Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ


Soru: Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de “Küllü nefsin zâikatül mevti”



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə88/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   82   83   84   85   86   87   88   89   90

Soru: Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de “Küllü nefsin zâikatül mevti” (Ankebût, 29/57) ya'nî "Her bir nefis ölümü tadacaktır" buyurdu ve "ölüm"ü zikretti. Kulları bundan kederlenmez mi?

Cevap: İlk olarak bu âyet-i kerîme genele dönük olarak indi. Bundan dolayı mü'min ve mü'min olmayan bununla muhâtaptır. Oysa emmârelik mertebesinde nefis hayvâniyyetle vasıflanmıştır. Ve onun dikbaşlılığını ölümü zikretmekle kederlendirip kırmak gerekir. Ve perdeli nefislere ölümden daha etkili bir söylem ve nasîhat yoktur. Nitekim, Hz. Ömer (r.a.) risâlet-penâh (s.a.v.) Efendimiz'den nasîhat istediğinde, bu hakîkate işâret olarak buyurdular ki: "Yâ Ömer, sana vaaz ve nasîhat olarak ölüm yeter." İkinci olarak Hak Teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmede yalnız ölümün zikriyle yetinmeyip onun netîcesini de devâmında “sümme ileynâ turceûn” ya’nî “sonra bize döndürüleceksiniz” (Ankebût, 29/57) sözüyle beyân buyurdu. Ya'nî "Her bir nefis ölümü tadacaktır. Daha sonra bizim tarafımıza döndürüleceklerdir" dedi. Şu halde ölüm dönüş sebebidir ve dönüş ise kavuşma sebebidir. Bundan dolayı âyet-i-kerîme hem ölümün zikrini ve hem de hâs kavuşmanın müjdesini toplamış olur. Hadîs-i kudsîde ise “mü’min kulum” buyrulduğuna bakılınca bu hitâp, hâs hitâptır. Çünkü yakınlaşmış olanların nefislerinin dikbaşlılığı, şerîat dâhilinde yapılan çalışmalarla yok olup gitmiş ve arada ancak hakîkî vücûd ile izâfî vücûttan kaynaklanan bir ikilik zevki ya’nî yaşantısı kalmış olduğundan, mü'min kul yalnız hâs kavuşma ile müjdelenmiştir.

Resûl (a.s.)’ın “Sizden biriniz muhakkak Rabb'ini görmez, tâ ki öle” buyurduğu gibi, ne zamanki kul Hakk'a ölümden sonra kavuşmuş olur, işte bunun için Allah Teâlâ “Benim kavuşmam kaçınılmazdır” dedi. Bundan dolayı Hakk'ın iştiyâkı bu bağıntının vücûd bulması içindir (6)

Ya'nî (S.a.v.) Efendimiz'in “Sizden biriniz muhakkak Rabb'ini görmez, tâ ki öle” buyurduğu yön ile, kul Hakk'a ancak ölümden sonra kavuştuğu için Allah Teâlâ yukarıda bahsedilen tereddüt hadîsinde ölümü çirkin gören mü'min kuluna kendi kavuşmasının kaçınılmaz olduğunu beyân eyledi. Bundan dolayı Hak ölümün vücûd buluşu indinde, kulda oluşan rü’yet ya’nî görme bağıntısına iştiyâklıdır. Ve Hakk'ın iştiyâkı, ölüm esnâsında olan bu bağıntının vücûd bulması içindir.

Şiir: Habîb benim rü'yetime iştiyâklıdır; oysa benim ona iştiyâkım daha şiddetlidir (7).

Hz. Şeyh (r.a.) bu şiiri Hak tarafından söyleyerek buyururlar ki: Benim habîb olan kulum, kemâlli olarak cemâlimin rü'yetine iştiyâklıdır. Oysa benim ona olan iştiyâkım onun bana olan iştiyâkından daha şiddetlidir. Çünkü “yuhıbbühüm ve yuhıbbûnehû” ya’nî “(O) Onlara muhabbet eder ve onlar da O’na muhabbet ederler” (Mâide, 5/54) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere Hakk'ın muhabbeti, kulun Hakk'a muhabbetinden daha öncedir. Eğer Hakk'ın kula muhabbeti olmasa idi, kul Hakk'a muhabbet etmez idi. Beyt:

Aşk ateşi önce düşer ma'şûka, ondan âşıka

Mumu gör ki, yanmadan yandırmadı pervâneyi

Ve nefisler ıztırâbtadır ve kazâ men’ eder. Bundan dolayı ben inlemekten şikâyet ederim, o da inlemekten şikâyet eder (8).

Ya'nî nefisler, kavuşmanın iştiyâkı ile ıztırâb çekerler ve dövünürler. Oysa kavuşmanın gereği olan ölüm, kazâ olunduğu vakitten önce gelmez. Bundan dolayı kavuşmanın gereği olan ölümü, kazâ men' eder. Böyle olunca kavuşmanın gereği olan ölümü, kazânın men' etmesinden dolayı ben şikâyet ederim. Ve izâfî kesîf vücûdu, bana kavuşmaya mâni' olduğundan dolayı da, benim habîbim dahi bu ayrılıktan şikâyet eder. Mesnevî:

Tercüme: "Neyden işit, nasıl hikâyet ediyor; ayrılıklardan şikâyet ediyor. Kendi aslından uzak düşen her bir kimse kavuşma vaktini tekrâr arar durur.

Şimdi taayyünsüz olan latîf Hakk imkân dâhilinde olanlar mertebesine tenezzülünde kendisine iştiyâk gösteren kulun kesîf sûretinde taayyün ettiğinden iştiyâklı kulun Hakk'a iştiyâkı, Hakk'ın kendi nefsine iştiyâkından ibâret olur.

Şimdi ne zamanki muhakkak ona kendi rûhundan üflediğini beyân etti, bundan dolayı ancak kendi nefsine iştiyâklı oldu. Sen onu görmez misin? Onu kendi sûreti üzere hálk etti. Çünkü o, kendi rûhundandır. Ve ne zamanki onun oluşumu, onun madde bedeninde karışımlar ile isimlendirilen bu dört rükûndan oldu, madde bedeninde rutûbetten olan şey sebebiyle, nefsinden tutuşma meydâna geldi. Böyle olunca insanın rûhu, onun oluşumundan ateş oldu. Ve işte bunun için Allah Teâlâ Mûsâ'ya ancak ateş sûretinde konuştu; ve onun ihtiyacı olan şeyi onda kıldı. Şimdi onun oluşumu tabîiyye olaydı, rûhu nûr olurdu (9).

Ya'nî ne zamanki Hak Teâlâ hazretleri "İnsana kendi rûhumdan üfledim" (Hicr 15/29) buyurdu, netîcede ancak kendi nefsine iştiyâklı olmuş oldu. Çünkü kulun kayıtlı kesîf vücûdunda taayyün edici olan Hak'tır. Ve bu kesîf vücûda kendi küllî rûhunda üflemiştir. Bundan dolayı bu i'tibâr ile kul, Hak'tır; ve ona üflenmiş olan rûh dahi Hak'tır. Ve Hak ile kul arasında perde olan bu kesîf vücûd, ortadan ancak ölüm ile kalkar. Ve kâmil olan kulun ölümünde Hakk'ın iştiyâklı olduğu şey, bu hâs kavuşmadır. Bu hâs kavuşma ise, i'tibârî bir iştir. Şu halde, hakîkatte Hakk'ın iştiyâkı yine kendi nefsine olmuş olur.

Sen Hak Teâlâ hazretlerini görmez misin ki “Muhakkak Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” hadîs-i şerîfinde haber verildiği üzere insanı kendi sûreti üzerine hálk etti. Çünkü insan, onun küllî rûhundandır. Ve insanın ilâhî sûret üzere mahlûk olması, Hakk'ın hayât, ilim, sem', basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn sıfatlarını toplamış olması i'tibârı iledir. Hakk'ın bu küllî sıfatları, kulun kesîf vücûdunda cüz'î olmaklıkla açığa çıkmıştır. Ne zamanki insanın sûrî oluşumu onun madde bedeninde birleşip kan, safrâ, sevdâ ve balgamdan ibâret dört rükûndan vücûd buldu, cesedinde rutûbetle hâsıl olan normal vücût sıcaklığı sebebiyle, onun zâtından ve nefsinden tutuşma meydana geldi. Şu halde, insanın sûrî oluşumu bu şekilde olduğu için, hayvânî rûhu ateş oldu.

Bilinsin ki: Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretlerinin, insanın sûrî oluşumunun dört rükûndan vücût bulduğunu beyân buyurması, eski tıp hükümleri gereğincedir ve tahkîk ehlinin kabûl ettiği esâslar da budur. Eski tıp ilminin esâslarının özet olarak beyânı budur ki:

Hakîm-i mutlak hazretleri kesîflik âlemi olan dünyâyı ve onda olan eşyâyı dört rükûndan hálk etti ki, bunlar da hava, ateş, toprak ve sudur. Ve bunlardan her birinin birer aslî tabîatı vardır ki, havanınki soğukluk, ateşinki sıcaklık, toprağınki kuruluk ve suyunki rutûbettir. Bu dört rükûndan her birinin insan bedeninde birer meskeni vardır ki, onlar da balgam, safrâ, sevdâ ve kandır. Tabibler bunlara "ahlât-ı erbaa ya’nî dört karışım" derler. Safrânın tabîatı sıcaklık ve kuruluktur. Tabîî ateş unsurundan doğmaktadır. Meskeni insan vücûdunda safra kesesidir. Safra kesesinin meskeni baştır. Kanın tabîati, rutûbetli sıcaklıktır, tabîî havadan doğmaktadır. İnsan vücûdunda meskeni karaciğerdir. Balgamın tabîatı rutûbetli soğukluktur, su unsurundan doğmaktadır. İnsan vücûdunda meskeni akciğerdir. Sevdânın tabîatı kuru soğukluktur ve toprak unsurundan doğmaktadır. İnsan vücûdunda meskeni dalaktır. Harâret safrâdan, mutluluk kandan, keder balgamdan ve korku sevdâdan hâsıl olmaktadır. İşte tabîblerin "ahlât-ı erbaa ya’nî dört karışım" dedikleri bunlardır. Madde bedenin kıvâmı bu dört karışım iledir. Bedenin sağlıklı oluşu bunların normal seyri ile ve bozulması da birinin üste çıkmasıyla olur.

Zaman dört kısma ayrılmıştır: Yaz, sonbahar, kış ve ilkbahardır. Yazın tabîatı kuru sıcaklıktır. Bu zamanda insan vücûdunda safrâ artar. Sonbaharın tabîati kuru soğukluktur; sevdâ artar. Kışın tabîati rutûbetli soğukluktur. Bu mevsimde balgam artar. İlkbahâr hafif rutûbetli sıcaklıktır. Bu mevsimde kan artar. Safrâya her bir rutûbetli soğukluk ve kana her bir kuru soğukluk ve balgama her bir kuru sıcaklık ve sevdâya her bir rutûbetli sıcaklık faydalı ilaçtır. Bundan dolayı her bir hastalığın devâsı zıttı iledir. Fakat bu ilaçların te'sîrleri tabîî değildir, belki Allâh’ın izni iledir.

Soru: Uzun ve geniş tecrübelere ve bilimsel buluşlara dayalı olan yeni tıp, hasralıkların tedâvîsi hakkında birtakım yeni kâideler koymuş olduğundan eski tıbbın bu kâideleri ile ilgilenmiyor. Hakîkatlerin bu artık terk edilmiş olan esâslara dayandırılması dikkat çekicidir.

Cevap: Hangi tıp olursa olsun, esâs olan, ilk önce hastalığın teşhîsi ve daha sonra o hastalığın tedâvîsidir. Eski ve yeni tıbba göre her bir hastalığın birtakım belirtileri vardır. Tabibler hastalıkları, bu belirtilerden teşhîs eder ve ona göre tedâvî ederler. Bilimsel buluşlar belirtilerin belirlenmesi şeklini değiştirmiş ve bu cümleden olarak insan vücûdunda hastalığın oluşmasına sebep olan basillerin varlığını ortaya çıkarmıştır. Tabi'ki hastalığın tedâvîsi için de birtakım yeni yöntemler getirmiştir. Diğer taraftan tıp ile ilgili olan yeni kimyâ da basit elementleri keşfedip bir diğerinden vasıflarını ayırdığı klor, sodyum potasyum, iyod vb. gibi birtakım basit elementleri ilaç olarak kullanmaya başlanmıştır. Oysa eski tıpta bu basit elementler, karışımlar hâlinde kullanılır. Ve hasta olanların gidişâtı helâke değil ise, sağlıklarını kazanırlar. Yeni tıp ise mikrop teorisi çerçevesinde tedâvi eder. Bir taraftan yiyecekler vâsıtasıyla vücûdu takviye eder ve diğer taraftan mikropların te'sîrini giderebilecek ilâçlar verir. Yeni tabibler kendi teorileri dâiresine dalmış olduklarından eski tıbbın kânunları ile meşgûl olmayı gereksiz bir iş olarak görürler. Ve her iki tıbbın esâsını oluşturan kâidelerin birbirine uygunluğuna bakmaya lüzûm görmezler.

Hattâ Fransız tabiblerinden biri, Fransa hükümeti tarafından Madagaskar'ın işgâli esnâsında yerli tabîblerin hastalarını eski usûller çerçevesinde tedâvî ettiklerini ve faydalı sonuçlar ortaya çıktığını görerek: "Biz kendi tabibliğimizin usûlünde saplanıp kaldık. Bu yerli tabiblerin tedâvî usûllerini inceleyip istifâde etmek aklımıza gelmiyor. Onlar hastalıkları pekâlâ tedâvî edebiliyorlar" demiş idi. İşin aslında yeni tıbbın, eski tıbbı dikkâte almamasıyla onun bâtıl olması gerekmez. Çünkü eski tıp kânûnları çerçevesinde gerçekleşen tedâvî netîcesinde hastalıklar düzeltilebilmektedir. Yeni tıp, mikropların dışarıdan alındığını gösteriyor. Acabâ bu mikropların eski tıbbın gösterdiği dört karışımdan birinin üste çıkmasıyla vücûtta oluşmadığı nereden ma'lûm?

Eğer incelemeler ile böyle olduğu ortaya çıkarsa, üste çıkan karışımın normal ölçüsüne döndürülmesine hizmet etmek usûlünün, o mikropların vücûtta zevâline sebep olacağı pek tabii bir netîce olur. Bugün dışarıdan vücûda giren her bir mikrobun her vücûtta aynı tahrîbâtı vermediği yeni tabibler tarafından i'tirâf olunmakta, bunun için de, o vücûdun mikroplara direndiği teorisi ileri sürülmektedir. Bu bakış dahi yukarıdaki görüşleri te’yid edicidir. Çünkü dört karışımı normal ölçüsünde bulunan bir vücûda dışarıdan bulaşan mikroplar, vücûttaki bu normalliği bozamadıkları için, te'sîr edemeyebilirler. Bu esâsların incelenmesi ve eski ve yeni tıp hükümlerinin birbirine uygunluğu, insaflı ve uzman tabiblerin himmetine kalmış bir şeydir.

Şimdi insanın dört rükûnundan en latîfi sıcaklık rüknûdur. Ve bedenin hayâtı normal vücût sıcaklığının devâmı iledir. Ve bu sıcaklık kesilince, hayvânî rûh da kesilir. Ve normal vücût sıcaklığının devamlılığı vücûttaki normal rutûbetin devâmlılığıyladır. Rutûbet bozulunca sıcaklık da kesilir. Çünkü rutûbet insanın madde bedeninde bulunan sudan kaynaklanmaktadır. Ve Eyyûb Fassı'nda da îzâh edildiği üzere ateş ile su, fizik ilmi hükümlerine göre birdiğerinin zıttı olan akışkandan ibâret ise de, kîmyâ ilmince aynı unsurların netîceleridir. Ve hattâ bugün yeryüzünün etrafında dalgalanan denizler ve okyanuslar daha önce ateş olan, hidrojen ve oksijen ve sodyumdan oluşmuştur.

İşte insanın kesîf vücûdu bu âlemden mahlûk olduğu için ve bu tabîî âlemin menşei ateş bulunduğu için diğer hayvanların rûhu gibi insanın hayvânî rûhu da, madde bedeninde vücûdun normal rutûbeti sebebiyle kendi nefsinden ve zâtından tutuşan ateş oldu. Ve tabîat âleminin menşeinin ateş olmasının sırrı, kesîf mertebelerde açığa çıkmakla bilinmeye olan ilâhî muhabbet harâretiyle eşyânın hálk edilmesine ilâhî irâdenin yönelmesidir. Mâdemki kesîflik âleminin aslı ateştir; ve kesîflik âleminde var edilmiş olan insanın hayvânî rûhu da ateştir, bunun için Hak Teâlâ hazretleri, Mûsâ (a.s.)’a, ancak ateş sûretinde tecellî edip ona hitâp etti; ve o sırada Mûsâ (a.s.)’ın muhtaç olduğu şey de ateş idi. Çünkü ısınmak için ateş aramaya gitmişti. Onun ihtiyâcı ateş olduğu ve kesîf vücûdu dört rüknûn toplanmasından oluştuğu için, tecellî ateş sûretinde oldu. Ve eğer Mûsâ (a.s.)’ın oluşumu ba'zı melâike-i kirâmın oluşumu gibi, unsursal olmayıp ve nûrânî tabîat olsa idi, onun rûhu ateşsel sûrette değil, nûrânî sûrette zâhir olur idi.Nûr ile ateş arasındaki fark budur ki, ateş yakar, nûr ise yakmaz. Bundan dolayı ateşten kaynaklanan aydınlığa "ziyâ" denir, nûr denmez. Nitekim, âyet-i kerîmede işâret buyrulur: “cealeş şemse zıyâen vel kamere nûren” ya’nî “Güneşi bir ziyâ, Ay’ı bir nûr kıldı” (Yûnus, 10/5). Ve Fen bilimcileri de bunda aynı görüştedir. Onlara göre de ziyânın kaynağı sıcaklık ve elektriğin kaynağı da ziyâdır. Bunların üçü de bir şeydir. Bu bir şey, muhtelif titreşimlerden dolayı muhtelif sûretlerde zâhir olmuşlardır. Şu halde bir parlak ateşsel cisimden, bir parlak olmayan cisme ulaşıp ondan yansıyan aydınlığa "nûr" denilmesi câiz olur. Çünkü ayın ışığı ona güneşten ulaşan ziyâdan kaynaklanmaktadır. İşte insanın kesîf cisminde kendiliğinden tutuşma husûsu olduğundan hayvânî rûhu ateşseldir. Ve melâike-i kirâmın ba'zıları ki, onlar Âdem'e secde ile teklîf olundular, onların vücûdu, îzâh edilen unsurlardan oluşmadığı için ve bundan dolayı onların vücûdunda kendiliğinden tutuşma husûsu olmadığı için, ruhları nûrânîdir.

Ve ondan "üflemek" ile dolaylı anlatım yaptı. Muhakkak onun rahmânî nefesten olduğuna işâret eder. Çünkü üflenmiş olan bu nefes ile onun "ayn"ı açığa çıktı. Ve kendisine üflenenin isti'dâdı sebebiyle, tutuşma ateş oldu, nûr olmadı. Bundan dolayı insanın onun sebebiyle insan olduğu şeyde Hakk'ın nefesi bâtın oldu. Daha sonra onun için, onun sûreti üzere, diğer şahsı çıkardı; "kadın" ismini verdi. Onun sûreti üzere açığa çıktı. Böyle olunca ona iştiyâk gösteren oldu, şeyin kendi nefsine iştiyâkıdır. Ve kadın ona iştiyâk gösteren oldu, şeyin kendi vatanına iştiyâkıdır. Şimdi ona kadın muhabbet ettirildi-sevdirildi. Çünkü Allah Teâlâ kendi sûreti üzere hálk ettiği kimseye muhabbet etti. Ve o meleklerin değerleri ve dereceleri çok büyük ve tabîî oluşumları yüce iken, onun için nûrâ mensûp meleklere secde ettirdi (1O).

Ya'nî Hak Teâlâ “ve nefahtü fîhi min rûhî” ya’nî “ona rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29) sözünde rûhtan "üfleme" ile dolaylı anlatım yaptı ki, bu söz ile rûhun rahmânî nefesinden hâsıl olduğuna işâret eder. Çünkü "üflemek" nefes ile olur. Ve üflemekten ibâret olan bu nefes ile hâriçte ilk olarak insanın rûhu ve daha sonra kesîf vücûdu ortaya çıktı. Ve bu rahmânî nefes bütün eşyânın ilk maddesidir. Ve rahmânî nefes Hakk'ın vücûdunun aynıdır. Ve kendisine üflenen, ki maddesel oluşumdur, onun isti'dâdı sebebiyle nefesinden tutuşma meydana geldi. Bu tutuşma da ateş oldu, nûr olmadı. Nitekim yukarıda îzâh edildi. Böyle olunca insan, ki hayvânî rûhuyla insandır, işte onun bu hayvânî rûhunda rahmânî nefes bâtın oldu. Ve hayvânî rûhu sebebiyle insan denilen mahlûk da o rahmânî nefesin zâhiri oldu.

Daha sonra Âdem için, o Âdem'in sûreti üzere, diğer bir şahsı ondan çıkardı; ve ona "kadın" ismini verdi. Çünkü vücûtta erillik dişillikten öncedir ve dişillik, erillikten türemiştir. Bundan dolayı kadın, Âdem dediğimiz insanın sûreti üzere açığa çıktı. Şu halde Âdem, bir şeyin kendi nefsine iştiyâkı türünden olarak, kadına iştiyâklı oldu ve kadın da, bir şeyin kendi vatanına ve aslına iştiyâkı türünden olarak, Âdem'e iştiyâklı oldu. Bu takdirde kadın, insana muhabbet ettirildi-sevdirildi. Çünkü Allah Teâlâ kendi sûreti üzere hálk etmiş olduğu insana muhabbet etti ve nûrânî meleklere Âdem için secde ettirdi. Bununla berâber Âdem'e secde eden meleklerin değerleri ve dereceleri çok büyük ve tabîî oluşumları da Âdem'in oluşumundan yüce idi. Ya'nî Hak Teâlâ kendi sûreti üzere hálk ettiği insana muhabbet ettiği gibi, insan da kendi sûreti üzere kendinden meydana gelen kadına muhabbet etti demek olur.

Şimdi münâsebet buradan oldu. Oysa sûret, münâsebet yönünden çok büyük ve çok üstün ve mükemmeldir. Çünkü o eş kıldı, ya'nî Hakk'ın vücûdunu çift etti. Nitekim kadın kendi vücûdu ile erkeği çift etti. Bundan dolayı onu eş kıldı. Böyle olunca Hak ve erkek ve kadın olarak üç zâhir oldu. Şimdi erkek, kadının aslına iştiyâkı türünden olarak, kendi aslı olan Rabb'ine iştiyâklı oldu. Şu halde Allah Teâlâ kendi sûreti üzere olan kimseyi sevdiği gibi, Rabb'i ona kadını sevdirdi. Şimdi muhabbet, ancak ondan var olan kimseye oldu. Ve muhakkak onun, muhabbeti ondan var olan kimse için oldu ki, o da Hak'tır. İşte bunun için "Bana muhabbet ettirildi-sevdirildi" dedi. Ve onun muhabbetinin, sûreti üzerine olduğu Rabb'ine bağlantısından dolayı, kendi nefsinden “Ben muhabbet ettim-sevdim” demedi; hattâ onun kendi kadınına olan muhabbetinde dahi. Çünkü onu, Allah Teâlâ'nın ona muhabbeti vâsıtasıyla, ilâhî ahlâklanmadan dolayı sevdi (11).

Ya'nî erkek ile kadın ve insan ile Hak arasındaki münâsebet buradan oldu. Çünkü âdemî sûret, ilâhî sûretten ve kadın da Âdem'den meydana geldi. Bundan dolayı erkeğin kadına iştiyâkı, Hakk'ın Âdem'e iştiyâkını gösteren bir temsîldir. Ve münâsebet kurulmasında sûret çok büyük ve çok üstün ve mükemmeldir. Çünkü sûret, ferd olan Hakk'ın vücûdunu çift kıldı; ya'nî tek olan Hakk'ın vücûdunu iki etti. Ve latîf ferd kesîflik mertebesine tenezzül edip sûret bağlamadıkça müşâhede edilmez. Ve sûretle müşâhede edilince o kesîf sûret o latîf ferdin eşi olur ve teklik ile çiftlik zuhûra gelir. Örneğin latîf buhâr kendi mertebesinde ferddir. Ne zamanki kesîf-leşip bulut olur, göze görünür. Çünkü buhâr sûretsiz iken sûret ile taayyün etti. Bundan dolayı o bulutun sûreti vücûtta buhârın eşi oldu. Ve buhâr latîflik mertebesinde tek iken bulut mertebesine tenezzül ettiğinde ikilik ortaya çıktı ve bulut buhardan meydana geldi. İşte insan sûreti Hakk'ın vücûdunu iki ettiği gibi, erkekten meydana gelen kadının vücûdu da, erkeği iki etti ve erkek ferd iken onu çift kıldı. Şu halde biri Hak, diğeri erkek ve bir diğeri kadın olmak üzere üç şey zâhir oldu. Ve üç sayısı tek sayıların ilk mertebesidir. Nitekim Sâlih Fassı'nda ayrıntılı olarak anlatıldı.

Bundan dolayı varlık üçlü ferdiyyet üzerine dayandığı gibi muhabbet dahi bu ferdiyyet üzerine dayalı oldu. Çünkü erkek Hak'tan ve kadın erkekten meydana gelmiş olup birdiğerine muhabbet ettiler. Ve bunun netîcesi olmak üzere erkek, kadının kendi aslı bulunan erkeğe iştiyâkı türünden olarak, kendi aslı olan Rabb'ine iştiyâklı oldu. Bundan dolayı Allah Teâlâ kendi sûreti üzerine hálk ettiği kimseyi, ya'nî erkeği sevdiği gibi, o erkeğe kendisinden meydana gelmiş olan kadını sevdirdi. Şu halde erkeğin muhabbeti ancak kendisinden var olmuş olan kadına oldu; ve erkeğin muhabbeti kendinin aslı olan Hakk'â oldu. Çünkü o Hakk'ın vücûdundan var oldu. Bundan dolayı erkeğin muhabbetinde aslolan ilâhî muhabbettir ve kadına olan muhabbet ise ilâhî muhabbetin fer'idir. İşte erkek, ilâhî muhabbet üzerinde sâbit olduğu için Sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz hadîs-i şerîflerinde “Bana muhabbet ettirildi” ya'nî "Bana sevdirildi" buyurdu. Ve "Ben kendi nefsimden sevdim" buyurmadı. Çünkü onun muhabbeti, onu kendi sûreti üzerine hálk eden mutlak Rabb’edir. Hattâ erkeğin kendi kadınına olan muhabbeti dahi, yine Rabb'ine bağlantılıdır. Çünkü kadına olan muhabbet, ilâhî muhabbet iledir. Ve ilâhî muhabbet asıl, kadına muhabbet ise fer'dir. Ve erkeğin kadına muhabbeti, ilâhi ahlâk ile ahlâklanmasından dolayıdır. Çünkü ilâhî ahlâk kendinden meydana gelmiş olan ve kendi sûreti üzerine bulunan insana muhabbettir. Ve kadın, erkeğin sûreti üzere, erkekten meydana gelmiş olduğundan, bu ilâhî ahlâklanma netîcesi olarak erkek kadına muhabbet etmiştir. Mesnevî:

Tercüme: "Kadın Hakk'ın ışığıdır; o ma'şûk değildir. Ve ilâhî mazhar olması i'tibârı ile o gûyâ Hâlık'tır, mahlûk değildir:"

Ne zamanki erkek kadına muhabbet etti, kavuşmayı istedi; ya'nî muhabbette olan kavuşmanın gâyesini talep etti; şimdi madde bedensel oluşum sûretinde nikâhtan daha büyük bir kavuşma olmadı. Ve işte bunun için şehvet, onun bütün parçalarına yayılır. Ve bundan dolayı ondan gusül etmekle emrolundu. Bundan dolayı şehvetin hâsıl oluşu indinde onda fenânın umûmî olması gibi, temizlenme umûmî oldu. Çünkü muhakkak Hak Teâlâ kulu üzerine gayûrdur ya’nî kıskançtır ki, kulu kendisinin gayrısı ile lezzetlendiği inancına kapılmasın. Böyle olunca kendisinde fânî olduğu kimseden, ona bakış ile Hakk'a dönmesi için, onu gusül ile temiz kıldı. Çünkü bunun dışında olması mümkün değildir. Şimdi erkek, Hakk'ı kadında müşâhede ettiğinde, onun müşâhedesi edilgende oldu. Ve kadının kendisinden açığa çıkması yönünden Hakk'ı kendi nefsinde müşâhede ettiğinde, onu etkende müşâhede etti. Ve kendisinden meydana gelen şeyin sûretini hatırına getirmeyişi yönüyle onu nefsinden müşâhede ettiğinde, onun müşâhedesi vâsıtasız Hak'tan edilgende olur. Bundan dolayı erkeğin Hak için müşâhedesi, kadında tam ve mükemmeldir. Çünkü Hakk'ı etken ve edilgen oluşu yönünden müşâhede eder. Ve kendi nefsinden müşâhedesi, özellikle erkeğin edilgen olması yönüyledir.(12).

Ne zamanki erkek Allah'ın sevdirmesi ile kadına muhabbet etti, kadına kavuşmak istedi. Ya'nî muhabbetin îcâbı olan kavuşmak husûsunun sonucunu talep etti. Bu madde bedensel oluşum sûretinde ve bu cismânî kesîflikte, nikâhtan, ya'nî cinsî münâsebetten daha büyük bir kavuşma olmadı. İşte erkek kadını ve kadın erkeği sevip her ikisi de birdiğerinden kavuşmanın sonucu olan cinsî münâsebeti talep ettikleri için, boşalma esnâsında şehvet, vücûtlarının bütün parçalarına yayılıp erkek kadının ve kadın erkeğin sûretinde ve şehvette fânî oldular.

Ve şehvet onların vücûtlarının parçalarına bütünüyle yayıldığı için cinsî münâsebetten gusül etmekle emrolundular. Bundan dolayı şehvetin hâsıl oluşunda erkeğin kadında ve kadının erkekte fenâlarının umûmî olması gibi, her ikisi hakkında da temizlenmek umûmî oldu. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri kulları üzerine gayûr ya’nî kıskançtır. Bu kıskançlığından dolayı, istemez ki kulları, kendisinin gayrı olan sûretler ile lezzetlendikleri inancına kapılsınlar. Bundan dolayı erkeğin fânî olduğu kadından ve kadının şehvetle fânî olduğu erkekten, Hakk'a bakıcı olmaları ve Hakk'a dönüş yapmaları için, kendisinin gayrı bir sûret ile lezzetlendiği inancına kapılmaktan hâsıl olan cenâbetten Hak onları gusül ile temizledi. Çünkü Hakk'ın vücûdunu varlıkların vücûdundan gayrı gören kimseler, cinsî münâsebet esnâsında karşısındakinin sûretinde fânî olurlar; ve karşısındakinin vücûdundan lezzet aldıkları inancına kapılırlar. Onlar gerek kendinin ve gerek karşısındakinin sûretinde taayyün etmiş olanın Hak olduğundan gâfildirler. Fakat müşâhede sâhibi olan ârif, her sûrette Hakk'ı müşâhede eder. Ve erkek Hakk'ın ve kadın da erkeğin sûretinde zâhir olduğu için,erkeğe göre Hakk'ın etkenliğini ve kadına göre Hakk'ın edilgenliğini müşâhede eder. Ve netîcede Hakk'ı, kadının görünme yerinde en mükemmel şekilde müşâhede eder. Çünkü vücûtta, işin aslı bundan başka bir şey değildir.

Şimdi erkek vuslat hâlinde Hakk'ı kadında müşâhede ettiği vakit, onun Hakk'ı müşâhedesi edilgende olur. Çünkü kadın edilgenlik mahallidir. Ve erkek Hakk'ı, edilgenlik mahalli olan kadının sûretinde açığa çıkışı i'tibârı ile, müşâhede etmiş olur. Ve erkek kadının kendisinden açığa çıkışı i'tibârı ile Hakk'ı, vuslat durumunda, kendi nefsinde müşâhede ettiği vakit, Hakk'ı etkende müşâhede eder. Çünkü kadın, erkeğin sûretinde olarak, erkekten açığa çıktığı için, kadın bu i'tibârla fâil olur. Bundan dolayı bu müşâhede sâhibi Hakk'ı kendi nefsinde fâil olma sıfatı ile müşâhede etmiş olur. Ve erkek kendinden meydana gelmiş olan kadının sûretini hatırına getirmediği halde, Hakk'ı kendi nefsinde müşâhede ettiğinde, onun müşâhedesi vâsıtasız Hak'tan edilgende olur. Ve bu müşâhede sâhibi, önceki iki müşâhede arasını toplamış olur. Çünkü onun nefsi vâsıtasız Hak'tan edilgendir. Bundan dolayı Hakk'ı ilk yön üzere hem etkende ve ikinci yön üzere hem de edilgende müşâhede etmiş olur. Böyle olunca, erkeğin Hak için olan müşâhedesi, kadında daha tam ve mükemmeldir. Çünkü erkek üçüncü yön üzere Hakk'ı kadında hem etken ve hem de edilgen olarak müşâhede eder.

Ve erkeğin kendi nefsinden Hakk'ın müşâhedesi, özellikle erkeğin edilgen olması yönüyledir. Çünkü Hak erkeği kendi sûreti üzerine hálk ettiği için erkek edilgendir.Ve kadına nispetle Hakk‘ı kendi nefsinden müşâhede etse, onun Hak hakkındaki müşâhedesi bilhassa etkende olmuş olur. Bundan dolayı erkeğin Hak hakkındaki müşâhedesi hem etkenlik ve hem de edilgenlikle olduğu için kadında daha tam ve mükemmeldir.

İşte bunun için Resûl (a.s.), onlarda Hakk'ın müşâhedesinin kemâlinden dolayı kadına muhabbet etti. Çünkü Hak, mâddeden soyutlanmış olarak ebeden müşâhede olunmaz. Çünkü Allah Teâlâ, zâtı ile âlemlerden ganîdir. Şimdi iş, bu yönden imkânsız olduğundan ve müşâhede ancak maddede olduğundan,Hakk'ın kadında olan müşâhede edilişi, müşâhedenin en büyüğü ve en mükemmelidir. Ve kavuşmanın en büyüğü de cinsî münâsebettir. O da Hak Teâlâ'nın kendisine halîfe olması için, kendi sûreti üzere hálk ettiği kimseye olan ilâhî yönelişin benzeridir. Bundan dolayı onda kendi nefsini görür. Şimdi onu tesviye etti ve uygun hâle getirdi. Ve onun nefsi olan kendi rûhundan ona üfledi. Böyle olunca onun zâhiri hálk ve bâtını Hak'tır. İşte bundan dolayı onu bu madde beden sûretini idâre ile vasfetti. Çünkü Allah Teâlâ, emri semâdan idâre eder ve o yeryüzüne göre ulüvvdür ya’nî daha yüksektir; yeryüzü de esfel-i sâfilîn ya’nî aşağıların aşağısıdır. Çünkü o, rükûnların en aşağıda olanıdır (13).

Yukarıda bahsedilen îzâhlardan dolayı kadınlarda Hakk'ın müşâhedesinin kemâline dayalı olarak, (A.s.v.) Efendimiz, Hakk'ın sevdirmesiyle kadına muhabbet etti. Fakat kadınlarda Hakk'ı en kemâlli şekilde müşâhede edebilmek, her bir ferdin kârı değildir. Buna muhammedî görünme yeri ister. Sâdece nefsânî hazlarını tatmin için kadına kölelik eden câhiller bu müşâhededen gâfildir. Onlar bu âlemde gördükleri sûretlerin kendilerine âit ayrı bir vücûtları olduğunu zannettiklerinden, âlem sûretlerinden herhangi birine sâdece onun zâtından dolayı ilgi gösterirler. Ne zamanki o sûret bozulur, perîşân olurlar. Fakat insân-ı kâmil, bu âlemin kesîf olan sûretlerinden her birinde Hakk'ı o sûretin gereğine göre kâh etkenlik ve kâh edilgenlik ile müşâhede ettiği gibi, o kesîf sûretlerden biri olan kadınıda, hem etkenlik ve hem de edilgenlik ile müşâhede eder. Bundan dolayı kadın görünme yerinde Hakk'ı diğer sûretlerden daha mükemmel bir yön ile seyreder.

Ve Hakk'ı müşâhede için görünme yerlerinin vücûdu lâzımdır. Çünkü Hakk'ı maddeden soyutlanmış olarak görmek ebeden mümkün değildir. Çünkü Hak latîfin en latîfidir. Ve sonsuz latîf olan mutlak vücûd mertebe mertebe kesîfleşmedikçe görülmez. Nitekim diğer fasslarda da beyân edildiği üzere, latîf olan buharı o mertebede görmek mümkün değildir. Önce kesîfleşip bulut olması lâzımdır. Fakat bulut dahi latîf olduğundan görme duyusunun dışındaki duyular ile idrâk edilmez. Bir mertebe daha kesîfleşip su olmak lâzımdır. Fakat su dahi altındakilere göre latîf olduğundan muhtelif şekillerde gözükmez. Birtakım sûretler ile gözükmesi için donup buz olması gerekir. İşte latîf olan buhar, beş zâhiri duyunun hepsi ile ancak buz mertebesine tenezzül ettiği vakit görülür ve hissedilir olur. Bununla berâber buhara buhar denilmesi için o, bu sûretlerin hiç birine muhtaç değildir; onların hepsinden ganîdir. İşte bu örnekten açıkça anlaşılacağı şekilde, latîf olan Hakk'ın zâtını maddelerden soyutlanmış olarak müşahede etmek ebeden mümkün olmaz. Çünkü Hakk’ın latîf zâtı, o latîflik mertebesinde âlemlerden, ya'nî diğer kesîf mertebelerden ganîdir. Bu hakîkatten gâfîl olan maddeciler, latîf zâtın geçici sıfatlarından ibâret olan kesîflikten hâsıl olmuş maddeye i'tibâr edip vücûdun hakîkatini, madde ve kuvvet ismiyle ikiye ayırarak: "Madde ve kuvvet ezelîdir ve ebedîdir" hükmünü vermişlerdir. Bu hüküm, onların vehminden kaynaklanan bir hükümdür.

Şimdi maddeden soyutlanmış olarak Hakk'ın müşâhede edilmesi imkânsız olunca ve Hakk'ı müşâhede ancak maddede olunca maddî sûretlerden biri olan kadında Hakk'ın müşâhedesi diğer maddî sûretlerden daha mükemmel ve daha azîm olur. Ve biraz yukarıda izâh edildiği üzere vuslatın en büyüğü de cinsî münâsebettir. Ve cinsî münâsebet dahi, Hak Teâlâ'nın kendisine halîfe kılmak için, kendi sûreti üzere halk ettiği Âdem'e, zâtî muhabbeti ile olan yönelmesinin benzeridir. Çünkü “Bilinmekliğime muhabbet ettim…” hadîs-i kudsîsi gereğince Hak Teâlâ bilinmeye muhabbet etti. Bu zâtî muhabbeti ile âlem hálkına yöneldi ve varlık ağacının semeresi olarak Âdem ortaya çıktı. Ve Âdem Hakk'ı bütün isimleri ile bildi. Çünkü Allah Teâlâ Âdem'i kendi sûreti üzerine hálk etti. Ve Âdem kendini bilmekle Hakk'a ârif oldu. Ve Hak da kendi sûreti üzere hálk ettiği Âdem'i halîfe kılıp, onda kendi nefsini müşâhede etti.

Ve Hak Teâlâ Âdem'i tesviye ederek ve uygun hâle getirerek, rahmânî nefesi olan kendi rûhundan ona üfleyişi yönüyle Âdem'in zâhiri halk ve bâtını Hak olmuş olur. İşte cinsî münasebet dahi bu ilâhî yönelişin benzeridir. Çünkü erkek bu cinsî münâsebet vâsıtasıyla kendi sûretinin benzeri olan çocuğunun meydana gelmesini ister. Ve çocuğun aslı babanın spermidir. Ve sperm ise babanın nefsidir. Ve çocuk meydana geldiğinde baba onda bâtın olur. İşte insanın zâhiri halk ve bâtını Hak olduğundan dolayı, Allah Teâlâ Âdem'i insanın bu madde bedeni için, idâre edici kıldı ve onu “innî câilun fîl ardı halîfeten” ya’nî “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım” (Bakara, 2/30) sözünde idâre edicilik ile vasfetti. Çünkü halîfe idâre edicidir. Ve onu idâre etme ile vasıflandırmasının beyânı budur ki, Hak Teâlâ vücûd işini semâdan idâre eder. Ve semâ yeryüzüne göre yukarıdadır ve yeryüzü, aşağıların aşağısıdır. Çünkü rükûnların en aşağıda olanıdır. Ve insânî âlemde kadının erkeğe nispeti yeryüzünün semâya nispeti gibidir. Ve aşağıda olan yeryüzü, yukarıda olan semâdan yağan yağmur ve sıcaklık ile vücûd hazînesinde gizli olan maddeleri nasıl doğurursa, aşağıda olan kadın da, yukarıda olan erkekten kendisine ulaşan ve inen şeyle çocuk doğurur.

Ve onları “nisâ’” ile isimlendirdi. Ve o, kelimesinde kendisi için tekil olmayan çoğuldur. Ve bundan dolayı Resûl (a.s.) “Dünyânızdan bana üç şey sevdirildi; Nisâ’…” buyurdu. “Mer'e” ya’nî tekil olarak demedi. Bundan dolayı vücûtta kadınların erkeklerden sonraya bırakılmalarına riâyet etti. Çünkü muhakkak “nüs’et” te'hîr demektir. Allah Teâlâ “İnnemen nesîu ziyâdetün fîl küfri” (Tevbe, 9/37) ya'nî “Te'hîr, küfürde artıştır” buyurdu. Ve nüs'e ya’nî veresiye ile satış, te'hîr ile söylemektir. Şimdi bunun için nisâ’ dedi. Böyle olunca onlara ancak mertebe ile muhabbet etti. Ve muhakkak onlar, edilgenlik mahallidir. Bundan dolayı erkek için kadın, Hak için tabîat gibidir. Öyle tabîat ki, irâdenin yönelmesi ve ilâhî emir ile âlemin sûretlerini onda açığa çıkardı; öyle irâdî yöneliş ve ilâhî emir ki, maddesel sûretler âleminde nikâh için ve nûrânî rûhlar âleminde himmet için ve netîce çıkarmak için ma’nâlarda önermelerin düzenlenmesidir. Ve bunun hepsi, bu vecihlerden her bir vecihte ilk ferdiyyetin nikâhıdır (14).

Ya'nî Resûl (a.s.) kadınları "nisâ’" diye isimlendirdi. Ve "nisâ" kelimesi bir çoğuldur ki, bu kelimeden "bir kadın" ma'nâsı anlaşılmaz, kadınların hepsini kapsar. Bu kapsayıştan dolayı (S.a.v.) Efendimiz: "Sizin dünyânızdan bana üç şey sevdirildi: Nisâ’...“ buyurdu. Nisâ' kelimesi yerine "mer'e" ya’nî tekil olarak demedi. Bundan dolayı "nisâ"' kelimesini kullanmakla vücûtta kadınların erkeklerden sonraya bırakılmış olduklarını işâreten beyâna riâyet etmiş oldu. Çünkü "nisâ"' keilmesi "nüs'et"ten türemiştir ve "nüs'et" ise "te'hîr ya’nî sonraya bırakmak" ma'nâsına gelir. Nitekim, Allah Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de “İnnemen nesîu ziyâdetün fîl küfri” (Tevbe, 9/37) buyurmuştur ki: “Te'hîr, küfürde artıştır" demek olur. Ve “nüs'e ile satış” derler ki, satılan malın bedelinin tahsîlinin sonraya bırakılması ma'nâsını ifâde eder. Türkçe'de "veresiye satış" denilir. İşte (S.a.v.) Efendimiz kadınların hepsine kapsam ve vücûtta kadınların erkeklerden sonra oldukları ma'nâsını ifâde ettiği için, kadınları "nisâ"' ile söyledi, "mer'e" demedi. Çünkü "nisâ"' kelimesinin ifâde ettiği ma'nâyı "mer'e" ifâde etmez.

Şimdi Resûl (a.s.), kadınlara ancak mertebe ile muhabbet etti. Ve kadınlar, edilgenlik mahallidir. Çünkü kadın cinsi, erkek cinsinden, erkeklerin sûreti üzere mahlûktur. Ve vücûtta etkenlik, edilgenlikten öncedir. Ve kadın, erkeğin etkenliğinden etkilenir. Ve bu etkilenme netîcesinde kadından beşer türü doğar. Ve Hak Teâlâ bilinmeyi muhabbet etti, Âdem'i hálk ettiı. Ve ilâhî bilmeklik beşer türü ile hâsıl oldu. Bundan dolayı Âdem'in vücûdu, ilâhî muhabbet ile açığa çıktı. Şu halde erkekten etkilenerek kendisinden beşer çocuklar ortaya çıkan kadına ilâhî muhabbet bağlandı. Ve (S.a.v.) Efendimiz'in kadına muhabbeti dahi, onların edilgenlik mahalli olan mertebesinden dolayı, onlara oldu.

Şimdi kadın erkek için tabîat gibidir. Öyle tabîat ki, irâdenin yönelmesi ve ilâhî emir ile âlemin sûretlerini onda açığa çıkardı. Tabîat hakkındaki ayrıntılar İdrîs Fassı'nda ve Îsâ Fassı'nda ve ilâhî irâde ve meşiyyet ya’nî üst irâde hakkındaki ayrıntılar da Üzeyr ve Lokmân Fassı’nda ve var etme hakkındaki ayrıntılar da Sâlih Fassı'nda geçti. Öyle irâdî yöneliş ve ilâhî emir ki, maddesel sûretler âleminde nikâh için ve nûrânî rûhlar âleminde himmet için ve netîce çıkarmak için ma’nâlarda önermelerin düzenlenmesidir. Ve bu bahsedilen şeylerin hepsi vecihlerden her bir vecihte ilk teklik olan üç sayısının nikâhıdır. Üçlü ferdiyyet ya’nî teklik ve ma’nâların îcâd edilmesi hakkındaki tafsilât aynı şekilde Sâlih Fassı'nda ve himmet hakkındaki îzâhlar da Lût ve İshâk Fassı’nda geçti. Burada özet olarak beyânı budur ki:

Tabiat ulûhiyyetin ya’nî ilâhlığın zâhir yönü olan bir olan hakîkattir. “İnnemâ kavlünâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehü kün fe yekûn” ya’nî “Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece, “Ol!” dememizdir. O, hemen olur” (Nahl, 16/40) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, ilâhî ilimde şey oluşları sâbit olan ilâhî ilmî sûretlerin gölgeleri, ki âlemin sûretleridir, bir olan hakîkat olan tabîatta açığa çıkmasına irâdî yöneliş ve "Kün-Ol!" ilâhî emri şerefle çıktığında, o şeyler kendi nefslerini vücûda getirirler. Ve var etme emri, gerek Hak ve gerek şey tarafından üçlü ferdiyyete dayalıdır. Hak tarafından üçlü ferdiyyet "zât" ve "irâde" ve "söz"dür. Ve şey tarafından da "ilâhî ilimde sâbit olan onun şeyliği", "Kün-Ol! İlâhî sözünü işitmesi" ve "emre uyması"dır. Bundan dolayı tabîat âleminde âlemin sûretlerinin açığa çıkması üçlü ferdiyyete dayalı oldu.

Ve bu irâdî yöneliş ve ilâhî emir maddesel sûretler âleminde nikâhtır. Bu da üçlü ferdiyyete dayalıdır. Çünkü burada "Hak" ve "erkek" ve "kadın" sâbittir. Çünkü Hak irâdî yöneliş ve ilâhî emir ile kendi sûreti üzerine erkeği hálk etti ve ona muhabbet etti. Ve kadın erkeğin sûreti üzere erkekten ortaya çıkıp erkek ona muhabbet etti. Ve erkek kendi benzerinin meydana gelmesi için vuslatın en büyüğü olan cinsî münâsebeti talep etti. Bundan dolayı erkek kadında beşerî sûretleri cinsî münâsebet ile açığa çıkarır. Bu da maddesel sûretler âleminde irâdî yöneliş ve ilâhî emirdir.

Nûrânî rûhlar âleminde, bu irâdî yöneliş ve ilâhî emir himmettir. Çünkü rûhlar âleminin sûretleri himmetle açığa çıkar. Bu da üçlü ferdiyyete dayalıdır. Çünkü "Hak", "himmet sâhibi" ve "himmet olunan şey" sâbittir. Ve bu üçlü ferdiyyetin netîcesi rûhlar âleminde var olan sûrettir.

Ve aynı şekilde irâdî yöneliş ve ilâhî emir, ma’nâlar âleminde ma’nâları îcâd etmede önermeler düzenlenmesidir ki, bu da üçlü ferdiyyete dayalıdır. Çünkü mantıksal bir kıyâs düzenleyip "Âlem değişkendir; Her değişken sonradan olmuştur; Öyleyse âlem sonradan olmuştur" desek, bunda biri "Âlem değişkendir" ve diğeri "Her değişken sonradan olmuştur" tarzında iki önerme düzenlemiş oluruz. Bu önermelerin her birinde ikişer tek vardır ki, bunlar: “Âlem, değişken; değişken, sonradan olmak” kelimeleridir. Fakat ikinci önermedeki "değişken" kelimesi tekrarlanmıştır. Bunun hizmeti iki önermeyi (erkek ile kadın arasında olan nikâh gibi) birdiğerine bağlamaktır. Bundan dolayı bu tekrarlanan tek dikkâte alınmadığında "âlem, değişken, sonradan olmak" tekleri kalır ki, "öyle ise âlem sonradan olmuştur" netîcesi bu üç "tek"ten doğar. Bu şekilde ma’nâların îcâd edilmesi üçlü ferdiyyete dayanmış olur.

Şimdi kim ki, kadına bu ölçü üzere muhabbet ederse, o ilâhî muhabbettir ve kim ki onlara özellikle tabîî şehvet üzere muhabbet ederse, bu şehvetin ilmi onda noksan olur. Şimdi onun indinde ruhsuz bir sûret oldu ve gerçi o sûret, işin aslında rûhun zâtıdır. Fakat o, kendi eşine veyâ hangisi olursa olsun kendisine helâl olan kadına sâdece lezzet duymaktan dolayı temâs eden kimse için müşâhede edilir değildir. Fakat kime muhabbet ettiğini idrâk etmez. Bundan dolayı bilinceye kadar o, onu lisânıyla isimlendirmedikçe, başkalarının onu ondan câhil olduğu şeyi kendi nefsinden câhil oldu. Nitekim onların ba'zısı: “Muhakkak benim âşık olduğum insanlar indinde anlaşıldı. Şu kadar var ki, benim aşkımın kime olduğunu bilmediler” dedi. Bunun gibi bu da lezzet duymaya muhabbet etti. Bundan dolayı kendisinde lezzetlenme olan mahalle muhabbet etti; o da kadındır. Velâkin mes'elenin rûhu ondan kayıp oldu. Eğer bilse idi, kiminle lezzetlendiğini ve lezzetlenenin kim olduğunu bilir ve kâmil olur idi (15).

Ya'nî kim ki kadınlara, onlarda Hakk'ın müşâhedesinin kemâlinden dolayı muhabbet ederse, onun muhabbeti ilâhî muhabbettir ve o kimse Hakk'a muhabbet edip Hak'la lezzet duyar. Ve kadınlara özellikle tabîî şehvet üzere muhabbet eden kimsede o şehvet ve muhabbetin ilmi noksandır. O kimse kendisine gelen şehvet ve muhabbetin ilâhî muhabbet olduğunu ve kiminle lezzet bulduğunu bilmez. Bundan dolayı öyle bir muhabbet, böyle bir muhabbet indinde rûhsuz bir sûret olur.

Gerçi ilâhî muhabbet ile bakanın bakışında sûret, rûhun zâtıdır. Fakat o sûret, kendi eşinin veyâhut kendisine helâl olan diğer bir kadına, sâdece lezzet duyma kasdıyla cimâ' eden kimse için müşâhede edilir değildir. Çünkü o kimse, kime muhabbet ettiğini ve kiminle lezzetlendiğini idrâk etmez.

Şimdi bir kimsenin nâ-mahrem olan bir kadına kendisinde oluşan muhabbet üzerine şehveti galeyâna gelse, zinâdan kendisini korumalıdır. Gerçi o şehvet ve muhabbet dahi, ilâhî muhabbettir. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri zînâ hakkında “innehu kâne fâhışeten ve maktân ve sâe sebîlâ” ya’nî “Muhakkak ki o, bir fuhuştur ve iğrenç bir şeydir. Ve kötü bir yoldur” (Nisâ, 4/22) buyurduğu için zinâ yolu üzere kadına temâs etmek birçok yönlerden çirkin ve ayıp bir şeydir. Nitekim, Fahreddîn-i Irâki (k.A.s.) Kitâb-ı Leme'ât'ının yirminci lem'asında bu husûsta aşağıdaki îzâhları vererek buyururlar:

"Ve eğer muhabbet eden, her bir sûrette ma'şûkun vechini görecek gibi keşif sâhibi olursa, gayrımeşrûda onun vechini görse bile rızâ vermemelidir. Çünkü onun gayrımeşrû olandaki vechi, ona râzı olmamasıdır. “Ve lâ yerdâ li ibâdihil küfr” ya’nî “ve O kulları konusunda küfre râzı olmaz” (Zümer, 39/7). Bir muhabbet eden ki, Hakk'ı Hak ile görür ve âlemi Hak görür; Allah’ın râzı olmadığı şeyleri Hak ile, Hak üzerine, Hak için inkâr eyler. Ve bu inkârda delîlini getirip şerîat hükümlerine göre harâm olan her bir şeyde Hakk'ın cemâlini görmez. Şüphesiz ondan kaçınır; belki ona tabîat olarak rağbeti olmaz. Burada bir şüphe düşer. Şöyle ki, muhabbet eden mâdemki gelen tecellîye mahkûmdur ve tecellî, bütün eşyâyı kapsamına almıştır, tecellîyi bakışından nasıl engelleyebilir? Buna cevâben deriz ki, tecellî iki türdür: Zâtî tecellî ve isimsel ve sıfatsal tecellî. Muhabbet eden zâtî tecellîyi kuvveti ve istîlâsı dolayısıyla engelleyemez. Ammâ isimsel ve sıfatsal tecellîyi engellemeye gücü yeter. (Çünkü bu tecellî ayırt edicilik ve tasarruf kuvvesini ortadan kaldıracak kuvvete sâhip değildir) Muhabbet eden kahırsal tecellîyi lütufsal tecellî ile engelleyebilir. Ve gayrımeşrû' olan her bir şeyde kahır ve celâl ve meşrû olan her bir şeyde, lütuf ve cemâl nişânı görür. Burada “gazabından aklıma sığınırım” der ve zâtî tecellîde “eûzu bike minke ya’nî Sen’den sana sığınırım” der."

İşte ârifîn kendi nikâhlı eşi veyâ câriyesi olmayan kadınlara karşı olan mesleği budur. Şimdi kadınlara özelliklere tabîî şehvet üzere muhabbet eden ve sâdece lezzet duymak için temâs eden kimse, kendi nefsinden câhil oldu ve kendi nefsinin ilâhî görünme yerlerinden bir görünme yeri olduğunu ve ilâhî muhabbet ile lezzetlendiğini ve Hakk'ın kadında etkenlik ve edilgenlik ile müşâhede edildiğini bilmedi. Nitekim kadına temâs eden kimse, kendi lisânı ile "Ben kadına muhabbet ve temâsta ilâhi muhabbet ile lezzet duyarım" demedikçe, onun bu hâlini başkaları da bilmez. Böyle bir müşâhede sâhibinin kadına temâsını, tabîî şehvet ile lezzet duymaktan ibâret zannederler; ve ârif bu hâlini başkalarına bildirinceye kadar, onun kadınıyla temâsını, gâfilin temâsı gibi anlarlar. Çünkü temâs sûreti aynıdır. Ârif ile gâfilin temâsında şeklen fark yoktur, ancak ma'nâları başkadır. Nitekim bu müşahede sâhibi olan âriflerden biri:

"Muhakkak benim âşık olduğum, insanlar indinde anlaşıldı. Şu kadar var ki aşkımın kime olduğunu bilmediler" dedi.

Bu beyt-i şerîf âşıkların sultânı Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (r.a.) efendimizin mübârek bir gazelinden alınmıştır.



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   82   83   84   85   86   87   88   89   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin