Örnek: Bir odanın duvarlarına çukur ve tümsek ve çukurluğu ve tümsekliği karışmış on ayna asılsa, odanın ortasında ayakta duran bir şahsın gölge ve hayâli hepsine yansır ve şahıs bir iken on sûret görünür ve aynaların îmâl edilme tarzı başka başka olduğundan her birine yansıyan hayâl de birbirine benzemez. Birinde uzun bir yüz, ince bacaklar ve diğerinde yamyassı ve yuvarlak bir yüz ve top gibi yuvarlak bir gövde, kısacık bacaklar ve birisinde uzun bir yüz ve şişman bir gövde ve diğerlerinde de bunlara kıyâsen birer sûret görülür. Oysa, hepsi bir şahsın gölgesidir. Bu ihtilâf ancak aynaların ihtilâfından ileri gelir. Şimdi odaya giren diğer bir kimse o hayâlleri görüp her birini başlı başına birer vücût zannetse ve gölgenin sâhibi olan bir olan şahıstan gâfil olsa, bu, şaşkınlıktan başka birşey değildir. Böyle bir kimse, bu gördüğü hayâllere vücût verdiği için şaşkın olduğu gibi, bu iddiâsına başkalarını da dâvet etse, onları da şaşırtıp hayrete düşürür.
İşte bu topluluğun hayreti, cehâlete dayanan bir şaşkınlıktan ileri geldiği için, zemm edilmiş yâni kötülenmiş hayrettir.
Fakat bu muhtelif aynalarda zâhir olan sûretlerin hep bir tek şahsın gölgesi olup, mahallin ihtilâfı dolayısıyla böyle muhtelif vecihler ile göründüğünü bilen kimselerin hayreti, ilme dayandığı için mahmûde yâni övülen hayrettir. Çünkü bu topluluk: “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 2/115) "Ne tarafa dönerseniz dönün; Allâh'ın vechi oradadır" âyet-i kerîmesi icâbınca, her cihetten Hakk'ın bir olan vücûdunun tecellîsini görürler. Ve o tecellîde helâk olduklarından ve hayretlerinden ve bir olan vücûdun müşâhedesinden dolayı bir vechi diğer vecihten ve bir ciheti diğer cihetten farklı göremezler ve ayıramazlar. Beyit:
Tercüme: "Cilvelenme bana boş yere emîr-i hac ki,
Gördüğün Kâbe senin; ben görürüm beyti Hudâ"
Tercüme: "Vech, birden gayri değildir. Sen aynaları saydığın zaman, çoğalır.”
Şimdi bu müşâhade ediş, Muhammedî zevk üzere olan müşâhade ediştir. Ve bu müşâhade sâhibi olanlar nefislerine zulmedenlerdir ki, onlar Kur'ân ve Furkân kitâbına, yânî cem' ve farka, vâris kılınan güzîde olanlardır.
Ve onların nefislerine zulmü, imkânî vücûtlarının icâbı olan şehvetleri terk etmeleri ve isimlerin gölgelerinden ibâret kayıtlı ve taayyün etmiş vücûtlarını kaldırmalarıdır.
Ve bu "nefislerine zâlim olanlar": “Summe evresnel kitâbellezînastafeynâ min ibâdinâ, fe minhum zâlimun li nefsihî, ve minhum muktesid, ve minhum sâbikun bil hayrâti” yâni “Sonra kullarımızdan seçtiklerimizi kitaba varis kıldık. Böylece onlardan bir kısmı nefsine zulmedici’dir, onlardan bir kısmı muktesid’dir yâni orta yolu tutanlardır. Onlardan bir kısmı da hayırlarda sâbık yâni önde olanlardır.” (Fâtır, 35/32) âyet-i kerîmesinde bahsedilen üç grubun ilkidir.
Ve Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, bu üç grup hakkında: "Onların hepsi bir menzilesindedir ve hepsi cennettedir" buyurdular.
Şimdi "nefsine zâlim olan" kimse hâkîkî bir’i birtakım îtibârlar ile çoğaltır bu çoklukta da vahdeti müşâhede eder ve"muktesıd" yâni orta yolu tutanlar ise birlikte çokluğu ve çoklukta birliği müşâhede edip bu iki müşâhade arâsını cem' eder ve "sâbık" yâni önde olanlar ise adedi birleştirip çoku bir müşâhede eder.
Bundan dolayı "muktesıd" ile "sâbık" Hakk'ın ve hálk edilmişlerin vücûtlarını îtibâr ve isbât ettiklerinden hayret ehli değildirler. Fakat Muhammedî "zâlim" olan bir’i îtibârlar ile çok gördüğü ve hálk edilmişlerin vücûdunu îtibâr ve isbât etmediği için hayrettedir. “Ve lâ tezidiz zâlimîne illâ dalâlen” yâni “zâlimlerin dalâletten başka bir şeyini arttırma” (Nûh, 71/24) Şu halde Hak, onun hayretini arttırır. Nitekim Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz "Yâ Rab, benim hayretimi sende arttır!" buyurur. Ve bu hayret mahmûde yâni övülmüş hayrettir.
Bilinsin ki, bu âyet-i kerîme Nûh sûresinde olan: “Ve kad edallû kesîrâ” yâni “Ve pekçoğunu dalâlette bıraktılar” (Nûh, 71/24) âyet-i kerîmesini tâkiben şerefle ulaşır; ve şu halde “ve lâ tezidiz zâlimîne illâ dalâlen” yâni “zâlimlerin dalâletten başka bir şeyini arttırma” (Nûh, 71/24) sözü Nûh kavmine âit bulunur. Çünkü "zulm"ün sözlük ma’nâsı "Bir şeyi koyulması gereken yerden başka bir yere koymak"tır. Nûh kavmi ise, taş ve ağaçtan yaptıkları putlar görünme yerlerinde ulûhiyyet yâni ilâhlık hayâl edip onlara taptıkları için, ulûhiyyeti koyulması gerekenden başka bir mahalle koymakla zâlim oldular. Ve nefislerine zulmeden Muhammedî zâlimler ise nefsâni şehvetlerini mahalline koymadılar. Belki muhâlefet edip terk ettiler; ve bir olan vücûdu birtakım yokluksal bağıntılar ile çoğaltmakla zulm ettiler. Onun için Şeyh (r.a,) Nûh sûresinde olan bu âyet-i kerîmede olan "zâlimîn" kelimesini işâret lisânıyla "kemâl ehli" tarafına işâreten tefsîr buyurdular.
O mahmûde yâni övülen hayret sâhibi olan Muhammedîlere Hak, her ne vakit ahadiyyet nûru ile tecellî edip aydınlatsa, onlar o nûr içinde yürürler. Çünkü ahadî tecellî ile çokluklar ve taayyün perdeleri kalkar. Bundan dolayı hayret icâbı olan çoğalışlar dahi kalkar ve çok olan taayyün perdelerinin karanlığı çöktüğü zaman hayrete düştükleri halde dururlar, yürümezler ve mesâfe kat'etmezler.
Ve hayrette olanlar ise devrederler. Ve devr hareketi ise kutup etrafındadır, ondan ayrılmaz. Bundan dolayı onun devrinin başı ve sonu yoktur.
Ve uzayan yol sâhibi eğridir; maksattan hâriçtir. Hakkında hayâl sahibi olduğu şeye tâliptir. Onun gâyesi o hayâldir. Bundan dolayı onun için "min yâni ‘den" ve "ilâ yâni ‘a" ve o ikisinin arasındaki şey vardır. Ve devr hareketi sâhibi için başlangıç yoktur ki, ona "min yâni ‘den" lâzım olsun ve onun için sonuç yoktur ki, onun üzerine "ilâ yâni ‘a" hükmetsin. Böyle olunca onun için tam vücût vardır. Ve ona cevâmi'-i kelim yâni kelimeleri toplayıcılık ve hikmetler verildi. Sâlik oldukları hatâlarından yâni büyük günahlarından dolayı ilm-i billâh deryâlarında gark oldular. Ve o da hayrettir (30).
Yânî uzayan yol sâhibi, merkezden çevreye eğridir. Çünkü o çok olan taayyün perdelerinin arkasında kalmış ve hâlin hakîkatinden gâfil bulunmuştur. Hakk'ı ne kendi nefsinde ve ne de diğer görünme yerlerinde müşâhede etmez. Onu kendi nefsinden uzakta hayâl eder. O hayâl hânesinde hayâl edip uzak mesâfede zannettiği sûrete yönelerek ona tâlip olur. Bundan dolayı bu kimse Hak'tan eğri ve maksattan hâriçtir. Ve hayâl ettiği şey, kendisinin yaptığı ilâhı ve hayâl ettiği Rabbi’dir. Onun tâkip ettiği yol o hayâlde son bulur. İşte bu uzayan yol sâhibi için "min (‘den)", yânî baş; ve "ilâ (‘a)", yânî son ve bu baş ve son arasında olan mesâfe vardır. Yânî ilk önce kendi vücûdunu ve nefsini ortaya koyar ve nefsini merkez sayar ve Hakk'ın talebine bu merkezden başlayarak sâlik olur. Ve bu talebi hayâlinde son bulur ki, bu da Hak hakkında verdiği hayâlî kararıdır. Ve nefsinden başlayarak bu hayâlî kararına ulaşıncaya kadar arada mesâfe vardır. O bu mesâfeyi Allah Teâlâ'ya giden bir yol zannetmiştir. İşte bu seyri ile Hak'tan uzak olur. Çünkü daha başta iken Hakk'ı terk etmiştir. Bu baştan uzaklaştıkça Hak'tan uzağâ düşer.
Oysa, devr hareketi sâhibi için başlangıç yoktur ki, ona "min (‘den)", yânî baş lâzım olsun ve seyrinin nihâyeti yoktur ki, onun üzerine "ilâ (‘a)", yânî son hükmetsin. Onun seyrinin ne başı ve ne de sonu vardır. Çünkü seyri dâire çevresi üzerindedir. Böyle olunca, o devr hareketi sâhibi için tam vücût vardır. Çünkü onun seyri küllün yâni bütünün çevresidir; ve Allah'tan Allah'adır ve Allâh'dadır; ve ona cevâmi'-i kelim yâni kelimeleri toplayıcılık ve hikmetler verilmiştir. Nitekim, (S.â.v.) Efendimiz “Bana cevâmi’-i kelim verildi” buyurup, bu makâmdan hâber vermişlerdir. Ve bu da mahmûde yâni övülen hayret makâmı olup ilâhî hakîkatlerin hepsini ve rabbâni hikmetleri toplamıştır ki, daha önce geçen “illa dalâlen” yâni “dalâletten başka” sözünde îzâh edilmiş idi.
Bilinsin ki; Hak Teâlâ Hazretleri Nûh kavmi hakkında Nûh sûresinde “Mimmâ hatîâtihim ugrikû fe udhılû nâran fe lem yecıdû lehüm min dûnillâhi ensârâ” (Nûh, 71/25) yânî "Onlar hatâları yâni büyük günahları sebebiyle gark olunup ateşe dâhil edildiler; onlar Allah'tan başka yardımcı bulmadılar" buyurdu.
Hz. Şeyh (r.a.) bu âyet-i kerîmenin ma’nâsını işâret lisânı ile "kâmiller" hakkında kabûl ederek buyurdular ve onu bu yolda tefsîr ettiler. Mahmûde yâni övülmüş hayrete düşen Muhammedîler hatâları, yânî vücût günâhı sebebiyle, ilâhî ilim tarafına doğru mesâfeler kat' ederek ve seyri sülûk ederek sonuçta ilm-i billâh deryâsında gark oldular. Yânî onlar gördüler ki, "Senin vücûdun bir günahtır ki, ona diğer bir günah kıyâs olunmaz" icâbınca, şerrlerin ve kabahatların hepsinin kaynağı, kendilerinin kevni taayyünüdür. Şu halde o, hatâların-günâhların hepsinin başıdır. Ve bundan kurtulmak, ancak ilâhî ilim deryâsına doğru sülûk edip mârifet tahsili ile mümkün olur.
Hiç durmadılar, öyle yaptılar. Ve onlarda öyle bir mârifet oluştu ki, netîcede hayrete düştüler; yânî zâti vahdet ile, yokluksal bağıntıların çokluğu arasında hayrette kaldılar. Ve bildiler ki, vücût hakîkati birdir; o da mutlak Hakk’ın sonsuz vücûdudur; ve isimler onun zâti işleridir. Ve âlemdeki çokluklar ise onun isimleri dolayısıyla mutlak vücûdunun kayıtlanmaları ve taayyünlerinden ibârettir ve kendi vücûtları dahi bu görünme yerlerinden ve kayıtlanmalardan birisidir. Bundan dolayı vücût günâhını ortâdan kaldırıp ahadiyyet denizinde gark oldular.
Şimdi onlar, suyun ayn’ında ateşe dâhil edildiler. Ve Muhammedîler hakkında “Ve izel bihâru succiret.” yâni “Ve denizler tutuşturulduğu zaman” (Tekvîr, 81/6)dır. Fırını tutuşturduğum zaman (succiret et tennur). Böyle olunca onlar kendilerine Allah`dan gayrı yardımcı bulmadılar. Bundan dolayı Allah onların yardımcıları ayn’ı oldu. Onlar sonsuza dek onda helâk oldular. Eğer Allah Teâlâ onları sâhile, tabîat sâhiline çıkarsaydı, onları bu yüksek dereceden indirirdi. Her ne kadar küll yâni bütün, Allah için ve Allah ile ve belki ancak Allah ise de (31).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) “ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayy” yâni “Ve her canlı şeyi sudan hálk ettik” (Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesi icâbınca her şeyin hayâtı sudan olduğundan ve ilm-i billâhta hakîki hayât bulunduğundan "ilim" için "su"yu benzeterek kullandı. Ve hadîs-i şerîf gereğince onun vahdet sübûhât-ı vechi yâni Cenâb-ı Hakk’ın gönüllerden bütün mâsivayı söküp atan zâti bir nur ve ziyâ tufanı, nûrdan ve zulmetten yetmiş bin perdeyi yaktığı için de "âteş"i "vahdet" için benzeterek kullandı.
Şu halde bu benzeterek kullanmalar ile ma’nâ şöyle olur:
Suda, yânî ilm-i billâh’ta, gark olan hayret ehli ateşe, yânî vahdete dâhil edildiler, zâtî tecellî çokluk taayyünlerini yaktı; çokluk ayn’ında vahdeti müşâhede ettiler; ilim ile hayat ve bakâ ile fenâ buldular. Bundan dolayı onlar gark ile harkı yâni yanmayı müşâhede ettikleri için, hayretin en şiddetlisine düştüler.
Ve Muhammedîler hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de “Ve izel bihâru succiret” (Tekvîr, 81/6) yânî "Deryâlar tutuşturulduğu zaman" geldi. Nitekim, ben fırını tutuşturduğum zaman (succiret et tennur) derim. Yânî Arablar bu tâbîri kullanırlar. Hz. Şeyh (r.a.) Muhammedîler hakkında, suyun aynında ateşin vücûdunun olduğunu bu âyet-i kerîmeyi şâhit göstererek buyurdu. Çünkü denizler sudur ve tutuşma ise ateşin şânındandır.
Bundan dolayı bu gark ve hark yâni yanma müşâhadesinde, onlar kevni taayyünlerden hiçbir yardımcı bulmadılar. Çünkü zâtî tecellî görünme yerlerinin izâfî vücûtlarını yaktı. Vücûdu olmayan şeyden ise yardım tasavvur edilemez. Böyle olunca ancak Hakk'ın hakîkî vücûdu bâkî kaldı. Bundan dolayı yardımcı ancak Allah Teâlâ hazretleridir. Nitekim hadîs-i kudsîde buyurulur: "Beni diri kılanı ben öldürürüm ve öldürdüğümün diyeti benim, üzerimedir ve diyeti benim üzerime olan kimsenin diyeti de benim". Şu halde Allah, onların yardımcıları ayn’ı oldu. Onlar sonsuza dek Allah'ta helâk oldular. Bu hal de Allah'ta fânî ve Allâh ile bâkî olmaktır. Yânî ehlullah terimlerinde "fenâ-fillâh" ve "bakâ-billâh" dedikleri şeydir. Onlar ilm-i billâh denizlerinde gark olduktan sonra, eğer Allâh onları tabîat sâhiline çıkarsaydı, her ne kadar ulûhiyet mertebesinde küll yâni bütün, Allâh için ve Allâh ile ve belki ancak Allâh ise de, yine onları bu yüksek dereceden indirmiş olurdu.
Bilinsin ki, hakîkî vücût sonsuz olan Hakk'ın zâtının vücûdundan ibârettir. Ve Hak bu "ahadiyyet" mertebesinde sıfatların ve isimlerin hepsinde mutlaktır ve mutlaklık kaydından dahi mutlaktır. "Mutlak" tâbîri merâmı anlatabilmek için kullanılan bir terimdir. Ve bu mertebede onun bağıntıları olan sıfatları ve isimleri, çekirdeğin içindeki ağaç gibi gizlidir. Ne zaman ki onun kuvvede yâni potansiyel olan isimleri kemâllerini müşâhede için isimlendirilmişleri olan Hak'tan aynalar, görünme yerleri ve eserler taleb ettiler; Hakk’ın mutlak vücûdu, yalnızca isimlere rahmet olarak, ahadiyyet mertebesinden vâhidiyyet mertebesine tenezzül etti. Bu mertebe, ulûhiyyet mertebesidir. İşte bu mertebede zât "Allah" ismiyle isimlendirilir. Ve isimlerin hepsi bu isim altında toplanmıştır. Bundan dolayı isimlerin hepsi "Allâh" için olmuş olur.
Bir olan vücût bu mertebeden sonra "rubûbiyyet" mertebesine tenezzül eder. Çünkü ilim mertebesinde bir dîğerinden ayrılmış olan isimlere birer görünme yeri gerekir; ve o görünme yerlerini âit oldukları isimlerin terbiyesi altına vermek lâzım gelir. Şu halde isimlerin hepsi "Allâh" için olunca, o isimlerin görünme yerleri olan tabîi sûretlerin hepsi de "Allâh" için olur. Bundan sonra bu görünme yerlerine birer kesîf vücût vermek îcâb eder. Oysa Hakk'ın vücûdundan başka vücût yoktur. Bundan dolayı lâtifin lâtifi olan mutlak vücût taayyün kaydına bürünerek o isimlerin sûretlerinde kesâfetle açığa çıkar. Şu halde, bu görünme yerlerinin vücûdu müstakil olmayıp izâfîdir; ve Allâh iledir; ve belki ancak Allâh'tır.
Cenâb-ı Nûh "Rabbî" dedi, "İlâhî" demedi. Çünkü "Rab" için sâbitlik vardır. Oysa "İlâh" isimler ile çeşitlidir. O her an bir iştedir. Şimdi o "Rab" ile telvînin sâbitliğini murâd etti. Çünkü ondan başkası geçerli değildir.' "Yeryüzünde bırakma!" Onlar üzerine yerin içinde olmaları duâsını eder. Ve Muhammedî: "Eğer siz ipi sarkıtsanız Allah üzerine düşerdi" dedi. Göklerde ve yerde olan Hak içindir. Şimdi sen yer içinde defnedildiğin zaman, onun içindesin ve o senin kabındır; ve onun içinde sizi iâde ederiz. Ve vücûhun ihtilâfından dolayı, sizi bir de’fa daha ondan çıkartırız. Örtme talebi için elbiselerine bürünen ve pârmaklarıyla kulaklarını tıkayan kâfirlerden, devreden bir kimseyi; tâ ki dâvet genel olduğu gibi menfaât dahi genel olsun (32).
Yânî Cenâb-ı Nûh'un dâvetine karşı kavminin, büyük bir mekr ile karşılık vermeleri üzerine, Hazret-i Nûh onlar hakkında: “rabbi lâ tezer alel ardı minel kâfirîne deyyârâ” (Nûh, 71/26) yânî: "Yâ Rab! yeryüzünde kâfirlerden birisini bırakma!" diye duâ etti. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu duâyı hakîkat lisânı ile böyle tefsîr buyururlar ki: Hz. Nûh duâsında "Rabbî" dedi "İlâhî" demedi. Yânî; ey benim Rabbim deyip, Rabb'i nefsine bağlı kıldı.
Çünkü Rab, hangi isimde olursa olsun, mutlakâ merbûbu yâni “Rabbi olanı” gerektirir. Kendi kullarının ihtiyaçlarını yerine getirmek için o, rubûbiyyetinde sâbittir; ve onların ihtiyacı olan şeylere kâfi gelir.
Fakat "İlâh" belirli bir sıfat ve özel bir isim ile kayıtlanmış değildir. Çünkü sıfatların ve isimlerin hepsine şâmildir. Örneğin hasta olan kimse "yâ İlâh!" ve "yâ Allâh!" diye seslense, bu ismin altında olan Şâfî ismine ve aç kalan kimse "yâ İlâh!" dese Rezzâk ismine sığınır; diğerleri de buna kıyaslanabilir. Çünkü "İlâh" isimler ile bu sûretle çeşitlenir. O her an bir işte ve bir tecellîdedir. Ve onun için bir sâbitlik yoktur. Fakat Rab için ihtiyacı yerine getirme husûsunda sâbitlik vardır.
Bundan dolayı Cenâb-ı Nûh, Rab ile seslenerek telvînin yâni her an olmakta olan işlere görünme yeri oluşun sâbitliğini, yânî ihtiyacına uygun olan sûret ne ise Hakk'ın, o sıfat ile tecellîsini ve zuhûrunu diledi. Ve Hakk'ın onun murâdına uygun sıfatla zuhûru telvîn yâni her an olan işe görünme yeri oluştur. Çünkü rubûbiyet mertebesinde telvînin yâni her an olmakta olan işe görünme yeri oluşun sâbitliğinin dışında bir şey geçerli değildir. Çünkü her duâ eden kimse, Hakk'ın kendi isteğine göre tecellîsini ister.
Cenâb-ı Nûh, "Rabbî" seslenişinden sonra “lâ tezer alel ardı” (Nûh, 71/26) yânî "Yeryüzünde bırakma!" dedi ki, kavmi aleyhinde, onların yeryüzü üzerinde kalmayıp yerin içine gitmeleri ve kendilerini Zâhir ismi perdesinde bırakan vücût taayyünlerinden kurtulup ahadî ve toplayıcı batna dâhil olmaları için bedduâ şeklinde hayır duâ idi.
Nitekim Muhammedî buyurur ki: "Eğer siz ipi sarkıtsanız Allâh'ın üzerine düşerdi". Çünkü bu gördüğümüz kesîf taayyünler latîf olan mutlak vücûdun tenezzülünden oluşmuş vücûtlardır. Ve maddi ve cismâni şeylerin vücûdu îtibârî iştir. Latîfin derece derece tenezzülleri sebebiyle onun vücûduna bağlı olarak açığa çıkmıştır. Şu halde "ipi sarkıtan" ve "ip" ve "ipin sarktığı mahal" hep Allâh'ın vücûdudur. Onun gayrı bir mevcût yoktur ki, ip onun üzerine düşsün. Ve göklerde ve yerlerde olan hálk edilmiş sûretler hep bir olan mutlak vücûdun isimleri dolayısıyla kayıtlanmasından ve ve taayyün elbisesine bürünmesinden ibâret olduğundan, onlarda açığa çıkma Hak için sâbittir. Diğer bir tâbirle Hakk’ın mutlak vücûdu sonsuz bir deryâdır ve görünme yerleri olan sûretler hep onun köpükleridir. Nitekim Ferîdüddin Attâr (k.s) Esrârnâme'lerinde buyururlar. Beyt:
Tercüme: "Eğer gözün görücü ise, sen deryâyı gör. Çünkü âlem yoktur. Âlem deryânın köpüğüdür. Düşün ki, bu âlem hep hayâldir. Nihâyet bir hayâli bundan ziyâde görme! Sen deli misin, yoksa şaşkın mısın ki, bu kadar hayâl içinde uyumuş olasın."
Şimdi, sen yere gömüldüğün zaman, yer senin kabındır; ve sen onun içindesin, yânî sen ölürsün. Ve senin muhtelif unsurlardan oluşmuş olan vücûdun, yerin içine gömülmekle yer kabı, senin bu vücûdunu âlem ehlinin görmesinden örter. Yânî senin taayyününün sûreti fânîdir; ve sen bâtında ve cem' ayn’ında helâk olmuşsun ve vâhidiyyetin bâtını senin kabındır. Çünkü senin vücûdun Hakk’ın mutlak vücûdunun tenezzül ile kesîfleşerek kayıtlı olması ve taayyün etmesinden ibârettir. Bu açığa çıkan taayyünün düğümleri çözülünce bâtına gider; ve mutlak vücûtta mevcût bulunur.
Cenâb-ı Şeyh hazretleri “ve fîhâ nuîdukum ve minhâ nuhricukum târeten uhrâ” yâni “Ve sizi oraya geri döndüreceğiz. Ve sizi oradan bir de’fa daha çıkaracağız” (Tâhâ, 20/55) âyet-i kerîmesini ibâreye dâhil edip Hakk'ın lisânından buyururlar ki: "Yer içinde sizi iâde ederiz ve vecihlerin ihtilâfından dolayı bir kere daha sizi ondan çıkarırız." Yânî sizin taayyün etmiş ve kayıtlanmış vücûdunuzu yerin içine geri göndermekle bozarız ve o düğümleri çözeriz; fakat böyle bırakmayız. Vecihlerin İhtilâfından dolayı sizi yine birtakım görünme yerleri ve muhtelif taayyünler ile çıkarır ve zâhir ederiz.
Bilinsin ki, bu vücûdi taayyünlerin açığa çıkması hep ilâhî isimlerin kemâlâtının açığa çıkması içindir. Örneğin "Hâdî" ismini alalım. Bu isim gayb mertebesinde, yânî ahadî zât mertebesinde gizli ve mahbûs kalmak istemez. İlim mertebesinde onun zihni sûreti peydâ olur. Onun vücûdu bu mertebeye lâyık olan bir vücûttur. Daha sonra mutlak vücût bu isme bir mertebe daha kesîf bir taayyün vermek için rûhlar âlemine tenezzül eder. Bundan dolayı bu ismin taayyünü ve elbisesi o âleme uygun bir şey olur. Ondan sonra mutlak vücût o isme daha kesîf bir vücût bahşetmek için misâl âlemine tenezzül eder. Taayyün elbisesi bu âleme uygun olur. Ondan sonra yine O mutlak vücût şimdi içinde bulunduğumuz şehâdet mertebesine iner ve o isme bu âlemin kesâfetine uygun bir taayyün elbisesi ihsân eder. Bu şehâdet âlemi esfel-i sâfilîndir yâni aşağının en aşağısıdır. Buraya kadar mutlak vücûdun "nüzûl" yâni “iniş”idir. Şehâdet mertebesinden sonra mutlak vücûdun "urûc” ya’nî yükselmesi başlar ki, bu geri dönüştür. Ve esfel-i sâfilîne yâni en aşağıya tenezzül edinceye kadar geçtiği mertebelerin her birisinde bu ismin icâbları açığa çıkar. Ve her bir mertebe, kendisinden evvelki mertebeye göre zâhir ve kendisinden sonraki mertebeye göre de bâtındır.
Bundan dolayı Hâdî isminin görünme yeri olan taayyün etmiş bir vücûttan şehâdet mertebesinde îmân ve sâlih ameller çıkar. Çünkü bu ismin istîdâdı dolayısıyla onun kemâlâtı bunlardır. Ve Mudill isminin îcâbı da küfür ve fena amellerdir. Onun görünme yerinden de bunlar çıkar. İşte isimlerin vecihleri muhtelif olduğundan, her bir mertebede onların görünme yerleri de muhtelif olur ve Hakk'ın tecellîsi de tabî ki muhtelif olmuş olur.
Şimdi, şehâdet mertebesinden sonra bu hálk edilmiş sûretler yere iâde olunur. Çünkü bu vücûtlar yerin cinsinden yapılmış idi. Ölünce tabî ki yine oraya gider. Fakat insan orada kalmaz. Çünkü, insanın hakîkati olan ve hâs rabbi ve rûhu bulunan isim mahvolmaz, o bâkîdir; çünkü Hakk'ın işlerindendir. Ve Hakk'ın işleri kendisinin aynıdır ve Hak ise bâkîdir. Ve ilâhî hitâp insanın unsurlardan oluşmuş kalıbına değil, belki bu hakîkatinedir. Böyle olunca insan bu şehâdet âleminden bu sûretle göçtüğü zaman, berzah âleminde zâhir olur; ve bu isme berzah âleminin hâline uygun bir kalıp verilir. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyururlar: Beyt:
Tercüme: "Eğer benim bu vücût kadehimi kırarsa gam çekmem. Çünkü o sâkînin koltuğu altında başka bir vücût kadehi vardır."
İşte "Diğer def’ada sizi çıkartır ve zâhir ederiz" sözünün îzâhı budur.
Cenâb-ı Nûh duâsında: “lâ tezer alel ardı” yânî "Yeryüzünde bırakma!" sözünden sonra “minel kâfirîne”(Nûh, 71/26) dedi. Yânî "Yeryüzünde kâfirlerden bırakma!" demek olur. O kâfirler ki, örtme talebi için elbiselerine büründüler ve parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar. Çünkü, onlar istiğfâra yâni örtünme tâlebine dâvet olunmuşlardı. Bundan örtmeyi anladılar.
Ve duâda “minel kâfirîne” sözünden sonra “deyyârâ” yâni “devreden” sözü gelir. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) tefsîr ederek buyururlar ki: “ahadı-kimseyi” Yânî "Yeryüzünde kâfirlerden birisini bırakma; tâ ki dâvet genel olduğu gibi, menfaât dahi genel olsun." Çünkü Cenâb-ı Nûh, isimlerin sûretleri olan çok görünme yerleri ile vahdet vechinden perdelenen kavmini, celâli perdelerin zulmetlerinden zât cemâlinin nûruna ve şekâvetten saâdete dâvet etti. Dâvet ettikçe onların perdeleri arttı. Anladı ki, onlar perde ehlidir ve farktan cem' etmeye ve Zâhir isminden Bâtın ismine dönmeleri mümkün değildir. Bundan dolayı onların açığa çıkan taayyünlerinin Zâhir ismi görünme yeri olan yeryüzünden kalkarak, Bâtın isminin görünme yeri olan yerin içinde örtülmeleri için, yardımcı Rabbine Kahhâr ve Müntakım ismi ile duâ etti. Çünkü onların çokluktan vahdete ve farklılık ve uzaklıktan cem' ve yakınlığa geçmeleri kendileri hakkında hayır ve en iyisi olduğu gibi, diğer geri kalan mü'minleri de şaşırtıp hayrete düşüremeyecekleri yönüyle, onlar hakkında da menfaât icâbıdır. Şu halde dâvet genel olduğu gibi, menfaât dahi genel olmuş olur.
"Eğer sen onları bırakırsan", yânî sen onları terk edersen "kullarını dalâlete düşürürler" yânî onları hayrete düşürürler ve onları ubûdiyyetten yâni kulluktan, rubûbiyyet sırlarından kendilerinde mevcût olan şeye ihrâc ederler. Böyle olunca, onlar nefisleri indinde kullar olduktan sonra, nefislerine rablar bakışıyla bakarlar. Şimdi onlar kullar ve rablardır "ve doğurmazlar", yânî intâc ve ızhâr etmezler; "ancak fâcir"i, yânî örtülmüş olan şeyi meydana koyanı, ki "keffâr"dır (Nûh, 71/27), yânî açık olan şeyi açıldıktan sonra örtücüdür (33).
Yâni sen Zâhir isminin terbiyesi altında bulunan onların vücûdi taayyünlerini aynı şekilde Zâhir isminin görünme yeri olan yeryüzünde bırakırsan ve onları yerin içine ve Bâtın isminin terbiyesi altına çekmezsen vehmi vücûtlarının icâbı olan hevâ ve tuğyân yâni küfürde çok ileri gitme dâiresinde hareket ederler; ve kullarını da şaşırtıp benlik vehmine dâvet ederler.
Ve nefsâni kuvvetler ve hayvâni sıfatlarının varlığıyla berâber, onların zâti sıfâtı olan, hâlis ubûdiyyetten yâni kulluktan çıkarıp kendilerinde olan rubûbiyyet sırlarına ihrâc ederler. Oysa nefsâni kuvvetlerinin hükmü altında zebûn olan kimselerin, rubûbiyyet sırlarından haberdar olmaları câiz değildir. Çünkü mutlak vücûd’un her mertebede bir hükmü vardır. Bu mertebelerin hükümlerine riâyet etmek gerekir. Nefsâni kuvvetleri henüz diri olan kimseler, mertebeleri muhafaza edemezler. Bundan dolayı dalâlete düşerler ve hálkı da dalâlete düşürüp insânların en şerlisi olurlar. Nitekim hadîs-i şerîfte buyurulur: "İnsânların şerlisi o kimsedir ki, üzerine kıyâmet kopar. Rubûbiyyet sırları açığa çıkar, oysa o diridir." Onun nefsâni kuvvetleri ve hayvâni sıfatları henüz ölmemiştir ve “Muti kable ente muti” yâni “ölmeden önce ölünüz” sırrına ulaşmamıştır.
Zamânımızda, "Zâhir ve Bâtın hep Hak'tır. Biz bunun böyle olduğunu anladık. Şerîat âlemin düzeni içindir; bundan dolayı, hâlin hakîkâtinden haberdâr olduktan sonra, namaza, abdeste ve oruca ne ihtiyâcımız vardır" deyip hevâ ve nefsâni heveslerine tabî olan birtakım zındıklar, bu hâlin birer açık şâhididir.
Evet, Zâhir ve Bâtın Hak'tır. Fakat senin kayıtlı vücûdun bu şehâdet mertebesinde hâlis kuldur. Ve Zâhir isminin terbiyesinde bulunân bu kayıtlı vücûtlara olan teklîf, bâtında oluşum içindir. Bundan dolayı ilâhî teklife itaat etmek sâlih amel; ve muhâlefet ise kötü fiildir. Ve senden çıkan sâlih fiillerin ve kötü fiillerin sûretleri diğer âlemde peydâ olur. Ve intikâl ettiğin berzah âleminde seni karşılayacak olan onlardır. Cemâl'e katılmış olmak başka, Celâl'e katılmış olmak başkadır. Dâimâ pâdişahın huzûrunda musâhib yâni arkadaşlık eden olmakla onun külhancısı olmak arasında çok büyük fark vardır.
İşte Nûh kavmi de, bâtınları rubûbiyyet sırlarının mazharı ve zâhirleri hâlis ubûdiyyet yâni kulluk olduğu halde, onlar ubûdiyyetten yüz çevirerek, rubûbiyyet sırları îtibârıyla nefislerine "rablar" bakışıyla bakarlar. Kayıtlı ve taayyün etmiş vücûtlarıyla ve zâhirleriyle kul iken ve nefsâni kuvvetlerinin hükmü altında iken, ubûdiyyetten yâni kulluktan rubûbiyyete geçerler. Ve bu halleriyle Mudill isminin dâvetine icâbet ederler. Bundan dolayı gerek kendileri ve gerek kendilerinden sonra gelecek olan kullar için hayırlı olan şey onların yerin içinde gömülü olmaları ve taayyün etmiş vücûtlarının kalkmasıdır.
Ve onlar ancak fâciri, yânî örtülmesi zorunlu olan kendilerindeki rubûbiyyeti doğururlar ve aşikâr ederler. Ve onlar öyle fâcirdir ki, "keffâr"dır, yânî mübâlağa ile örtendir. Zâhir olan şeyi açığa çıktıktan sonra örterler. Çünkü onlar benlikleri ile ilâhi hakîkati örterler. Yânî onlara lâzım olan ubûdiyyet yâni kulluk ile açığa çıkmak iken, benlikleri mevcût olduğu halde rubûbiyyet dâvası ile zâhir olurlar. Ve daha sonra kendi sûretlerinde zâhir olan ilâhi hakîkati benlikleri ve izâfi vücûtlarıyla örterler.
Şimdi örtülmüş olan şeyi aşikâr ederler. Onu açığa çıktıktan sonra da örterler. Böyle olunca bakan hayrette kalan olur. Ve fâcirin fücûrunda olan kastını ve kâfirin küfründe olan kastını bilmez; oysa şahıs birdir (34).
Bilinsin ki, bu gördüğümüz kesîf sûretler, isimleri dolayısıyla, Hakk’ın mutlak vücûdunun mertebe mertebe tenezzül ederek, taayyün etmesi ve kayıtlanmış olmasından ibârettir. Şu halde bu taayyünlerin gerek zâhirleri ve gerek bâtınları hep Hakk’ın vücûdu olur; ve onların bâtınları zâhirlerini idâre edici olur. Örneğin: buhâr dediğimiz latîf madde mertebe mertebe tenezzül edince ve kesîfleşince bulut, su buz olur. Buzun zâhiri de buhar, bâtını da buhardır. Fakat buz, taayyünü yönünden buhar değildir. Çünkü, onda buhara mahsûs olan şeyler yoktur; ve aynı şekilde, buza “su” demek de mümkün değildir. Çünkü kesâfet mertebesinde bulundukça suyun işini göremez.
İşte bizim "Ben" tâbîr ettiğimiz bu taayyün etmiş ve kesîf vücûdumuz da bunun gibidir. Bundan dolayı Hak olan "hakîkât"imizi, "hüviyyet"imizi, benliğimiz ve taayyünümüz örtüyor.
Şimdi bir kimse: "Mutlak vücût olan Hak bizim hüviyyetimizdir ve bizim bâtınımızdır; taayyünlerin hepsinde sirâyet etmiş olan O'dur; ve açığa çıkmış bütün taayyünleri terbiye eden o hakîkattir" demiş olsa, rubûbiyyet sırrını aşikâr etmiş olur. Fakat böyle dediği halde fiilen bu sözünü yalanlayarak kesîf taayyününün hükmüne tabî olarak ve nefsânî hevâsının yolundan giderek hareket eder ve tasarrufu bu izâfisi vücûduna bağlarsa, evvelce aşikâr etmiş olduğu rubûbiyyeti daha sonra zâhiri benliği ile örtmüş olur. Bu halde Hak tâlibi olan bakan onu görünce hayrete düşer ve fâcirin yâni aşikâr edenin fücûrunda yâni aşikâr etmesinde ve kâfirin yâni örtenin küfründe yâni örtmesinde olan maksadını bilmez. Oysa rubûbiyyeti söz ile aşikâr eden ve fiilen örten şahıs birdir, yânî aynı kimsedir. Hak tâlibi olan kimse, onun hangi hâline tabî olacağını bilemez, şaşırır kalır.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in bu sözünde, henüz nefsâni sıfatlarının esîri olan kimselerin, tasavvuf bilgileri ile şunu bunu irşâd edemeyeceklerine ve bilakis Allâh’ın kullarını hayrete ve dalâlete düşüreceklerine işâret vardır.
"Yâ Rab beni ört!" yânî beni ört ve benden dolayı ört! Ve senin “Ve mâ kaderûllâhe hakka kadrihî” yâni “Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler” (En'âm, 6/91) sözünde kadrin bilinmediği gibi, benim de makâmım ve kadrim bilinmiye! "Ve anne ve babamı da ört" ki, ben onlardan netîce oldum; ve onlar "akıl" ve "tabîat"dır. "Ve benim beytime", yânî kalbime, "giren kimseyi de ört ki, mü'min olduğu halde", yânî kalb içinde ilâhî haberlerden bildirilen şeyi tasdik edici olduğu halde. Ve o da nefislerinin söylediği şeydir. Ve akıllardan olan "mü'min erkekler"i ve nefslerden olan "mü'min kadınlar"ı da ört! Ve zulmânî perdelerin arkasında gizlenmiş olan ve gâyb ehli olan "zâlimlere arttırma, tebârdan", yânî helâkdan başka (35).
Yânî Cenâb-ı Nûh'dan naklen Nûh sûresinin sonunda beyân buyrulur “Rabbigfirlî ve li vâlideyye ve li men dehale beytiye mu’minen ve lil mu’minîne vel mu’minât ve lâ tezidiz zâlimîne illâ tebârâ” yâni “Rabbim, beni, annemi, babamı ve evime mü'min olarak girenleri ve mü'min kadınları ve mü'min erkekleri mağfiret et. Zalimlere helâkından başka bir şeyi artırma.” (Nûh, 71/28) âyet-i kerîmesini Hz. Şeyh (r.a.) hakîkât lisânıyla tefsîr ederek buyururlar ki:
“Yâ Rab, zât nûrun ile benim taayyün etmiş benliğimi ve sıfat nûrun ile taayyün etmiş vücûdumda görülen eserleri ve nefsim ile tabîatımın kuvvetlerini ört! Tâ ki bunlar ile zâhir olmaktan kurtulayım; ve benim zât ve sıfâtım, senin zât ve sıfâtında mahvolsun. Ve benim vücût dalgam, senin mutlak zâtının deryâsında yok olsun. Bundan dolayı sen “Ve mâ kaderûllâhe hakka kadrihî” yâni “Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler” (En'âm, 6/91) âyet-i kerîmesinde, nasıl ki hakkıyla kadrinin bilinmediğini beyân etmiş olduğun yön ile, zâtın ile bilinen değil isen, benim de kadrim bilinmesin; yânî senin zâtında helâk oluşum dolayısıyla, sana tâbi olarak ben de bilinen olmayan olayım. Çünkü benim vücûdum senin mutlak vücûduna bağlı olmuş bir kayıtlı vücûttur. Ve hakîkatte kayıtlı olanın vücûdu ancak mutlakın vücûdudur. Ve vücûdumda hükümrân olan ancak Sen'sin.
Ve anne ve babamı da ört ki, ben onların netîcesiyim. Ve benim anne babam da, "baba" derecesinde olan "akıl" ile, "anne" derecesinde olan "tabîat"tır. Çünkü kevn âleminde "akıl" fâil yâni etken ve müessir yâni te’sir edici; ve "tabîat" mef’ûl yâni edilgen ve te’siri kabûl edicidir. Bundan dolayı akıl ile tabîatın nikâhlanmasından insâni sûret doğar. Ve insan vücûduna göre "âkıl"dan kasıt "rûh" ve "tabîat"tan kasıtta "nefis"tir. Ve onların izdivâcından "insânî kalb" doğar.
Ve şu halde ma’nâ böyle olur: Yâ Rab, rûh ile nefsi de ört, tâ ki onların ismi ve resmi kalmasın. Ve isim ve resimleri kalmayınca kadr ve makâmı da bilinmez olsun. Ve mü'min olduğu, yânî onda ilâhî haberlerden bildirilen şeyi tasdîk edici olduğu halde beytime, yânî kalbime, dâhil olan kimseyi de ört!
Ve o ilâhî haberler de (S.a.v.) Efendimiz'in "Allah Teâlâ hazretleri benim ümmetimin nefislerinin söylediği şeyden geçti" hadîs-i şerîfinde beyân buyurulduğu üzere, tasdik edici mü'minin nefsinin söylediği şeydir. Çünkü beşeri kirlerden ve nefsâni sıfatlardan pâk olan kalbe gelen ilâhî vâridat dahi aslî temizliğini muhâfaza eder. Çünkü inmiş olduğu mahal temiz olduğu için, o ilhâmı bozmaz. Bundan dolayı kalb mertebesinde olan nefsin lakırdılârı ilâhî haberlerdir. Fakat beşeri kirler ve nefsâni sıfatlar ile kalbi bulanık olan kimselerin nefsi sözleri temizlik üzere değildir. Onların kalblerine gelen ilâhî ilhamlar kalbdeki kirliliğin rengine boyanıp sâfiyetini kaybeder. Hz. Mevlânâ Celâleddin Rûmî (r.a.) efendimiz bu hâli Fîhi Mâ-fîh'de şöyle beyân buyururlar:
"Bu fıkhın aslı vahiy idi. Fakat hálkın fikirleri ve duyguları ve tasarrûfu ile karışınca o letâfet kalmadı. Ve zamânımızdaki vahyin letâfetine hiç benzer mi? Nitekim bu su, şehre "Turut" ismindeki dağdan akmaktadır; kaynağı oradadır. Bak ki, ne latîf ve sâfın sâfıdır! Ne zaman ki şehre gelir ve şehir hálkının mahallelerinden geçer ve bu kadar hálk ellerini ve yüzlerini ve ayaklarını ve âzâlarını ve elbiselerini yıkarlar ve hayvanların pislikleri onun içine dökülüp karışır ve oradan başka tarafa akıp gider. Bakarsan, gerçi yine o sudur. Toprağı çamur eder ve susamışı kandırır ve sahrâyı yeşillendirir; fakat bu suyun daha önce sâhip olduğu letâfetinin kalmadığını ve ona nâhoş şeyler karıştığını anlayacak bir ayırt edici lâzımdır."
Sonuç olarak, sâf kalbe gelen ilâhî vâridat aslî sâfiyetini muhâfaza ettiğine ve Nûh (a.s.) gibi bir Nebiyy-i zî-şânın mukaddes kalbine olan vâridâtın ilâhî vahiy olduğunda şüphe olmadığına göre, cenâb-ı Nûh ilâhî haberlerden ibâret olan kendilerinin nefsinin sözlerini tasdîk edici olduğu halde gönlüne giren mü'minlerin de taayyün etmiş benliklerinin örtülerek fenâ-fillâh makâmına ulaşmalarını taleb eder.
Ve nebîlerin gönüllerine dâhil olan kimselerin, onların mübârek kalblerine nâzil olan ilâhî tecellîlerden istîdâdları kadar nasîbleri vardır. Onun için nebîlerin vârisleri olan insan-ı kâmillerin gönüllerini kazanmak, sâlikler için en birinci vazifedir.
Ve "akıllar"dan olan mü'min erkeklerin ve "nefisler"den olan mü'min kadınların da taayyün etmiş benliklerini ört! Ve zulmâni perdeler ve cismâni örtüler arkasında gaybda gark olması dolayısıyla yer tutan ve bakanın gözlerinden perdelenmiş olan zâlimlere sen de helâkten başkasını arttırma! "Zâlimîn" "zulumât"tan türemiştir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz hadîs-i şerîflerinde: "Zulüm kıyâmet gününün zulmetleridir."
Şimdi onlar, nefisleri olmaksızın, Hakk'ın vechini müşâhede ettikleri için nefislerini bilmezler. Muhammedîler hakkında “küllü şey’in hâlikun illâ vechehu“ yâni “herşey helâk olucudur, ancak O’nun vechi hariç” (Kasas, 28/88)dir. Ve "tebâr" helâktir. Ve bir kimse Nûh (a.s.)ın sırlarına vâkıf olmak isterse, onun üzerine güneş feleğine yükselmek lâzım olsun. Ve o bizim Tenezzülât-ı Mevsiliyye'mizdedir, vesselâm (36).
Yânî izâfî vücûtlarını ve cismâni örtülerini kaldırıp, Hakk'ın mutlak vücûdunda helâk olan Muhammedî zâlimler, arada nefisleri olmaksızın, bâkî olan Hakk’ın vechini müşâhede ettikleri için nefislerini bilmezler; zâtlarına vâkıf oluşları olmaz; benliklerini aşikâr etmezler. Nitekim bu Muhammedîler hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de Hak Teâlâ “küllü şey’in hâlikun illâ vechehu“ (Kasas, 28/88) yânî "Her bir şey helâk olucudur; ancak onun vechi helâk olucu değildir" buyurur.
Bu âyet-i kerîmede "vechehû"nun zamîri "şey"e dönük olunca ma’nâ "Her bir şey helâk olucudur; ancak o şeyin vechi helâk olucu değildir" olur. Ve bir şeyin "vech"i denildiğinde, onun "zâtı ve hakîkât"i kastedilir. Ve daha önce îzâh edilmiş idi ki, bu çok olan taayyünler Hakk'ın mutlak vücûdunun, kayıtlı oluşundan ibarettir. Bundan dolayı eşyânın hakîkâti Hakk'ın vücûdudur. Şu halde âyetin ma’nâsı şöyle olur: "Her şeyin taayyünü helâk olucudur. Ancak o şeyde taayyün etmiş olup onun hakîkâti olan mutlak vech helâk olucu değildir.
Ve zamîr Hakk'a dönük olduğunda "Her bir şey helâk olucudur; ancak Hakk’ın vechi helâk olucu değildir" demek olur. Ve “ve lâ tezidiz zâlimîne illâ tebârâ” (Nûh, 71/28) âyet-i kerîmesindeki "tebâr" "helâk" ma’nâsınadır.
Sonuç olarak, Muhammedî zâlimler Hakk’ın mutlak vechinde kendi vehmî benliklerinden fânî olmuşlardır. Onlar ebeden Hakk'ın müşâhedesinde olup nefislerini bilmezler. Ve Nûh (a.s.)’ın sırlarına vâkıf olmak isteyen kimseler, rûhen güneş feleğine yükselsinler. Çünkü, Nûh Kelimesi’ne âit hikmetlerin ve mârifetlerin ve müşâhedelerin sırları, ancak rûhu güneş feleğine yükselen kimselere açılır.
"Yûh" güneşin bir adıdır; o da cisimler âleminde ısı ve ışık kaynağı olan bir cisimdir. Ve akıllar âleminde cüz'i rûhların hepsi ondan gelir. Ve hálk edilmiş beşeri mertebelerden ve insâni fıtrattan güneş feleğine yükselme keşf iledir. Ve Cenâb-ı Şeyh (r.a.), güneş feleğine yükselmeyi Tenezzülât-ı Mevsıliyye ismindeki kitâplarında en mükemmel yön ile beyân buyurmuştur. Ve bu kitâbı Musul şehrinde, elli beş bölüm üzerine yazarak, onda ilimlerin ve hakîkatlerin sırlarını belirtmiş ve özellikle bu güneş feleğine yükselmeyi bu kitâbın kırk altıncı bölümünde uzun uzadıya açıklamıştır.
(Bitti; hâzâ min fazli Rabbî. Bu Rabbimin fazlındandır).
Dostları ilə paylaş: |