Örnek: İnsanın şahsı bir olan ayn’dır ve insanın bâtını onun endîşesidir ve zâhiri onun cismidir. Ve bu zâhir cisim, endîşesiyle harekettedir. Ve bâtını "Kalk yazı yaz!" demedikçe, zâhir eli kalemi alıp yazı yazmaz. Bundan dolayı bâtını etken ve cismi edilgen olmuş olur. Çünkü bâtını zâhirinde te'sîr eder. Bununla berâber gerek etken ve gerek edilgen o şahsın bir olan ayn’ıdır. İşte bunun gibi insanın zâhiri olan cismi, bâtını olan endîşesinin itâat edeni ve tâbi'idir; ve bâtını olan endîşesi de zâhiri olan cisminin itâat ettireni ve tâbi’ olunanıdır. Şu halde itâat ettiren ve itâat ettirilen, ancak şahsın bir olan ayn’ından ibârettir. Burada gayrın vücûdu yoktur.
Şimdi Mûsâ'nın buzağı üzerine Mûsâllat olması gibi, buzağıya tapanlar hakkında, buzağı üzerine Mûsâllat olarak sözünü geçirmek ile Hârûn'un engellemeye kuvvetinin olmayışı, her bir sûrette ibâdet olunması için vücûdda Allah'tan zâhir bir hikmet oldu. Ve her ne kadar bu sûret, bundan sonra bozulup yok olursa da; ancak onun ibâdet edenleri indinde ilâhlık elbisesi giydikten sonra ortadan kalktı. Ve bunun için ancak ya bir ilâh edinerek ibâdet olunduğu veyâhut itâat ettirme ibâdeti ile ibâdet olunduğu halde, nevi’lerden bir nevi' geriye kaldı. Böyle olunca akıl erdiren kimse için bu ibâdetin yapılması lâzımdır. Oysa âlemden bir şeye, ancak kulun indinde yükseklikle kuşandıktan ve onun kalbinde bir derece ile belirdikten sonra ibâdet olundu. Ve bundan dolayı Hak, bize "Refîu'd-derecât ya’nî Dereceleri yükselten" olarak isimlenen oldu ve "Refîu'd-derece ya’nî Derece yükselten" demedi. Bundan dolayı bir olan ayn’da dereceleri çoğalttı. Çünkü muhakkak Allah Teâlâ muhtelif çokluktaki derecelerde ancak kendisine ibâdet olunmasını kazâ etti. Şöyle ki her bir derece, ilâhî bir görünme yerini verip onda ibâdet olundu. Ve kendisinde ibâdet olunan en büyük görünme yeri “hevâ”dır. Nitekim Hak Teâlâ “E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu” ya’nî “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (Câsiye, 45/23) buyurdu. Şimdi o, ma'bûdun en büyüğüdür. Çünkü bir şeye ancak onun sebebiyle ibâdet olunur. Oysa ona, ancak zâtı ile ibâdet olunur. Ve onun hakkında ben derim: (10).
Ya'nî Mûsâ (a.s.) buzağı üzerine fiilen Mûsâllat olup onu yakarak imhâ etti. Fakat Hârûn (a.s.), Benî İsrâîl'i buzağıya tapmaktan söz ile men' etti. Ve Mûsâ (a.s.) gibi, onun üzerine fiil ile Mûsâllat olup buzağıya tapanlar hakkında hükmünü geçirmeye gücü yetmedi. Ve cenâb-ı Hârûn'un bu husûstaki kudretinin yokluğu, Allah Teâlâ'ya her bir sûrette ibâdet olunmuş olması için, vücûdda bir hikmet olmak üzere zâhir oldu . Nitekim (Sallallahû aleyhi ve sellem) Efendimiz Ve'n-Necm sûre-i şerîfesini okudukları sırada, saâddetli lisânlarından “Ve tilke’l-garâniku’l-ulâ, ve inne şefâatahünne le-türcall” ya’nî “Bunlar yüce kuğulardır ve elbette onların şefaatleri umulur” sözü çıkmakla orada hazır olan Kureyş putperestleri: "Muhammed (s.a.v.) bizim putlarımızı da methetti" deyip, sûre-i şerîfenin sonundaki secde âyeti okunduğunda, mü'minler ile berâber secdeye vardılar. Ve Hz. Mevlânâ (r.a.) Mesnevî-i Şerîf’de bu ma'nâyı beyânen buyururlar:
Tercüme: "Putu methetmek avâmın tuzağı içindir. İşte “tilke’l-garâniku’l-ulâ” sözünü böyle bil!"
Gerçi o ibâdet olunan sûret, bozulur ve yok olur. Fakat o sûret ancak ona ibâdet eden ibâdet ehlinin indinde ilâhlıkla giyindikten sonra yok olur. Ve nitekim buzağının sûreti, Beni İsrâîl'den ona tapanların indinde, ilâhlıkla giyindikten sonra, Mûsa (a.s.) tarafından yakılma sûretiyle bozuldu ve yok oldu.
Şimdi mutlak olan Hakk’ın bir olan zâtının, letâfet mertebesinden kesâfet mertebesine tenezzül edip isimleri dolayısıyla ulvî ve süflî bütün sûretlerle taayyün edişi ve onlarda açığa çıkışı yönüyle, Allah Teâlâ'ya âlem sûretlerinden her bir sûrette ibâdet olunması lâzım geldiği için, mahlûk türlerinden ibâdet olunmayan bir mahlûk kalmadı. Bundan dolayı putperestlerin ağaca ve taşa ve güneşe ve aya ve yıldızlara ve hayvanlara ve buzağı gibi sûretlere tapmaları gibi, ona ya ilâh edinmek sûretiyle ibâdet olundu veyâhut halkın mallarına ve mevki’ye ve makâma tapmaları gibi, itâat ettirme ibâdeti ile ibâdet olundu. Şu kadar var ki, itâat ettirme ibâdetine "ibâdet" denilmesi halk indinde âdet olmadı. Yoksa bir kimsenin kalbinde, hangi şeyin muhabbet ve saltanatı zâhir olmuş ise, o kimse o şeyin kuludur.
Örneğin, kalbi mal muhabbetiyle itâatkâr olan "mâlın kulu" ve mevki’ muhabbeti ile itâatkâr olan "mevki’nin kulu" ve nefsinin muhabbeti gâlip olan "nefsin kulu" ve kâfirlerin muhabbeti gâlip olan "kâfirlerin kulu"dur. Ve her bir kul kendi ma'bûduyla berâberdir. Nitekim hadîs-i şerîfte "Kişi sevdiği ile berâberdir" buyurulur.
Şimdi her sûrette Hakk'ı akleden ve düşünen kimse için, Hakk'ın her bir sûrette ya ilâh edinme ibâdeti veyâ itâat ettirme ibâdeti ile ma'bûd olması ve ona o sûretlerde ibâdet olunması lâzımdır. Çünkü itâat ettirme ve itâat ettirilme, varlık mertebelerinin hepsi arasında olmaktadır. Ve mevcûtlar ve belki Hak ile hálk arasındaki irtibât, ancak bu itâat ettirme ve itâat ettirilme sebebiyledir. Çünkü irtibât için muhtaçlık lâzımdır. Ve muhtaçlık ise, itâat ettirme ve itâat ettirilmeyi gerektirir. Oysa âlem sûretlerinden olan bir şeye, ancak o şey, kullarının indinde yükseklikle kuşandıktan sonra ve onun kalbinde bir derece ile belirdikten sonra ibâdet olundu. Çünkü her derecede zâhir olan ma'bûdlardan bir şeyin kulu vardır. Ve o derecede hakîkat üzere ma'bûd olan ise, ancak Hak'tır. Bundan dolayı o derecede olan kulun indinde Hak yükseklikle kuşandıktan sonra ibâdet edenler, o şeye ibâdet eder.
İşte âlem sûretlerinden kendisine ibâdet olunan şeylerin her birisi, ona tapan kimsenin kalbinde yücelikle kuşanıp bir derece ile belirdikten sonra, ibâdet olunduğu için Mü'min Sûresinde olan “Refîud derecâti zül arşi, yulkir rûha min emrihî alâ men yeşâu min ibâdihî” ya’nî “Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından dilediğinin üzerine bir rûh ulaştırır” (Gafir, 40/15) âyet-i kerîmesinde, Hak Teâlâ azîmü'ş-şân zâtını "Refîu'd-derecât ya’nî Dereceleri yükselten" olarak bildirdi ve "Refîu'd-derece ya’nî Derece yükselten" demedi. Bundan dolayı Allah Teâlâ kendi vücûdu olan bir olan ayn’da, dereceleri çoğalttı ve yüksekliği derecelere mahsûs kıldı. Eğer "Refîu'd-derece ya’nî derece yükselten" buyurmuş olsa idi, yüksekliği bir dereceye tahsîs buyurmuş olurdu. Oysa hâlin hakîkati yüksekliğin derecelere mahsûs olmasıdır. Çünkü muhakkak Allah Teâlâ, muhtelif çokluktaki derecelerde kendisinden dışında bir şeye ibâdet olunmamasına hükmetti. O yönle ki her bir derece bir ilâhî görünme yerini gerektirdi ve Hakk'a o derecede ibâdet olundu. Ve kendisinde Hakk'a ibâdet olunan görünme yerlerinin en büyüğü ve a'lâsı "hevâ"dır ya'nî istek ve arzûdur. Nitekim Hak Teâlâ Câsiye Sûresinde “E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu” (Câsiye, 45/23) ya’nî "Hevâsını kendisine ilâh edinen kimseyi görmez misin?" buyurdu. Böyle olunca "hevâ" ma'bûdun en büyüğüdür. Çünkü bir şeye ancak hevâ sebebiyle ibâdet olunur. Çünkü kulun kalbinde meyil ve muhabbet olmadıkça, o ibâdet eden, ibâdet ettiği şeye yönelmez. Oysa hevâya, yine kendi zâtı, ya'nî hevânın nefsi ile ibâdet olunur. Bundan dolayı âlem sûretlerinden herhangi bir sûrete, ister ilâh edinerek ibâdet ve ister itâat ettirme ibâdeti ile ibâdet olunsun, sebebi "hevâ"dır. Şu halde hevânın yine kendi zâtı ile kendine ibâdet olunur. Şu kadar ki hevâ, sûretsiz bir ma'nâ olduğu için bâtındır; onun "ayn"ı zâhir değildir; ancak ma'bûdlar sûreti ile zâhir olur. Ve hevâ hakkında ben şöyle derim:
Şiir: Hevâ hakkı için, muhakkak hevâ, hevâ sebebidir. Şimdi eğer kalbde hevâ olmasa idi, hevâya ibâdet olunmaz idi (11).
Bilinsin ki, Hak Teâlâ hazretleri hadîs-i kudsîde "Ben bir gizli hazîne idim. Bilinmeme muhabbet ettim" buyurmuştur. Şu halde bütün mertebelerde ve o mertebelerin görünme yerlerinde Hakk'ın açığa çıkmasına sebep olan kendi muhabbeti olmuş olur. Ve bu muhabbet, ilâhî küllî bir muhabbettir. Ve onun görünme yerlerinin her birerlerinde gözüken muhabbet ise, cüz’î muhabbettir. Ve bu cüz’î muhabbetin sebebi ise, o küllî muhabbettir. Ve eğer bu ilâhî küllî muhabbet, insanın kalbinde ve bâtınında bulunmasaydı, nefs mertebesinde açığa çıkan hevâya ibâdet olunmaz idi. Çünkü nefs mertebesinde zâhir olan hevâ, kalb mertebesinde ve bâtında olan hevânın aynıdır. Gayrı oluşları ancak mertebenin ihtilâfı i’tibârı iledir. Ma'nânın harflere ve sözlere irtibâtı gibi. Onun için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) ilâhî muhabbete and verip "Hakk'ın kendi muhabbeti olan hevâ, cüz’î hevânın sebebidir. Ve eğer ilâhî hevâ kalbde olmasa idi, görünme yerlerinde görünen hevâya ibâdet olunmaz idi" buyururlar. Ve yine Hz. Şeyh-i Ekber Fütûhât-ı Mekkiyye'de buyururlar ki: "Ba'zı keşiflerimde, hevâyı, ilâhlıkla zâhir, kendi arşı üzerinde oturmuş ve onun bütün ibâdet edenleri onu ihâta edip indinde vâkıf oldukları halde müşâhede ettim. Ve ben varlıksal sûretlerde o hevâdan daha büyük bir ma'bûd müşâhede etmedim ."
Allâh'ın eşyâya olan ilmini görmez misin? Ne mükemmeldir. Allah Teâlâ, hevâsına ibâdet eden ve onu ilâh edinen kimse hakkında, ilmi nasıl tamamladı. Bundan dolayı “ve edallehullâhu alâ ilmin” (Câsiye, 45/23) ya’nî "Allah Teâlâ onu ilim üzere dalâlette bıraktı" buyurdu; oysa dalâlet "hayret"tir. Ve tamamlama ve kemâle erdirme budur. Beyânı budur ki: Ne zamanki Hak gördü ki, ibâdet eden, ancak kendi hevâsına ve hevâsının tâatına teslimiyeti sebebiyle ibâdet etti; o şeyde ki o ona, hevâya ibâdet eden şahısların ibâdetinden olduğu halde, onunla emreder. Hattâ onun Allâh'a ibâdeti dahi aynı şekilde hevâdan oldu; çünkü onun için bu mukaddes cenâbta hevâ (ki onun muhabbeti ile olan irâdedir) olmasa idi, Allâh'a ibâdet etmez ve O'nu gayr üzere tercîh etmezdi. Ve aynı şekilde âlem sûretlerinden bir sûrete ibâdet edip onu ilâh edinen kimse, onu ancak hevâ ile ilâh edindi. Böyle olunca ibâdet eden kendi hevâsının saltanatı altında olmaktan kurtulmuş değildir. Ondan sonra ne zamanki Hak Teâlâ gördü ki, ma'bûdlarda ibâdet edenler çeşitlenir; şimdi bir emre ibâdet edici olan onun gayrısına tapan kimseyi kâfir görür. Ve kendisinde az çok bir bilgi oluşan ibâdet edici, hevânın birlikteliğinden ve belki hevânın ahad oluşundan ya’nî tekliğinden dolayı hayrete düşer. Çünkü o her bir ibâdet edicide bir olan ayn’dır. Bundan dolayı Allah Teâlâ onu dalâlette bıraktı. Ya'nî her bir ibâdet edenin ancak kendi hevâsına ibâdet etmesi ve ister meşrû' emre tesâdüf etsin ister etmesin, kullukta ancak kendi hevâsının, eşit seviyede onu kullanması ile, ilim üzere hayrete düşürdü (12).
Lokmân Fassı'nda izâh edildiği üzere "ma'lûm ya’nî bilinen", "şey"den daha kapsamlıdır; ve "şey"in ilk mertebesi "ma'lûm ya’nî bilinen"in ikinci mertebesinden başlar ve “şey”in ikinci mertebesi, kesîf şehâdet âlemidir. Bundan dolayı Hakk'ın eşyâya olan ilmi, isimsel ve sıfatsal ilimdir ki, bunun ayrıntıları da örnekler vermek sûretiyle Şît Fassı'nda geçti. Şimdi Allâh'ın eşyâya olan ayrıntılı ilmini görmez misin? O ilim, ne mükemmel bir ilimdir! Ve Allah Teâlâ hevâsına ibâdet eden ve hevâsını ilâh edinen kimse hakkında ilmi nasıl tamamladı? Ve bu tamamlamaya işâret olarak:
“ve edallehullâhu alâ ilmin” (Câsiye, 45/23) ya’nî "Allah Teâlâ onu ilim üzere dalâlette bıraktı"
buyurdu. Oysa dalâlet, "hayret"tir. Ve hevâsına ibâdet eden ve onu ilâh edinen kimse hakkında ilmin tamamlanması ve kemâle erdirilmesi dalâlet olan "hayret" iledir. Ve ilmin "hayret" ile tamamlanması şu şekildedir ki: ne zamanki Hak Teâlâ ayrıntılanmış vücûtta gördü ki, ibâdet eden, hevâya ibâdet eden şahısların ibâdeti cinsinden olarak hevâsının emriyle ibâdet ettiği şeyde ancak kendi hevâsına ve hevâsının tâatına teslimiyeti sebebiyle ibâdet etti. Hattâ ibâdet edenin Allâh'a ibâdeti bile, aynı şekilde hevâdan meydana geldi. Çünkü ibâdet edenin ateşten kurtulmaya veyâ derecelere ulaşmaya veyâhut nefsî kemâlâtlara veyâ Hakk'ın sıfatlarına veyâhut zâtına muhabbeti gibi bir muhabbet ile istemeden ibâret olan hevâsı, o ilâhî mukaddes cenâbtan olmasa idi, Allah Teâlâ'ya ibâdet etmez ve Hakk’ı "gayr" ta'bîr edilen görünme yerleri üzerine tercîh etmez idi.
Ve aynı şekilde Hakk’ın mâsivâsı i'tibâr olunan âlem sûretlerinden bir sûrete ibâdet edip, onu ilâh edinen kimse de, o sûreti, ancak hevâ ile ilâh edindi. Şu halde ibâdet eden, dâimâ hevâsının saltanatı altında mahkûmdur. Her neye ibâdet ederse etsin mutlakâ hevâsı sebebiyle ibâdet eder.
Bu görüşten sonra, ne zamanki Hak Teâlâ, ma'bûdlarda ibâdet edenlerin çeşitli olduğunu gördü, böyle olunca, emirlerden bir emre ibâdet eden her bir ibâdet edici, kendisinin ibâdet ettiği emirden gayrı bir emre ibâdet eden kimseyi kafîr görür ve inkâr eder. Örneğin, müslüman nasrânîyi, ve nasrâni müslümanı ve güneşe tapan hayvana tapanı vb... inkâr eder. Bu hal ilâh edinme ibâdetinde böyle olduğu gibi itâat ettirme ibâdetinde de böyledir. Örneğin "mâlın kulu" "mevki’nin kulu"nun yolunu ve hayât tarzını inkâr eder. Nitekim ticâret ehli, mevki’ ehlinin hâlini beğenmez.
Ve kendisinde az çok bilgi ve bir uyanıklık oluşan ibâdet edenler ise, hevânın bütün ibâdet edenlerde birlikte olmasından ve belki hevânın ahad oluşundan ya’nî tekliğinden dolayı, ma'bûdlar arasından bir ma'bûdu seçip onu ibâdete tahsîs edemeyişi yönüyle, bu çeşitli mâ'bûdlar arasında hayrete düşer. Çünkü her bir ibâdet edici hevâsına tapar ve "hevâ" ibâdet edenlerin hepsinde bir olan ayn’dır.
İşte Hak Teâlâ ayrıntılanmış vücûtta bu hallerin böyle olduğunu gördüğü ve imtihâna dayanan ilim ile bildiği için, kendinde azıcık bilgi oluşan ibâdet ediciyi dalâlete düşürdü. Ya’nî o ibâdet ediciyi, ilim üzere hayrete düşürdü. Çünkü o ibâdet edici bildi ki, her bir ibâdet eden ancak kendi hevâsına ibâdet eder.
Ve kullukta o ibâdet edeni kullanan ancak kendi hevâsıdır. Onun bu hevâsı ister meşrû' emre tesâdüf etsin,ister etmesin farketmez.Örneğin itâat ettirme ibâdetinde bir kimse "kadının kulu" olur; onun bu hevâsı kendisini nikâh ile dört kadın almaya veyâhut çeşitli câriye alıp menfâatlenmeye sevk eder. Bu ise meşrû' bir iştir. Bundan dolayı onun hevâsı meşrû' emre tesâdüf eder. Ve bir diğeri "kadının kulu" olur. Fakat başkasının nikâhı altında bulunan kadınlar ve câriyelerle menfâatlenmeye meyleder ki, bu hal zinâ olduğu için, o ibâdet edicinin hevâsı gayr-i meşrû' emre tesâdüf etmiş olur. Fakat her iki sûrette de o ibâdet edenleri eşit seviyede kendi hevâları kullanmıştır.
Ve mükemmel olan ârif, kendisine ibâdet edilen her bir ma’bûdu, Hak için görünme yeri gören kimsedir. Ve bunun için onların hepsini taş, ya da ağaç, ya da hayvan, ya da insan, yâhut yıldız, ya da melik özel ismi ile berâber “ilâh” olarak isimlendirdiler. Bu, onun hakkında şahsiyyetinin ismidir. Ve ulûhiyyet ya’nî ilâhlık bir mertebedir ki, ibâdet eden onun için kendi ma'bûdunun mertebesi olduğunu hayâl eder. Oysa o, bu ibâdet edene özel görünme yerinde bu ma’bûd üzere yalnız kalmış olan bu ona özel ibâdet edicinin gözü için hakîkat üzere Hakk'ın görünme yeridir. Ve bunun için, ârif olan ba'zı kimseler, cehâletten söylenmiş olan "mâ na’budühüm illâ li yukarribûnâ ilallâhi zülfâ” (Zümer, 39/3) ya'nî “Biz putlara ancak, bizi Hakk'a yaklaştırmaları için ibâdet ediyoruz” dediler. Bununla berâber onlara “ilâhlar” dediler. Hattâ “E cealel âlihete ilâhen vâhıden, inne hâzâ le şey’un ucâb” (Sâd, 38/5) ya’nî “Muhammed (a.s.) bu ilâhları bir ilâh mı yaptı? Muhakkak bu acâip şeydir!” dediler. Şimdi onlar onu inkâr etmediler. Belki onu acâip buldular. Çünkü onlar sûretlerin çokluğu ile ve ilâhlığın o sûretlere bağlanması ile vâkıf oldular. Bundan dolayı Resûl geldi ve onları onların bu sûretlerin taş olduğuna ilimlerinden dolayı"mâ na’budühüm illâ li yukarribûnâ ilallâhi zülfâ” (Zümer, 39/3) ya'nî “Biz putlara ancak, bizi Hakk'a yaklaştırmaları için ibâdet ediyoruz” sözlerinde inanışları ve kendilerince ispât ettikleri ve onların şehâdetleriyle bilinen ve gözle görülmeyen bir olan ilâha da'vet etti; ve bundan dolayı “kul semmuhüm” (Ra'd, 13/33) ya’nî “Onları isimleriyle zikredin!'” sözüyle onları ibâdetlerinden men' etmede, onların üzerine delîl kâim oldu. Bundan dolayı onlar o sûretleri, ancak gerçekten onlara mahsûs olduğunu bildikleri o isimler ile isimlendirirler (13).
Ya'nî mükemel olan ârif o kimsedir ki, gerek ilâh edinme ibâdeti ve gerek itâat ettirme ibâdeti ile ibâdet edilen her bir ma'bûdu, Hakk'ın isimlerinin ve sıfatlarının açığa çıktığı birer görünme yeri görür. İşte her bir ma'bûd Hakk’ın bir görünme yeri olduğu için, taşa, ağaca, hayvanlara, insana, yıldıza ve melike vesâir eşyâya tapan kimselerin hepsi, bu taptıkları şeylerin kendilerine mahsûs olan taş, ağaç gibi isimlerini zikretmekle berâber, bir de "ilâh" olarak isimlendirdiler. Örneğin mecûsîlere “Bu taptığın ne şeydir” denilse, "Ateştir" der. "O halde niçin buna taparsın?" denilse "Ma'bûddur" diye cevap verir. Bu taş, ağaç, ve ateş, onların şahsiyyetlerinin ve taayyünlerinin ismidir. Ve ilâhlık, muhtelif şeylere tapan ibâdet edicilerin o eşyâda hayâl ettikleri ilâhlık mertebelerini toplamış olan yüksek bir mertebedir. Her bir ma'bûdun ibâdet edicisi, ilâhlık mertebesinin, kendi ma'bûdunun mertebesi olduğunu ve kendi ma'bûdunun, o mertebede taayyün etmiş olduğunu ve ilâhlık mertebesinin, kendi ma'bûdunda taayyün etmiş olduğunu hayâl eder. Oysa o ibâdet edicinin hayâl ettiği ilâhlık mertebesi, hakîkatte mutlak ilâhlık mertebesi değildir. Belki bu kayıtlı ma'bûd, o ma'bûd üzerine yalnız kalmış olan bu ona özel ibâdet edicinin kesîf cisminin gözü için Hakk'ın bir görünme yeridir ki, o ibâdet edici, kesîf şeyler içinden bu görünme yerini seçerek, ona tapar.
İşte bahsedilen hakîkatten dolayı, bunun böyle olduğunu idrâk eden ba'zı putperestler "Biz taştan ve ağaçtan yaptığımız, putlara bizi Allâh'a yaklaştırsın diye ibâdet ediyoruz" dediler ki, bu söz, cehâletten söylenmiş sözdür; ya'nî işi hakîkat üzere bilmeyen kimselerin sözüdür. Çünkü puta tapan aklı biraz çalışanlardan ba'zıları, elleriyle yaptıkları putlara "İlâhtır" dedikten sonra düşündüler ki, âlemde "ilâh" dedikleri şeyden başka birçok şeyler mevcûttur. Eğer bu taptıkları şey kendilerine mahsûs bir İlâh olsa, diğer şeyler nedir? Ve bunlarda tasarruf edici olan kimdir? Çünkü kendilerinin ilâhının muhîtinde tasarruf edemez. Bundan dolayı karar verdiler ki, bir hakîkî ilâh vardır. Bu taptıkları ma’bûd onun sembolüdür ki, kendilerini bu hakîkî ilâha yaklaştırır. Şu halde cehâlet ile söz söylemekle berâber, o putlara "ilâh" dediler; hattâ dediler ki: "Resûl türlü türlü olan ilâhları bir ilâh mı yaptı? Muhakkak bu acâip şeydir" (Sâd, 38/5). Bundan dolayı bu sözleriyle onlar Resûl (a.s.)’ın da'vet ettiği bir olan ilâhı inkâr etmediler. Belki bu bir olan ilâha da'veti acâip buldular. Çünkü putperestler sûretlerin çokluğu ile ve ilâhlık mertebesinin o çokluk sûretlerine bağlanması ile vâkıf oldular. Çünkü putperestlerden her bir topluluğun taptığı put başka başkadır. Kiminin putu insan ve kiminin putu hayvan şeklinde ve kiminin putu ağaçtan ve kiminin taştandır. Ve her topluluk diğerinin "ilâh" edindiği putu kabûl etmeyip onun ilâhlığını inkâr eder. Bundan dolayı meydanda ilâh edinilen bu kadar ma'bûdlar mevcût iken Resûl (a.s.)’ın bir olan ilâha da'vetini acâip buldular. Hakîkatte de türlü türlü olan bu ilâhlar bir ilâh olmaz; çünkü bir olan ilâh, türlü türlü ilâhlardan edinilmiş değildir. Bu da'vet mutlak ilâha da'vet idi.
Şimdi Resûl geldi ve onları bu bir olan ilâha da'vet etti. Bu öyle bir vâhid ya’nî bir olan ilâh idi ki, putperestlerin taptıkları sûretlerin taştan i’mâl edilmiş olduğunu bildikleri için "Biz onlara bizi Allâh'a yaklaştırsın diye tapıyoruz" (Zümer, 39/3) sözleriyle ona inandıklarını beyân etmişler ve kendilerinde onu ispât etmişlerdi. Ve bu bir olan ilâh onların bu şehâdetleriyle bilinmiş ve fakat görülmemiş idi. Ve işte bu ibâdet ediciler, putlarının taştan i’mâl edildiğini bildikleri için Hak Teâlâ “kul semmuhüm” (Ra'd, 13/33) ya'nî "Ey Resûlüm, sen onlara de ki, ilâhlarınızı isimleriyle zikrediniz!" buyurdu. Ve bu söz ile taştan i’mâl edilmiş olan putlara ibâdet etmekten onları men' etmekte, Hak tarafından onlar üzerine delîl kâim oldu. Çünkü onlar ma'bûdlarını isimleriyle zikretseler, taş, ağaç, ay, yıldız, güneş, âteş vb... gibi kendilerine mahsûs olan isimlerini zikretmeleri gerekir. Bunlar ise tabi'ki ibâdete lâyık değildirler. Bu bahis hakkında Nûh Fassı'nda da îzâhlar mevcût olduğundan oraya da mürâcaat buyurulsun.
Fakat bu husûsa bulunduğu hâl üzere ârif olanlar, putlara ibâdet edenlerin bu sûretlerden onların varlıksal ayn’larına ibâdet etmeyip, ancak onlardan ârif oldukları tecellî sultânının hükmü ile, onlarda Allâh'a ibâdet ettiklerine olan ilimleriyle berâber, sûretlerden ibâdet edilen şeye inkâr sûretiyle gözükürler. Çünkü muhakkak onların ilimde mertebeleri, îmân ettikleri resûlün hükmünden dolayı o vaktin hükmü ile olmalarını onlar üzerine verir ki, onlar o sebeple mü'minler olarak isimlendirildiler. Şimdi onlar vaktin kullarıdır. Ve tecellî edici olan Hakk'a kendisi için ilim olmayan inkârcılar, onu bilemedi ve nebîden ve resûlden ve vâristen kemâle ermiş olan ârif ise ondan onu örttü. Böyle olunca vaktin resûlünün onlardan sakınmasından dolayı, vaktin resûlüne tâbi’ olarak ve Allâh’ın “Kul in küntüm tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkümullâhu” ya’nî “De ki: Allah’a muhabbet ederseniz bana tâbi’ olun; Allah Teâlâ sizi sevsin“ (Âl-i İmrân, 3/31) sözüyle Allah’ın kendilerine muhabbetini istediklerinden dolayı, onlara o sûretlerden sakınma ile emretti (14).
Ya'nî işin hakîkatini ilâhî ilim ve rabbâni keşif ile anlayan kerem sâhibi zâtlar, taştan, ağaçtan ve ma'denden yaptıkları putlara ibâdet eden şahısların, bu sûretlerin varlıksal ayn’larına, ya'nî zâhiri kesîf vücûtlarına tapmadıklarını ve ancak o sûretlerden anladıklarını tecellî sultânının hükmü ile bu sûretlerde tecellî edici olan Allâh'a ibâdet ettiklerini bilirler. Bunun böyle olduğunu bilmekle berâber, o ârifler ibâdet edilen putların sûretlerini inkâr sûretiyle gözükürler. Çünkü, onların ilimde olan mertebeleri, îmân etmiş oldukları resûlün hükmüne tâbi’ olarak, ilâhî görünme yerlerinden bir görünme yeri olan vaktin hükmü gereğince hareket etmelerini gerektirir. Ve onlar resûle tâbi' oldukları için kendilerine "mû'minler" denildi. Çünkü onların tâbi' oldukları vaktin resûlü, getirdiği şerîat gereğince o sûretlere tapanları inkâr etti. Ve ümmetini kayıtlı ilâhtan, mutlak olan ilâha da’vet etti. Çünkü kayıtlı her ne kadar hakîkati yönünden mutlakın aynı ise de, zâhiri yönünden kendi mertebesinde mutlakın aynı değildir. Bundan dolayı ikilik üzerine kurulmuş olan şerîat gereğince elbette putlara tapanların inkârı lâzım gelir. Bundan dolayı ârifler vaktin kullarıdırlar. Çünkü Hak her bir vakitte bir tecellî ile tecellî edicidir ve vaktin resûlû, hükmü gâlip olan o tecellî üzerine olduğu gibi, ona tâbi' olan ârifler de, bu gâlip olan hüküm çerçevesinde hareket ederler. Resûl halkı o vakitte tecellî eden Hakk'a da'vet eder. Bundan dolayı ârifler vaktin resûlüne tabi' olup onun şerîatı gereğince putlara tapanları inkâr etmekle berâber, hakîkati dolayısıyla her görünme yerinde Hakk'ı ârif olurlar.
Ve işi hakîkat üzere bilmeyen ve şerîatın zâhirine sarılmak ile yetinen putları inkâr eden mü'min ise putlar dediği görünme yerlerinde Hakk'ın açığa çıktığını bilmediği için, onlarda tecellî edici olan Hakk'ı bilemedi. Ve nebî ve resûl ve onların vârisi cinsinden olan kemâle ermiş ârifler, kayıtlıdan mutlaka yönelme isti'dâdını taşıyan kimseleri kemâle erdirmek için, putların sûretlerinde tecellî edici olan Hakk'ı örttü. Böyle olunca vâris cinsinden olan kemâle ermiş ârif putlara ibâdet eden perde ehlinin o sûretlerden sakınmalarını emretti. Çünkü vaktin resûlü o sûretlerden sakındı ve o sûretlerde Hakk'a ibâdet edilmesi husûsunu men' etti. Ve kemâle ermiş ârifler de, Allâh'ın kendilerine muhabbet etmesini çok istediklerinden dolayı resûle tâbi’ olarak böyle yaptılar. Çünkü Allah Teâlâ: “Kul in küntüm tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbib-kümullâhu” (Âl-i İmrân, 3/31) ya'nî “Ey nebîyy-i zî-şânım, de ki! Eğer siz, Allâh'a muhabbet ederseniz, bana tâbi' olun; Allah Teâlâ sizi sevsin" âyet-i kerîmesinde ilâhî muhabbeti, Resûl'e tâbi’ olmaya bağladı.
Şimdi Resûl (a.s.) ilâha da'vet etti ki, ona muhtâc olunur ve icmâl yönünden bilinir ve görülmez. Ve "Gözler O'nu idrâk etmez" (En'âm, 6/103) belki şeylerin ayn’ında lütfundan ve sirâyet etmesinden dolayı, "O gözleri idrâk eder" (En'âm, 6/103). Şimdi gözler, kendilerinin cisimlerini ve zâhir sûretlerini tedbîr edici olan rûhlarını idrâk etmediği gibi, onu idrâk etmez. Bundan dolayı o latîftir. Bâtınları ve zâhirleri habîrdir ya’nî haberlidir ve "hibret" zevktir ve "zevk" tecellîdir ve tecellî sûretlerdedir. Böyle olunca, sûretler lâzımdır. Ve Hak lâzımdır ve onu gören kimsenin kendi hevâsıyla ona ibâdet etmesi lâzımdır, eğer anladın ise. Ve yolun gidişi Allâh'adır (15).
Ya'nî Resûl (a.s.) ümmetini mutlak ilâha da'vet etti. Ve onun da'vet ettiği ilâh öyle bir mutlak ilâhtır ki "Samed"dir, ya'nî her şeyin vücûdu ona muhtaçtır. Ve onun zâtı ayrıntılanma ve kayıtlanma âlemi olan mâddiyyât âleminde görülmeyip icmâl ve mutlaklık yönüyle bilinir. Ve onun letâfetinin kemâlinden ve eşyânın ayn’larında bu letâfetiyle sirâyet etmesinden dolayı "Gözler O'nu idrâk etmez" (En'âm, 6/103). Belki her şeyde letâfetle sirâyet edici olduğu için, "O gözleri idrâk eder" (En'âm, 6/103). Nitekim, insanın kendi cesedini ve kesîf olan zâhiri sûretini tedbîr edici olan rûhu mevcût iken, insanın gözü bu rûhu idrâk etmez. İşte, gözlerin onu idrâk edememesi de böyledir. Bundan dolayı Hak latîftir ve zâhirleri ve bâtınları habîr ya’nî haberlidir. Ve latîf oluş ve habîr oluşa bağlı izâhlar Lokmân Fassı'nda geçti. Ve "hibret ya’nî habîr oluş" zevk ile ya’nî bizzât hakîkatinin yaşanması ile oluşur; ve "zevk" ise tecellîdir; ve tecellî de sûretlerde oluşur. Şu halde Hakk'ın tecellîsi için sûretlerin vücûdu lâzımdır ve sûretlerde tecellî edici olmak için Hakk'ın vûcüdu mutlak lâzımdır. Bu takdirde sûretlerde tecellî edici olan Hakk'ı onlarda müşâhede eden kimsenin kendi hevâsı ve nefsî meyli ile Hakk'a ibâdet etmesi gerekir. Sonuç olarak Latîf’in müşâhedesi onun tecellîsi vâsıtası ile olur. Ve tecellînin gerçekleşmesi için de bir kesîf mahall lâzımdır. O kesîf mahall de sûrettir.
Dostları ilə paylaş: |