Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə25/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   90

Örnek: Elimize bir iplik alıp onun üzerinde beş düğüm yapsak. Bu düğümlerde zâhir olan ve düğümlerin sûretini vücûda getiren ipliktir. Fakat bu düğümlere iplik ismi verilmez; onların adı düğümdür. Çünkü mutlak iken kayıtlanmış oldu. Ve iplik ile görülen işler düğümlerle görülmez. Bundan dolayı düğümler kayıtlı oluşları îtibârıyla iplik değildir. Fakat müstakil vücût sâhibi olmayıp onların vücûdu ipliğin vücûdundan başka bir şey olmadığından düğümler ipliktir.

Diğer örnek: Okyanus mutlaklık üzere bir deryâdır. Fakat onun suyunu çeşitli şekillerdeki beş bardağın içine koysak, bardakların şekilleriyle kayıtlanmış ve onlarda sınırlanmış olduğundan, o sular okyanusun aynı değildir ve onlara okyanustur desek, herkes güler. Çünkü okyanus gemileri ve insanları gark eylediği halde, bunlarda o özellik yoktur; fakat onların vücûdu okyanusun kayıtlı oluşundan husûle gelmiş birer vücût olduğundan bu îtibâr ile okyanusun aynıdır.

Allah Teâla “leyse ke mislihî şey’un” (Şûrâ, 42/11) dedi, tenzih eyledi; “ve huves semîul basîr” (Şûrâ, 42/11) dedi teşbîh etti. Ve Allah Teâlâ “leyse ke mislihî şey’un” dedi, teşbîh ve iki kıldı; “ve huves semîul basîr” dedi, tenzîh ve bir etti (16).

Yânî Allah Teâlâ “leyse ke mislihî şey’un” sözüyle kendisini hem tenzîh ve hem de teşbîh ve tesniye eyledi. Çünkü "ke-mislihi" deki “kâf" harfi kuvvetlendirici olarak dikkâte alındığında "O'nun benzeri bir şey yoktur" demek olur ki, bu da avâmın anlayışına göre, sırf tenzîhtir. Çünkü eşyânın tümünden onun benzer oluşu kaldırılmış oluyor ve Hak onlardan münezzehtir deniliyor.

Fakat “kâf" harfi, kuvvetlendirici olarak kabûl edilmeden dikkate alındığında “leyse ke mislihi”nin ma’nâsı “leyse misli mislihi” yânî "O'nun benzeri bir benzer yoktur" demek olur. Bu da havâssın anlayışına göre teşbîh ve ikilemedir. Çünkü Hak hakkında ilk önce benzeri isbât olunuyor; daha sonra o benzeri oluştan eşyânın benzer oluşu kaldırılıyor. Bu ise vücûdda ikilik ve benzerlik isnâdından başka bir şey değildir.

Ve aynı şekilde Hak Teâlâ'nın ve huves semîul basîr” yâni “O Semî ve Basir’dir” sözü de hem teşbîh ve ikilemeyi ve hem de tenzîh ve birlemeyi içine almaktadır. Çünkü bu söz işitilince ilk anda avâmın aklına gelen ma’nâ; "işiticilik" ve "görücülük"te Hakk'ın hálk edilmişlere ortak olmasıdır. Çünkü hálk edilmişler de işitir, görür. Oysa bu ma’nâda ikilik ve benzer oluş vardır. Tesniye, yânî iki kılmak budur ki, işitmek ve görmek özelliklerine sahip olarak bir Hakk'ın ve bir de hálk edilmişlerin vücûdu vardır ve benzerlik de görmekte ve işitmekte Hakk'ın, hálk edilmişlere benzemesidir.

Fakat bu âyet-i kerîmeden havâs ehlinin anladığı tenzîh ve birleme ma’nâsına gelince, “huve” yâni “O” zamîrinin ilk olarak zikredilmesi ve haber olan "Semî' ve Basîr" kelimelerinin târif harfi ile gelmesi yalnız bir şeye mahsus kılmayı ifâde ettiği yön ile ma’nâ “Semî ve Basîr olan ancak Hak'tır; başka semî' ve basîr yoktur” demek olur. Bu ise ancak tenzîh ve birlemedir.

Bilinsin ki, vücûd birdir; o da, Hakk'ın vücûdudur. Bu vücût, sonsuz olmakla berâber, hiçbir kayıt ile kayıtlanmış değildir. Fakat O'nun zâtında mevcût olan, sonsuz birtakım bağıntılar vardır. Birin içinde bulunan yarım(1/2), üçte bir(1/3) ve dörtte bir(1/4) vb. gibi. Ve Hakk'ın bağıntıları ise sıfatları ve onlardan çıkan isimleridir. Bundan dolayı Hâkk’ın, bu sonsuz olan isimleriyle açığa çıkması için, eserlere lüzûm vardır. Bu eserlerin zâhir olması için onların sûretleri ilk önce Hakk’ın ilminde peydâ olur. Şu halde bu sûretler ilâhî hayâller olur. Bu hayâlllere zâhirde vücût vermek için, Hakk’ın vücûdu letâfet mertebesinden kesâfet mertebesine tenezzül buyurur. İşte bu da Hakk'ın Zâhir ismi ile olan tecellîsidir; ve bu tecellî bu sonsuz vücûdun yine kendi zâtına olan tecellîsidir. Demek ki, bu çok olan sûretler ve bu sonsuz taayyünler Hakk’ın mutlak vücûdunun kayıtlı olarak zuhûrundan ibârettir.

Şimdi gayr nerededir ki, Hak ondan tenzîh edilsin ve birleme olunsun; veyâhut ona benzetilsin. Teşbîh ve tenzîh ancak Zâhir ve Bâtın dediğimiz iki ilâhî işin birbirine göreliği îtibârıyla söylenen sözlerdir. Yoksa teşbîh ile tenzîh Hakk'ın hakîkâti için zâtîdir. Çünkü Zâhir ve Bâtın isîmleri Hakk'ın zâti işleridir. Ve işler ise O'nun zâtının aynıdır. Bundan dolayı Hakk’ın vücûdu hem tenzîhi ve hem de teşbîhi toplamıştır.

Eğer Nuh, kavmi için iki dâvet arasını birleştirseydi, elbette onlar ona icâbet ederlerdi. Böyle olunca, onları açık olarak dâvet etti; daha sonra onları kapalı olarak dâvet etti. Sonra onlara "Rabbinize istiğfâr edin ki, muhakkak O Gaffâr’dır" (Nûh, 71/10) dedi. Ve Nûh (a.s.) "Yâ Rab ben, kavmimi gece gündüz dâvet ettim, benim dâvetim onlara kaçışlarından başka bir şey arttırmadı " (Nûh, 71/6) dedi (17).

Yânî Nûh (a.s.), Muhammed (s.a.v.) hazretleri gibi tenzîh ve teşbîh dâveti arasını birleştirseydi, elbette kavmi ona icâbet ederlerdi. Oysa onun kavmi, isimlerin görünme yerlerinin çokluğu ile vahdetten perdelenmişlerdi. Nûh (a.s.) tenzîhde mübâlağa edip isimlerin görünme yerlerinden olan putlardan sırf vahdete dâvet etti. Çünkü her bir nebîye risâlet ilminden verilen şey, ümmetinin istîdâdına göredir. Nûh (a.s) bu hakîkâti bildiği için, ümmetini bir sûretle dâvet etti. Oysa onlar, çok olan görünme yerlerinin müşâhedesinde gark olmuş olduklarından bu dâvete icâbet etmediler ve kendilerini Hakk'ın gayrı bildiklerinden, putlara taptılar.

Bundan dolayı Nûh (a.s.), onları açık olarak dâvet etti; yânî Zâhir ismine dâvet edip “eğer siz Hakk'ı kendinizden uzak ve münezzeh gördünüz ise, sizin putlarınızdan da münezzehtir” dedi. Velâkin, onların istîdâdlarının gereği küfür olduğundan bu cismâni sûrette dahi çokluk örtüsü ile ahadiyyet yönünü örttüler.

Daha sonra onları kapalı olarak, yânî Bâtın ismine dâvet edip dedi ki: “Hak nasıl ki sizin putlarınızın sûretinde mevcût ise, sizin sûretlerinizde de mevcûttur.” Hz. Nûh'un bu dâveti de nübüvvet mârifetine yakışan bir dâvet idi. Çünkü ümmetinin istîdâdına vâkıf idi. Oysa onlar görünen çokluk ile meşgûl olmalarından dolayı bâtın olan vahdetten uzak oldukları için, bunu da anlamadılar.

Ondan sonra Cenâb-ı Nûh kavmine dedi ki: “Rabbinizden örtmeyi isteyin, tâ ki sizi bu taayyün perdelerinden ve zulmânî perdelerden örtsün. Ve siz de Hakk'ın vahdetine nâzır olun; çünkü Rabbinizin mağfiret taleb edenler hakkındaki örtmesi mübâlağa üzere olur.”

Nûh (a.s.)’ın kavmini kâh Zâhir ismine ve kâh Bâtın ismine dâvet etmesinden dolayı, onlar hayrete düşüp bu farklılık gösteren dâvete icâbet etmediler. Cenâb-ı Nûh onları Rabb'ine şikâyet edip dedi ki: “Yâ Rab, ben kavmimi geceleyin Bâtın'a ve gündüzleyin Zâhir'e dâvet ettim ve gece gündüz dâvetten ayrılmadım. Benim onlara olan dâvetim kaçışlarından başka bir şey artırmadı.”

Ve Cenâb-ı Nûh, kavmi tarafından anlattı ki, onlar onun dâvetine icâbetten şart olan şeyi bildikleri için, onun dâvetine kulaklarını tıkadılar. Böyle olunca ulemâ-i billâh Cenâb-ı Nûh'un kavmi hakkında zemm lisânı ile onlar üzerine senâdan işâret ettiği şeyi bildi ve onda Furkân olduğu için, onun dâvetine icâbet etmediklerini de bildi. Oysa emr, Kur'ân'dır, Furkân değildir. Ve Kur'ân'da ikâme olunan kimse her ne kadar onun içinde olsa da, Furkân'ı kabûl etmez; çünkü Kur'ân, Furkân'ı içine almaktadır (18).

Yânî Nûh (a.s.) “Ve innî küllemâ deavtuhum li tagfire lehüm cealû esâbiahum fî âzânihim vestagşev siyâbehum” (Nûh, 71/7) âyet-i kerimesinde beyân buyrulduğu üzere kavminin hâlinden bahisle dedi ki: "Yâ Rab, ben onları her ne vakit, senin örtmene dâvet ettim ise, onlar bu dâvete icâbetin, Hakk'ın vücût nûru ile perde olan taayyünler ve zulmâni perdelerden örtmeyi icâb ettirdiğini bildikleri ve bunun kendi dînlerine ve hallerine uygun olmayan bir şey olduğunu anladıkları için, parmaklarıyla kulaklarını tıkâdılar ve elbiselerine büründüler.”

Ve bunu Nûh (â.s.)’ın dâvetini işitmemek için yaptılar. Oysa Nûh kavmi, bu dâvete inkâr sûretinde icâbet ettiler. Çünkü Cenâb-ı Nûh, onları istiğfâra, yânî örtünme talebine dâvet etti. Onlar görünüşte inkâr ettiler; fakat fiilen icâbet ettiler. Çünkü parmaklarıyla kulaklarını ve elbiseleriyle vücûtlarını örttüler. Ve taayyünlerin çokluğu ile ahadiyyet vechini örttüler. Ve icâbetleri, Zâhir isminin sûretine ve Hakk'ın ayrıntılı ve furkânî olan kitâbına oldu. Çünkü âlem, Hakk'ın nefes-i rahmânî’de konuştuğu kelâmın sistem sûretidir.

Sonuç olarak Nûh kavmi, söz ile nebîlerini inkâr ettiler; fakat putlarının görünme yerleri ile mutlak vechi örttükleri için, fiilen icâbet etmiş oldular. Bundan dolayı Nûh (a.s.) da onlara zemm sûretinde senâ edip “rabbi lâ tezer alel ardı minel kâfirîne deyyârâ” (Nûh, 71/26) yânî "Yâ Rab, yeryüzünde kâfirlerden devreden bir kimse bırakma!" dedi ki, bu onların bâtına ve cem' etmeye ulaşmaları için duâdır. Çünkü Zâhir isminin sûretlerinden birer sûret olan onların cesetleri fânî olmakla bâtına ve cem' etmeye ulaşmış olurlar.

İşte ulemâ-i billâh, Cenâb-ı Nûh'un kavmi hakkında, zemm lisânı ile onlar üzerine senâdan ne şeye işâret ettiğini bildiler; ve o âlimlerin tahkik ehli olanları Cenâb-ı Nûh'un dâvetinde Furkân olduğu için kavminin o dâvete icâbet etmediğini de bildiler. Çünkü çokluktan vahdete ve teşbîhten tenzîhe dâvet, Furkân'ın ayn’ıdır. Oysa vücût emri Kur'ân'dır, Furkân değildir. Yânî bütün ilâhî isimleri toplamış ve birbirine zıt ve karşılık hakîkatleri ihtiva edici zâti ahadiyyetin ihâtasından hâriç hiçbir şey yoktur. Ve ilâhî isimler ise, Hakk'ın zâti işleri olup, kendisinin aynıdır; ve O'nun işleri ise zâtının gereğidir. Bundan dolayı ahadiyye zâtı mahal dolayısıyla, isimleriyle imkâni görünme yerlerinden açığa çıkması ve tecellîsi îtibârıyla bir şeyden tenzîh olunmaz. Çünkü hiçbir şey kendi zâtının gereklerinden tenzîh olunmaz. Böyle olunca vücût emri Kur'ân'dır, Furkân değildir.

Ve Kur'ân, yânî cem' mertebesinde ikâme olunan kimse Furkân'a, yânî farka, aît olan haberleri kabûl etmez. Çünkü cem' ayn’ında olduğu için farkın ne olduğunu bilmez ve o kimse her ne kadar fark içinde olsa bile, yine Furkân'a aît olan haberleri kabûl etmez. Çünkü Kur'ân, Furkân'ı içine almaktadır. Yânî farkın ne kadar ayrıntılı mertebeleri varsa, Kur'ân ve cem' mertebesinde hepsi bir aradadır. Oysa Furkân Kur'ân'ı, yânî fark cem'i, içine alan değildir. Çünkü Kur'ân'da, yânî cem' mertebesinde bir arada olan ayn’ların her birisinde mahalden dolayı Hakk'ın açığa çıkışı furkânîdir, yânî fark üzerinedir. Şu halde Furkân, Kur'ân'ı içine alıcı olmadığından, Kur'ân mertebesinde ve cem' makâmında bulunan Furkân'a, yânî fark makâmına, dâvet olunduğunda kabûl etmez.

Ve bunun için, Kur'ân'a, ancak Muhammed (s.a.v.) ve insânlar için gönderilen ümmetin hayırlısı olan bu ümmet, mahsûs kılındı. Bundan dolayı “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) emri, bir emirde topladı (19).

Yânî vücût emri Furkân olmayıp Kur'ân olduğu ve Kur'ân Furkân'ı içine alıcı bulunduğu için, cem' makâmı, ancak (S.a.v.) Efendimiz'e ve ümmetlerin hayırlısı olan onların ümmetlerine mahsûs oldu. Ve onlar teşbîh ve tenzîh arasını cem' etmeye me'mûr oldular. Halbuki ondan önceki resûllerin ve onların ümmetleri Furkân müşâhedesine me'mûr idiler. Bundan dolayı bahsedilen resûl hazarâtı ümmetlerini Nûh (a.s.) gibi kâh Furkân'a ve kâh Kur'ân'a dâvet eder; yânî kâh teşbîhe ve kâh tenzîhe yânî çeşitli sûrette dâvet eder idi ve Mûsâ (a.s.) gibi sırf tenzîhe ve Îsâ (a.s.) gibi sırf teşbîhe dâvet ederdi. Ümmet-i Muhammed (a.s.) ise Kur’ân'a me'mûrdur ve Kur'ân teşbîh ve tenzîh arasını toplayıcıdır.

Şimdi önceki dînlerde güçlük ve bu dînler ile bağlı olan ümmetler üzerine de şiddet vardır. “Yurîdullâhu bikumul yusra ve lâ yurîdu bikumul usra” yâni “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez” (Bakara, 2/185) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere Muhammedî dînde kolaylık ve bu din ile bağlı olanlar için de kolaylaştırma vardır. Böyle olunca, Muhammedî dîn teşbîh ve tenzîh emrini bir emirde, yânî “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) âyet-i kerîmesi gibi bir âyette topladı.

Diğer resûllerin dâveti ile, risâlet-penâh (s.a.v.) Efendimiz'in, dâveti arasındaki farkın sebebi budur ki, her bir resûle risâlet ilminden verilen şey, fazlasız ve noksânsız, ümmetinin istîdâdına göredir.

Ve Zâhir isminden dolayı ilâhi kemâlâtın şehâdet mertebesinde açığa çıkması ise yavaş yavaştır, bir defâda değildir. Bu hakîkat tabîat kitâbını tetkîk eden filozoflar ve bilim adamları gibi teorik akıl ehlince de şüphesiz kabûl edilmiştir. Ve âlem sûrelerinden her bir sûretin kendisine mahsûs birtakım hâlden hâle geçişleri, başlangıca ait, ortada olan ve sona ait halleri vardır. İnsanların zekâ ve irfanları da bu kâideye tâbîdir. Bundan dolayı önceki resûllerin getirdikleri şeriatlar, kendi ümmetlerinin istîdâdlarının gerekleridir. Onun için kimi sırf teşbîhe, kimi sırf tenzîhe ve kimi çeşitli sûrette kâh tenzîhe ve kâh teşbîhe dâvet etti. Fakat (S.a.v.) Efendimiz âhir zamân nebîsi olup ümmeti en sonra geldiğinden ve onların zekâ ve irfanları, günümüzde de görüldüğü üzere, kemâl derecesini bulduğundan Kur'ân ile geldi. Çünkü bugün dünya üzerinde bulunan ve muhtelif dînlerin yolunda olan insanların hepsi, Kur'ân'a dâvet olunduğu için, hepsi ümmet-i Muhammed'dir. Şu kadar ki, bunlardan üç yüz milyonu bu dâvete icâbet etmiş ve diğerleri her ân dâvet edilmektedir. Ve peyderpey hâllerin hakîkatlerinin, zeki tefekkür ehli tarafından kabûlü umulur. Nitekim, Avrupalı bilim adamları şimdiden vahdet-i vücûdu idrâke bile başlamışlardır.

Şimdi, eğer Nûh (a.s.) kavmine, söz ile bu âyetin benzerini getirseydi, ona icâbet ederlerdi. Çünkü bir âyette, belki âyetin yarısında, teşbîh ve tenzîh eyledi. Nûh (a.s.) ise onların akılları ve rûhâniyyetleri yönüyle kavmini geceleyin dâvet etti; çünkü onlar gaybdır. Ve onları sûretlerinin ve cüsselerinin zâhiri yönüyle gündüzleyin de aynı şekilde dâvet etti ve dâvette “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) gibi cem' etmedi. Böyle olunca bu Furkân'dan dola­yı onların bâtınları nefret etti; onların firârını artırdı (20).

Yânî Nûh kavminin Kur'ân'a istîdâdları olup da Cenâb-ı Nûh da onlara söz ile cem' makâmını gösteren bu âyetin benzerini getirseydi, icâbet ederlerdi. Çünkü Muhammed (s.a.v.), bir âyette, yânî “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) âyet-i kerîmesinde ve belki bu âyetin yarısında; daha önce îzâh edildiği yön ile teşbîh ve tenzîh arasını cem' etti. Fakat onlarda bu istîdâd olmadığı için teşbîh ve tenzîhe çeşitli sûretlerde dâvet etti. Şöyle ki, onların akılları ve rûhâniyyetleri yönünden, onları geceleyin, yânî bâtına ve gayba, dâvet etti. Çünkü akıllar ve rûhâniyyet gaybdır.

Bilinsin ki, gayb ikidir:

Birisi "hakîkî gayb"tır ki, zât-ı mutlaka ve gaybın anahtarları olan isimlerin hakîkatleridir. Çünkü zât-ı mutlaka taayyünsüzlük mertebesi olduğundan, ondan sonraki mertebelerin hepsinin bâtınlarının en bâtınıdır. Ve gaybın anahtarları olan isimlerin hakîkatleri, yânî a'yân-ı sâbite, her ne kadar taayyünsüzlük mertebesinden sonra ise de, ilmi mertebe olmasından dolayı açığa çıkma âlemi olan rûhlar ve misâl ve hazret-i şehâdet mertebelerine göre gaybdır; ve mutlak zâtın işleridir.

İkincisi "izâfi gayb"tır; ve o da emr âlemidir; ve akıllar ve nefsler ve rûhların açığa çıkma âlemidir. Ve emr âlemi ve açığa çıkma da bize izâfetle gayb ve karânlık olduğu için gecedir. Ve hakîkî gayb olan zât-ı mutlaka ve ma’nâlar âlemi olan zâti isimlerin hakîkatlerine nisbetle şehâdet ve aydınlık olduğu için gündüzdür.

Bu yönden Cenâb-ı Nûh'un dâveti, kavminin akılları ve rûhâniyetleri yönüyle gayb âlemine ve beşeri kesâfetten soyunmaya ve imkâni hükümlerden sıyrılıp çıkmaya idi. Bu ise onların istîdâdlarının icâblarına aykırı olduğundan icâbet etmediler. Daha sonra onların istîdâdlarının icâbı olan şeye, yânî sûretlerinin ve cisimlerinin zâhiri yönünden cismâni uğraşları ile ilgili yaşantı hakkındaki hükümlere dâvet etti. Bu iki dâvetin bir dîğerine zıt olduğunu gördüklerinden kavminin hayret ve dalâleti daha fazla arttı.

Ve Nûh (a.s.) “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) âyet-i kerîmesinde olduğu gibi dâvette tenzîh ve teşbîh arasını birleştirmeyip böyle kâh bâtına ve kâh zâhire dâvet ettiği için kavminin bâtınları nefret etti. Bundan dolayı bu dâvet onların firârını artırdı. Ve Cenâb-ı Nûh'un bu sûretle dâveti, bâzı noksan akıllıların zannettiği gibi mârifetinin eksikliği değil, belki mârifetinin kemâlini gösterir.

Daha sonra Nûh (a.s.) kendi nefsinden haber verdi ki, gerçekte o onları Hakk'ın keşfetmesine değil, örtme ve kapamasına dâvet etti. Ve onlar Nûh (a.s.)’dan bunu anladılar. Bunun için parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve elbiselerine büründüler. Bunun hepsi Nûh'un onları dâvet ettiği örtmenin sûretidir. Şimdi onlar Nûh'un dâvetine, lebbeyk ile değil, fiil ile icâbet ettiler. Oysa “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) âyet-i kerîmesinde benzerin isbâtı ve kaldırılması vardır. Ve işte bunun için (S.a.v.) muhakkak kendisine cevâmi'-i kelim yâni kelimeleri toplayıcılık verildiğini kendi nefsinden haber verdi. Şimdi Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm), kavmini geceleyin ve gündüzleyin dâvet etmedi. Belki onları gündüzde geceye ve gecede gündüze dâvet etti (21).

Yânî Nûh (a.s.), kendi kendine Hakk'a hitâben kavmini Hakk'ın vücût nûru ile perde olan taayyünlerin örtülmesine, yânî gayb tarafına ve Bâtın ismine dâvet ettiğini ve yoksa imkâni vücûtların keşfine, yânî şehâdet tarafına ve Zâhir ismine dâvet etmediğini söyledi.

Ve kavmi ise Cenâb-ı Nûh'un bu örtme ve kapamasına olan dâvetini, sûretlere âit örtme olarak anladılar. Böyle anladıkları için parmaklarını kulaklarına tıkadılar; kulaklarını örttüler ve elbiselerine bürünüp vücûdlarını örttüler. İstîdâdlarının gereği bu idi. Bu yaptıkları şeyin hepsi, Cenâb-ı Nûh'un dâvet ettiği örtmenin sûretidir. Çünkü parmakla kulak tıkamak ve elbiseye bürünmek "örtme" fiilinden başka bir şey değildir. Bundan dolayı Cenâb-ı Nûh'un dâvetine onlar fiilen icâbet ettiler; "lebbeyk" ile icâbet etmediler. Eğer "'lebbeyk" ile icâbet etseydiler, böyle bir örtme fiili icrâ etmezlerdi.

Oysa, Muhammed (aleyhi's-salâtü ve'sselâm)'ın dâveti, Cenâb-ı Nûh'un dâveti gibi, çeşitli sûrette kâh farka ve kâh cem' etmeye değildir. Belki onun “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) âyet-i kerîmesiyle olan dâvetinde benzerin hem isbâtı ve hem de kaldırılması olduğundan fark ve cem' bir aradadır. Ve onun dâveti fark ve cem', teşbîh ve tenzîh arasını toplayıcı olduğu için "Bana cevâmi'-i kelim verildi" hadîs-i şerîfiyle kendi nefsinden haber verdi.

Yânî "ilâhî isimler ve onların icâblarının hepsi bana verildi" demek olur. Böyle olunca Muhammed (s.a.v.) kavmini çeşitli sûretlerde geceleyin, yânî sâdece bâtına ve tenzîhe ve gündüzleyin, yânî sâdece zâhire ve teşbîhe dâvet etmedi; belki gündüzde geceye, yânî zâhirde ve teşbîhte bâtına ve gecede gündüze, yânî bâtında ve tenzîhte zâhire ve teşbîhe dâvet etti.

Şimdi Nûh (a.s.) hikmetinde kavmine dedi ki: "Hak Teâlâ üzerinize yağmur yağdırıcı olduğu halde semâyı irsâl eder." (Nûh, 71/11) Ve o ma’nâlarda akli bilgiler ve îtibârî düşüncelerdir. "Ve size mallar ile, yânî sizi ona meylettiren şey ile, yardım eder." (Nûh; 71/12). Şimdi sizi ona meylettirdiği zaman, onda sûretinizi görürsünüz. Böyle olunca sizden muhakkak onu gördüğünü hayâl eden kimse, ârif olmadı; ve sizden muhakkak nefsini gördüğünü ârif olan kimse, âriftir. İşte bunun için insânlar âlim-i billâh ve âlim-i billâh olmayanlar olarak ayrıldı. Ve "onun çocuğu" fikrî bakışlarının meydana getirdiği şeydir; ve mârifet emrinin ilmi, müşâhedeye bağlı olup fikirlerin sonuçlarından uzaktır, "ancak hasârdır." (Nûh, 71/21) Şimdi onların ticâretleri menfaat vermedi ve onlar doğru yola giren olmadılar (22).

Yânî Nûh (a.s.) örtünme ile amaçlanan hikmetinin beyânında kavmine dedi ki: Eğer siz aklî tenzîhin icâbı üzere bana icâbet ederseniz, Allah Teâlâ semâyı, yânî bulutu, yağmurları yağdırıcı olduğu halde, sizin üzerinize gönderir. Ve o yağmurlar da, ma’nâda akli bilgiler ve îtibârî düşüncelerdir.

Ve size mallar ile, yâni sizi muhabbet edilen tecellîler ve cemâli câzibelerden Hak tarafına meylettiren şeyle yardım eder. Çünkü "mâl" insan kalbinin meyilli olduğu şeye denir. Ve o tecellîler ve câzibeler sizi Hâk tarafına meyl ettirdiği, yânî sizi fenâ makâmına ulaştırdığı ve Hak o makâmda size zâti tecellî ile tecellî ettiği zaman, siz o makâmda kendi sûretinizi, yânî a'yân-ı sâbitenizin sûretini, müşâhede edersiniz.

Şimdi bu makâmda sizden biriniz gördüğü sûreti Hak zannedip, “ben Hakk'ı müşâhede ettim” diye hayâl ederse, hatâ eder ve Hakk'ı bilmemiş olur. Çünkü Hak bir sûrete sığmaktan ecell ve a'lâdır. Ve sizden biriniz eğer bu makâmda gördüğü sûretin kendi nefsi olduğunu ve Hak aynasında kendini veyâhut kendi aynasında Hakk'ı müşâhede ettiğini bilse, o kimse âriftir. Çünkü Hak herkesin ayn-ı sâbitesinin husûsiyyeti dolayısıyla tecellî eder ve kulun doğru mârifeti ayn-ı sâbitesinin sûretinde olan nefsinin mârifetidir. Bundan dolayı o ârifin müşâhede ettiği kendi nefsidir. Ve ayn-ı sâbitesi ise ilâhî isimlerden bir ismin sûretidir. Ve seyri sülûktan amaçlanan da görünme yeri olduğu ismin, yânî Rabb-i hâssının mârifetidir ve bu kimse önceki kimse gibi hayâl sâhibi değildir.

İşte buraya kadar olan sözler Cenâb-ı Nûh'un kavmine olan sözlerinin tefsîridir. Çünkü Cenâb-ı Nûh, kavminin makâm ve halleri gereğince, fiili olarak icâbet ettiklerini, yânî alay etme ve küçümseme ile örtünmeye ve kapanmaya parmaklarını kulaklarına tıkamak ve elbiselerine bürünmek sûretiyle giriştiklerini gördüğü zaman, onların vâkıf olamayacakları yön ile, onlara hidâyet etmek için, kendi makâmından mekr ile geldi . Ve yukarıda bahsedilen sözü, zâhiri onların zâhirden anladıkları şeye uygun ve bâtını onların fikirleri ve akılları ile idrâklerine uygun olmak üzere söyledi ki, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bunları îzâh buyurdu.

Şimdi de Hz. Şeyh ârif ve ârif olmayanı beyân ederek buyururlar:

Şöyle ki, insânlar "âlim-i billâh" ve "âlim-i billâh olmayan" olmak üzere iki kısımdır. Âlim-i billâh olanlar, Hak aynasında onların zâhir olan istîdâdları dolayısıyla ancak nefisleri olduğunu bilenlerdir. Ve âlim-i billâh olmayanlar da, Allâh'ı bildiklerini ve onu müşâhede ettiklerini hayâl eden kimselerdir. Oysa onlar Hak aynasında istîdâdları dolayısıyla ancak nefislerini müşâhede ederler. Nitekim hadîs-i şerîfte Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû yâni “Nefsine ârif olan Rabbi’ne ârif olur” buyrulmuştur.

Ve âlim olmayanların "çocuğu" onların fikrî bakışlarının, Hak hakkında teşbîh ve kabûl ettikleri esaslardan birtakım delillere kıyâs ile çıkardıkları netîcedir. Oysa Allâh'ın mârifetinde istenilen emrin ilmi, âfâkta ve nefslerde olan Allâhın âyetlerini müşâhedeye bağlıdır. Ve mârifet emrinin ilmi fikrin netîcelerinden uzaktır. Ve ben tabîat kitâbını tetkîk edip aklım ile hakîkâti idrâk ederim; keskin zekâm vardır; nebîlere ihtiyâcım yoktur, diyen filozofların ve bilim adamlarının fikri netîceleri hasârdan başka bir şey değildir. Onlar bu sayıklamalar ile ömürlerini ve istîdâdlarını ziyan ederler ve onların sermâyeleri olan ömürleri ve istîdâdları boşuna sarf edilmiş olduğundan ticâretlerinde menfaat yoktur. Bundan dolayı hakîkat nûruna erişme yolunu bulabilenler olamazlar.

Şimdi onların mülküdür diye hayâl ettikleri şeyden ellerinde bulunan şey, onlardan ayrıldı. Ve o mülk Muhammedîler hakkında “ve enfiku mimma ce'alekum mustahlefiyne fiyh” yâni “sizi halife kıldığı şeylerden infak edin!” (Hadîd, 57/7)’dır. Ve Nûh ile Nûhîler hakkında “ella tettehızu min duniy vekiyla” yâni “benden başka vekil edinmeyin” (İsrâ, 17/2)’dır. Şimdi, onlar için mülkü ve Allah için onda vekâleti isbât etti. Böyle olunca onlar, onda hâlife kılınmış olanlardır. Bundan dolayı mülk Allah içindir ve Allah onların vekîlidir. Şu halde mülk onlar içindir. Ve bu, hâlife olunan mülktür ve bu sebeble Hak mülkün meliki oldu. Nitekim Tirmizî dedi (23).

Yânî, fikri netîceler ile onların ellerinde hâsıl olan ilimlerden kendilerinin mülkü olduğunu hayâl ettikleri şey onlardan ayrıldı. Çünkü o ilim îmân ve müşâhedeyle değildir; belki zan ve hayâldir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “e mâ lehüm bi zâlike min ilmin, in hum illâ yezunnûn” yâni “Ve onların bu konuda ilimden (nasipleri) yoktur. Onlar sadece zanda bulunurlar.” (Câsiye, 45/24) Ve onların zanları üzerine kurulmuş olan amelleri serâp gibi kaybolur gider. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Vellezîne keferû a’mâluhum ke serâbin bi kîatin yahsebuhuz zam’ânu mâe” yâni “Ve kâfirlerin amelleri düz arazideki serap gibidir. Susamış olan, onu su zannetti.” (Nûr, 24/39)

Ve o mülk, Muhammedîler hakkında: “ve enfikû mimmâ cealekum mustahlefîne fiyh” yâni “Ve sizi halîfe kıldığı şeylerden infâk edin.” (Hadîd, 57/7) âyet-i kerîmesinin anlamı gereğince hâlife kılınan mülktür. Yüksek ma’nâsı: "Allah Teâlâ'nın onda sizi hâlife kıldığı şeyden, yânî ilimden infâk ediniz; yânî talep eden fakirlere istîdâdlarına göre veriniz" demek olur. Bundan dolayı bu sözün anlamı gereğince "ilim" Allah'ın mülküdür ve Muhammedîler onda hâlife kılınmıştır. Asâlâten onların mülkü değildir.

Ve o mülk Cenâb-ı Nûh ile onun zevki üzere olan Nûhîler hakkında “ella tettehızu min duniy vekiyla” yâni “benden başka vekil edinmeyin” (İsrâ, 17/2) âyet-i kerîmesinin anlamı gereğince onların mülküdür; fakat onda tasarrufa me'mûr değillerdir. Çünkü âyet-i kerîmenin anlamı budur ki: Mülk ve malınızdan ve ilimlerinizden elinizde bulunan şey, sizin mülkünüzdür; fakat siz, onun üzerine beni vekîl edinin; benden başka vekil edinmeyin!

Şimdi, Allah Teâlâ bu âyette Nûhîler için mülkü ve mülkte Allah için vekâleti isbât etti. Çünkü onlar Allah Teâlâ'nın, kendilerinin ayn’ları sûretlerinde açığa çıktığını bilmediler. Ve Hakk'ın vermesiyle mülkün hepsine, sâhip olmalarına vukûfları olmaması dolayısıyla, hâlife olmaya hak kazanmaları söz konusu olmadı. Fakat Muhammedîler mârifetleri yönüyle hâlife olmaya hak kazandılar. Muhammedîler, her ne kadar mülkte hâlife kılınmış iseler de, mülk asâleten Allah içindir. Fakat Allah Nûhîlerin vekîlidir. Ve Allah onların vekîli olunca, mülk onlar için olmuş olur; velâkin bu mülk verme hakîkî mülk verme değildir.



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin