Bitişi: 8 Mart 1918; Cum’a Gecesi, ezânî sâat 03.00
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
-27-
BU FASS MUHAMMEDİYYE KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “FERDİYYE HİKMETİ” BEYÂNINDADIR
"Ferdiyye hikmeti"nin Muhammedîyye Kelimesine tahsîsindeki sebep budur ki:
Hakîkat-i Muhammedîyye, bütün taayyünlerin evvelidir ve bütün mevcûtların sâbit ayn’larını ve hakîkatlerini kapsamıştır. Onun üstünde hiçbir isim ve sıfat ve nitelik ile vasıflanmış ve isimlenmiş ve nitelenmiş olmayan “sırf zât” vardır ki, bütün taayyünlerden münezzehdir. Çünkü ahadiyye ya’nî tek olan zâtı, zât oluşu dolayısıyla tecellîden ganîdir. Bundan dolayı onun mutlak vücûdu zât oluşu dolayısıyla asla tecellî etmez. Onun tecellîsi ancak onda potansiyel olarak mevcût olan sıfatlar ve isimler gereğidir. Farz edelim ahadiyyet ya’nî teklik zâtında bulunan ve potansiyel olarak mevcût olan sıfatlar ve isimler bulunmasa, zât zâtlığı üzere kalır ve ondan ebeden tecellî gerçekleşmez idi. Fakât onda potansiytel olarak sonsuz sıfatlar ve isimler bulunduğundan ve bunlar isti'dâd lisânlarıyla açığa çıkmayı talep ettiklerinden, sırf zât, taayyünsüzlük mertebesinden ilim mertebesine tenezzül ederek, o sonsuz sıfatların ve isimlerin sûretleri, Hakk'ın ilminde taayyün etti ve her birisinin hakîkati birdiğerinden ayrılmış oldu. Bu mertebeye, vâhidiyyet ya’nî birliksellik mertebesi ve sıfat ve isimler mertebesi ve "hakîkat-i muhammediyye" derler. Ahadiyyet ya’nî teklik mertebesiyle arasındaki fark, ancak taayyünsüzlük ile taayyünden ibârettir. Bu konudaki ayrıntılar Şîtiyye Fassı’nda geçti. Şu halde Sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz'in hakîkati bütün taayyünlerin kaynağı olması i'tibârı ile vücûtta vâhid ve ferddir. Ve aynı şekilde bütün taayyünler, ihâta etmiş olması i'tibârı ile de küllîyyetle vasıflanmıştır. Nitekim, Ferîdüddîn Attâr (k.s.) Bî-ser-nâme'lerinde bu makâma işâreten buyururlar. Beyt:
Tercüme: "Ey iş adamı, Hakk'ın sırrını sana açıkça söyleyeyim ki, bu taayyün âleminde Ahad, Ahmed'dir, taayyün (mîm)ini kaldır, Ahmed, Ahad olur. İşte "Allâhü's-Samed"in ma'nâsını anla!"
Ve aynı şekilde Gülşen-i Râz sâhibi (k.s.) buyurur. Beyt:
Tercüme: "Ahad, Ahmed'in taayyün (mîm)inde zâhir oldu. Bu devirde evvel âhirin aynı geldi. Ahmed'den Ahad'a kadar fark, bir (mîm)den, ya'nî taayyünden ibârettir. Bütün cihân mevcûtları o taayyün (mîm)i içinde gark olmuştur. "
Ve aynı şekilde Mirzâ Bî-Dil (k.s.) buyurur. Rubâî:
Tercüme: "O ahad olan zâtın kudret aynası ve o sıfatları ve isimleri vücûda getirmenin ve açığa çıkarmanın cevheri gayb mertebesinde Ahad'dır ve şehâdet mertebesinde ise, Ahmed'dir. İşte her iki cihân seyrinin rumûzu budur."
Sonuç olarak ahad olan zâtın kendi zâtında, kendi zâtına, kendi zâtı ile olan tecellîsinden ibâret "akdes feyz" ile ilk olarak taayyün etmiş olan ancak "hakîkat-i muhammediyye"dir. Ve mertebede ona denk bir taayyün yoktur. O hakîkat, Hakk'ın mutlak vücûdunun öyle bir küllî ve ve ferdî mertebesidir ki, bütün taayyünleri kapsamış ve ihâta etmiştir. Ve işte "rûh-ı muhammedî" budur. Onun için (S.a.v.) Efendimiz “Allah ilk olarak benim rûhumu hálk etti” yâhut “nûrumu” buyurmuşlardır. Ferîdüddîn-i Attâr (k.s.) Mantıku't Tayr'da buyururlar. Beyt:
Tercüme: “Gayb cebinden ilk olarak zâhir olan şüphesiz onun cân nûru idi. Daha sonra o mutlak nûr bayrak çekti; arş ve kürsî ve levh ve kalem peydâ oldu. Onun pâk nûrundan çekilen bayrağın birisi âlemdir; diğeri de Âdem ve onun zürriyyetidir. ”
Ve hakîkat güneşi muhammedî-sîret Mevlânâ (r.a.) Mesnevî-i Şerîf’in altıncı cildinde buyururlar. Mesnevî:
Tercüme: “Ne zamanki bu iki âlemin Efendisini sen Hak’tan ayrı gördün, kâinât kitâbının hem metnini ve hem de başlangıcını kaybettin. İki deme, iki bilme ve iki okuma! Köleyi kendi efendisinde mahvolmuş bil! Anlayışındaki kusurdan dolayı, efendiye “gayr” dediğin zaman, ey şaşı, Gayûr olan şâhtan utan “ve mâ remeyte iz remeyte” ya’nî “ve attığın zaman sen atmadın” (Enfâl, 8/17) âyet-i kerîmesindeki “atıcı” Ahmed’dir, onu görmek Hâlık’ı görmek olmuştur.”
Şimdi nebîlik, (s.a.v) Efendimiz’in mübârek vücûtlarıyla sona erdiği gibi, bu Fusûsu’l-Hikem de “ferdiyye hikmeti” ile ile sonlandırıldı. Ve aynı şekilde aleyh’s-salâtü ve’s-selâm Efendimiz, nasıl bütün hakîkatleri toplamış ise “ferdiyye hikmeti” de bütün hikmetleri toplamıştır.
Onun hikmeti, ancak ferdiyye oldu. Çünkü o, bu insânî türde mevcût olanların en mükemmelidir. Ve bunun için iş onunla başlatıldı ve onunla sonlandırıldı. Şimdi Âdem, su ile balçık arasında olduğu halde, o nebî idi. Ondan sonra madde beden olarak dünyâya gelişi ile nebîlerin sonuncusu oldu (1).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Muhammedîyye Kelimesi’nin “ferdiyye hikmeti”ne ilişkin bulunmasının sebebini îzâh ederek buyururlar ki:
Sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’in hikmeti ancak ferdiyyedir. Çünkü onun hakîkati, verilen ön bilgide de beyân olunduğu üzere, üstünde ancak ahad olan zât bulunan ilâhî toplayıcılık mâkamı ile ferd oluştur. Ve o mâkam “Allah” isminin görünme yeridir. Ve Allah ismi ise bütün isimleri toplamış olan a'zam ya’nî en büyük isimdir. Şu halde bu makâm ahad olan zâtın ilk olarak taayyün ettiği bir taayyün makâmıdır. Ve bütün taayyünlerin kaynağı ve menşeidir; ve bundan dolayı bütün taayyünlere kapsamdır. Vücûtta ona denk ve onun benzeri olan bir taayyün bulunmadığı için bir ferdiyye mertebesidir.
Ve (S.a.v.) Efendimiz, bu insânî türde mevcût olanların en mükemmelidir. Çünkü Hak, küllî zuhûr ile onun vücûdunda zuhûr etmiştir. Çünkü nebîler (a.s.) bu türün en mükemmelidirler ve onlardan her birisi küllî bir ismin görünme yeridir. Ve bu küllî olanların hepsi ilâhî isim altında dâhildir. Ve o ilâhî ismin görünme yeri de (S.a.v.) Efendimiz'dir. Böyle olunca o, bu türün ferdlerinin en mükemmeli olur. İşte bu sebeple vücûd işi onunla başlatılıp onunla sonlandırıldı. Çünkü ayn’lardan ilk olarak "akdes feyz" ile feyizlenen şey, onun sâbit ayn’ıdır. Ve ilk olarak var edilmişlerden hâriçte "mukaddes feyz" ile mevcût olan şey, onun mukaddes rûhudur. Bundan dolayı vücûd işi onunla başladı ve resûllük işi, en sonra onunla sonlandı.
Ve Âdem türü su ve balçık arasında bulunmakta iken Sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz nebî idi. Çünkü ahad olan zâtın vâhidiyyet ya’nî birliksellik mertebesine tenezzülünden ibâret bulunan hakîkat-i muhammediyye bütün isimlerin ilmî sûretlerinin toplamış olduğu gibi, Hakk'ın vücûdunun soyut rûhlar mertebesine tenezzülünde de, muhammedî rûh bütün rûhları toplamış olan küllî rûh oldu. Ve o mertebede bütün beşerî ve melekî rûhlar ba’s olundu. Ve rûhlar levh-i mahfûz mertebesinde taayyün edip nûrânî hakîkatlerinin görünme yerleri ile birdiğerin-den ayrıldıktan sonra, Allah Teâlâ hazretleri o rûh olan hakîkat-i muhammediyyeyi, taayyün etmiş olan bu nûrânî görünme yerlerinin, ahad olan zâtın isimleri ve sıfatları dolayısıyla zuhûrundan ibâret olduğunu haber vermek için, nebî olarak onlara gönderdi.
(S.a.v.) Efendimiz daha sonra madde beden oluşumu ile nebîlerin sonuncusu oldu. Çünkü hakîkat-i muhammediyye varlık ağacının çekirdeği mesâbesindedir. Ve çekirdek ağacın kaynağı ve onun meyvesi de kemâlâtının sonucudur. Meyvenin ortaya çıkmasından sonra sonbahar faslının gelmesiyle, ağacın yaprakları dökülüp zevâle yüz tutar. Onun için nebîlik ve dîn ve açığa çıkmanın kemâli husûsları varlık ağacının meyvesi olan kendilerinin maddesel vücûtları ile sonlandırıldı.
Ve ferdlerin ilki üç sayısıdır ve ferdlerden bu ilklik üzerine ilâve olan şey muhakkak ondandır. Böyle olunca Resûl (a.s.), Rabb'ine delîlin ilkidir. Bundan dolayı cevâmi'u'l-kelim ya’nî kelimelerin toplanmışlığı verildi ki, o da Âdem’deki isimler ile isimlendirilenlerdir. Şu halde (S.a.v.) onun üçlemesinde delîle benzer oldu. Ve delîl kendi nefsi için delîldir. Ne zamanki onun hakîkati, oluşumun üçlü olması sebebiyle, ilk ferdiyyeti verdi. Bunun için vücûdun aslı olan muhabbet husûsunda, onda üçlemeden olan şeyden dolayı, "Sizin dünyânızdan bana üç şey sevdirildi" buyurdu. Daha sonra nisâyı ya’nî kadını ve güzel kokuyu söyledi. Ve onun gözünün nûru namazda kılınmış oldu (2).
Sâlih Fassı'nda ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere, var etme üçlü ferdiyyet üzerine dayalı idi ki, o da Hak tarafından "zât", "irâde" ve "söz"; ve "şey" tarafından da, ilâhî ilimde sâbit olan onun "şey oluşu", "Kün-Ol! Sözünü işitmesi" ve "emre uyması"dır. Ve bir şeyin var olması için Hakk'ın bu üçlü ferdiyyetinin, şeyin üçlü ferdiyyetine karşılık gelmesi lâzımdır. Ferd olan sayıların ilk mertebesi üçtür. Onun altında "iki" ile "bir" vardır. İki sayısı çifttir. "Bir" ise sayı değil belki bütün sayıların menşeidir ki, bu yön önceki fasslarda izâh edildi. Üçün üstünde, beş, yedi, dokuz ve on bir diyerek devâm eden sonsuz tek sayılar vardır. Bundan dolayı taayyünsüz olan ahadî zât, açığa çıkmaya meylettiğinde, onda potansiyel olarak mevcût olan işlerin sûretleri ilminde peydâ olur. İşte bu ilim mertebesinde bütün mevcûtların şey oluşları sâbit olur. Ve ilk sâbit olan şey, bütün şey olanları toplamış olan hakîkat-i muhammediyyedir ki, o, kül olan şeydir. Şimdi var edilmişlerin ilim mertebesinden varlıksal ayn mertebesine gelmesi için, Hak tarafından onun "zât"ı, "irâde"si ve "Kün-Ol!" sözü ve hakîkat-i muhammediyye tarafından da, onun ilâhî ilimde sâbit olan "küllî şey oluşu" ve "Kün-Ol! Sözünü işitmesi" ve "emre uyması" lâzım gelir. İşte bu sebeple Muhammedîyye Kelimesi "ferdiyye hikmeti" ile vasıflandırıldı.
Bu ön bilgi bilindikten sonra anlaşılır ki, ferd olan sayıların ilki "üç" sayısıdır. Bu ilk olan mertebe üzerine ilâve olan diğer ferd sayılar, o ilk oluş mertebesinin teferruâtındandır. Bundan dolayı (S.a.v.) Efendimiz Rabb'ine olan delîlin ilkidir. Çünkü âlemin tamâmı, Hakk'ın bütün sıfatlarının ve isimlerinin görünme yeri olmaları i'tibârı ile açığa çıkarıcı olan Hakk'ın nefsine ve zâtına delîldir. Ve onların var edilmesi ise ferdiyyete dayalıdır. Şu halde bütün âlem ferdiyyetin görünme yeridir. Oysa ilk olarak ferdiyyetin görünme yeri olan hakîkat-i muhammediyyedir ki, âlemde mevcût olan bütün sıfatları ve ilâhî kemâlâtı toplamıştır. Böyle olunca Rabb'ine olan delîlin ilki (S.a.v.) Efendimiz'dir.
Kâşânî şerhinde ve Bâlî Efendi şerhinde ibâre “Rabb'ine delîlin edellidir” şeklinde olup “evvel” yerine “edell” kelimesi kullanılmıştır. Ma'nâ "Rabb'ine delîlin delîli olur" demektir. Ma'nânın rûhu değişmez. Sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz'in Rabb'ine ilk delîl olması, onun diğer delîller üzerine üstün oluşunu gerektirir.
Böyle olunca yukarıda îzâh edilen toplayıcılık i'tibârı ile Resûl (a.s.)’a cevâmi'u'l-kelim ya’nî kelimeleri toplayıcılık verilmiş oldu. Ve "kelimeler" ise, ilâhî öğretim ile Âdem (a.s.)’ın bildiği ilâhî isimlerin isimlendirilenleridir. Gerçi ilâhî kelimeler fer’leri i'tibârı ile sonsuzdur. Fakat o fer'ler, üç asıldan şubelere ayrılır. Bu üç aslın birincisi: İlim mertebesinde sâbit olan hakîkatlerdir ki, onların özellikleri etken olmalarıdır. İkincisi: İmkân dâhilinde olanlar mertebesinde açığa çıkan onların yansımalarıdır ki, özellikleri edilgen olmalarıdır. Üçüncüsü: Bütün kemâlâtı toplamış lan insânî hakîkatlerdir ki, imkân dâhilinde olanlar mertebesinde açığa çıktı.
İşte bu sayılanlar, sonsuz olan zâtî işlerin asıllarıdır. Ve zâtî hakîkatler bu işlerin hepsini ihâta etmiştir. Nitekim buyurulur: “ve kânellâhu bi küllî şey’in muhîtâ” ya’nî “Ve Allah herşeyi ihâta etmiştir” (Nisâ, 4/126). Sallallâhü (a.v.s) Efendimiz'in hakîkati, Hakk’ın mutlak vücûdunun vâcib oluş mertebesi ile imkân dâhilinde oluş mertebesi arasında, en büyük berzah olmaklıkla taayyün etmiş olduğundan, kendilerine bu cevâmi'u'l-kelim verildi. Bundan dolayı Resul (a.s.) kendisinde toplanmış olan üçlemede delîle benzedi. Bunun îzâhı şudur ki:
Ma’nâları vücûda getirmek husûsunda delîl, ya'nî mantıksal kıyâs üçlü ferdiyyet üzerine dayanmaktadır. Bunda mutlaka üçten oluşan olan "düzen" ve "özel şart"a riâyet edilmesi lâzımdır. Örneğin bir kesin kıyâs tertîp edip ondan bir netîce çıkarmak için iki "önerme" ortaya konulur. Ve her bir "önerme" iki "tek"i barındırır ki, bu şekilde "tek" dört olur. Bu dört tekten biri, iki önermeyi birdiğerine birleştirmek için tekrarlanır. İşte delîlin "özel düzen" üzere olması budur. Ve "özel düzen"e riâyet edilerek düzenlenen delîlde tekrarlanan "tek" terk edildiğinde, üç "tek" kalır.
Örneğin âlemin sonradan olduğu netîcesini îcâd etmek için şu şekilde bir kesin kıyâs ve delîl düzenleriz:
"Âlem değişkendir";
"Her değişken sonradan olandır";
"Öyle ise âlem sonradan olmuştur. "
Burada önermenin biri "Âlem değişkendir" ve diğeri "Her değişken sonradan olandır" cümleleridir. Ve her bir önermede "âlem, değişken, değişken, sonradan olan" ferdleri mevcûttur. Tekrarlanan "değişken" ferdi terk edildiğinde "âlem, değişken, sonradan olan" ferdleri kalır ki, "özel düzen" üçlü ferdiyyete dayanmış olur. Ve bu şekilde de "Âlem sonradan olmuştur" netîcesi ortaya çıkar. Ve delîlde bu yön ile "özel nizâm"a riâyet edilmesi gerektiği gibi, "özel şart"a da riâyet etmek gerekir. Ve mantık ilminde "özel şart", hükmün öncül önermeden daha kapsamlı veyâ ona eşit olmasından ibârettir.
Örneğin şöyle bir delîl, ya'nî kesin kıyâs düzenleyelim:
"İnsan hayvandır";
“Her hayvan cisimdir";
"Öyle ise her insan cisimdir."
Bu delîlde yukarıda îzâh edildiği şekilde üçlemeye dayalı "özel düzen" olduğu gibi "özel şartı" da vardır. Çünkü "hüküm" olan cisim, "öncül önerme" olan hayvandan daha kapsamlıdır. Çünkü her hayvan cisimdir. Fakat her bir cisim hayvan değildir. Ve aynı şekilde diğer bir delîl yapıp diyelim ki:
"İnsan hayvandır" ve
"Her hayvan duyguludur";
"Öyle ise insan duyguludur."
Bunda da hüküm olan "duygulu" öncül olan "hayvan"a eşittir. Çünkü her hayvan duygulu ve her duygusu olan hayvândır.
İşte görülüyor ki, ma’nâları vücûda getirmek için, özel düzen ve özel şart üzerine tertîp olunan delîller, üçlü ferdiyyet üzerine dayanmaktadır. Ve (S.a.v.) Efendimiz'de dahi üçlü ferdiyyet toplanmış olduğundan onlar dahi delîle benzemiş oldu. Çünkü mübârek vücûdları, âlem denilen netîcenin var edilme sebebidir. Fakat delîl, ya'nî mantıksal kıyâs bir yön ile delâlet olunanın, ya'nî delâlet ettiği ma'nânın gayrıdır. Oysa Hakk'a ilk delîl olan Resûl (a.s) kendi nefsine delîldir. Çünkü Resûl (a.s.)ın nefsi, Hakk'ın mutlak zâtının onda taayyününden ibârettir. Bundan dolayı muhammedî nefs, Hakk'ın gayrı değildir ki, Hakk'a ilk delîl olduğu vakit onun delâlet ettiği olan Hakk'ın gayrı olsun. Şu halde onun Hakk'a delîl oluşu, Hakk'ın kendi zâtına delîl oluşudur. Ve muhammedî nefs mutlak zâtın bir mertebe tenezzülünden ibâret olmakla, zât ile muhammedî nefs arasındaki fark, taayyünsüzlük ile taayyünden ibârettir. Mesnevî:
Tercüme: "Güneşin delîli, güneş geldi. Eğer sana delîl lâzım ise ondan yüz çevirme Eğer gölge ondan bir nişan verirse, güneş her an bir can nûru verir."
Şimdi Sallallâhü (a.v.s) Efendimiz'in hakîkati, Hak tarafından "zât", "irâde" ve "söz" ve kendi tarafından da "şey oluş" ve "Kün-Ol! Sözünü işitme” ve “emre uyma”dan ibâret olarak ilk ferdiyyeti verdiği için, kendisinde olan bu üçlü ferdiyyetten dolayı, vücûdun aslı olan muhabbet husûsunda "Sizin dünyânızdan bana üç şey muhabbet ettirildi-sevdirildi" buyurdu. Ondan sonra da bu üç şeyi beyân ederek "nisâ ya’nî kadın"ı ve "güzel koku"yu ve "onun gözünün nûrunun namazda kılındığını" söyledi. Ve muhabbetin vücûdun aslı olması budur ki: “Küntü kenzen mahfiyyen fe ahbebtü en urefe” ya’nî “Ben gizli bir hazîne idim bilinmekliğime muhabbet ettim” hadîs-i kudsîsi gereğince mutlak zâtın latîfin en latîfi olan ahadiyyet mertebesinden,kesîf olan vâhidiyyet mertebesine ve daha sonra derece derece kesîfleşerek rûhlar ve misâl ve şehâdet mertebelerine tenezzülü bilinmekliğe olan muhabbetindendir. Eğer bu zâtî muhabbet olmasa idi, bu izâfî vücûtlar ortaya çıkmazdı. Bundan dolayı vücûdun aslı muhabbetten ibâret oldu.
Şimdi nisânın ya’nî kadının zikri ile söze başladı ve namazı daha sonra zikretti. Bu da kadının kendi “ayn”ının açığa çıkış aslının, muhakkak erkekten bir cüz' olmasından dolayıdır. Nitekim, insan Hakk'ın ba'zı zuhûrlarıdır ve Hak onun aslı ve menşeidir. Ve insanın nefsine ârif olması, kendi Rabb'ine ârif oluşundan önce gelir. Çünkü onun Rabb'ine ârif olması, onun kendi nefsine ârif olmasından çıkan netîcedir. Bunun için Resûl (a.s.) "Kendi nefsini ârif olan kimse Rabb'ini ârif olur" buyurdu. Bundan dolayı eğer istersen bu haberde ârif olmayı men' etmekle ve ulaşmaktan âcizlik ile söylersin. Çünkü muhakkak o, onun hakkında câizdir ve eğer istersen ârif olmanın sâbitliği ile söylersin. Şimdi ilk durumda, muhakkak sen kendi nefsine ârif olmadığına ârif olursun. Şu halde Rabb'ine ârif olmazsın. Ve ikinci durumda nefsine ârif olursun; bundan dolayı Rabb'ine ârif olursun (3).
Ya'nî kadının "ayn"ının açığa çıkış aslı, erkeğin bir cüz'ü olarak olduğu için, muhabbet husûsunda beyân buyurduğu üç şeyden ilk önce kadını ve sonra da namazı zikretti. Çünkü vücûtta aslolan etkenliktir ve edilgenlik netîcedir. Ve etkenliğin görünme yeri erkek ve edilgenliğin görünme yeri kadındır. Bundan dolayı kadın erkeğin netîcesidir ve netîce cüz'dür. Şu halde kadın açığa çıkışın aslında erkeğin cüz'ü olmuş olur. Nitekim insan Hakk'ın ba'zı zuhûrlarıdır. Ve Hak insanın aslı ve menşeidir. Çünkü insânî hakîkat olan hakîkat-i muhammediyye, taayyünsüz olan ahadiyye zâtının taayyün mertebesine tenezzülüdür. Eğer mutlak zât, taayyün elbisesine bürünüp kayıtlanmasa idi, onun tafsîli ve zâhiri olan insânî vücût açığa çıkma sâhası olmaz idi. Beyt:
Tercüme: "Âdem'i icmâl mertebemizden hâriç olan tafsîl mertebesine gönderdik; cemâlimizi açığa çıkardık. Bu gizli sırdan cemâlimizi seyret; eğer gözün varsa, o cemâlimizi meydana koyduk. Eğer gözün yoksa öyle bil ki, körün önüne bir cevher koyduk. Gerçi bütün bu isimlerden ibâret olan taayyünleri açığa çıkardık. Fakat sen şaşı olma! İsimlendirilen birden gayrı değildir.”
Böyle olunca insanın kendi nefsine ârif olması, Rabb'ine ârif olmasından önce gelir. Çünkü insanın Rabb'ine ârif olması onun kendi nefsine ârif olmasından çıkan netîcedir. Ya'nî insan kendi nefsinin edilgen sıfatlar ve merbûb ya’nî Rabb’ı olmaklıkla vasıflandığına ârif olmadıkça, Hakk'ın etken sıfatlar ve Rabb olmaklıkla vasıflandığını bilmez. Çünkü etkenlik, edilgenlik ile ortaya çıkar. İşte insanın kendi nefsine muhabbeti Rabb'ine ârif olmasından önce geldiği için (S.a.v.) Efendimiz: “Kim ki nefsine ârif oldu; o Rabb’ine ârif oldu” buyurdu. Çünkü insanın izâfî vücûdu Hakk'ın hakîki vücûdunun cüz'ü gibi olduğundan ve cüz'ün vasfından küllün vasfına geçilebileceğinden, insan kendi cüz’î vücûdunun vasfına ârif olmakla Hakk'ın küllî vücüdunun vasfınâ ârif olur.
Şimdi sen istersen "Hakk'a ârif olmak mümkün değildir ve ona ârif olmaya ulaşmaktan herkes âcizdir" diyebilirsin. Çünkü onun hakkında böyle demek câizdir. Çünkü mutlaklık mertebesinde Hakk'ı kendi hakîkati yönüyle bilmek mümkün değildir; kendisini ancak yine kendisi bilir. Ve istersen "Hakk'a ârif olmak mümkündür" deyip ona ârif olmayı isbât edebilirsin. Çünkü insanın vücûdu ile diğer mevcûtlar Hakk'ın onların sûretlerinde taayyün etmesinden ve kayıtlanmasından açığa çıkmıştır. Ve Hakk’ın latîf vücûdu onların şekillerinde ve sûretlerinde kesîf olmuştur. Bundan dolayı Hakk’ın latîf zâtı lafîflik mertebesinde görünmez ve bilinmez iken, bu kesîflik mertebesinde görünmüş ve bilinmiştir.
Şimdi bu iki ifâdeden "Hak bilinmez" ifâdesine göre, sen gaybî hakîkati i'tibârı ile kendi nefsini bilmediğini bilirsin. Ve bu halde de Rabb'ine ârif olmamış olursun. Çünkü senin nefsinin hakîkati, mutlaklık mertebesinde Hakk'ın "ayn"ıdır. Ve o mertebede Hakk'ı bilmek mümkün değildir ki, nefsinin hakîkatini bilesin.
Ve ikincisi olan "Hak bilinir" ifâdesine göre de, sen nefsine kemâlî sıfatlar ile ârif olduğun için, Rabb'ine de ârif olursun. Çünkü görürsün ki, senin vücûdunda hayât, ilim, sem', basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn gibi bir takım sıfatlar sâbittir. Oysa bu vücûdun, Hakk'ın hakîkî vücûduna bağlı olan izâfî bir vücûttur. Ve o hakîkî vücûd senin izâfî vücûdunun kayyûmu ya’nî ayakta tutucusudur. Eğer o hakîkî vücûtta bu sıfatlar sâbit olmasa idi, onların eserleri bu sûretle sende de gözükmez idi. İşte bu sûretle senin kesîf olan nefsinin isti'dâdı kadar, onda ortaya çıkan kemâlâttan, Hakk'ın sonsuz kemâlâtının sâbitliğine delîl getirirsin. Sultan Veled (r.a.) efendimiz Mesnevî-i Şerîf’lerinde bu ma'nâyı îzâh olarak şu şekilde buyururlar:
Tercüme: "Ne zamanki Hak, halkı karanlıkta hálk etti, onların üzerine rahmânî rahmetinden nûr saçtı. Onlara ilim ve cömertlik gibi kadîm sıfatlarından, cevherler koydu. Tâ ki kendinde onun sıfatlarını göresin ve onun sıfatlarından da zâtını müşâhede edesin. Nitekim attâr, dükkâna ve pazara her yığından getirir. Fakat çok değil, az getirir; birdenbire hepsini getirmez. Onun her birisi iki yüz hayvan yükü ile dolu, çok ambarları vardır. Her birinden küçük tezgâha koyar. Her bir tezgâhın ve dükkânın alabileceği kadar nakleder. Her ne kadar tezgâhlarda az olur ise de, bir akılllı bundan o ambarların olduğunu şüphesiz bilir. İşte Hakk'ın dükkânı da, insanın tenidir. Onun içinde Rahmân'ın sıfatları vardır. Böyle olunca sen kendinde Hudâ'nın sıfatlarını gör! Her ne kadar o nûr veren sıfatların nasıl olduğu, sen de onlar ile az bir miktar gözükür ise de, sen bu kadardan, çok olan tarafına seyir yap! Bu az gözüken sıfatlardan, asıl tarafına git; her ikisinin arasında müşterek fasıl olup kalma! Mâdemki ondan sana inâyet erişiyor, eğer bir gönlün varsa o gönlü Hakk'a ver!"
Şimdi Muhammed (s.a.v.) Rabb'ine en fazla açık olan delîldir. Çünkü âlemden her bir cüz', kendisinin aslı olan Rabb'ine delîldir. Bundan dolayı iyi anla! Ve ona ancak kadın sevdirildi. O da onlara iştiyâklı oldu. Çünkü o küllün cüz'üne şevki türündendir. Şimdi o, bu haber ile Hakk'ın bu madde bedensel oluşum hakkında “ve nefahtü fîhi min rûhî” ya’nî “ona rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29) sözünde Hak tarafından işin aslını gösterdi. Daha sonra kendi nefsini, insanın kavuşmasına olan şevkin şiddeti ile vasfetti. Bundan dolayı iştiyâk gösterenler için: "Yâ Dâvûd benim de onlara (ya'nî kendisine iştiyâkı olanlara) şevkim daha şiddetlidir" buyurdu. O da hâs olan kavuşmadır. Çünkü Resûl (a.s.) Deccâl hadîsinde "Sizden biriniz ölmedikçe Rabb'ini müşâhede etmez" dedi. Böyle olunca, kendisinde bu sıfat olan kimse için şevk gereklidir (4).
Ya'nî âlemin her bir cüz'ü kendi hâs Rabb’i olan bir isme delîldir. Ve her bir isim de isimlendirilen olan ulûhiyyetin bir olan ayn’ına delîldir. Oysa Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in hakikatinin Hakk'ın mutlak vücûdunun taayyünsüzlük mertebesinden, taayyün mertebesine tenezzülünden ibâret oluşu yönüyle, ilâhî muhtelif isimlerden ibâret olan farklı farklı Rabb’ların hepsini toplayıcı olduğu gibi, muhammedî madde bedensel sûret dahi, Hakk'ın mutlak vücûdunun, insânî sûrete gelinceye kadar tenezzül ettiği bütün mertebeleri ihtivâ ettiğinden ve bütün mertebelerin netîcesi ve özü olduğundan ve bundan dolayı onun Rabb'i Rabb’ların Rabb’ı olan "Allah" bulunduğundan Rabb'ine en açık delîl oldu.
Şimdi (S.a.v.) Efendimiz küll olduğu için ve kadın ondan bir cüz' bulunduğu için, küllün cüz'üne meyli ve iştiyâkı kâidesince ancak ona kadın muhabbet ettirildi ya’nî sevdirildi. O da kadınlara iştiyâklı oldu. Bununla berâber onun iştiyâkı yine kendi nefsinedir. Çünkü cüz', hakîkati i'tibârı ile küllün aynıdır ve taayyünü i'tibârı ile ise gayrıdır. Ve bir şeyin muhabbeti ancak kendi nefsinedir. Çünkü açığa çıkma, Hakk'ın kendi zâtına olan muhabbeti iledir. Ve bütün mevcûtlarda sirâyet etmiş olan muhabbet hakîkatte bu zâtî muhabbetin tafsîlinden ibâretir. Ve iştiyâk dahi ayrılıktan kaynaklanmaktadır. Eğer küll ile cüz' arasında ayrılık olmasa idi, küll oluş ve cüz' oluş sıfatları açığa çıkmaz ve küllün cüz'üne muhabbeti ve iştiyâkı hâsıl olmaz idi.
Şimdi (S.a.v.) bu “Bana dünyânızdan üç şey sevdirildi ……” hadîs-i şerîfi ile Hakk'ın bu madde bedensel oluşum hakkında "Ben Âdem'e rûhumdan üfledim." (Hicr, 15/29) sözünde bulunan işin aslını gösterdi. Ve bu sözde bulunan işin aslı da budur ki: Allah Teâlâ kendi küllî rûhundan insana üflemekle, insânî rûh küllî rûhtan bir cüz' gibi oldu. Bundan dolayı insânî kesîf sûrette kayıtlanan ve taayyün eden latîf olan Hakk’ın, insana meyli ve iştiyâkı, küllün cüz'üne meyli ve iştiyâkı gibidir. Hak insana kendi rûhundan üfledikten sonra insânî sûrette açığa çıkışı ve taayyünü dolayısıyla kendi nefsini insanın kavuşmasına olan şevkin şiddeti ile vasfetti. Şu halde onun insana iştiyâkı kendi nefsine iştiyâkı demek olur.Böyle olunca Allah Teâlâ kendisine iştiyâk gösterenler hakkında buyurdu ki: "Ey Dâvûd, benim de onlara iştiyâkım pek şiddetlidir." Ya'nî Allah Teâlâ'ya iştiyâk gösterenlerin iştiyâkından Allah Teâlâ'nın onlara olan iştiyâkı daha şiddetlidir. Eğer "Hak Teâlâ her şeyde hâzır ve her şeyi görücü olduğu halde O'nun kendisine iştiyâk gösterene iştiyâkı ne ma'nâya gelir?" denilecek olursa, Hakk'ın kendisine iştiyâk gösterene olan şevki ve iştiyâkı hâs olan kavuşmadır cevâbı verilir. Çünkü Hak, kendisine iştiyâk gösterenin vücûdunda taayyün etmiştir. Ve bu taayyün arada kavuşmaya perdedir. Ölüm ile ortadan kalkmadıkça tam bir kavuşma hâsıl olmaz.
Örneğin su donup buz şeklinde taayyün eder. Buzun bu kendisine mahsûs taayyünü erimedikçe onda mahpûs olan su, tam bir yön üzere deryâya kavuşmaz. Bundan dolayı farz edelim suyun buza iştiyâkı, kendi nefsine iştiyâkıdır. Çünkü Resûl (a.s.) Deccâl'den bâhis olan hadîs-i şerîfinde "Sizden biriniz ölmedikçe Rabb'ini müşâhede etmez" buyurdu. Şu hâlde kulun, ölüm vaktinde hâsıl olan hâs kavuşmaya iştiyâk göstermesi lâzımdır. Tâ ki Hak onun iştiyâkından daha şiddetli bir iştiyâk ile ona iştiyâk göstersin. Ve ölüm aslında tabîat perdelerinin ve kesîf beden hükümlerinin kalkmasından ibâret olan bir hâl olduğu için bu hâs kavuşma, hem "irâdî ya’nî tercîhli ölüm"e ve hem de tabîî ya’nî kaçınılmaz olan ölüme kapsamdır, denilmiştir. Fakat irâdî ya’nî tercîhli ölümde bu kesîf bedenin hükmü ortadan kalksa bile, madde beden taayyünü mevcût olduğu için, tabîî ölüm gibi değildir. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimizin ölümcül hastalıklarında Şeyh-i kebîr Sadreddîn Konevî (k.s.) hazretleri onların ziyâretlerine teşrîf edip “Allah size âcil şifâlar versin” buyurmasıyla, Hz. Pîr-i destigîr: “Bundan sonra “Allah şifâlar versin” sizin olsun. Âşık ile ma'şûk arasında kıldan bir gömlekten başka bir şey kalmamıştır. İstemez misiniz ki nûr, Nûr'a kavuşsun?" buyurmuşlardır. Demek ki irâdî ölümde, bu taayyün etmiş madde bedensel vücût, kıldan bir gömlek derecesinde bir perde oluyor. Tabîî ölümde ise bu gömlek dâhi kalmıyor. Beyt:
Cennet gömleği olursa çekeyim yırtayım
Kavuşma ânında perde ola gömleğim
Bundan dolayı Hakk'ın şevki, onları görür olması ile berâber,bu yakın olanlar için sâbittir. Böyle olunca kendisini görmelerine muhabbet eder. Ve dünyâ makâmı bunu engeller. Şimdi onun sözü, biliyor olmasıyla berâber "Tâ ki biz bilelim" (Muhammed, 47/31) sözüne benzedi. Öyle ise o, ancak ölümde kendisi için vücût olan bu hâs sıfatlara iştiyâk gösterici olur. Bundan dolayı onların ona olan şevkleri onunla sâkin olur. Nitekim Hakk Teâlâ, tereddüt hadîsinde buyurdu ve o bu türdendir: "Ben fâil olduğum bir şeyde, ölümü çirkin gören mü'min kulumun rûhunun kabzedilmesinde tereddüt ettiğim gibi, tereddüt etmedim. Ve ben onun fenâlığını çirkin görürüm. Oysa ona benim kavuşmam kaçınılmazdır." Şimdi onu kavuşma ile müjdeledi. Ve onun için, ona ölüm kaçınılmazdır, demedi. Tâ ki onu ölümden bahsetmekle kederlendirmesin (5).
Ya'nî Hak Teâlâ kendisine yakın olan kullarını bütün hallerinde görücü olmakla berâber Hakk'ın onlara şevki sâbittir. Bundan dolayı perde olan bu maddesel kesîf bedenin taayyünü ortadan kalkmakla, Hak Teâlâ bu yakın olanların kendisini perdesiz müşâhede etmelerine muhabbet eder. Ve dünyâ makâmı çokluğu gerektirdiğinden bu görüşü engeller. Çünkü bu kesîf bedende tabîat ve beşeriyyet perdesi vardır. Ve (S.a.v.) Efendimiz'in “ene beşerun mislüküm” (Kehf, 18/110) ya'nî "Ben de sizin gibi beşerim" ve hadîs-i şerîfte "Ben beşerin gazab ettiği gibi gazab ederim" buyurmaları, bu inceliğe işârettir.
Şu halde Hak Teâlâ'nın "Yâ Dâvûd benim de onlara (ya'nî kendisine iştiyâkı olanlara) şevkim daha şiddetlidir" kerîm sözü “Ve le neblüvenneküm hattâ na’lemel mücâhidîne minküm ves sâbirîne” ya’nî “Ve sizin aranızdan mücâhitler ve sabredenler Bize belli oluncaya kadar sizi mutlaka imtihan ederiz” (Muhammed, 47/31) yüce sözüne benzer. “Hattâ na’lem” ya’nî “Tâ ki Biz bilelim” sözü hakkındaki îzâhler Şît ve Lokmân Fassı'nda "zâtî ilim" ve "isimlere âit ilim" bahsinde geçti. Ya'nî Hak Teâlâ zâtında bulunan bütün işlerini zatî ve ezelî ilmi ile bilip dururken "Sizden sâbreden ve mücâhit olanlar kimlerdir? Bilmek için sizi imtihan ederiz" buyurdu. Ve yakın olanlar ise ilâhî işlerden olduğu ve ilâhî işler ise, zâtının gayrı olmadığı halde "Benim onlara şevkim daha şiddetlidir" buyurdu.
İşte gerek ilâhî imtihân ve gerek ilâhî iştiyâk, Hakk’ın mutlak vûcûdunun imkân dâhilinde olanlar mertebesine tenezzül ederek bu mertebede açığa çıkmasına bağlanmakla, her iki ifâde birdiğerine benzer. Çünkü latîf bir şeyin kesîflik mertebesine tenezzülü hâlinde, onun geçici sıfatlarından ibâret olan bu kesîflik, o latîf şeyin perdesi olur. Bundan dolayı bu kesîflik ortadan kalkmalı ki, o kesîf şeyde mevcût olan latîf, aslına dönebîlsin. Bundan dolayı Allah Teâlâ, kendisine iştiyâk gösteren yakın olanlarda oluşan görme dediğimiz hâs sıfata iştiyâklı olur.
Ve bu rü'yet ya’nî görme dediğimiz hâs sıfat dahi, ancak ölüm vaktinde, kulun kulluk vasfını taşıyan kesîf madde bedensel vücûdun hükümleri kalktığında hâsıl olur. Ve o yakın olanların dünyâda yaşadıkları müddetçe, Hakk'a olan iştiyâkları, ölümleri vaktinde hâsıl olan bu rü'yet ya’nî görme dediğimiz hâs sıfatıyla sâkin olur. Fakat ölüm indinde olan bu görme dediğimiz hâs sıfat, dünyâ hayâtında ancak maddesel bedeninden başka perdesi kalmamış olanlara göredir. Yoksa bu dünyevî hayâtta kalbinde imkân dâhilinde olanların bağlantısı bulunan, ya'nî âlem sûretlerinden birtakım sûretlere muhabbeti bulunanlara göre, bu rü'yet ya’nî görme dediğimiz hâs sıfat gerçekleşmez. Onların rûhlarının gözüne bu bağlantılar perde olur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve men kâne fî hâzihî a’mâ fe hüve fîl âhıreti a’mâ” (İsrâ, 17/72) ya'nî "Bu dünyevî hayâtta a'mâ olan kimseler âhirette de a'mâdırlar." Bundan dolayı bu âlemde iken kalb gözünden imkân dâhilinde olanlara âit perdeleri ve beşerî sıfatların örtülerini atmak ve ölüm ânında da beden perdesinin kalkmasıyla Hakk’ı rü’yet dediğimiz hâs sıfatla müşerref olmak gerekir.
Nitekim Hak Teâlâ, tereddüde dâir olan hadîs-i kudsîde: "Ben ölümü çirkin gören mü'min kulumun rûhunun kabzedilmesinde tereddüt ettiğim gibi, fâil olduğum bir şeyde tereddüt etmedim. Ve ben onun ölümü fenâ görüşünü çirkin görürüm. Oysa ona benim kavuşmam kaçınılmazdır" buyurdu. Ve bu hadîs-i kudsî ilâhî kavuşmaya iştiyâklı olan yakınlaşmış olan kullarda husûle gelen rü'yet hâs sıfatına Hakk'ın iştiyâkını gösterir. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri, kendine kavuşmaya sebep olan ölümü fenâ gören mü'min kulunun, Hakk'a kavuşmaya iştiyâklı olduğu halde rûhunu kabzetmek istediği için, o kulun ölümü çirkin gördüğü esnâda rûhunu kabzetmekte tereddüt buyuruyor. Bundan dolayı işin aslında her bir nefis ölümü çirkin gördüğü için ve ölüm bahis konusu olduğu zaman kederlendiği için Hak Teâlâ hazretleri bu hadîs-i kudsîde "Oysa ölüm kaçınılmazdır" demeyip "Benim kavuşmam kaçınılmazdır" sözü ile kulunu hâs kavuşma ile müjdeledi. Ve bunu da ölümü zikrederek kulunu kederlendirmemek için böyle buyurdu:
Dostları ilə paylaş: |