GiRİŞ: karakalpak türkleri ve karakalpakistan



Yüklə 2,33 Mb.
səhifə21/32
tarix14.02.2018
ölçüsü2,33 Mb.
#42832
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   32

KANLI GÖL

Eskiden kızıl renkli su çok olurmuş. [Suların kızıllığının nedeni ise şöyle açıklanır:]

Arşan Nehri’nin buz gibi suları Mamıy bölgesine doğru akarmış. Bu nehrin suları kırk yedi yıl boyunca Mamıy’a doğru akarak o bölgeyi beslemiş. Nehrin bir yerde toplanarak göl haline gelen suyunu bir yıl boyunca Koldavlı uruğu474 kullanmış. Onlardan sonra bir yıl Özbekler, sonra da bir yıl Kazaklar kullanmış. En son Koldavlı Ernazar Alaköz, bir yıl boyunca bu gölün suyundan faydalanmış. Böylece dört grup, dört yıl boyunca sırayla bu suyu kullanmış.

Bir gün, bu gölde kimin balık avlayacağı konusunda Çinlilerle, Koldavlılar arasında kavga çıkar.

Çinliler;

- Önce biz ağ atacağız, der.

Koldavlılar karşı çıkınca tartışma başlar. Kavga sırasında Koldavlılar, bir Çinliyi öldürüp kaçarlar. [O sırada buz tutan gölün üstü kan içinde kalır ve her yer kıpkızıl olur.] Çinliler, onların peşine düşerek üç Koldavlıyı yakalar. Ölüyü de masaya koyarlar.

O dönemde Jana Kale adlı şehirde İzeyli adlı meşhur bir hekim varmış. Çinliler, ölüyü hekimin önüne götürürler. Hekim, kadıyı çağırtır;

- İşte bu adamı öldüren şu üç kişiymiş, der. Bunun üzerine üç Koldavlı Hive Hanı’nın huzuruna götürülür. Olayları dinleyen han, onları kadıya gönderir. Kadı ise şeriatı uygular. Şeriata göre, bir adamı üç kişi birlikte öldürürse, affedilmeleri için üç adamın da ayrı ayrı kan parası ödemesi gerekir. Böylece Koldavlı uruğuna, üç adamın kan parasını ödemek düşer. Bu hesaba göre, Koldavlının bin beş yüz altın ödemesi gerekir. Koldavlı bu kadar altını bulamaz. “Yakalanan üç adamın her biri için beş yüz altın ödemelisiniz!” denmesine rağmen, onlar bu parayı toplayamayınca, para yerine üç kız vermeyi önerirler. Üç kıza bin beş yüz altın paha biçerler. Kızların adları “Toyan”, “Maki” ve “Biybi” imiş.

“Kanlı Göl” diye ad verilmesi, buzun üstüne adamın kanının dökülmesinden dolayıymış.


  1. KARABAYLI475

Karabaylı nehri, önceden Lavzan denen yerin güneyinden akarmış. Bu yerden İyşan tarafına seksen yıl boyunca akmış. Suyun Mamıy’a doğru akıp gittiği yıllarda han Allakul imiş.

Bu hanın, daima yanında bulunan Teke Türkmen Rambergen İnak adlı bir danışmanı vardır. Bir gün bu danışman, hana;

-Askerlerimizi, hiçbir şey görüp bilmeyen fakirlerin çocuklarından seçtik. Bu nedenle savaşta yenildik! Artık askerleri, bey çocuklarından seçelim. Çünkü beylerin çocukları cesur olur ve onlar kendi şerefleri için dövüşür, der. Bundan sonra beylerin oğullarının atlarını almak için görevli gönderelim. Eğer beyin oğlu güçlü, kuvvetli ise onu da askere alalım, der.

Danışman, askere almak için belirlenen isimleri tek tek yazar. Ancak, o yıllarda memlekette yayılan “oba hastalığı”476 nedeniyle toplanan askerlerin pek çoğu ölmüştür.

Bu sırada bir savaş çıkar ve savaşa giden kırk askerden sadece sekizi sağ kalır. Hem savaş, hem de hastalık nedeniyle verilen büyük kayıplar sonucunda, Ürgenç’in karşısından denize dökülen nehrin yakınlarındaki bin çadır, yas alameti olarak kara bayrak bağlar ve o günden sonra orası [“karalar bağlamış” anlamına gelen] “Karabaylı” adıyla anılır olmuştur.


  1. KETENLER KALESİ

Şomanay’ın477 batısında, Aybüyir Dağı’nın doğusunda eski Korganşa Kalesi’nin kalıntıları vardır. Bu kale hakkında halk arasında şöyle bir efsane anlatılır:

Eskiden, Hive’de zalim bir han ve onun yönetiminde yaşayan pek çok çiftçi varmış. Bu çiftçilerin biri de Ketenler adındaki bir gençmiş.

Bir gün Ketenler, hanın güzel kızı ile tanışır. Kız, Ketenler’e âşık olur. Ketenler de kızı beğenir. İkisinin arasındaki sevgi zamanla güçlenir, fakat Ketenler, hanın kızıyla evlenmenin yolunu bulamaz.

Bir gün Hive Hanı’nın canı çok sıkılır. Sıkıntısından kurtulmak isteyen han;

- Kim düşmanın alamayacağı bir kale inşa ederse, ona kızımı vereceğim, diye söz verir.

[Bu haberi duyan] Ketenler hanın kızını kaçırır. Askerler onları takip eder, ama Ketenler önceden inşa ettiği kaleye girip saklanır. Askerler, Ketenler’in kalesini kuşatarak, birkaç gün boyunca kaleye saldırır. Buna rağmen askerler kaleyi alamaz ve yorularak geri döner. Onlar gittikten sonra, Ketenler hanın kızını alıp [kaleden ayrılarak] babasının huzuruna çıkar;

-Efendim, sizin kızınızı kaçıran benim! Siz, “Kim düşmanın alamayacağı bir kale inşa ederse, ona kızımı vereceğim!” diye söz vermiştiniz. Bu sözünüzü duyunca, ben de düşmanın alamayacağı bir kale inşa ettim. Kızınızı kaçırıp, o kaleye saklandım ve askerlerinizle birkaç gün savaştım, fakat onlar yaptığım kaleyi ele geçiremedi. Şimdi karşınızda duruyorum, siz bilirsiniz, der. Han, verdiği sözden dönemeyerek;

-Öyleyse ben de sana kızımı verdim, der.

Böylece Ketenler adlı yiğit, hanın kızını alır ve muradına erer.

[Ketenler Kalesi’nin Ketenler adlı genç tarafından, sevdiği kıza kavuşmak için kurulduğu ve adını daondan aldığı söylenir.]


  1. KIRK KIZ KALE

Eskiden Karakalpakların bir kısmı Eski Ürgenç’e göçer. Müyten478 Miren adlı adam diğer Karakalpaklarla birlikte Eski Ürgenç’te kalmak istemez ve Aral’ın kıyısına göçer. Aral’ın kıyısında balıkçılık yaparak geçinen Miren, Eski Ürgenç’teki fakir bir adamın kızıyla evlenir.

Miren’in kendisi cahildir, fakat karısı çok akıllı ve becerikli bir kadındır. Kadın ağ örerek ve sal yaparak kocasına yardım eder. Bir zaman sonra karı-kocanın bir kızı olur. Çocuk bir yaşında yürür, bir buçuk yaşında konuşur.

[Onları ziyarete gelen] Töreniyaz adlı bir yakınları;

-Sen, Eski Ürgeç’ten buraya gelip yerleştiğin zaman fakirdin, şimdi ise rahata erdin. Bu nedenle kızının adı Gülayım olsun, der.

Kız, üç yaşında söz söylemede mahir bir söz ustası olur. Artık köydeki otuz, kırk kız her gün Gülayım’la oynar. [Günler geçer] Gülayım dokuz yaşına gelir.

Bir gün padişah, fakir bir adamın oğlunu idama mahkûm eder, fakat padişah, çocuğa bir soru sorar ve cevaplaması için üç gün müddet verir.

Padişah;

-Eğer bu sorunun doğru cevabını bulursan dar ağacından kurtulursun, bulamazsan ölürsün! Dünyada kimler birbiriyle iyi geçinir, diye sorar.

[Bu sorunun cevabını sadece Gülayım’ın bileceğini düşünen] çocuk, Gülayım’ı bulur ve bu sorunun cevabını sorar.

Gülayım;


-Dünyada birbirini seven karı-kocalar iyi geçinir, fakat bu sorunun cevabını benden öğrendiğini söyleme, der.

Çocuk, padişahın huzuruna gelir ve sorunun cevabını söyler.

Padişah;

- Söylediğinin doğru olduğunu nasıl kanıtlarsın, diye sorar. Çocuk bir kanıt bulamaz. O sırada darağacının yakınına gelen Gülayım cevap verir;

- Ben küçükken annemle babamın arasında yatardım. Gece onların yatağında uyuduğum halde, sabah kalktığımda başka bir yerde olduğumu görürdüm. Annemle babam ise birbirlerine sarılmış yatıyor olurlardı. İnsanların böyle birbirine sarılmaları için iyi geçinmesi gerekir, der.

Padişah;


- Doğru, diyerek kızın söylediklerini onaylar.

Bu soruyu soran padişah Kalmuk padişahıdır ve dokuz karısı vardır, fakat Gülayım’la da evlenmek ister.

Kızı istemeleri için adam gönderir, ama kız cevap vermez. Çok güzel bir kız olan Gülayım’ın giyecek düzgün kıyafeti yoktur ve av hayvanlarının derisinden diktiği giysileri giyer. Padişah güzel kıyafetler gönderir, ama kız bunları kabul etmez. On dört yaşındaki Gülayım, padişahın gönderdiği haberciye;

- Padişahın kendisi gelsin, der.

Gülayım’ın elinden gelmeyen iş yoktur. Çok becerekli olan kız giydiği çizmeyi bile kendisi diker.

Gülayım’ın isteği üzerine onun evine gelen padişah, attan indiğinde kızı görür ve kızın güzelliğine bakakalır. Padişahın kıpırdamadan öylece kalmasından faydalanan Gülayım, padişahın giysilerindeki nakışları aceleyle toprağa çizer. Bir süre sonra padişah kendine gelir. Gülayım, padişaha üç şart koşar;

- Birinci şart: Altı ay mühlet ver. Altı aylık mühletten sonra, beni yenebilirsen seninle evlenirim. İkinci şart: Benim kırk kızım var. Bu kızların kırkını kırk ayrı yere koyacağım. Onların birini serçe parmağınla şöyle ittirerek yıkabilirsen, ben sana varırım. Üçüncü şart: Kırk kızın hepsini sıralayacağım. [Kırk kızın] bir tarafında bir iğne duracak, diğer tarafta sen duracaksın. İğne ile aranda kırk kız olduğu halde kırk kulaç ipeği iğneye geçirirsen, sana varırım, der.

Altı ay düşünen padişah kızın şartlarını kabul etmeye karar verir. Padişah kızın evine geldiğinde kızı görünce [korkudan] titremeye başlar. Kızla güreşen padişah, kıza yenilir.

İkinci şartı yerine getirmek için [kızları serçe parmağıyla] ittiren padişahın parmağı kırılır.

Üçüncü şartı da yerine getiremeyen padişah kızı alamaz. Hem kıza yenilen, hem de isteğine kavuşamayan padişah, Gülayım’ın kötü bir kadın olduğu dedikodusunu yayar. Buna çok üzülen Gülayım, ağabeyinden izin alarak ormana gider. Ormanda avladığı balıkların derisinden ağabeyine bir çizme diken kız, avladığı hayvanların derisinden de bir giysi diker ve üstüne padişahın kıyafetlerindeki motiflerin aynısını işler. Çizme ve giysileri alan Gülayım evine döner ve bunları ağabeyine verir. Bu giysileri kızın ağabeyinin üstünde gören köylüler;

-Gülayım, padişahın giysilerini çalmış, diye dedikodu yapar. Bu dedikodulardan utanan kız, memleketi Akkale’de durmak istemez ve Kırk Kale’ye göçer.

Gülayım’la beraber büyüyen kırk kızın anne ve babaları da;

- Kızlarımızı Gülayım’ın yanından ayırmayalım, diyerek Kırk Kale’ye göç eder. Gülayım’ın dayısının kırk bin atı vardır. Dayısı;

- Gülayım bu atların içinden birisini seçip, der. Gülayım, binlerce atın içinden topal bir kısrağı seçer. Kızının seçtiği topal atı gören babası;

- Dayından neden böyle kötü bir at aldın, diye sorar [ama Gülayım cevap vermez.]

Bir yıl sonra kısrak, son derece güzel ve sırtı dümdüz bir tay doğurur. Gülayım, tayı kendine alıştırır. Bundan sonra kızın şöhreti ve itibarı artar.

Gülayım’ın kahramanlığı halk arasında duyulur. Bunu Akkale’nin padişahı da işitir. Padişah, kızın kahramanlığından korktuğu halde, yine de kendisine bir yararı dokunabileceğini düşünerek ona at ve silah verir.

Gülayım yanındaki kırk kıza savaş teknikleri öğretir. Gülayım ve kırk kızın şöhretini duyan pek çok padişah [onları düğün ve eğlencelere davet eder.] Gülayım, düğünlerde düzenlenen güreşlerde birinci olarak, daima baş bayrağı alır.

Gülayım’ın ve kırk kızın şöhreti dünyanın dört köşesine yayılır. Kızların namını daha önce Gülayım’ı kendisine istetmiş olan altmış yaşındaki Kalmuk Hanı da duyarak, kızların yurduna saldırır. Kalmuk Hanı’nın askerleriyle Akkale yakınında savaşan Gülayım ve kırk kız, kısa sürede Kalmukları yener. Askerlerinin yenildiğini duyan Kalmuk Hanı üzüntüden ölür. Gülayım’ın halkın arasındaki her türlü sorunu çözebilecek kadar akıllı olduğunu anlayan Akkale’nin padişahı, tahtını ona bırakmak ister.

Kız;


-Yiğidin işi, yurdu korumaktır, diyerek yöneticiliği kabul etmez.

Gülayım’ın şöhretini duyan yiğitler, dünyanın dört tarafından gelerek onunla evlenmek ister. Bu niyetle Karadeniz kıyısından gelen bir dev, Gülayım’ın kırk kızının karşısında durduğunu görünce savaşmadan geri çekilir.

Daha sonra Don kıyılarından Polat, Şoyın ve Tas adlı üç yiğit de aynı istekle gelir. Gülayım, Şoyın ve Tas’ı hemen yener. Polat ile Gülayım uzun süre birbirlerinin gücünü sınar, ama birbirlerini alt edemezler. Gülayım, daha sonra gelen Kırım pehlivanları Arnas ve Ermak’a;

- Polat’ı yenerseniz, benimle güreşirsiniz, yenilirseniz dönersiniz, der. [İki yiğit de Polat’ı yenemeyince geri dönmek zorunda kalır.]

Gülayım’ın, Arıslan adında teyzesinin oğlu vardır. Gülayım’ın annesi, Arıslan’a bir yaşındayken bir hafta süt verir. Gülayım’ın annesi, Gülayım bir yaşındayken ona Arıslan adlı bir teyze oğlu olduğunu söylemiştir, fakat bir daha görüşmeyen çocuklar birbirini tanımadan büyür. Arıslan, Gülayım’dan altı ay küçüktür.

Bir düğünde adamların;

-Arıslan Pehlivan geliyor, dediklerini duyan Gülayım onu görmeye gider.

Güreşe tutuşan Arıslan ve Gülayım titremeye başlar. Daha önce korku nedir bilmeyen Gülayım buna çok şaşırır. Arıslan ise kızın güzelliğine hayran kalır. Sonunda, Arıslan kızı tanıyarak;

- Aradan çok yıl geçti, sadece adını duymuştum. Elini ver, tanışalım Gülayım, der ve ikisi tanışırlar.

“İki ayaklının akrabası yeğenidir, dört ayaklının akrabası deve yavrusudur” denildiği gibi olur. Birbiriyle tanışan iki akraba güreşmezler. İki yiğit birbirine âşık olur.

Gülayım’ı yenemeyen Polat, onunla savaşmak için kırk bin askerle birlikte Akkale’ye gelir. Polat’ın geldiğini duyan Akkale’nin padişahı [eski kaleden] kırk kat büyük bir kale yaptırır. Gülayım düşmanı sınamak için kalenin etrafına kırk öbek çalı yığar. Kırk kız, düşman yaklaştığında bu kırk kat çalıyı yakar. Yayılan duman, kalenin düşman tarafından görünmesini engeller. Dumandan kaleyi göremeyen ve başka bir kaleye doğru yönelen Polat’ın askerleri, yolda bataklığa saplanarak büyük zayiat verir. Burasının adı “Kırgın Kale” olarak kalır.

Polat’ın askerleri öldükten sonra Göhikap’ın kıyısına Kore’ye ve Çin’e gitmeye hazırlanan Kalmuklar saldırarak pek çok Karakalpak kızını yanlarında götürür.

Arıslan’ın memleketi İdil Nehri’nin kıyısındadır. Gülayım’ın “altı oğlun ortancası olan kız” şeklinde yayılan ününü duyan Arıslan’ın yurdundaki yiğitler, onu Arıslan’a istemeyi düşünür. Gülayım’ın Meyir adlı yengesi, kızı istemeye gelenleri sınamak için evin önüne kamışları döşer. Gelenlere seslenen yenge;

-Eve girerken ses çıkarmayın, der. Memleketlerinden gelirken söz söylemekte usta, tecrübeli kişileri yanlarında getirmiş olan kalabalık grubun içinde Aykar ve Şaykar adlı söz ustası iki yiğit de vardır.

Şaykar;

- Siz önce, gözünüzü oynatmadan, parmağınızı kımıldatmadan kamışları döşeyin, diyerek kızın yengesinin niyetini anladığını belirtir. Söz yarışında yenilen Meyir, dünürlerin önüne bir tabak mısır koyar.



Meyir;

-Ses çıkarmadan yiyin, der.

Şaykar;

- Kırk kızı sıralayarak oturtun! Sonra da diğer tarafta mısırı getirirken göğsünüzü hiç kıpırdatmayın, der. [Böylece yengenin imkânsız isteğine cevap veren] yiğit, onu bir kez daha yenmiş olur. Arıslan ile Gülayım nişanlanır ve halklarıyla birlikte Türkistan’a göçerler. Gülayım, yedi padişaha karşı kendi yurdunu korur.



Gülayım’ın kabri Türkistan’da, kırk kız ise, o Türkistan’a göçtüğünde burada kalır. Bugün “Kırk Kız” adı verilen yerde yaşarlar. Bu yerin, Gülayım’ın kırk kızının yaşadığı yer olduğu söylenir.

  1. ŞIMBAY KALESİ

Eskiden gür bir orman ve bu ormanın içinden geçen bir nehir vardır. Fakat ormanın içinde hiç kimse yokmuş. Oraya çok uzak yerlerden insanlar gelip araba çıkrıklarına kegey479 kesip döndüklerinden o bölgenin adı “Kegeyli” olmuştur.

O sırada büyük bir kıtlık başlar. Şımbay adlı yiğitle karısı da kıtlık nedeniyle yurdundan göçmek zorunda kalır. Gurbete çıkan Şımbay ve karısının yolu bu ormana düşer. Şımbay, balık avlamak için nehrin kıyısına gelir. Ağlarını ve oltasını hazırlayarak balık avlamaya başlar. Gün boyu uğraşır, ama ağına sadece iki balık düşer. Günler boyunca ağ ve olta atar, ama her gün sadece iki balık yakalar. Şımbay ve karısı her gün tuttukları iki balığı yiyerek burada birkaç yıl geçirir.

Aradan bir nice yıl geçtikten sonra Şımbay’ın karısının yanında bir köpek peyda olur. Şımbay, köpeğin gelişini uğur sayar ve ona bakmak ister. Karısı:

- BiziBakabilsek iyi olurdu, fakat günlük rızkımız iki balık. Buna nasıl bakarız, der.

Şımbay;

- Allah’ın can verdiğine, ben de yer veririm, diye boşuna söylemezler. Her şeyin bir çaresi bulunur. Yarı aç, yarı tok yaşarız, diyerek kendi balığının bir parçasını köpeğe verir. Ertesi gün üç balık tutar. Bu olaydan sonra, karı kocanın köpeğe olan sevgisi artar. Bir evde üçü yaşamaya başlarlar. Köpeği beslemeye başladıktan sonra Şımbay’ın oltasının bereketi de artar. O kadar çok balık yakalar ki, onları koyacak yer bulamazlar.



Bir gün Şımbay ve karısı ormanın dışına çıkarak başka insanları aramak isterler. Şımbay, karısını ormanda bırakıp, köpekle birlikte yola çıkar. Bir süre sonra ormanda yolunu kaybeder, ama köpeği izleyerek insanların bulunduğu yere ulaşır. Kıtlık sebebiyle açlıktan kırılan insanlara, ormanda yaşadıkları güvenli yeri ve balıkları anlatır. Bunun üzerine insanlar Şımbay’ın peşinden gider. Ormandan kegey keserek barınak yapar ve balık avlayarak yaşarlar. Etrafta ne kadar aç insan varsa buraya gelir ve Şımbay hepsine bakar. Böylece buraya yerleşen insanların sayısı hızla artar ve zamanla bu bölgeye “Şımbay” ve nehrin çevresine ise “Kegeyli” adı verilir.

Şımbay, günden güne zenginleşir. Şomanay adlı bir kızı, Davkara ve Tazkara adlı iki oğlu olur. Bu bölgede kendi ismini taşıyan “Şımbay” köyü kurulur ve bu köyün zenginliği, şifalı toprağının ve suyunun ünü her yere yayılır. Bu haberler, Şımbay’ın kıtlık sebebiyle göç etmek zorunda kaldığı eski yurdunda da duyulur. Şımbay’ın haberini alan babası onun yanına gelir. Oğlunu ve torunlarını gören yaşlı adam [kısa süre sonra] evine dönmek ister. Şımbay, ona at, koyun ve sığır vermek ister. Babası sınşı (at bakıcısı) olduğu için onun zaten pek çok hayvanı vardır ve bu nedenle oğlunun verdiği hayvanları kabul etmez;

-Ben bu yaştan sonra malı, hayvanı ne yapayım? Allah sana nasip etsin, der.

Şımbay, babasını yolcu etmeden önce şehri gezdirir. Babası, etrafı dikkatle incelemesine rağmen, her yer kıtlık içindeyken bu şehrin bolluk ve bereketin kaynağını anlayamaz. Şehri gezen Şımbay’ın babası, oğlu ve torunlarıyla vedalaşarak atına biner. Tam o sırada, yandaki ahırın damında gök renkli bir köpeğin yatmakta olduğunu görür. Yaşlı adam, şehrin bütün bereket ve bolluğunun; kut ve devletinin kaynağının bu köpek olduğunu düşünür.

Şımbay’ın babası;

- Oğlum, şu karşıdaki köpeği çağırsana, der.

Şımbay;


- Kutluayak, diyerek köpeğe seslenir. Köpek, kuyruğunu sallayarak onların yanına gelir.

Babası;


- Oğlum, ben evde yalnız yaşıyorum. Şu köpeği bana versen dünya malını vermiş gibi olursun, der.

Şımbay, babasının isteğini kabul eder ve köpeğin boynuna takacağı bir ip bulmak için çadıra gider. Bu sırada köpek de, Şımbay’ın arkasından içeri girerek, çadırın keçe duvarına sürtünür. Şımbay, ipi köpeğin boynuna takarak, onu dışarı çıkarır ve babasının atının arkasına bağlar. İhtiyar adam, şehrin bereketinin, kutunun kaynağı olduğunu düşündüğü köpeğe yakından bakar ve kutun artık köpekte olmadığını anlar. Kutun nerede olduğunu anlamak için etrafına bakınca, köpeğin sürtündüğü çadırın keçesinde durduğunu görür.

İhtiyar adam;

- Oğlum, bu köpek sende kalsın! Ben yaşlı bir adamım, itini alıp gidemem, al.

Babası:

- Benim elimi boş göndermek istemiyorsan, evinin sağ yanındaki eski keçeyi benim arkama sarıver, der.



Şımbay;

- Tamam diyerek, evin keçesini çıkarmak için gider. Bu sırada gök renkli bir toklı (sürünün başı olan koç) gelir ve köpeğin sürtündüğü keçeyi yalar. Daha sonra Şımbay, keçeyi çıkarıp babasının sırtına sarayım derken, ihtiyar gizlice bkar, kut bunda da yok. Kutun artık keçede olmadığını gören ihtiyar; “Hey, bu nasıl oldu?” deyip, etrafına bakınır ve kutun gök renkli koça geçtiğini görür. Bunun üzerine;

- Oğlum, bütün gün şehri dolaşınca yorulmuşum. Yarın yola çıksam daha iyi olacak, der.

Şımbay;


- Bugün de burada kal. Yarın erkenden yola çıkarsın, der.

Babası;


- Oğlum, bu gök renkli koçu keselim, bağırsaklarını bile çıkarmadan hemen pişirelim. Bir lokmasını bile başkasına vermeden hepsini benim önüme koyarsan, ben bu koçu yiyince sana dua eder ve yola çıkarım, deyip attan iner. Şımbay, babasının isteğini derhal kabul edip, attan inmesi için ona yardım eder.

Koçun eti pişinceye kadar vakit hayli geç olur. Bu sırada Şımbay’ın uyumakta olan oğlu Devkara uyanır ve annesinden yiyecek bir şeyler isteyerek mızmızlanmaya başlar. Annesi, küçük çocuğu susturmak için kazanda pişmekte olan yahninin üstüne çıkan koçun dilinden bir parça koparıp çocuğa verir. Daha sonra etleri tabağa koyup yaşlı adamın önüne getirir. Tabağa bakan adam, kutun ette olmadığını görür. Yine de kutu aramak için eti didiklemeye başlar. Bu sırada küçük torunu Davkara, dedesiyle beraber yemek yemek için yanına gelir ve onun dizine oturur. Yaşlı adam, torununa bakınca kutun Davkara’da olduğunu görerek, Şımbay’ı çağırır.

Şımbay’ın babası;

- Oğlum, senin sahip olduğun kuta, evlatlarımın hepsinin sahip olması için kutu yanımda götürmek istedim, fakat bu kut sadece senin nasibinmiş. Kut, Davkara’da ona iyi bak, diyerek atına biner ve evine gider.

Şımbay’ın ilk yerleştiği yere bir süre sonra bir kale yapılır ve bu kaleye “Şımbay” adı verilir. “Davkara” adlı yer ise, ismini Şımbay’ın oğlu Davkara’dan alır. “Tazkara”, şimdiki adıyla “Şomanay” ise, Şımbay’ın kızının evlenip gittiği yerdir ve adını Şımbay’ın kızından alır.

Şımbay, zamanla çok zengin bir şehir haline geldiğinde sürülerdeki hayvanlar o kadar artar ki, insanlar onları koyacak yer bulamaz. Bunun üzerine halk, fazla hayvanları şehrin yakınındaki otlağa göndermek için bir çoban arar. Bu görev Şımbay’ın oğlu Davkara’ya verilir. Sürüyü, kendine gösterilen otlağa götüren Davkara, hayvanlara dar gelen bu otlakta durmaz ve daha geniş bir otlak bulur. Bu geniş otlak onun yaylağı ve kışlağı olur ve “Davkara” adını alır.

Hayvanların artmasında, halkın gelip yerleşmesinde bir eksiklik yoktur, ama Davkara’nın kaç çocuğu olduğu bilinmez. Onun sadece Makariya adında bir kızı olduğu bilinir. Davkara, kızını evlendirince uzakta yaşayan zengin biriyle dünür olur. Makariya’nın eşi, Davkara’ya kalın480 ödemek için sık sık yanına gelir. Bir keresinde Makariya’nın eşi Davkara’nın evinde kaldığında, gece yarısı bir gürültü duyulur. Bu gürültüyü duyan herkes çok korkar. Makariya’nın eşi, karısına şöyle der;

- Kaynatama git, bana kendi tulparını481 verirse, gidip, insanları korkutan bu gürültünün sebebini öğreneceğimi söyle!

Makariya, eşinin sözlerini babasına iletince Davkara, tulpar atını damadına verir.

Davkaranın damadı, tulpar ata biner ve Makariya;

- Sen giysilerini giy, belini sar,482 jegdenini483 giy ve kapıda hazır bekle! Kötü bir şey olursa ya da gürültünün kaynağı düşman veya haydut ise seni hemen alır giderim, der ve sesin geldiği yöne doğru gider.

Makariya’nın eşi, sesin geldiği taraftaki dağın tepesine çıkınca, gürültünün kaynağının hızla köye yaklaşmakta olan adam boyu su olduğunu anlar. Atını kamçılayıp, hızla kaçan damat, köye döner ve kapıda hazır bekleyen Makariya’yı alarak uzaklaşır.

Makariya’nın kaçıp gittiği yerin neresi olduğu bilinmez, ama uzaklarda “Makariya”484 adlı bir yer varmış ve burası Makariya’nın eşiyle beraber kaçtığı yermiş. Bu şehrin adı da Makariya’nın adından dolayı verilmiş. Şımbay şehrindeki baht ve kut Makariya şehrindeymiş. Karakalpak yaşlıları, Makariya adlı şehrin bu nedenle bolluk ve bereket içinde olduğunu anlatırmış.


  1. ŞOMANAY KANALI

Şımbay’da güzelliğiyle tanınan Şomanay adlı bir kız vardır. Kızın ünü dört bir yana yayılır ve Kongıratlı bir beyin oğlu da kızın güzelliğini duyarak, ona âşık olur. Beyin oğlu, kızı görmek için çok uzaklardan gelir. Hiç kimseyi beğenmeyen kız, bu yiğidin yüzünü görür görmez ona âşık olur. Böylece Şomanay, Kongıratlı beyin memleketi olan Amuderya’nın sol kıyısına gelin gider.

Şomanay’ın evlendiği memleketin insanları açlık ve yokluk içinde yaşamaktadır. Kuraklık yüzünden ekin ekemeyen ve açlıktan kırılan çiftçiler ayaklanırlar. Bunları gören Şomanay, eşinden Kara Teren485 Gölü’ndeki suyu, kurak tarlalara getirecek bir kanal açılmasını ister. Beyin oğlu, hanımının bu isteğini derhal kabul eder. Böylece, susuzluktan mağdur olan ve tarlada çalışamayan çiftçiler, kanalı kazmaya başlar. Bu işe birkaç bin kazıcı da katılır. Sonunda kanal biter ve adını “Şomanay Kanalı” koyarlar. İnsanlar, Şomanay Kanalı’nın iki kıyısına göç edip yerleşmeye başlar.

Bugün [çevresinde pek çok insanın yaşadığı] Şomanay Kanalı’nın yukarı kısmı “Karabaylı”, ortası “Şomanay”, aşağı kısmı ise “Kıyatjarğan olarak adlandırılır.


  1. Yüklə 2,33 Mb.

    Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin