Körfez savaşı öncesinde dünya güç dengesi iki süper güç olan ABD ve eski SSCB’nin ekseninde oluşmaktaydı. SSCB’nin dağılması ile dünya güç dengesi ABD lehine dönmüştür. Bu dönüş sürecinde meydana gelen boşlukta Körfez Krizi ortaya çıkmıştır. Söz konusu Krizin hemen ilk gününde ABD başkanı Bush, yeni dünya düzenini gündeme getirmiştir. Körfez Savaşı, yeni dünya düzeninin aslında ABD’nin Ortadoğu’yu tam olarak kontrol etme ve bölgeye tam hakim olma isteğinin bir planı olduğunu ortaya çıkarmıştır.[47]
Nihayetinde Amerika, dünyanın stratejik olarak önemi bulunan her tarafındaki donanmaları, hava üsleri ve kara kuvvetleri ile yerkürenin her yerine gerçekten erişebilme kapasitesine; ayrıca da acil bir tehlike durumu karşısında bu pozisyonları takviye edebilme kabiliyetine sahip olan tek ülkedir. 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgaline verdiği karşılık bu yeteneklerin esnekliğini ve kapsamını ortaya koymuştur. Birkaç ay zarfında Suudi Arabistan’a 1500 uçak ile 500.000 asker gönderip Akdeniz’i, Basra Körfezini ve Hint Okyanusunu uçak gemileri ile doldurarak bu en son zamanlarda eşi emsali görülmemiş bir askeri güç sergilemiştir. Soğuk Savaşın tarihe karıştığı günümüzde ABD’nin dünya yüzüne yayılmış kuvvetlerin sayı ve kapsamında önemli indirimler yapılmaktadır. Ne var ki ABD 1941 öncesinde ki ne kendi ülkesinin ne de yönetimindeki ada ülkelerinin dışında hiçbir yerde tek bir Amerikan birliğinin bile üstlenmediği dönemdeki politikasına dönmesi olağanüstü bir gelişme olacaktır. Irak ve Libya gibi rejimlerin yıllardır devam etmesi büyük ve esnek kabiliyetli kuvvet bulundurmasına bir mazeret teşkil etmiş[48], 11 Eylül sonrası oluşan havada ABD, bu kuvvetleri istediği yere daha tehlike gelmeden gönderebileceği ve orayı vurabileceği argümanını ileri sürmektedir.Yani Amerika kendisine yönelik doğrudan bir saldırı olmadan da tehdit olarak algıladığı hedefleri vurma hakkını kendinde görüyor. Bu ABD'nin soğuk savaş yıllarından beri yürüttüğü, sadece saldırıya uğradığı anlarda karşı saldırı hakkını kullanma stratejisinden kesin bir dönüşü temsil etmektedir. Bu durumda sadece Irak değil, herhangi bir ülkenin askerî yapılanması da Amerika tarafından "potansiyel düşman" algılamasına girebilmektedir. Açıkçası Amerika dünya üzerinde kurduğu hegemonyasına karşı herhangi bir rakip istememektedir. Ortaya çıkabilecek rakiplerin de Amerikan saldırı sahasında olduğu ilan edilmektedir. ABD'nin birincil amacı, küresel istikrarın sağlanmasına yönelik olarak dünya genelinde ekonomik ve siyasal güce dayalı yaygın bir etki yaratmak ve bunu askerî kuvvetlerle desteklemektir. Söz konusu amacın, dünyanın bütününe yönelik açık bir talep olarak anlaşılmaması beklentisiyle ABD, ikincil amaç olarak da bu türden bir etki yaratma faaliyetini tek taraflı olarak gerçekleştirmekten kaçındığını belirtmektedir.[49] Yeni Amerikan güvenlik doktrininin pratik yansımalarını 11 Eylül olaylarından itibaren dünyanın değişik yerlerinde görmekteyiz. Afganistan savaşı sonrasında Amerika'nın dünya çapında giriştiği eylemleri herhangi bir uluslararası hukuk normuyla bağdaştırmak oldukça zor görünmektedir. Bu bağlamda Amerikan dış politikasına şekil vermekte olan “önleyici saldırı doktrini” uluslararası ilişkilerde son derece tehlikeli bir örnek teşkil edebilir. Bu doktrini diğer ülkelerin de kendi güvenlik stratejileri çerçevesinde uygulamak istemeleri gayet doğal sayılmalıdır. Bush yönetiminin uluslararası hukukun yerine güce dayalı bir düzen kurma girişimi bütün dünyayı bir savaş alanına çevirecek etkiler meydana getirecektir. Yeni Amerikan güvenlik stratejisinin ilk uygulama alanı ise Irak olmuştur.
II.II. 11 EYLÜL VE IRAK
Şüphesiz 11 Eylül ABD güvenliği ve dolayısı ile yeni uluslararası durumda bir dönüm noktası olmuştur. 11 Eylül’den ilk nasiplenen de El-Kaide ve Afganistan olmuştur. 11 Eylül saldırısı, ABD'nin Afganistan bağlantılı askeri önlemleri gerçekleştirmesinin meşruiyetini kazandıran bir etki yaratmıştır. ABD, uluslararası alanda hiçbir tartışmaya izin vermeyecek kadar açık olan bu olay sonrasında saldırıya uğrayan ülke durumu gereği bir “meşru müdafaa” hakkı ve buna bağlı bazı ayrıcalıklar kazanmıştır. ABD, saldırının doğrudan kendisini hedef almadığını, bu saldırının uygarlık ve özgürlük merkezine yönelik olması bakımından tüm özgür ve uygar toplumlara yapıldığını ileri sürerek bir genellemeye gitmiştir.[50] Irak, Saddam Hüseyin ve şüphesiz 11 Eylül, Amerika’nın güvenlik stratejisini temelden değiştirmiştir. Soğuk Savaş döneminde nükleer stratejisini caydırıcılık kavramı üzerine inşa eden ve 50 yıl bundan sapmayan Amerika, bugün nükleer stratejisini yeni, başka ve tehlikeli bir zemine oturtmuş durumdadır.[51] Irak'a karşı 1991 savaşı neticesinde Irak fiili olarak üçe bölünmüş, Saddam idaresi 36. paralel ile 32. paralel arasına sıkışıp kalmıştır. Fakat Saddam'ın iktidarda kalmaya devam etmesi özellikle ABD yönetimini rahatsız etmeye devam etmiş ve 11 Eylül saldırıları sonrası oluşan yeni hava ile beraber günümüzde Saddam yönetimini sona erdirmeye ve Irak'ı silahsızlandırmaya yönelik yeni bir savaşı başlatmıştır.[52] “Bush Doktrini” olarak tanımlanan ve ulusal güvenlikle ilgili olan bu yeni belge şunlara vurgu yapmakta: “Ulusumuzun karşı karşıya kaldığı en önemli tehlike, radikalizm ile teknolojinin kesişme noktasıdır”. Amerika’nın harekete geçme kararlılığını göstermesi gerekmektedir. “Dolaysız hedefimiz, küresel çapta harekete geçebilen terörist örgütler ve her terörist veya terörizmi destekleyen ve kitlesel imha silahlarını ele geçirip, kullanmak isteyen ülkeler olacaktır... Birleşik Devletler hiç bıkmadan uluslararası birliğin desteğini istemesine rağmen, savunma hakkımızı gerektiğinde önleyici bir saldırı ile tek başımıza kullanmaktan da geri durmayacağız... Uluslararası hukuk yüzyıllardan beridir ulusların kendilerini tehlike arz eden güçlere karşı savunmak için illa saldırıya uğramaları beklemeden harekete geçmelerini bir hak olarak tanımaktadır”.[53] Tabii ki bu gerekçe ABD’ye istediği anda istediği yere vurabilmesi için bir temel oluşturmaktadır. 11 Eylül’den önce ABD’nin Orta Doğu politikasında esas olan etkenlerin; Batı dünyasını besleyen petrolün ve bu petrolün ulaşımını sağlayan yolların ve Basra Körfezi’nin güvenliği ile İsrail’in güvenliğini sağlamak olduğunu görmekteyiz. 11 Eylül saldırısı sonrasında ABD’nin Orta Doğu politikasına etki eden iki boyutun daha ortaya çıktığını müşahede etmekteyiz. Bunlardan biri Orta Doğunun kitle imha silahları deposu haline gelmesini önlemek, diğeri ise gittikçe önemli bir tehdit olarak ortaya çıkan terörün kaynağı haline gelmesine mani olmaktır. Uygulanmak istenen politikanın amacı da, yukarıda ifade edilen hususları yerine getirerek, Orta Doğudaki rejimlerine güvenilmeyen devletleri, uluslararası sisteme uygun hale getirmek ve tehdit olmalarını önlemektir. Bu bağlamda Saddam yönetimindeki Irak, ABD tarafından potansiyel bir tehdit olarak algılanmakta ve özellikle kitle imha silahları ve nükleer silah açısından ABD’nin güvenliğine, bölge ve dünya istikrar ve barışına etki etmeden tehdit olma niteliğine son verilmesi gereken bir ülke olarak nitelendirilmiştir.[54] 17 Mart 2003 günü George W. Bush ‘bu (savaş) bir otorite meselesi değil bilakis bir kararlılık meselesidir’ diyerek ABD’nin bu konudaki tutumunu özetlemiştir [55].
Irak Savaşı ile birlikte 11 Eylül oluş biçimi ve sonuçları bakımından daha çok önem kazanmıştır. Amerika gibi güçlü bir ülke için şüphesiz 11 Eylül’ün siyasi yönü ekonomik yönünden çok daha önemli olmuş Amerikan ideallerinin ve hayalden başka bir şey olmadığını göstermiştir. Bu bakımdan 11 Eylül’ün en büyük etkisi maddi değil manevi olarak görülmüş Amerikan toplumunu tam bir travmaya sokmuştur.[56] 11 Eylül saldırılarından sonra oluşan ortamı fırsat bilen ABD 1991’den sonraki dönem içinde küresel hakimiyetinin kalbi olarak nitelediği Avrasya’ya doğrudan yerleşme stratejisini hayata geçirmeye başlamıştır. Afganistan operasyonu ile birlikte Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’da üsler kurulmuş ardından Gürcistan’da devam etmiştir. [57]
ABD Soğuk savaş sonrasında artık bir Sovyet tehdidi veya caydırıcı gücü ortadan kalkmış olduğu için BM’de veto yetkisine sahip güvenlik konseyi üyelerinin bulunduğu, uluslararası bir hareketin BM onayına tabi olduğu bir dünya kendisini tatmin etmemekte, kendi çıkarına uygun bulduğu yolda çok daha hızlı hareket etmesini mümkün kılacak bir uluslararası hiyerarşi arzu etmektedir. Irak’ta savaş için BM’ye ültimatom vermesi, BM izin vermese bile biz gerekeni yapacağız demesi, NATO krizi, Almanya-Fransa eksenli AB muhalefetine karşı takındığı tutum hep ABD’nin nasıl bir yeni düzen istediğinin ipuçlarını vermektedir.[58]
II.III. SAVAŞIN SEBEPLERİ
ABD Saddam’ın devrilmesi konusunda Bush yönetimine kadar genel olarak Iraklı muhalifler üzerinden politika yapmakta idi. Clinton 31 Kasım 1998’de Iraklı muhaliflere 97 milyon dolar yardımı onaylamıştı. Bush yönetimi ise kitle imha silahları ve BM silah denetimi kararlarına uymaması konusunda Irak üzerine daha aktif bir şekilde eğilmeye başladı. Nisan 2002’de ABD Başkan Yardımcısı Dick Chenny bu operasyona destek sağlamak amacı ile Türkiye’yi de kapsayan Ortadoğu gezisi yaptı. Ardından Fransa’nın girişimi ile BM güvenlik konseyi 8 Kasım 2002’de BM silah denetçilerinin Irak’a giderek denetim yapmalarını ön gören 1441 sayılı kararı kabul etti. [59]
Genel ABD politikası olarak, politikayı oluşturan ve uygulayan Bush yönetimi rejim değişikliğinin dört sebepten dolayı gerekli olduğunu ileri sürmektedir. Birincisi yönetimin önemle üzerinde durduğu Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair iddialardır. Alman hükümeti Irak’ın 2004-2008 yılları arasında nükleer bir silah geliştirebileceğini hesapladıklarını bildirmiştir. Nükleer güce sahip bir Irak Kuveyt’i ve diğer Körfez ülkelerin işgal etmek veya onları baskı altında tutmak için cesaretlenebilir ve bu da ABD’nin bölgedeki güç planları konusundaki girişimlerine engel teşkil edebilir. İkincisi yönetim terörist El Kaide Örgütü ve Irak Hükümeti arasındaki bağlardan endişe duymaktadır. Yönetim Irak ve El Kaide arasındaki mevcut bağlar konusunda delilleri olduğunu açıklamakta, fakat bu iddia Saddam Hüseyin rejiminin laik doğası ve El Kaide’nin Irak, Mısır, Suriye ve ya Türkiye’deki bu gibi rejimlere doğrudan karşıt ideolojisi sebebiyle havada kalmaktadır. Üçüncüsü Bush yönetimi Saddam Hüseyin’i muazzam ve çoğu kez iyi düşünülmemiş riskler almaya hazır büyük bir kumarbaz olarak ilan etmiştir. Bu yüzden tehlikeli ve Amerikan misillemesi ihtimaline bakmaksızın ABD ve ya bölgedeki ABD çıkarlarını tehdit edebilir. Dördüncü olarak yönetim Saddam sonrası Irak’ta demokrasi inşa etmek için Irak hükümetini devirmek istemektedir. Tabii ki Saddam Hüseyin’in bir nesil süresince yönetimde olduğu ve sistematik olarak ülkenin politik hayatını yok ettiği göz önüne alınırsa gelecek demokrasi de ihtimal istikrarsız olacaktır.[60]
Bununla birlikte Amerika savaşa girerken bu krizde tek başına belirleyici olma arzusu tepkilere sebep olmuş, harekattan önce bir çok ülke ikna edilememiş hatta Almanya ve Fransa gibi ülkeler açıkça tepki göstermişlerdir. ABD bütün dünyaya yaptığı çağrılarda küresel terörizmi engellemek için uluslar arası işbirliğinin şart olduğunu ve teröre karşı savaşta ABD’nin yanında yer alınması gerektiğini, bu savaşta tarafsız olmanın mümkün olmadığını ilan etmesine rağmen, Afganistan savaşını da dünya Amerika’ya destek verdiği halde Irak krizinde Amerikanın egemen güç konumuna gelmek istemesi ve diğer devletlerin Irak konusunda öne sürdüğü kitle imha silahları ve terörizm gibi konularda ikna edememesinden dolayı tepkiyle karşılanmıştır. [61]
II.III.I. KİTLE İMHA SİLAHLARI VE GÜVENLİK
Irak'ın Kuveyt'ten çıkarılması sonrası önemli problemlerden bir tanesi Irak'ın sahip olduğu kitle imha silahlarının yok edilmesi ve yenilerinin üretilmesinin engellenmesi olarak ortaya çıktı. Bu bağlamda BM Genel Kurulu’ndan çıkarılan 687 sayılı karar ateşkes koşullarının yanı sıra balistik füzeler de dahil kitle imha silahlarının denetimini ve imhasını öngörmekteydi. Bu silahların imha ve denetimi işlerini ise BM Özel Komisyonu (UNSCOM) ve Uluslar Arası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) yürütecekti. Savaştan sonra zayıf düşen Irak, bu kararı 6 Nisan 1991'de kabul ettiğini BM'ye bildirmiştir. Irak 31 Ekim 1998'de kendisinden istenilen bütün koşulların yerine getirilse bile ülkeye uygulanan ambargonun kalkmayacağını ileri sürerek UNSCOM ile işbirliği yapmayacağını açıklamış, bunun üzerine Amerikan ve İngiliz uçakları 16 Aralık 1998'de Türkiye saati ile 23.49'da Çöl Tilkisi Operasyonu'nu başlatmıştır. Ardından Bağdat'tan yapılan açıklamada (19 Aralık) bundan sonra Irak yönetiminin UNSCOM’un Irak'a dönmesine izin vermeyeceği belirtiliyordu.[62]
BM, Irak’ın nükleer, kimyasal ve bakteriyolojik silahları bırakması gerekliliğine yönelik çeşitli kararlar aldı ve bunun belirtildiği gibi yapılıp yapılmadığını denetlemeleri için denetim ekipleri görevlendirdi. BM ayrıca, Irak’a çeşitli biçimlerde ambargolar da uyguladı. Bildiğimiz kadarıyla, o zamandan bu yana on yılı aşkın bir süre boyunca, BM kararlarıyla Irak’a konan kısıtlamalar sistemi önemli ölçüde zayıfladı; ama hiç bir şekilde tamamen kalkmadı.[63] ABD’de yaptığı savaşı da zaten bu gerekçe üzerine oturtmaya çalıştı. Ancak Savaşın bitiminden sonra konuşulan ve yazılan konuların başında hakikaten bu gerekçe ile mi savaşıldığı oldu. Savaştan sonra ABD’nin Irak ile kitle imha silahlarına sahip olmasından dolayı değil, 11 Eylül saldırısından sonra Arap-Müslüman bir ülkeye vurma ihtiyacı hissettiğinden dolayı ABD’nin Irak’a vurduğu ileri sürülmüştür.[64] Ayrıca kitle imha silahları balonunun da ABD tarafından öteki ülkeleri ikna için söylendiğini bizzat ABD’nin yetkili ağızlarından Donald Rumsfeld söylemiştir.[65]
II.III.II. ENERJİ KAYNAKLARI
Savaşın ikinci gerekçesi, petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarını kontrol etme isteğidir. Dünyada bilinen petrol rezervlerinin %65’den fazlasının Ortadoğu’da olduğu tahmin edilmektedir. Gerek petrol, gerekse petrolden sonraki diğer önemli enerji kaynağı olan doğalgaz açısından da Kafkasya ve Orta Asya’nın zengin rezervlere sahip olduğu bilinmektedir. Petrole ek olarak Ortadoğu için suyu da bir başka stratejik kaynak olarak eklemek gerekir. Suyun Ortadoğu’nun geleceğinde petrol kadar önemli olacağı stratejik araştırmalarda sık sık vurgulanan bir gerçektir. Enerji kaynaklarını kontrol etmenin, bir anlamda “suyun başını tutmak,” yani geleceğin dünyasında belirleyici bir hegemonik güç olmak anlamına geldiği açıktır. Şu anda hiç bilinmeyen yepyeni bir enerji kaynağı ve teknolojik yapılanmaya geçilmediği müddetçe, Ortadoğu ve Orta Asya’yı kontrol etmek, enerji kaynaklarını kontrol etmek, dünya güçler dengesinde dizginleri elde tutmak anlamına gelmektedir. Bu çerçevede ABD, Batıda AB, Doğuda Rusya, Çin, Japonya ve Hindistan gibi potansiyel süper güçler henüz sahneye çıkmadan suyun başını tutarak gelecekteki rakiplerine karşı büyük bir avantaj yakalamak istemektedir.
ABD yönetiminde gerek geçmişte etkin konumlarda bulunmuş, gerekse halen aktif görev alan birçok kişinin enerji şirketlerinin sahibi veya ortağı olduğu, silah lobileriyle aralarının iyi olduğu bilinmektedir. ABD’nin bu kadar ısrarla savaş istemesinin bir nedeni de yüz milyarlarca dolar kâr fırsatlarının kendilerine yarayacağı enerji ve silah lobisini tatmin etmektir.[66]
Ortadoğu bölgesi hidrokarbon kaynakları bakımından dünyanın en zengin bölgesidir. Her ne kadar Hazar Denizi'nde ve Orta Asya'da yeni petrol rezervleri keşfedilse de Ortadoğu bölgesi hala stratejik öneme sahiptir. Dünya petrol rezervlerinin yaklaşık üçte ikisinin (% 65.3) bölgede bulunması ve işleme maliyetinin düşük olması gerçeği, diğer taraftan dünya bilinen doğalgaz rezervlerinin ise üçte birinden biraz fazlasının (% 36.1) Ortadoğu'da bulunması bölgeyi cazibe merkezi haline getirmekte ve dış güçlerin bölge politikasına müdahale etmelerini teşvik etmektedir.
Dünyada Petrol Rezervlerinin Dağılımı Ortadoğu 65.3, Güney ve Orta Amerika 9.1, Afrika 7.3, Eski Sovyetler Birliği Bölgesi 6.2, Kuzey Amerika 6.1, Asya Pasifik 4.2, Avrupa 1.8’dir.
Dünyada Doğalgaz Rezervlerinin Dağılımı ise Eski Sovyetler Birliği Bölgesi 36.2, Ortadoğu 36.1, Asya Pasifik 7.9, Afrika 7.2, Kuzey Amerika 4.9, Güney ve Orta Amerika 4.6, Avrupa3.1’dir.[67] Petrol zengini bir ülke olan Irak, 1990 yılında ihracatının % 99’unu petrolle sağlamıştır. İhracatta bu oran petrole bağımlılık açısından Suudi Arabistan’dan daha yüksektir. Irak, Kuveyt’i işgali ile dünya petrol rezervlerindeki payını % 9.9’dan, % 19.3’e çıkarmayı hedeflemiştir.
Amerika Birleşik Devletleri, Körfez Savaşı'nı Irak'ın Kuveyt'i işgal ettiği gerekçesiyle başlatırken bölgedeki kontrol planlarının ana hatlarını çizmişti. Ortadoğu petrollerini kontrol etmek isteyen süper güç, bölgedeki askeri varlığını tescilleyecek ve böylelikle dolar-petrol diyalektiğinde istediği dengeyi kurabilecekti. ABD, Ortadoğu'nun yalnızca ekonomik dengeler açısından değil, stratejik dengeler açısından da son derece önemli olduğunu biliyordu. Bölge, konumu itibariyle sürekli sıcak, sürekli gündemde tutulması gereken stratejik anlamda özel bir bölgeydi.[68]
Washington, Körfez Bölgesinden gelen sürekli petrol teslimatının (örneğin Irak tarafından) herhangi bir şekilde tehlikeye girmesini engellemeye kararlı görünmüştür. Ayrıca ABD’li stratejistler Irak’ın son derece yüksek kapasiteli petrol yataklarından sadece Rus, Çin veya Avrupa tekellerinin faydalanması yerine, ABD tekellerinin faydalanabilmelerini güvence altına almak istemektedirler.[69]
Teröre karşı savaş aynı zamanda ABD’nin Hazar bölgesinden gelen petrol ve doğal gazın Batılı piyasalara nakil yollarını koruma düşüncesi ile de bağlantılıdır. Buna benzer girişimler Clinton Hükümet döneminde, Pentagonun Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan silahlı kuvvetleri ile ilişki kurmasıyla ve bu ülkelere askerî yardıma başlamasıyla da sürdürüldüğü bilinmektedir.[70]
II.III.III. İSRAİL’İN GÜVENLİĞİ
Amerika dışında bu savaşa halk bazında destek veren tek ülke İsrail idi. İsrail’in güvenlik anlayışında özellikle iki Arap ülkesinin özel bir konumu vardı. Irak ve Suriye. İsrail’in bu savaştan beklentisi kendisine bir tehdit olarak gördüğü Irak’ın zayıflatılarak İsrail’in güvenlik ortamının geliştirilmesidir.[71] ABD’nin Irak’a saldırmasının, ardından muhtemelen İran’a ve başka bazı Ortadoğu ülkelerine müdahale etmek istemesinin nedenlerinden biri İsrail’in güvenliğidir. ABD’deki en güçlü lobilerden birinin Yahudi lobisi olduğu bilinen bir gerçektir. Tarihsel nedenlerle Araplarla aralarında yok edilmesi çok güç düşmanlık ve kin bulunan İsrail kendi güvenliği açısından komşu Arap ülkelerinden hiç birinin nükleer güce sahip olmasını, ya da konvansiyonel silahlar açısından vurucu gücü yüksek, ekonomik ve siyasi açıdan güçlü bir ülke olmasını istememekte, bunun için ABD yönetimlerine her dönemde baskı yapmaktadır. Cumhuriyetçi Parti içinde etkin konumda temsilcileri olan bu gruplarla Yahudiler arasındaki ittifak sonuçta ABD yönetiminin İsrail’i kayıtsız şartsız desteklemesi, Filistinlilere yapılan baskı ve zulümlere kayıtsız kalması, İsrail’in BM kararlarına uymamasını sineye çekme sonucunu doğurmaktadır. Vaktiyle İran’a karşı silah ve teknolojiyle desteklenmiş, o günlerin iyi adamı Saddam’ın, daha sonra silahlarının yönünü batıya çevirince birden kötü adam ilan edilmesi, Filistin’e illegal yerleşimler, Filistin şehirlerine karşı girişilen kuşatma ve katliamlara karşı ABD’den, hatta dünya kamuoyundan, ciddi bir ses çıkmamış olması düşündürücüdür.[72] Bush’un Ortadoğu politikasını şekillendirmesinde Yahudi lobiler ve İsrail deki Likut Partisinin politikası örtüşüyordu. Ancak ikinci Körfez Savaşına kadar savaş politikasının götürülmesini açıkça desteklemediler. Bunu daha çok destekleyenler Şahinler olarak bilinen gruptu ve İsrail’in desteği daha çok savaş fikri üzerine yoğunlaşmıştır.[73]
Amerika’nın Körfez’deki askerî üsleri, sadece Saddam Hüseyin’in komşularını korumak için kurulmuş değildir. Amerikan bakış açısından bu üsler, Saddam devrildikten sonra da önem taşımaktadır. ABD uzun vadede İran’ın da aynı Irak gibi ABD çıkarları için bir tehdit haline gelebileceğini düşünmektedir. İran ile ABD ilişkileri düzelse dahi, bölgeye konuşlandırılmış güçler Amerikan Güvenlik Stratejisinin bir parçası olmaya devam edecektir.[74]
Bu savaşın ve bölgeye yönelik ABD müdahalelerinin uzun vadeli bir amacı da İslam dünyasına yönelik bir kuşatma sürecini başlatmak olarak düşünülebilir. Bunun bir gerekçesi Komünist sistemin çökmesinden sonra Batının kendi sistemini meşrulaştırmak üzere ihtiyaç duyduğu düşman olarak en güçlü adayın İslam olacağına kanaat getirmiş olmasıdır. Diğer bir gerekçe ise, doğruluğu, gerçeklere uyup uymadığı, hakikatin bir resmi mi, yoksa çarpıtılarak abartılmış bir imaj mı olduğu tartışmalı olsa da, genelde Batının, özelde ABD’nin zihninde terörizmle, tehditle, hoşgörüsüzlük ve demokrasi karşıtlığıyla cisimleşmiş bir İslam imajının olmasıdır. Kanaatimizce bu imajın bazı aşırı radikal Vahhabi unsurların İslam anlayışı ile paralellik arz eden bir boyutu olmakla birlikte, söz konusu imajın daha çok İslam’dan ürken güç odaklarının dünya kamuoyunu İslam aleyhine biçimlendirmek için giriştikleri imaj inşa etme çabasının bir sonucu olduğu söylenebilir.
Başka bir deyişle, İslam’ın temek kaynaklarının, az önce sözü edilen çok sınırlı bir grubun yaptığı gibi, savaşçı ve baskıcı bir yorumla okunabileceği gibi, barışçı ve özgürlükçü bir yorumla okunması da mümkündür ve gerek tarihte, gerekse günümüzde büyük kitlelerce İslam bu ikinci şekliyle okunmuştur. İslam adına kan döküldüğü muhakkak olmuştur, ancak Haçlı seferlerinden Kızılderili katliamına, İspanya ve Almanya’daki Yahudi katliamlarına, I. ve II. Dünya Savaşlarından atom bombasına İslam’ın müdahil olmadığı kanlı savaşlara ve yok etme gayretlerine bakıldığında Müslümanların sicilinin dünya kamuoyunda bugün yaratılan kan dökücü-terörist imajını hiç de hak etmeyen bir sicil olduğu söylenebilir. İletişim olanaklarının gelişmesi ve kariyer sahibi birçok Batılı aydının Müslüman olması gibi faktörlerin etkisiyle medyaya yansıyan İslam imajının doğru bir imaj olmadığı gerçeğinin farkına varan Batılıların sayısı giderek artsa da, ellerinde medya ve eğlence sektörünün gücü olmadığından bu konuda daha epey sıkıntılı bir sürecin yaşanacağı anlaşılmaktadır.[75]
III. AMERİKA’NIN SAVAŞI VE TÜRKİYE
III.I. SAVAŞA KADAR TÜRKİYE
Genel olarak Türkiye’nin bu savaşta politikası savaşın içine tamamıyla girmek istememesi ve hangi tarafta yer alacağına bir türlü karar verememesi ile çok konuşuldu. Türkiye’nin Irak konusunda genel olarak Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olduğu ve bundan taviz verilemeyeceği politikasını güttüğünü söyleyebiliriz.[76] Bu bölümde savaşa kadar ve genel olarak savaşta Türk Dış Politikasını inceleyeceğiz.