***
- Kişi Allah olamaz. Bayezid Bistami'nin vahdet ruhuyla kendi varlığını devre dışı bırakarak: "Sübhani ma a'zame şani” (Ben kendimi tesbih ederim, benim şanım ne yücedir.) "Cübbemin içinde Allah'tan başka bir şey yok." Vahdet ruhu kendisinde belirince, kendi varlığını bırakarak “Sübhani” (Benim şanım en azametlidir) dedi.
Beyazıd-ı Bistami anlatımında da ortaya konmuştur ki; Allah kişide kişinin takadi ve mertebesince daim zuhurdadır. Yani bunu beyan etme heyecanı gelir mi gelir.
Hemen tevbeye geçmek gerekir, yoksa sözün hükmüne, putlaştırmaya girilir.
“vescüd vakterib” (ve SECDE ET ve YAKLAŞ) (Alak 96/19)
- Kişi Allah olamaz. Allah “Ol!” derse “Feyekun!” tatbikatında kişi iltica itibariyle “Allah’ım” der. Ancak bu ifade her ne kadar görünüşte mülki bir görünüş olsa da,
mülk ihtiva etmez. Eğer mülke girerse Firavun, Nemrud misali kibir olur, tekebbür olur
“Ente/Sensin” derse görünme tenezzülatı itibariyle KİBRİYULLAH (Kebir Allah/Allah büyüklüğü) dür. Kibir başka şeydir kebir başka şeydir.
***
(Musa Efendinin başını kaldırmadan “Bu mümkün değil!”) demesi; doğrudan bir hitap değil de, kendinden kendine bir sesli düşünce olarak görülebilir. Yani bunu Şeyh’ine, Mürşid’ine, muhatab olarak söylemiyor da kendi içinde söylüyor. Ama Reisül Mürşid bunu mümkün hale getirmiştir. Yani Mürşid, “ben de biliyorum mümkün değil hadi olsa ne yaparsın?” diyor.
Mürşidin sorusuna, alenen “Bu mümkün değil!” demek, edeb-i ilahiyeye uymaz.
O zaman “Sen varsın ben de varım” demek olur. Edebi ilahi bakımından olayın kendinden kendine bir sesli düşünce içinde “Bu mümkün değil!” La ilahe illallah diyerek olabileceğini öngörüyoruz.
***
Hafi olarak mümkün olmadığını ifade etsek de, Reisül Mürşid bunu mümkün hale getirmiştir. Tatbikatlarda görüyoruz ki,
1. Ademiyet mertebesinde, Meleklerdeki tatbikatta
(Bakara 2/30) (Rabbi) dedi ki, "kesin ben ki sizin bilemiyeceğiniz şeyleri a’lem/bilirim."
Bakara 2/32) Dediler ki; Seni sübhan/tesbih ederiz, senin bize ‘allem/bildirdiklerinden başka bizim ilm/bilgimiz yoktur. Kesin sen ki, ‘aliymü’l hakim (alim, hakim) sensin
2. Ümmi Peygambere Cebrail “IKRA” derken, onun Ümmi olduğunu bilmiyor muydu?
3. Mürşid, şeriata ters gelecek şekilde mesela vakti gelmeyen orucunu bozdurarak ihvanı teslimiyet yönü itibariyle imtihan edebilir. Kesin li, Mürşid şeriat olarak bunun yanlış olduğunu bilir. Ancak tatbik ettiğini yeni bir şeriat olarak vazetmez.
Burada yapılan izahlar tefekkür bakımındandır. Yani kendi iç bünyemizde, kendimizden kendimize bir düşünce olarak talim etmekliğimizdir. Yoksa bir Mürşid-i Kamil’e karşı bunu söylemek edebe uymaz.
***
Ama mürşid bunu söylemiş şimdi mürşide cevap verme bakımından sanki (haşa) Allah’lığı kabul etmişin gibi oluyor. Ama mürşidin sorusunda, mürşidin himayesi var.
Bunun anlamı denebilir ki, aslında mümkün olmayan birşeye rağmen buna soyunmak
tabir-i caizse Nemrud’un ateşine atılmaktır. Nemrud’un ateşine atılmak yani Mekr-i İlahi’ye düşmektir. Kesrette Vahdet görülmez ise, kesrette boğulmaktır. Ancak Mürşid-i Kamil sözüne uyulması bakımından ise bu aynı zamanda “Halil” liğin tatbikata geçmesidir diyebiliriz.
Nemrud’un ateşi kelime olarak bakarsak, Rabbından bilme bakımından “haza min fadli” diyerek, Hz. Muhammed’in yatağına girme hali ile “Halil” liğin görünme yeridir.
“Halil” lik görünmesi için o ateşe yani kesrete girilir. Böylece namütenahi isimlerin bünyedeki tatbikatıyla o bünyede isimlerin razı olması için kulluk edilir. İsimler kemalatları itibariyle razı oldukları nispette razı olunan yerde marzi zuhura çıkar.
Bu bakımdan Nemrud’un ateşine girilme “Halil” lik isminin zuhuru bakımındandır ki
ancak bu da Rabbını görerek tatbikata geçer.
Bu noktaya soyunmuş olan evlad, itiraza düşmeden soyunmuş olan evlad inşaallah o kamil insanın gönlünde “Halil” lik sırrından hissement olur diye niyaz ediyoruz. Amin.
Buna cevap vermek yine rabbi olarak ne zuhur ediyorsa kişinin ancak bulunduğu mertebe ve makamının Rabbına ilticası ile mümkündür.
Bu tatbikat, Nemrud’un ateşine mancınıkla atılmaktır. Kişi, “ben zatın sözüne uydum, Allah’ıma karşı hata ettim” düşüncesinde ise, sorunun sorulacağı kişi değildir, o makam değildir. Kişi hala mürşid’deki hakkı, hakikati, Allahı görmeyip de onu kendi cismi içinde kişisel olarak görmüşse, bu soru ona sorulmaz
Şeriatte Nemrud ateşi, Hakikatte Allahın “Halil” lik sırrının açılmasıdır. Mürşid’de hak (hakikati) müşahde etmede, ateş kişiyi yakmaz. Eğer cisim, zahir şeriatında kalınmış ise, o zaman ateş kişiyi yakar.
İşte bu teslimiyettir ancak Adem’in teslimiyeti , Nuh’un teslimiyeti, İbrahim’in ve ilah… makamların teslimiyetleri ayrıdır. Herbir mertebede Rabbımız ayrı teslimiyet şanı içinde görünür. O noktaya aday olunmadan da Mürşid teklifte, zorlamada bulunmaz.
“la ikrahe fiy’d diyni” (Dinde ikrah/zorlama yoktur) (Bakara 2/256)
Hak Evliyası, “kim ruh içre almışsam, bırakmam müzmahil (çökmüş) olsun” buyruyor.
***
Seyrullahın şanı gereği bulunulan yerin şeriatına ters gelen şeyler, vaadedilen yer için gerekil olanlardır. Bunlar kendi içlerinde ekmel, mükemmel ve merkezindedirler.
Nitekim İNŞİRAH suresinde ifade edildiği gibi “feiza feragte fensab” (İnşirah 94/7)
(bu halde vakta ki sen ferag (fariğ/hür kaldığında) bu halde ensab (nasbet, put et, çalış/uğraş, yorul, YENİ bir İŞE koyul, bir şeyi hazır duruma getir.) Yani esma/isimler bakımından ilah/ilahelere yönel buyruyor.
Ensab_Nusb/Put et ama “ve ila rabbike fergab” (İnşirah 94/7) (ve rabb/rabbine değin bu halde ergab (rağbet et, yönel) mutlaka da Rabbına rağbet et, o zaman inşirah kemalatı ikmal olur.
Ancak başını kaldırmayıp, akabinden söylemiş olduğu sözün ikinci bir noktası vardır. O da Hakk makamının gözükmesidir. Yani söz aynen yerine getirilmiş, terakki yerine gelmiştir. Yine başını kaldırmamak suretiyle de SIFATİ tecelli hali aynı anda Ademiyetinden ta Hakk makamına kadar ki olanı, bir anda Sümbül Efendi’nin Mürşid-i Kâmillik noktasını bihakkın tasdik etmektedir.
Dolayısıyla orada üç (3) tane husus görmekteyiz.
1.- Ademiyet tatbikatının başlamış olması, Sümbül Efendi’nin nazarıyla onun giydirilmiş olması,
2.- Kendi iç dünyası itibariyle meleklik irfaniyetinin gereği, iç dünyasındaki olan bu tefekkürü,
3.- Başını kaldırmaması. Bunun ikinci olan noktası ki hadisenin üçüncü olan noktası da onun bir anda Hakk makamına gelmesidir. Nitekim bu yüzden dolayı da sonraki lutuf
Merkez Efendi olarak taltif edilmiş olmasında gözükmektedir.
***
Böyle bir soru “evladlara” sorulmuş. Yani veludiyet icadiyetinde, evlad-ı hakiki inşasına sorulmuş, oraya giydiriliyor. Tartışma vesilesi yapılmıyor tefekkür ve kabul...
Evladlara sorulduğu zaman Musa Efendi’yi verdiği cevap ile Merkez Efendi beyanı ilahisi ile Merkez Efendi hüviyetinin zuhura gelmesiine sebep olmuştur. Yani Hakk makamı çıktı.
***
Musa Efendi Mürşidinin “mümkün olsaydı” sorusu üzerine edeben, “her şeyi merkezinde bırakırdım!” beyanını lutfetti. Böylece Allah, Reisül Mürşid vesilesi tenezzülü ile Veled-i hakiki olanı, Allahlık (c.c.) makamından zevk verdi.
İşte mürşid, Reisül Mürşid buna denir. Yani eğitimleri bir seferde halleder. Allah Sümbül Efendi görünümünde, o makam itibariyle bunu lutfetti. Pirimiz de evlatlarında bu arzuyu ilahiyi inşaallah tatbikata koymaktadır. Allah razı olduğu arzuyu ilahisinde marzidir. Amin.
***
Merkez Efendi ile alakalı Sohbet’imize devam ediyoruz. Kaldığımız yerde evladlara sorulduğu zaman Musa Efendi’yi verdiği cevap ile Merkez Efendi beyanı ilahisi ile
Merkez Efendi hüviyetinin zuhura gelmesine sebep olmuştur.
Yani mürşidin yapmış olduğu bu çalışma müsait olan kişide merkezlik makamının yani o toplu çiçek dediğimiz cemül cem makamının görünmesine sebep olmuştur.
Alem öyle tatlı bir nizam içinde ki; buna bir şey ilave etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez!
diyerek vermiş olduğu cevap kendi bulunduğu mertebesinin hangi makam üzere olacağını da bize işaret buyurmuştur. Çünkü lutfedilen bilgiler ışığında anlıyoruz ki cisim olarak önce birşeyleri görebiliyoruz. O da cismin faaliyeti içindeyken cismi de idrak edemiyoruz.
Ancak manevi bir eğitime girdiğimiz zaman önce cismin ne olduğunu idrak ediyoruz. Sonra cismin, “nefahtü min ruhiy” tatbikatı içinde mecziyet halinde olduğunu idrak ediyoruz. Yani zatın ruhaniyet üzerinden rububiyet noktasına vermiş olduğu nefha/nefes ile tatbikattır. Böylece o ruhdan üflenmiş olan nefsi irfan olunma seyrinde talim etmeye başlıyoruz. Neticede cisim-isme, isim-manaya doğru inkılabedip, yolculuğu başlıyor.
***
Cisim itibariyle misalen 10 milyar lık “elvanun muhtelife” namütenayi bir görünümde
mevzuyu algılayabilmek, onlara ahenk vermek, merkezine oturtmak mümkün değildir.
Kendi bulunduğumuz şartların gereği olarak, kendi hevasatımızı daima öne çıkartıp (o nokta ile görmeye), (o noktayı haklı görmeye) ve onu (herkese kabul ettirmeye) çalışan bir durum içinde (bu hal üzere) herşeyi merkezinde görmemiz mümkün değildir, zaten olamaz da... Lâ ilâhe illâ ene (ENE/benden başka ilah yok) hakikatini kendi heva benliği üzerine izafe edip (haşa) “benden başka haklı yok” demeye getirmektir.
Tarikat neşesi içinde esma/isimlerin tatbikatında görünüm Esma-ül Hüsna olan 100 sayısına veyahut Kur’an’daki isimlerin dışındaki (sıfat, fiil, edat vs.) olanlarını da isim olarak kabul edersek ki verilen bilgiye göre 360 tanelik olan bir isimsel görünmeye inmiş olmaktadır.
Bakış sıfata geldiği zaman ise artık sıfatta tek’e doğru gitmektedir. Teklik içinde ise her bir isim fiil ve amel ile şeyiyette kendine sıfat kazanırken diğer isimlere muhtaç olduğunu bihakkın görür ki diğer isimlerle beraber ait olan Allah’ın görünmesi olduğunu zevk eder.
Bu nokta ile bakıldığında her bir isim, kendi içinde zıtlıklar içinde olabildiği gibi bazı isimler de diğer isimlere zıtmış gibi gözükmektedir. Bunlar esasında bir vücud olma ahengini meydana getirmekten başka bir şey değildir.
Cisimde de, İsimde de, Sıfatta da görünen bu farklılıklar kendi makam ve mertebeleri ve kendi mazhariyetler içinde olması gerekenlerdir ve oraya göre uygundur. Ekmel, mükemmel ve şüphesiz ki merkezindedir.
***
Rabbımız Amentü de
“Amentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rüsülihi vel yevmil ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teala (hayır ve şer Allah’dandır)
Hayır ve şerri ayırmak bir tanım içindir. Allah’a göre Hakk vardır başka bir şey yok.
Bu iyi mi bu kötü mü yok böyle bir şey, Hakk….
Mesela bıçak kullanmanın ceza/karşılığ vardır. Haksızca Adam öldürür katil olunur. Ekmek, meyva keser, hizmet etmiş olunur.
“hayrihi ve şerrihi minallahi teala” ifadesi karşılığını Hz. Kur’an’da; (Nisa 4/78 ve Ali İmran 3/27) ayetlerinden istifade edebiliriz.
Bütün bu beyanlarla ters veya aynı gibi gözüken şeylerin içinden birbirine bir mecziyet halinde bir ahengin olduğunu görüyoruz. Buna misal olarak da karınca alemine, arılar alemine baktığımızda da, yine namütenayi böcekler yine bitkiler alemine baktığımız zaman da, bize göre karman çorman gelmiş olan şeyin içinde aslında fevkalade güzel bir ahengi, noksansızlığı görmemek mümkün değildir.
***
“Allah allahı görür” denir. Aslı itibariyle zevc üzere tatbikat olur. Allah alim, Allah basir dendiğinde, Allah Alim sıfatı gereği, rabbi tatbikatı bilen ve bildirilen zevciyeti içinde aşk edilir. Allah Basir sıfatı gereği, rabbi tatbikatı gören ve gösterilen zevciyeti içinde aşk edilir. Yani Kendinden kenidine kendidir. Allah Tek-Bir dir, İkincisi yoktur. (bilen ve bildirilen) olarak Allah Alimdir. (gören ve gösterilen) olarak Allah Basirdir.
Bir neşe üzre diyor ki,
Allah gönüldür, gönülde gönüldür.
Allah gönüldür, gönülde görünür.
Allah gönüldür, gönülde gönüldür,
Gönlü İlahi ile görünür.
Şu halde asıl, ilahi gönülde, Allah’ın gönül ettiği, Muhammedi muhabbettir. Gönlün tüm men/kimlik ve ma/şeyiyyet olarak halkıyette cisim kaydı ile değil gönül etmesinden dolayı Allah görünür ki, bağlı olunan Muhammedi gönül ile görünir.
***
Olaya dıştan bakılırsa gaddarca, haksızca, adaletsiz vs görünse de bütün bunlar Allah rahmetindendir. Hepsi kendi mertebesince nice isimlerin kemal bulmasında ekmel mükemmeldir. O mertebenin vücudunun ana karnındaki (rahmindeki) beşer insanın inşası misali, zuhura, şuhuda gelmesine hizmet etmektedir. Böylece buna “doğrudur”, denebilir. Ancak birşeye “doğrudur” demek, karşılığında bir “yanlış” var demeye gelir.
“innâ lillâhi innâ ileyhi raci’un” (Bakara 2/156)
(“kesin Biz lillâhi/Allah içiniz ve kesin Biz ona değin raci’/rucu edenleriz")
ayeti gereği bizler doğru ve yanlış için değiliz.
Mahlukluk, arzuyu ilahinin HALLAK ismiyle Hakikatinde (HAK) ismini HALK tatbikatına geçmesi tenezzülü olarak rıza olunmadadır. Aksine gidiş olamaz.
Yevm-il kıyama kadar mühlet verilmiştir. (Hicr 15/35 – Sad 38/78) (Allah) Ve kesin ki, la’neti/lanetim yevmi’d diyn/kıyamet gününe değin senin üzerinedir.) Sonunda rucu/dönüş asla yani hüve/onadır.
Nitekim, Yaşam, önce mevt/ölüm sonra hayat olarak inşa edilmiş, halkedilmiştir.
(Mülk 67/2) (o zat ki, mevt/ölümü ve hayate/hayatı halek/halketti ki, Hanginizin ahsen/daha güzel amel edeceğini bela (sınamak/belirlemek) içindir ve “hüve” aziyzü’l gafur (güçlü/galip, istiğfar/yargılıyandır)
Mevt/ölüme göre hayat için; hayata göre mevt/ölüm için, genel olarak veya özel olarak yani kişinin durumuna göre “iyi” veya “kötü” denebilir. Mertebenin gereği ve kişinin zanlarına göre bu deyişler için isabetlidir de denebilir. Ancak halkedilen mevt/ölüm ve hayat Allahın “Hayy” isminin irfan olunması müşahade kemalatlarındandır.
Yani Allah “iyi” veya “kötü” denmekten münezzehtir.
Neticede esas kaynağı Hakikat-i Muhammed olmak kaydıyla Vücud-u Muhammed olan Vücud-u Adem’i Allah Vacib’ül Vücud olarak HALLAK ismiyle halk etmiştir. HAK ismi ortasına alemlere remzi olan (lam) ile HALK tenezzülünde bulunmuştur. Halk edilmiş olan vücud mahluktur. Allah’ın irfan olunma arzusuyla razı olduğudur.
Yani mahluk olan biz Allah’ın rızası olan arzusuyuz. Bizden ancak Allah’ın razılığı gözükür, gözükebildiği kadar da marziyiz. Bunun dışında bir şey yoktur, varmış gibi kabul etmek zandan başka bir şey değildir.
***
Beşeri olarak put edilen cismaniyetin tesirinde olanlar için zahiren mevt/ölüm uzak durulması gereken birşeydir. Nitekim ondan bahsederken, elimizi, parmağımızı genellikle sert bir yere vurarak, “aman Allah geçinden versin” deriz.
Bilelim ki, mevt/ölüm nefsin zevk edeceği, zevkidir ve hayy/hayattır. Hz. Kur’an’da “ellezî haleka’l mevte ve’l hayate” (Mülk 67/2) buyurmuştur. Yani önce mevt/ölümü ve hayy/hayatı halk etmiştir. Böylece onları (ve) diyerek eşit olduklarını, İlliyet (sebep - netice) münasebeti içinde bağlantılı olduklarını işaret etmiştir. Hayatın oluşması için önce mevt/ölümün olması gerekir. Yani Mevt/ölüm hayatın sebebidir.
Allah’a göre, “el mevte ve’l hayate” aynı ayette “ente ve zevceke” misali arz ettiği hususiyetleri itibariyle de ayrı isimlerle ifade edilse de, aslında tanım, tarif kazanmaya hizmette bir bütündür.
Allah’a göre, arzuyu ilahide razı olduğu rızadır. Yine bunlar rabbın, rabbi öğretimiyle hepsi ekmel, mükemmel ve merkezindedir.
***
Bu durumda Cennet ve Cehennem hedef veya varılacak yer değil, seyrullahta olması gereken mertebelerdendir. Nefsin hevasatlarındandır.
Evliyadan bir zat rivayeten, diyor ki, “Cennet mükafat ile seni istiyorsam o cenneti bana haram et, girmeme mani ol. Cehennem korkusu ile seni istiyorsam o cehennemi bana helal et, içine at beni.” Evliyadan zatın olaya bakış tarzı bu….
Cennet cehennem demek bunları ayırmak mülk halinde görmektir ve bu mukayese ile de sanki merkezinde olan şudur merkezinde olmayan şudur demektir. Bu deyiş evliyaya yakışmaz. O yüzden der ki bu cennet içinse beni cennetine koyma yok cehennemden korkuysa da at beni onun içine. Benim muradım sensin.
Yunus Emre’nin dediği gibi
Ahilere ahret gerek / Sofilere Sohbet gerek
Leyla’ya Mecnun gerek / bana seni gerek.
Yine Yunus Emre
Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları / Bana seni gerek seni
***
Hz. Kur’an’da birçok kelimeler farklılık bakımından “olur mu bu” “Allah katil olabilir mi”, “şu olabilir mi bu olabilir mi” denebilir. Ama bunlar Kur’an’da tanımlanan Vacib-ül Vücud Hazretleri ekmel mükemmeldir. Vücud-u Muhammed içinde ahenk içinde yürümektedir.
***
Yukarda da söylendiği gibi
Alemi sen yaratsaydın nasıl yaratırdın?
Yani “Sen Allah olsaydın bu halkiyeti nasıl yapardın?...” aynı Musa beyefendinin de lutfettiği gibi zahiren nekadar bu mümkün olmasa da ancak arzuyu ilahi olarak olduğun lutfediliyorsa,
“her şeyi merkezinde bırakırdım!” Alem öyle tatlı bir nizam içinde ki; buna bir şey ilave etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez!
Hakk’ın yaptığının dışında birşeyi söylemek zaten olacak şey değildir. Ne gönül, ne nefis, ne akıl, ne duygular da bunu söylemiyor. Bu ancak kişinin mertebeleri üzere kendi kendine ilmel - aynel veya hakkel zevk halinin tespit bakımından, bunun görebilmesi utfedilen bir çalışmadır diyebiliriz.
***
Bir şey birşeye göre birşeydir. Doğru, birşeye göre doğru veya yanlıştır.
O şey neye göre o şey olabilmesi için bir kere onun ortaya konması lazımdır. Eğer tanımlar tam yapılamazsa haliyle cevap vermede şaşırılır. Cevap genellikle sorunun içindedir. Bu yüzden soruyu tam sormak gerekir.
Birgün “Kul nedir?” diye sormuşlardı. Önce tarifi, tanım tam yapmak gerekir.
Hangi kuldan?..., nerenin kulluğundan?.... bahsediliyor. Paranın kulu mu, eşyanın kulu mu, hevasatın kulu mu, nefsin kulu mu, Allah’ın kulu mu? Hangi kuldan bahsediliyorsa, işte o bahsedilen şey oranın kulluğunun ne olduğunu öğretecektir. İlim olarak da öğretecektir, tatbikata girdiği zaman da öğretecektir.
***
HİKÂYENİN DEVAMINDA
- Ey dervişler, diye seslendi. Hakk rahmetinin tecellisi toprak *****n bağrından renk renk, türlü türlü, çeşit çeşit çiçekler fışkırıyor. Her biriniz bana bir top çiçek getireceksiniz. O miskler saçan çiçeklerle gönlümüz, gözümüz aydınlanacak.
Mürşidi Kamilin sözüdür. Söyleyen kişiye nispetle anlamak gerekir. İrfaniyet önce ve derhal Hitabedeni semi/duymaktır. Çünkü vücud, (Müminun 23/78 “semi – basar – fuad” beyanı ile tanzim edilmiştir.
İşaret edilen emirden görünme tabiki Alemlerin rabbı olan Allaha aittir. Semi/kulaktan başlamıştır. Peygamberimiz, Mekkedeki müşrik ve kafirlere “bir kere dinlemediniz ki,” buyurmuştur. Kulaktan gelen görmeye nazaran doğru olandır. Teklif, taleb semi/kulaktan gelir. Kişi kabul eder veya etmez, onun işidir. Seçimi geçimidir. “leha me kesebet aleyha mektesebet” (iktisab ettiği lehinedir, iktisab ettiğin aleyhinedir)
Mürşidi Kamil buyurduğunda, “Hak söyler, Hakkı söyler, Hakça söyler.” Buna göre söyleneni görüneni tevil etmek gerekir.
***
Hakk rahmetinin tecellisi toprak *****n bağrından renk renk, türlü türlü, çeşit çeşit çiçekler fışkırıyor.
Hak rahmetiini tecellisi toprağın bağrından fışkıran renk renk, türlü türlü, çeşit çeşit çiçekler, Turab/toprak (Tıyn/çamur) tan halkedilmiş Adem’deki esma/isimlerin allem/talim edilmeleridir. Mürşidi Kamil’in himmet etmesi ile gayret dervişten, tevfik Allah’tandır.
Mürşidi Kamil Allah’ın Hakk rahmeti, tecellisi olan toprak derken Turab/toprak kasdediyor, (Tıyn/çamur) kasdediyor. İşte bu noktada esma/isimleri allem/talim etmeye başlıyor.
Her biriniz bana bir top çiçek getireceksiniz. O miskler saçan çiçeklerle gönlümüz, gözümüz aydınlanacak
Mürşid o çiçekleri topla derken, toplu halde cem makamı itibariyle esma/isimleri bir anda talibe yükledi. Arz/topraktan bunlar fışkırıyor. Adem arzında Rabbımın rahmet tecellisinle namütenayi isimler fışkırıyor, onlardan bir top çiçek bize getireceksiniz diyor. Toplu olması, herbir ismin aslının Allah olduğunu tasdik ile isimlere Allah gayrısı olarak kuvvet vermemektir. İsim her biri ilah/ilahedır ama aslı Allah olarak cem edilirse o zaman top halinde ve Cem-ül Cem makamı olarak Allah tasdik olur. Mürşid Allah noktasına bakar. Cem ve Cem-ül Cem makamının şanı olarak Allah isminde tevhid edip, Mürşidinin gönlünü, gözünü aydınlatma yolunda hizmet etmelidir.
Mürşid gözü gönlü Allah’la aydınlanır? “Ya şafi” zikri ile “şafi” ismine Allah gayrı olarak kuvvet atfetmekle mürşidin gözü aydınlanmaz . Allah şafidir (Şafiyullah) tadiği ile mürşidin gönlü gözü aydınlanır. Böylece Allah kulundan Nuru Muhammed müşahade edilir. Nuru Muhammed zaten Allah’ın kendidir. Allah’ın övülmeye layık olan ismi ile nurlanmış olması zulmetten nurun ortaya çıkması.
Dervişler durabilir miydi? Sümbül Efendi ilk defa kendilerinden bir şey istiyordu. Bütün dervişler dışarı süzüldü. Kırlara, bahçelere doğru koştular ve demet demet, kucak kucak çiçekler topladılar. Getirdikleri çiçeklerle dergah çiçek bahçesine dönmüştü.
Bütün dervişlerin yüzü çiçekler gibi gülüyordu.
Yukarıdaki tatbikat yine aynı şekilde Mertebe ile (Mertebenin gereği içinde) hakedeni tespit için önce umumi, sonra da hususi olarak tatbik edilmiştir.
Can hitabına muhatab olan İhvab, kendi anlayışları içinde, çiçeklerden zahiri görünmeleri hali içinde, demet demet toplamışlardır.
Fiilerinden dolayı memnun ve razılardırlar. Zanlarınca Mürşidlerinin “gönlü, gözü” aydınlanacaktır. Ama anlaşılıyor ki, sadece “göz” aydınlanmıştır. Çünkü Dergahı İlahide manevi eğitim içinde olunmada bunun daha da derini lâzımdır.
Rabbımız bu agâhlık içinde yürüyenlerden eyletsin. Amin
Dostları ilə paylaş: |