bu ise zevkî i’tibârdır. Çünkü usûl ehline göre bir isim zikredildiği zaman, onun sıfatının düşünülmesi kâideden değildir. Örneğin "Ahmed" deriz. "Hamd" mastarından türemiş olan bu isim ile isimlendilen kimsede hâmd edicilik sıfatı aklımıza bile gelmez. Fakat Yahyâ ismi böyle değildir. Onda özel isim ve sıfatın birlikte düşünülüşü yönüyle, zevkî ilim gibi oldu.
Çünkü, hakîkatte Âdem'in zikri Şît ile diri oldu. Ve Nûh'un zikri de Sâm ile diri oldu. Diğer nebîler (a.s.) de böyledir. Fakat Allah Teâlâ Yahyâ'dan önce hiçbir kimse için ondan, ya'nî kendisinden, çıkmış olan özel ismi ile sıfat arasını birleştirmedi. Ancak kendi tarafından Zekeriyyâ'ya inâyet olarak birleştirdi. Çünkü “feheb lî min ledünke veliyyâ” ya’nî “İndinden bir velî bağışla” (Meryem, 19/5) dedi. Çocuğun zikri üzerine Hakk'ı öne geçirdi. Nitekim Âsiye, “indeke beyten fîl cenneti” ya’nî “indinde cennette bir ev” (Tahrîm, 66/11) sözünde civârında olmayı, ev üzerine öne geçirdi. Şimdi Allah Teâlâ onun dileğini yerine getirmekle ona ikrâm eyledi. Ve onu sıfatı ile isimlendirdi. Tâ ki nebîsi Zekeriyyâ'nın ondan talep ettiği için, onun ismi anılmış ola (2).
Ya'nî Âdem (a.s.)’ın isminin zikri Şît (a.s.) ile ve Nûh (a.s.)’ın isminin zikri de Sâm ile diri ve bâkî oldu. Ve diğer nebîlerin (a.s.) isimlerinin zikirleri de böylece onların evlatlarıyla devamlılık buldu. Fakat Allah Teâlâ hazretlerinin Yahyâ (a.s.)’dan evvel peygamberlerden hiçbirisine kendi ilâhî tarafından bir isim vererek o özel isim ile bu ismin içine aldığı sıfatların arasını birleştirmesi hiç olmadı. Bu özel lütuf, sâdece ilâhî taraftan olan inâyetten dolayı, ancak Zekeriyyâ (a.s.)’a oldu. Çünkü Zekeriyyâ (a.s.) "Yâ Rab kendi indinden bana bir velî bahşet!" (Meryem, 19/5) diye duâ etmiş ve Hakk'ın zikrini oğlunun zikri üzerine öne geçirmiş idi. İşte bu sebeple Allah Teâlâ “innâ nübeşşiruke bi gulâminismühu yahyâ” (Meryem, 19/7) ya’nî "İsmi Yahyâ olan oğul ile sana müjde veririz" hitâbıyla ona ikrâm ve Yahyâ (a.s.)’ı hibe ederek isteğini yerine getirdi. Nitekim Firavun'un eşi olan Âsiye de “Bana kendi indinde cennette bir ev ihsân et!” (Tahrîm, 66/11) sözünde Hakk'ın civârında olmayı, ev üzerine öne geçirmiş idi. Hakk’ın zikrini, oğlunun zikri üzerine öne geçirdiği için, Hak Teâlâ Zekeriyyâ (a.s.)’ın isteğini öyle bir şekilde gerçekleştirdi ki ona oğul verdi, isim dahi taktı. Ve özel ismi olan bu isim ile Zekeriyyâ (a.s.)ın sıfatı olan "hayat"ın ma'nâsını da birleştirdi. Bundan dolayı "Yahyâ" ismi, Zekeriyyâ (a.s.)ın "hayat" zikrini bildirir. Ve Zekeriyyâ (a.s.)ın zikri Yahyâ (a.s.) ile diridir.
Çünkü Zekeriyyâ (a.s.) kendisinden sonra Allah zikrinin devâmını istedi. Çünkü, oğul babasının sırrıdır. Böyle olunca "Bana vâris olsun ve Ya'kûb hânedânına vâris olsun" dedi (Meryem,19/6). Ve halbuki bunda onlar hakkında Allah’ın zikri makâmından ve ona da'vetten başka, mîrâs bırakacakları bir şey yoktur (3).
Ya'nî Zekeriyyâ (a.s.)‘ın “feheb lî min ledünke veliyyâ” ya’nî “İndinden bir velî bağışla” (Meryem, 19/5) diye duâ etmesinin sebebi, kendinden sonra Allah’ın zikrinin devamlılığını istemesi idi. Evlât babasının sırrı olduğu için kendisine ve Ya'kûb hânedânına vâris olacak bir oğul istedi. Oysa nebîlerin (a.s.) Allah’ın zikri makâmından ve Hakk'a da'vetten başka mîrâs bırakacakları mal yoktur. Çünkü onlar vâris talep edince kendilerinden sonra Allah’ın zikrinin devamlılığına hizmet edecek ve perdelileri Hakk'a da'vet edecek bir çocuk isterler.
Daha sonra onu, “yevme yemûtu ve yevme yub’asu hayyâ” ya’nî “Doğduğu ve öldüğü ve diri olarak ba’s olunduğu günde” (Meryem, 19/15) sözüyle onun üzerine olan onun selâmından, onu öne geçirdiği şeyle müjdeledi. Şimdi hayât sıfatını getirdi ve o da onun ismidir. Ve selâm ile ona bildirdi. Ve onun sözü doğrudur. O söz kesinleşmiş sözdür (4).
Ya'nî daha sonra Hak Teâlâ hazretleri, Yahyâ (a.s.) hakkında “Ve selâmun aleyhi yevme vulide ve yevme yemûtu ve yevme yub’asu hayyâ” (Meryem, 19/15) ya'nî "Doğduğu ve öldüğü ve diri olarak ba's olunduğu günde onun üzerine selâm oldu" sözüyle selâmet vasfını beyân buyurarak onu kendi akrânı arasında öne geçirdiğini Zekeriyyâ (a.s.)’a müjdeledi. Bundan dolayı Hak Teâlâ, Yahyâ (a.s.)’ı, kendisinin zâtî sıfatı olan "Hayat" ile vasfetti. Ve Yahyâ (a.s.)’ın ismi, hem özel ismi ve hem de sıfatı bildirişi yönüyle "hayat" sıfatı onun ismidir. Ve Hak Teâlâ nefsiyle Yahyâ üzerine selâm ettiğini Zekeriyyâ (a.s.)’a müjde olarak bildirdi. Bundan dolayı Yahyâ (a.s.)’ın doğduğu günde, ya'nî benlikle örtülmesi ve nefsin ortaya çıkması sebebiyle Hak'tan uzaklığı gerektiren taayyün elbisesine büründüğü günde ve öldüğü, ya'nî nefsânî sıfatları Hakk’ın vücûdunda fânî olduğu günde ve diri olarak ba's olunduğu ya'nî fenâ-fillâh makâmından sonra hakkânî vücût ile bakâsının tahakkuku gününde Allah Teâlâ hazretlerinin onu selâmetle vasfetmesi Hak Kelâm’ıyla sâbittir. Ve Hak Kelâm’ı ise kat’i ve açık haberdir. Onda yalan ve hatâ ihtimâli yoktur.
Ve eğer Rûh'un “Ves selâmu aleyye yevme vulidtu ve yevme emûtu ve yevme ub’asu hayyâ” ya’nî “Doğduğum ve öldüğüm ve diri olarak ba’s olunduğum günde selâm benim üzerime olsun” (Meryem, 19/33) sözü, birlik açısından mükemmel ise de, bu, birlik açısından ve inanç açısından daha mükemmel ve te'vîl yönünden daha yüksektir (5).
Ya'nî eğer i'tirâz şeklinde denilecek olursa ki: "Hak Teâlâ Îsâ (a.s.)’ın da başlangıç olarak ve sonuç olarak selâmetini Kur'ân-ı Kerîm'de haber vermiş olduğu halde, bu selâmın başlangıç olarak ve sonuç olarak Yahyâ (a.s.)’a mahsûs olması ve bu selâm ile onu akrânı üzerine öne geçirmesi nasıl doğru olur?" Cevâben denilir ki: Eğer rûhullah olan Îsâ (a.s.)’ın "Doğduğum ve öldüğüm ve diri olarak ba's olunduğum günde selâm benim üzerime olsun" (Meryem, 19/33) sözü birlik açısından mükemmel ise de, Yahyâ (a.s.)‘ın selâmı, birlik açısından ve inanç açısından daha mükemmel ve te'vîl yönünden de daha yüksektir.
Birlik açısından daha mükemmel oluşu budur ki: Allah Teâlâ cenâb-ı Yahyâ'nın izâfî vücûdunda olan nefsi üzerine selâm eder. Ve bu selâm, bütün ilâhî vecihleri toplamış olan mutlak hüviyyetten olmuş bir hitâptır. Fakat Îsâ (a.s.)‘ın izâfî ve kayıtlı vücûdunda olan kendi nefsine selâmı, ilâhî vecihlerden özel bir vecih yoluyladır. Bundan dolayı bütün ilâhî vecihleri toplamış olan mutlak hüviyyet vechinden gelen selâm, bu vecihlerden bir vecihten çıkan selâmdan, birlik açısından daha mükemmeldir. Şu kadar var ki selâm, Îsâ (a.s.)‘ın görünme yerinden ve onun kayıtlı vücûdundan geldiği için, müşâhedesinin tekliğinde, o hazretin temkînin ya’nî mekânlanmanın kemâli üzere bulunduğu anlaşılıyor. Fakat bu selâmın, Yahyâ (a.s.)‘ın görünme yerinden ve onun taayyün etmiş vücûdundan çıkmamış olması yönüyle, o hazretin bu müşâhedede temkîn olmanın ya’nî mekânlanmanın kemâli üzere olduğuna delîl yoktur. Çünkü fark hissedilmektedir.
İnançta daha mükemmel ve te'vîl yönünden daha yüksek oluşu da budur ki: Hakk'ın Yahyâ (a.s.) üzerine olan selâmı, onun Rabb'i oluşu ve mutlak hüviyyeti bulunuşu yönüyle olduğundan ikilik perdesi ile perdelenmiş olan nefs ehli ve kayıtlı inanç sâhipleri indinde te'vîle muhtaç değildir. Onlar Yahyâ (a.s.)a Rabb'i tarafından selâm olduğuna te'vîlsiz inanırlar. Fakat Îsâ (a.s.)’ın selâmı, te'vîle muhtaçtır. Çünkü cenâb-ı Îsâ, nâfilelerle yaklaşma mertebesine göre, Hakk’ın lisânı ile kendi nefsi üzerine selâm eder. Veyâhut farzlarla yaklaşma mertebesine göre, cenâb-ı Îsâ'nın görünme yerinde taayyün etmiş olan Hak Teâlâ, Îsâ (a.s.)’ın lisânı ile kendi nefsine selâm eder. Bundan dolayı kayıtlı inanç sâhipleri, te'vîl edilmedikçe bu sözü tasdîk etmezler. Şu halde Îsâ (a.s.)‘ın nefsi üzerine selâmı, Rabb'i tarafından Yahyâ (a.s.) üzerine olan selâm gibi inanç husûsunda daha mükemmel ve te'vîl yönünden daha yüksek değildir. Sonuç olarak birisine herkes inanır; ve te'vîl yönünden onun için daha yüksektir. Diğerine ise inanmaz; çünkü te'vîl yönünden daha yüksek değildir.
Çünkü muhakkak Îsâ hakkında, kendisinde alışıla gelenden farklı olan şey, ancak konuşma-sıdır. Böyle olunca Allah Teâlâ'nın onu konuşturduğu bu zamanda, onun aklı yerinde ve mükemmelleşmiş oldu. Ve konuşabilen kimseye, her ne hâl üzerine olursa olsun, söylediği şeyde Yahyâ gibi üzerine şâhitlik edilenin tersine olarak, doğruluk lâzım değildir. Bundan dolayı Hakk'ın Yahyâ üzerine selâmı, bu yönden ilâhî inâyette olan tereddüt için, Îsâ'nın nefsi üzerine olan selâmından daha yüksektir. Her ne kadar eldeki veriler, cenâb-ı Îsâ'nın beşik içinde annesi Meryem'in temize çıkmasına delîl arz edişinde konuştuğu vakit, bunda Allah Teâlâ'ya yakınlığına ve onun doğruluğuna delîl olursa da (6).
Ya'nî Îsâ (a.s.) hakkında hârikulâde olarak gerçekleşen şey, beşik içinde iken onun konuşmasıdır. Çünkü beşikteki çocuğun söz söylemesi, alışıla gelmiş şeylere aykırıdır. Ve söz söylemek için akılda kudret ve mükemmellik lâzımdır. Bundan dolayı Îsâ (a.s.)‘ın Hak tarafından konuşturulması zamânında onun aklı yerinde ve mükemmelleşmiş oldu. Ve konuşma ister mu'cize gibi alışıla gelene aykırı ve ister yetişkinin sözü gibi alışıla gelene uygun olarak gerçekleşsin, konuşabilen kimseye doğruluk lâzım değildir. Ya'nî her söz söyleyen kimsenin sözünün doğru olması gerekmez. O söz işin aslına uygun olmayabilir. Fakat Yahyâ (a.s.) gibi üzerine şâhitlik edilen bu anlatılana uymaz. Çünkü onun selâmetine şâhitlik eden Hak'tır. Ve Îsâ (a.s.) ise kendi nefsine selâm etti. Bunun her ikisi de ilâhî inâyettir. Fakat Hakk'ın Yahyâ (a.s.) üzerine olan selâmı, cenâb-ı Yahyâ hakkındaki ilâhî inâyette olan tereddütü giderir. Çünkü Hak sözünde doğrudur. Ve Hak söylediği vakit doğru söyler. Fakat Îsâ (a.s.)‘ın kendi nefsi üzerine selâmı, onun hakkında olan ilâhî inâyette olan tereddütün giderilmesi husûsunda Hakk'ın Yahyâ (a.s.)a olan selâmı gibi değildir. Çünkü her konuşanın konuşmasında doğruluk gerekmez. Her ne kadar eldeki veriler o konuşmada Îsâ (a.s.)‘ın Allah Teâlâ'ya yakınlığına ve bu konuşmada doğruluğuna delîl olursa da, tereddütün giderilmesinde yine Hakk'ın cenâb-ı Yahyâ'ya olan selâmı daha kuvvetlidir. Ve eldeki veriler budur ki, Îsâ (a.s.) annesi olan Hz. Meryem'in, inkârcıların ona isnâd ettiği zinâ töhmetinden temize çıkmasına delîl arz edişinde beşik içinde konuşmasıdır. Çünkü alışıla gelenin tersine olarak bir mu'cizenin gözükmesi bir lüzûma dayanmaktadır. O lüzûm ise, Hz. Meryem'in temiz oluşunun sâbitliği idi. Bundan dolayı cenâb-ı Îsâ annesinin temize çıkmasına şâhitlik için söylediği sözde doğrudur.
Şimdi o, iki şâhidin birisidir. Ve diğeri kurumuş hurma ağacını silkelemesidir. Şimdi, Meryem Îsâ'yı nasıl kocası ve erkek olmaksızın ve alışıla gelmiş olan cinsi münâsebet olmaksızın doğurdu ise, erkek hurma ağacı ve döllenme olmaksızın, taptâze hurma düştü (7).
Ya'nî Îsâ (a.s.)’ın beşik içinde konuşması iki şâhitten birisidir. Ve diğer şâhid ise “Ve huzzî ileyki bi ciz’ın nahleti tusâkıt aleyki rutaben ceniyyâ” ya’nî “Ve hurma ağacının gövdesini üzerine silkele. Tâze hurmalar senin üzerine düşsün, (orada) toplansın” (Meryem, 19/25) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, Hz. Meryem'in kuru hurma ağacını silkelemesidir. Ve kuru ağacın silkelenmesinin ardından taptâze hurma döküldü. Oysa ziraatçi hurma ağacının erkeğini dişisine aşılamadıkça hurma vermez. Mutlaka mahsûl vermesi için aşılamak lâzımdır. İşte Hz. Meryem bâkire olduğu ve aslâ kendisine bir erkek yaklaşarak herkesin bildigi cinsi münâsebet gerçekleşmediği halde, nasıl ki Îsâ'yı doğurdu ise, hurma ağacı da aşılanmaksızın ve ancak silkelenme ile taptâze hurma verdi. İşte bu da ikinci şâhittir ve Hz. Îsâ'nın sözünün doğruluğu hakkındaki verilerdir.
Eğer bir nebî, benim işâretim ve mu'cizem "Bu duvarın konuşmasıdır" dese, duvar konuşsa ve konuşmasında "Sen yalancısın, Allah’ın resûlü değilsin" dese, elbette işâret doğru olur. Ve onunla muhakkak onun Allah’ın resûlü olduğu sâbit bulunur idi ve duvarın söylediği şeye iltifât edilmez idi. Şimdi, ne zamanki bu ihtimâl, beşik içinde olduğu halde, annesinin ona işâreti ile olan Îsâ'nın sözüne dâhil oldu, Yahyâ'nın selâmı bu yönden daha yüksek oldu (8).
Ya'nî her söz söyleyenin sözünün, doğru olması lâzım gelmediği için, eğer bir peygamber, "İşte benim nebîliğime alâmetim, bu duvarın söz söylemesidir" deyip de duvar da söze gelip söz söylese ve sözü de "Sen yalancısın, Allah’ın resûlü değilsin" sözünden ibâret olsa, elbette o alâmet doğru olur. Ve duvarın söz söylemesiyle, onun Allah’ın resûlü olduğu sâbit bulunur idi ve duvarın "Sen yalancısın, Allah’ın resûlü değilsin" sözüne iltifât edilmez idi. Çünkü konuşmaya kudreti olan her söz söyleyenin sözünün doğru olması gerekmez. İşte annesi olan Hz. Meryem'in işâreti ile, beşik içinde olduğu halde Îsâ (a.s.)’dan çıkmış olan söze de, perde ehline göre, bu ihtimâl dâhil olduğundan, Hakk'ın Yahyâ (a.s.)’a olan selâmı, bu yönden daha yüksek olur. Çünkü Hakk'ın sözüne ve selâmına bu ihtimâl dâhil olmaz.
Şimdi onun "Allah’ın kulu" olduğunun delîl yeri, onun hakkında "Allah’ın oğlu" denilmesi dolayısıyladır. Oysa sâdece konuşma ile delîl olması geçerli oldu. Çünkü nebîliğine inanmış olan diğer insanlar indinde o, Allah’ın kuludur. Ve beşik içinde haber verdiği şeylerin hepsi gelecekte ortaya çıkıncaya kadar, ilâve olarak diğer söyledikleri, akılsal bakış açısıyla bakanlar indinde, ihtimâl hükmünde bâkî kaldı. Böyle olunca sen, işâret edilen şeyi iyi araştır! (9).
Ya'nî onun "Allah’ın kulu" olduğu hakkındaki delîl yeri mu'teberdir. Çünkü Îsâ (a.s.)’ın “innî abdullâh” ya’nî “Muhakkak ben, Allah’ın kuluyum” (Meryem, 19/30) sözünden herkesin "Allah’ın kulu" olmadığı ma'nâsı çıkar. Çünkü insanların çoğu "nefsin kulu" ve netîcede "dünyânın kulu" ve "paranın kulu" ve "kadının kulu" ve “erkeğin kulu” olur. Ve büyük bir kısmı da "Hâdî’nin kulu" ve "Rezzâk’ın kulu" ve diğerleri gibi bir hâs ismin kulluğuyla ayrılmış bulunur. Oysa "Allah’ın kulu" ancak kendi mülkü ve onun mülkü Hak Teâlâ hazretlerinin mülkü olan kimsedir. Ya'nî "Allah’ın kulu" bütün ilâhî isimleri toplamış olan saâdet sofrası zâtlardır: Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz buyururlar:
Tercüme ve izâh: "Hak, mâdemki onun eline kendi eli ta'bîr etti, “yedullâhi fevka eydîhim” ya’nî "Allâh'ın eli onların ellerinin üstündedir" (Feth, 48/10) âyet-i kerîmesinin yüce ma’nâsına kadar sürdü, götürdü."
Ya'nî hadîs-i kudsîde “Onun tutan eli olurum” buyurdu. Ve Kur'ân-ı Kerîm'de de "Allâh'ın eli onların ellerinin üstündedir" (Feth, 48/10) dedi. Bundan dolayı bakâ-billah mertebesinde bulunan evliyâullâhın eli herkesin elinin üstünde olur, çünkü Hakk'ın elidir.
Bundan dolayı Hakk'ın sıfatını taşımak her bir insanın kârı değildir. İşte Îsâ (a.s.)’ın beşik içinde iken söylediği “Kâle innî abdullâhi, âtâniyel kitâbe ve cealenî nebîyyâ” (Meryem, 19/30) ya'nî "Muhakkak, ben Allâh'ın kuluyum; bana kitab verdi ve beni peygamber kıldı" sözü, Îsâ (a.s.) hakkında "Allâh'ın oğludur" diyen Nasârâ'nın sözü karşılığında olduğu için, kendisinin "Allah’ın oğlu" olması hayâlini kaldırdı. Ve muhterem annesinin zinâdan temize çıkmasını ispât etti. Ve sâdece konuşma ile, onun "Allah’ın kulu'' olması üzerine delîl tamâm ve doğru oldu. Ve Hz. Îsâ (a.s.), ümmetinden kendisinin nebîliğine inanan Habeşliler gibi diğer bir sınıf nezdinde muhakkak "Allah’ın kulu"dur, Allâh'ın oğlu değildir. Ve akılsal bakış açısı ile bakanlara göre her konuşan kimsenin sözünün doğru oluşunun gerekmeyişi yönüyle, Hz. Îsâ'nın beşik içindeki “innî abdullâh” ya’nî “Muhakkak ben, Allah’ın kuluyum” (Meryem, 19/30) sözünden, "Allah’ın kulu" ma'nâsı üzerine ilâve olan sözü gelecekte nebîlik ile gönderilinceye kadar, doğru ve yalan ihtimâli hükmünde bâkî kaldı. Ne zamanki nebîlik ile gönderildi, beşik içinde ne söylemiş ise, hepsinin doğruluğu ortaya çıktığı için bu ihtimâl hükmü de kalkmış oldu.
Şimdi sen bu yüksek fassta bey'an buyrulan bilgileri iyi araştır ve iyi anla! Ve Yahyâ (a.s.)’ın Îsâ (a.s.) üzerine üstün kılınmış olduğunu hayâl etme! Ve Îsâ (a.s.)’ın kendi nefsine olan selâmı ile, Yahyâ (a.s.) üzerine olan Hakk'ın selâmı arasındaki farkı basîret gözüyle gör! Ve kayıtlı inanç sâhiplerine göre hangisinin te'vîle muhtâc olduğunu ve hangisinin olmadığını bil!
Bitişi: 11 Mayıs 1917 Cum'a günü, ezânî sâat 02.00
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
-21-
BU FASS ZEKERİYYÂ KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “MÂLİKİYYE HİKMETİ” BEYÂNINDADIR
Bilinsinki ki, Zekeriyyâ (a.s.)’ın tedbîr edicisi olan hâss isim "Mâlik" ism-i şerifidir. Bundan dolayı şehâdet mertebesinde onun vücûdunda açığa çıkan da, bu ismin hazînesinde gizli olan haller olduğundan, kendisi Allah indinden bu ismin gereği olmak üzere, tam bir kuvvet ve te’sirli himmet ile desteklendi; çünkü “Mâlîk”, şiddet ve kuvvet ma'nâsına olan "mülk"ten türemiştir ve “mülk”, kudret ve tasarruf ma'nâsına da gelir. Şimdi Hakk’ın mâlik oluşu, Zekeriyyâ (a.s.)’ın vücûdunda açığa çıktı. Çünkü onun mübârek vücûdu “yevmü'd-din” gibi oldu; ve "kıyâmet" ma'nâsına olan "yevmü'd dîn"de Hakk'ın mâlik oluşunun kemâliyle açığı çıkışı yönüyle Hak Teâlâ "yevmü'd-din"e Mâlik ism-i şerifini bağlayıp, Fâtiha Sûresinde “Mâliki yevmid dîn” ya’nî “Dîn gününün Mâlik’i” (Fâtiha, 1/4) buyurdu; bundan dolayı cenâb-ı Zekeriyyâ rahmet ve şiddetli azâbın açığa çıkması husûsunda yevmü'd-dinin halleri ile tahakkuk edici olduğundan, yevmü'd-dîn menzilesinde oldu. Şu halde, Hak Teâlâ hazretleri "Dîn gününün Mâlik’i" olduğu gibi "Zekeriyyâ’nın Mâlik"i oldu. Çünkü Hak Teâlâ bu kıyâmet gününde ba'zen rahmet ve ba'zan azâb eder ve bu günde rahmet ve azâbda açığa çıkması ile onun mâlik oluşu zâhir olur. İşte Zekeriyyâ (a.s.)’ın vûcûdunda da Hak bu iki iş ile açığa çıktı. Rahmeti ile açığa çıkması budur ki, onun muhterem eşi kısır ve kendisi pek ihtiyâr olduğu halde “feheb lî min ledünke veliyyâ” ya’nî "Bana indinden bir velî bağışla" (Meryem, 19/5) diyerek Hak'tan bir sâlîh oğul talep etti. Ve Hak Teâlâ da duâsını kabûl edip o hazretin sâhip olduğu ilâhî bilgilere ve rabbânî sırlara ve övülmüş ahlâka vâris olarak ona Yahyâ (a.s.)’ı bahşetti. Ve şiddetli azâbla açığa çıkması budur ki, Hak Teâlâ onu şiddetle yanına çekti; o hazreti testere ile kâfirler ikiye biçtiler. O da buna sabredip, görünme yeri olduğu hâs ismin gereği olarak Hak'tan bu belânın kaldırılmasını talep etmedi. İşte bu sebebe binâen "mâlikiyye hikmeti" Zekeriyyâ Kelimesi’ne tahsîs kılındı.
Mesnevi:
Tercûmesi: "Şimdi kıyâmet ol, kıyâmeti gör; her şeyi görmek için bu şarttır. Akıl olursan, aklı kemâliyle bilirsin. Aşk olursan aşkı cemâliyle görürsün."
Bilesin ki, muhakkak Allah'ın rahmeti vücûd olarak ve hüküm olarak her şeye kapsam oldu ve muhakkak gazabın varlığı da, Allah'ın gazaba olan rahmetindendir; bundan dolayı O'nun rahmeti gazabını geçti. Ya’nî rahmetin O'na nispeti, gazabın O'na nispetini geçti (1)
Süleyman Fassı'nda ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere "rahmet" biri zâtına âit, diğeri sıfatlarına âit olmak üzere iki kısımdır. Bunlar da özel oluşu ve genel oluşu i'tibârı ile iki kısımdır. Her şeye kapsam olan rahmet, "zâtî genel rahmet"tir; ve bu rahmet Hakk'ın zâtının gereğidir; çünkü Hak bizzat "Cevâd ya’nî çok Cömert"tir. Eğer böyle olmasa, Hakk’ın mutlak vücûdunda açığa çıkma bulunmaz idi. İşte Hakk'ın zâtının gereği olan bu rahmet sâyesinde, ahadiyyet zâtında gizli olan Hakk’ın bağıntıları ve işleri, onun kendi zâtında kendi zâtına tecellîsi sûretiyle, ilminde sâbitlik buldu.
Ve Hak ahadiyyet zâtında sıkıntı içinde kalmış olan isimlerini rahmânî nefesi ile nefeslendirip onlara ilmî vûcûd vermek sûretiyle hepsini bu sıkıntıdan âzâd etti. Bundan dolayı bu rahmet, hüküm olarak her şeye kapsam oldu. Ve zâtî genel rahmetinin gereği olarak, ilimde sâbitlik bulan sâbit ayn’ların sûretlerinin, kendi hükümleri dâiresinde, varlıksal ayn sûretleriyle açığa çıkışı yönüyle, bu zâtî rahmet, şu içinde bulunduğumuz şehâdet mertebesinde de vücûd olarak her şeye kapsam oldu. Şimdi Hakk’ın rahmeti, bütün bağıntılara ve sâbit ayn’lara ve hâricî olan herşeye kapsam olunca, yokluksal bağıntıdan ibâret olan gazaba da kapsam olur.
Ve bundan dolayı gazabın varlığı da, gazaba olan ilâhî rahmetten olur. Fakat gazabın Hakk'a nispeti, rahmetin Hakk'a nispetinden sonradır; çünkü gazab rahmete göre geçici bir şeydir. Örneğin suyun tabîî hâli akışkan olmasıdır ve donması, geçicidir. Ve aynı şekilde insanın tabîî hâli gazab değildir; onun gazabı bir sebep altında ortaya çıkan geçici bir sıfattır.
Ve geçici sıfatta asıl olan ise yokluktur; bundan dolayı gazab yokluksal bağıntılardandır. Ve Üzeyr Fassı'nda ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere, ilâhî gazab bir şeyin kemâl ve saâdete bütünüyle kābiliyyetinin olmayışından veyâ kābiliyyetinin noksan oluşundan o şeye gerekir. Ve gazabın şer ve şekâvet olması üzerine gazab edilene göredir. Yoksa gazab, Hakk'a nispetle rahmet edilmiştir; çünkü Hakk'ın rahmânî tecellîsiyle mevcût olmuştur.
Ve mevcût olan her şey rahmânî tecellî ile rahmet edilendir.
Ne zamanki her ayn için vücûd oldu; bundan dolayı onu Allah'tan talep eder. Bunun için O'nun rahmeti her şeye genel oldu; çünkü Hak, o rahmetiyle ki; her şeye onunla rahmet etti; o şey aynî ya’nî varlıksal vücûdunda O'nun rahmetini kabûl etti. Bundan dolayı Hak o şeyi îcâd etti. İşte bunun için biz, muhakkak Allah'ın rahmeti vücûd olarak ve hüküm olarak her şeye kapsam oldu, dedik (2).
Yâ'ni Hak Teâlâ hazretlerinin sayılması mümkün olmayan zâtî isimleri vardır ki, onlara "gaybın anahtarları" denilir. Ahadiyyet zâtında potansiyel olarak mevcût olan bu isimler, zatlarıyla fiilen açığa çıkmayı isterler ve isimlendirilmişleri olan Hakk’ın zâtı yokluk sıkıntısından o isimleri ihrâc edip ve onları rahmânî nefesi ile nefeslendirip ilim mertebesinde açığa çıkartır. İşte bu nefeslendirme, isimlere rahmettir. Bu tecellî Hakk'ın kendi zâtında kendi zâtına olur. Hakk'ın ilminde peydâ olan bu latîf sûretlere “sâbit ayn’lar” derler ki, dünyâ âlemindeki kesîf sûretlerin hakîkatleridir. Ve bunların vücûdu "hükümsel vücût"tur. Onların gölgesi olan âlemin kesîf sûretleri ise "aynî ya’nî varlıksal vücût"tur. İşte mâdemki her bir “ayn” için vücûda gelmek imkânı mevcûttur; o ayn, o vücûdu Allah’tan talep eder.
Bilinsin ki; bütün iş üç yön üzeredir:
1. Salt vücûddur. Bu vücûd, ezelen ve ebeden yokluğu kabûl etmez; Hakk’ın hakîkî vûcûdu gibi.
2. Salt imkândır ki, ezelen ve ebeden bir sebep ile vücûdu kabûl eder. Ayn’ların izâfî vücûdu gibi.
3. Salt yokluktur ki, ezelen ve ebeden vücûdu kabûl etmez; Bâri’nin ortağı veyâhut iki sonsuz vûcûd gibi.
İşte görûlüyor ki, âlemin izâfî vücûdu, salt vücûd ile salt yokluk arasında olmuştur. Çünkü bir tarafı yokluğa ve diğer tarafı da vücûda bakıcıdır. Şimdi sâbit ayn’lar ilâhî isimlerin, varlıksal ayn’lar da sâbit ayn’ların gölgesi olup, bu gölgesel vücûtlarının açığa çıkmasını Allah'tan talep ettikleri ve Allahu Zûl-Celâl hazretleri de akdes feyziyle isimlere rahmet edip onları ilim mertebesinde hükmen ve mukaddes feyziyle de varlıksal ayn mertebesinde vücûd olarak açığa çıkardığı için, O'nun rahmeti her şey hakkında genel oldu. Bundan dolayı bu i'tibâra göre her şey rahmet edilmiştir ve bu rahmette İblis dahi dâhildir; çünkü ilmî vücûtta îcâd etmek sûretiyle Hak Teâlâ'nın rahmet ettiği her şey, varlıksal ayn olan vûcûdunda da O'nun rahmetini kabûl etti. İşte isimlere âit sûretler, genel zâtî rahmet ile, ilâhî ilimde sâbit olduktan sonra, varlıksal ayn olan vücûda tâlib olmalarıyla Hak Teâlâ o rahmet ile onları varlıksal ayn olan vûcûtta îcâd ettiği için biz, Allâh'ın rahmeti vücûd olarak ve hüküm olarak her şeye kapsam oldu dedik.
Ve ilâhî isimler eşyâdandır; ve halbûki ilâhî isimler bir olan ayn’a dönücüdür. Şimdi Allâh'ın rahmetinin kapsam olduğu ilk şey, o "ayn"ın şey oluşudur ki, rahmet ile îcâd edici olan rahmettir (3).
Ya’nî, Allâh'ın rahmeti her şeye kapsamdır, dediğimiz zaman, ilâhî isimler de "her şey" ifâdesi altına dâhil olur; çünkü ilâhî isimler de eşyâdandır. Ve ilâhî isimler ise, Rahmân isminin hakîkati olan bir ayn’a dönücüdür ve Rahmân ismi toplayıcı isimdir. Bundan dolayı her bir ismin rahmetten hazzı ve nasîbi vardır. Şimdi Allah'ın rahmetinin kapsam olduğu ilk şey, zâtî rahmeti ile isimlere âit rahmeti îcâd edici olan o bir ayn’ın şey oluşudur.
Bilinsin ki, Hak zâtı ile ahad ve isimleriyle ve sıfatlarıyla vâhid ya’nî birdir. Ve "Allah" ismi verilen vûcûdun zâtında hiçbir şekilde çokluk yoktur; belki o vücûd, zât ile ahaddır ve ahadiyyet zâtı tecellîden berîdir. Çünkü âlemlerden ganîdir. Ve bu zât için sonsuz vecihler vardır ki, isimleri ve sıfatları gerektirici olan ulûhiyyet ya’nî ilâh oluş o vecihleri toplar. Şu halde, hazret-i ilâhiyye bütün sıfatlar ve isimler ile berâber zâttan ibâret olduğundan isimlere ve sıfatlara göre, toplu olarak bütünsel olan tek bir ayn’dır. Ve bu toplanmış bütünsellik, o bir olan ayn’ın şey oluşudur ve Rahmân ismi, bütün isimleri ihâta etmiş oluşu yönüyle, bu bir olan ayn bu ismin hakîkati olur. Bundan dolayı Hakk'ın Rahmân'a mensûp olan nefes ile ilk nefeslendirdiği şey, ahadiyyet zâtında potansiyel olarak mevcûd olan isimlerin ilmî mertebede açığa çıkardığı sûretlerdir. Şu halde Hak, genel zâtî rahmeti ile isimlerine rahmet etmiş olur. Bundan dolayı o bir olan ayn’ın şey oluşu ki, isimlere ve sıfatlara göre toplanmış bütünselliktir; işte bu şey oluş zâtî rahmet ile isimlere âit rahmeti îcâd eder. Bu bahis Şuayb Fassı'nda ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Oraya mürâcaat buyrulsun.
Şimdi rahmetin kapsam olduğu ilk şey, onun nefsidir. Daha sonra yukarıda belirtilmiş olan şey oluşudur. Daha sonra gerek dünyâda gerek âhirette, araz olsun ve birleşik cevher veyâ basît olsun, bu şekilde hiç durmaksızın sonsuz olarak vücûd bulan her mevcûdun şey oluşudur (4).
Ya’nî genel zâtî rahmetin kapsam olduğu ilk şey, rahmetin kendi nefsidir. Çünkü bir "ayn" lâzımdır ki, rahmet ona bağlanabilsin; bundan dolayı zâtî rahmet; ilk başta rahmânî ayn’ın şey oluşuna kapsam olur ve rahmet o ayn’ın şey oluşuna kapsam olunca, ilk olarak kendi nefsine kapsam olmuş olur. Daha sonra rahmetin kapsam olduğu şey, yukarıda işâret edilen bir olan ayn’ın şey oluşudur ve bu bir olan ayn bütün ayn’ların kaynağı ve aslıdır ve bu da "hakîkat-i muhammediyye"dir ki, Allah Teâlâ onu âlemlere rahmet olmak üzere îcâd etti. Bundan dolayı o, rahmet ayn’ıdır; ya'nî âlemleri onun vücûdundan icâd etti. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm'de “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn” ya’nî “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ, 21/107) ve hadîs-i kudside de “Yâ Habîbim, seni vücûd nurumdan hálk ettim ve eşyâyı da senin nûrundan” buyrulmuştur. Ve bu mertebe, Hakk'ın ahadiyyet ya’nî teklik zâtı mertebesinden vâhidiyyet ya’nî birlik mertebesine tenezzülüdür ki, isimlere ve sıfatlara göre toplanmış bütünsellik olan tek bir ayn’dır. İşte ikinci derecede, bu bir olan ayn’ın şey oluşuna kapsam oldu. Ondan sonra rahmetin kapsam olduğu şey, gerek dünyâda gerek âhirette, araz olsun ve birleşik cevher veyâ basît olsun, bu şekilde hiç durmaksızın sonsuz olarak vücûd bulan her izâfî mevcûdun şey oluşudur.
Bilinsin ki, şey oluşu sâbit olmayan ancak salt yokluktur. Onun için ondan hiçbir şey çıkmaz ve salt vücûd ki, Hakk'ın mutlak vücûdudur ve isimler ve sıfatlar ki, o salt vücûdun yokluksal bağıntılarıdır, ya'nî potansiyel olarak mevcûttur ve bilfiil açığa çıkmış değildir, işte bunlar için şey oluş sâbittir ve şey oluşu sâbit olan şeyler için elbette açığa çıkış vardır.
Bundan dolayı rahmet, yukarıda bahsedilen anlatım üzere, sâbit olan şey oluşlara kapsam oldu ve hattâ rahmet Hakk'ın vücûdunun yokluksal bağıntılarından bir bağıntı olduğu için, rahmetin kendi nefsine dahi kapsam oldu, çünkü Hakk’ın vücûdunda onun dahi şey oluşu sâbittir. Şu halde o da açığa çıkmayı ister; bundan dolayı genel zâtî rahmetin ona da kapsam olması tabîîdir. Burada bir soru akla gelir, şöyle ki: İlâhî rahmet vücûd olarak ve hüküm olarak her şeye kapsam olur, buyruluyor. Oysa bu kadar gazaba uğramış olan şeyler vardır. Bunların hepsi nasıl rahmet edilen olur? Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu soruya cevâben buyururlar ki:
Ve eşyâda yâhut rahmetin kapsamında, bir gâyenin oluşması ve tabîatına uygunluk geçerli değildir, belki uygun gelen ve gelmeyen hepsine ilâhî rahmet vücûd olarak kapsamdır (5).
Ya’nî eşyânın icâdında veyâhut rahmetin vücûd olarak ve hüküm olarak bütün eşyâya kapsam olmasında bir maksad vardır ki, o da ancak Hakk'ın mutlak vücûdunun potansiyel olarak kendisinde mevcûd olan bağıntılarının isti'dâdları yönüyle fiilen açığa çıkmasıdır. Bu da onların rahmânî nefes ile nefeslendirilmesiyle hâsıl olur. İşte bu hepsine kapsam olan bir rahmettir. Bundan dolayı bu rahmetin kapsam oluşunda eşyâ hakkında özel bir gâyenin oluşması ve onların tabîatına uygun gelen şey olması geçerli değildir. Her şeyin ezelî isti'dâdı ne ise, bu rahmetin inişinde îmân ve hidâyet ve ni'met ve zevk ve râhat gibi tabîata uygun gelen ve küfür ve dalâlet ve azâb ve elem ve râhatsızlık gibi tabîata uygun gelmeyen bir takım haller o şeye gelir. Şu halde, ilâhî rahmet, sâdece vücûd verdiği için, uygun olsun, uygun olmasın hepsine kapsam oldu.
Dostları ilə paylaş: |