Hazırlayan; Bekir Peker, Mustafa Karabal ve Musa karakaya etiK(moral) LİderliK



Yüklə 0,63 Mb.
səhifə8/9
tarix03.05.2018
ölçüsü0,63 Mb.
#49944
1   2   3   4   5   6   7   8   9

III.I.VII. SAVAŞ VE AKP HÜKÜMETİ

03 Kasım 2002 seçimleri pek çok siyasi lideri Türk Siyasal hayatından tasfiye ettiği gibi 1999 seçimlerinde milletvekili olanların yüzde doksan da meclis dışında kalmıştır. 03 Kasım 2002 seçimleri ile birlikte meclisin 3/2 çoğunluğunu eline geçiren AKP yönetimi kendini büyük sorunların ortasında bulmuştur. Bir yandan Refah partisinin devamı olarak görülmeleri, yeni olmuş ekonomik bir krizden çıkmış ağır şartlar diğer yandan Irak krizi hükümetin oldukça zor günler geçirmesine sebep olmuştur. Irak savaşının ve artan gerilimin AKP açısından kısa dönem içerisinde en belirgin etkilerinin başında hükümetin açıkladığı acil eylem planının yaklaşan büyük sorunlar sebebi ile ikinci plana atılması ve bundan dolayı hükümetin planladığı iyileştirmelere girilememiş olmasıdır. Kriz sırasında AKP’nin en büyük dez avantajı parti başkanı ile Başbakanın farklı kişiler olmuş olmasıdır. Her ne kadar Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan dava arkadaşı olduklarını ve ikisi arasında bir fark olmadığını söyleseler de Recep Tayyip Erdoğan Siirt’ten Milletvekili seçilip Başbakan olunca üslup farkı hemen ortaya çıkmıştır. Irak krizi konusunda Abdullah Gül ılımlı bir politika izlerken Recep Tayyip Erdoğan ahlaken savaşa karşı olmakla birlikte ulusal çıkarlarımızın savaşta ABD ile birlikte olmamızı gerektirdiğini ve yapılan pazarlıkların buna göre yapılmasını gerektiğini savunmuştur. Özellikle tezkere krizinden sonra AKP hükümeti içinde farklı kesimlerin temsil edildiği heterojen bir yapı olmasından dolayı çatlaklar olabileceği beklenilmiştir. Tezkerede bazı AKP’li milletvekillerinin de özellikle tezkereye karşı oy kullanmaları hükümet içinde de bir kriz beklentisini ortaya koymuş ancak hükümet parti içinde istifa olmadan bütünlük içinde bu krizi atlatmıştır. [113]




III.I.VIII. SAVAŞ VE CHP

03 Kasım 2002 seçimlerinden sonra meclis içinde en temel muhalefet CHP kalmıştır. Bundan dolayı CHP’nin kriz süresince izlediği politika önemlidir. CHP belirgin olarak Irak krizi konusunda hükümetin sürekli karşı tarafında yer almış özellikle tezkerede şiddetli bir muhalefet örneği göstermiştir. CHP Irak konusunda Türk askerinin Irak’a kendi güvenliğimiz için girmesini savunmuş ve BM güvenlik konseyi kararı olmadan Türkiye’nin bu savaşta yer almaması gerektiğini savunmuştur. Bununla birlikte CHP’nin AKP’nin izlediği politikaya alternatif olabilecek herhangi bir politika üretememişlerdir. [114]




III.I.IX. SURİYE VE İRAN İLE İLİŞKİLER

Savaştan önce ve sonra Türkiye ile Suriye ve İran arasında ilişkilerde bir canlanma yaşanmış, her üç ülkeyi de yakından ilgilendiren savaş konusunda görüşmelerde bulunulmuş, ancak bu yakınlaşma beklenilenin aksine ABD’den hiçbir eleştiri veya tepki gelmemesine rağmen Türk kamuoyu ve basın tarafından eleştirilmiştir. Eleştiriler, Türk-ABD ilişkilerinin daha da kötüleşebileceği endişesi üzerine oturmuş, ABD yönetiminin İran ve Suriye'yi, Irak'a yardımcı olmakla suçladığı bir sırada, bu iki ülkeyle eskisinden de yakın ilişki içinde olmanın, adeta bir inatlaşma havasının doğmasına yol açacağı öne sürülmüştür. Nitekim Türkiye   6 Nisan 2003’te İran Dışişleri Bakanı Kemal Harrazi ile 13 Nisan 2003’te Ankara'da Suriye Dışişleri Bakanı Faruk el-Şara ile Şam'da  görüşmeler yapmıştır.[115] Özellikle Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Türkiyeyi ziyaret etmesi ile de Suriye ile ilişkilerde oldukça büyük ilerlemeler kaydedilmesini sağlamıştır.




III.II. VE SAVAŞ BAŞLADI...

Ve beklenen oldu... 20 Mart 2003 Perşembe günü sabaha karşı İkinci Körfez Savaşı başladı. Saddam Hüseyin'e Irak'ı terk etmesi için verilen süre dolduktan yaklaşık 75 dakika sonra TSİ 04.31'de ABD güçleri Irak'ı bombalamaya başladı. Beyaz Saray, Savaş başladı açıklamasını yaparken, Başkan Bush da “Koalisyon güçleri, benim emrimle, belirlenen noktalara saldırı düzenledi'” dedi. “Irak'ı Özgürleştirme” adı verilen harekatın ilk aşamasında 'bazı en üst düzey liderlerin' hedef alındığı kaydedildi. Sabah saatlerinde Irak ve ABD arasında ilk çatışma Kuveyt sınırında yaşandı.[116]


ABD Başkanı George W. Bush, eski Başkan babası George Bush'un, 1991 Körfez savaşının ardından “yarım bıraktığı” Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin rejimini devirme işini, 12 yıl sonra ikinci Körfez savaşıyla tamamlamaya karar verdi. Amerikan Delta özel kuvvetlerinin peşine düştüğü Saddam Hüseyin, savaşı ancak sürgüne giderek durdurabileceğini belirten, ülkeyi terk etmesi için kendisine 48 saat tanıyan Bush'a karşılık, Irak'ta kalmayı tercih etti. Buna karşılık ABD, geniş çaplı askeri operasyonuna, Bush'un “erken safha” olarak nitelediği şekilde, gelen istihbarat bilgileri çerçevesinde Bağdat yakınında yeraltında derin siperlerde gizlendiği sanılan Saddam, oğulları Uday, Kusay ve iki Iraklı lideri bombalayarak başladı.[117] Bush, TSİ 05.15'te başlayan konuşmasında, “benim emrimle koalisyon kuvvetleri, Saddam Hüseyin'in savaşma kabiliyetine zarar verecek askeri önem taşıyan hedefleri vurmaya başladılar” ifadesini kullandı. “Çok geniş bir kampanyanın erken aşamasındayız” diyen ABD Başkanı, 35'ten fazla ülkenin, ABD'ye “hayati” destek sağladığını belirterek, NATO üslerinin kullanılmasından, istihbarat, lojistik paylaşımına ve askerlerin topraklarında yerleştirilmesine izin verilmesine kadar çok çeşitli destek verildiğini söyledi. Bush, “her ülke, bu koalisyonda, ortak savunmamıza hizmet etme onurunu paylaştı” diyerek saldırılarına meşruiyet kazandırmaya çalıştı.[118]


20 Mart 2003 günü savaşın başlamasının ardından 22 mart günü en yoğun bombardıman yapıldı. Musul, Kerkük, Umm Kasr, Basra ve Nasırıyye’ye bir gecede 500 ton bomba atıldı. İngiltere, İspanya ve ABD’nin Azor Adaları’nda toplanmaları Haçlı ruhunun başlaması olarak değerlendirildi. 24 Mart günü de El Cezire televizyonu öldürülen 5 ABD askerinin cesedini yayınladı. Bu ABD tarafından kınandı. Ve 26 Martta kayıplar 260 kişi olarak açıklandı. ABD 27 Martta Pazar yerini bombaladı ve 15 kişinin ölümüne sebep oldu. Ardından 29 Martta ABD tekrar başka bir Pazar yerini bombaladı. Burada ki kayıp oldukça fazlaydı: 55 ölü. 2 Nisana gelindiğinde Irak’a 8700 bomba atılmıştı.


ABD’nin yoğun saldırılarının ardından 10 Nisan 2003 günü Bağdat düştü. Nihayet 15 Nisan 2003 günü Tikrit’in de düşmesi ile ABD tüm Irak’a hakim oldu.


Savaşın ardından Ağustos ayı ile birlikte faili meçhul bombalama olayları da başlamıştır. Bu olaylardan en çok iz bırakanı Irak İslam Devrim konseyi lideri Muhammed bakir El-Hekim’in Necefte Cuma namazı çıkışında korumaları ile birlikte öldürülmesi olmuştur. Muhammed Bakir El-Hekim 23 yıl İran’da sürgünde yaşamış Şii lider idi. Bu bakımdan nüfusun büyük bir kısmını oluşturan Şiileri ilgilendirdiğinden eylemin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Bu eylemin yanında 7 Ağustos’ta Ürdün büyükelçiliği, 19 Ağustos’ta BM binası bombalanmış ve günümüze kadar bombalama eylemleri devam etmektedir.[119] Ayrıca ABD Başkanı George W. Bush'un 1 Mayıs'ta Irak Savaşı'nın sona erdiğini açıklamasının ardından, bölgedeki Amerikan birliklerince en büyük harekât olan Yarımada Operasyonu düzenlenmiş 97 Iraklı öldürülmüş, 400'den fazlası da tutuklanmıştır.[120]


Saddam Hüseyin yönetiminin düşmesinden sonra ABD’nin yerel gruplar ile işbirliği yaparak ülkede yönetimi eline alması sürecinde ülkede hassas dengeler kurulmaya başlanmıştır. Necef ve Kerbela gibi şehirlerde dini kurumların çok kuvvetli olmasından dolayı kontrol bunlara geçmiş, Basra’ya Şii aşiretlerden birinin lideri vali olarak atanmış, Erbil, Süleymaniye ve Duhok illerinde savaş öncesi durum korunmuş, Tikrit’te aşiret liderleri ile anlaşma sağlanmış bunun sonucunda kontrol büyük ölçüde sağlanmıştır. Ancak Musul, Kerkük, Enbar ve Diala’yı içine alan Selahattin’in güney ve Bağdat’ı kapsayan orta alan sorun oluşturmuş ilk günlerde ciddi sorunlar yaşandıktan sonra Musul’a bir Arap valisi atanarak sorun Arapların lehine çözülmüş, Kerkük bölgesinde özellikle Peşmergelerin Kerkük’e saldırmasıyla sorunlar yaşanmış, küçük çatışmalar meydana gelmiş, yönetim şehrin özelliğini tam yansıtmayacak bir biçimde çözülmüş bu şehre bir Kürt vali bir Arap ve Cephe dışından bir de Türkmen vali yardımcısı atanmıştır. ABD’nin Irak’taki bu politikası, içinde bulunduğu sakat mantığı yansıtmaktadır. Bir Iraklılık bilincinden ziyade etnik farklılıkları körükleyecek yeni yönetim anlayışı güdülmektedir. Bunun da ileride etnik farklılaşmayı daha da derinleştireceğini söylemek yanlış olmaz.[121]


Ayrıca ABD’nin Irak Savaşında beklendiği ölçüde direnişle karşılaşmamasının en büyük sebeplerinden birinin de savaşı fiziksel yıkımdan çok psikolojik yıkım üzerine kurması olduğu söylenebilir. Nitekim Ulusal savunma Üniversitesinde geliştirilmiş bir fikir üzerine savaş planı kurulmuş bunun adına Şok ve Dehşet adı konmuş ve bunun odak noktasına da psikolojik yıkım yerleştirilmiştir.[122]


14 Aralık 2003 tarihinde ABD başına 25 Milyon Dolar ödül koyduğu ve hazırladığı 55 kişilik arananlar listesinde birinci sırada bulunan Saddam’ı yakalamış[123] Saddam’ın yakalanması ile birlikte nerede yargılanacağı ve yargılamanın sonuçları üzerinde tartışılmaya başlanmıştır. ABD Irak'ta 13 Aralık 2003'te yakalanan eski Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'in savaş esiri olduğunu açıklamış, Pentagon Sözcüsü Binbaşı Michael Shavers Saddam Hüseyin'in Irak'taki eski rejimin askeri birliklerinin lideri olarak ordunun bir üyesi olduğunu ve ele geçirildiğini belirten sözcü, bu durumun, Saddam Hüseyin'i savaş esiri yaptığını belirtmiştir.[124] Mahkemenin Uluslar arası görünümde mi olacağı ABD’de mi yoksa Irak’ta mı yapılacağı tartışmaları yapılmaya başlanmıştır. Bunun yanında Irak’ta ABD Askerlerine karşı yapılan bir direnişin hangi noktaya gideceği üzerinde yorumlarda beraberinde yapılmaya başlanmıştır. Şüphesiz Saddam’ın yakalanması kısa vadede ABD açısından bir başarı ancak uzun vadede riskleri üzerinde taşıyan bir olaydır. Saddam’ın yakalanması Irak’taki direnişi güçlendirip kalıcı hale getirebilir ve Irak’ta bulunan milliyetçi direnişçiler ile dinci direnişçilerin işbirliği yapmasına sebep olabilir.[125]


Sonuçta 11 Eylül saldırıları ile birlikte ABD Orta Doğunun kalbine yerleşmiş, Kafkasya ve Orta Asya’da daha aktif bir aktör haline gelmiştir.[126]




III.II.I.  SAVAŞ SONRASI BUSH VE BLAİR’A TEPKİLER


Savaştan önce Irak’ın kitle imha silahları geliştirdiğini, bu silahlar ile dünyayı tehdit ettiğini öne süren bu ikiliye karşı savaştan sonra özellikle kitle imha silahları ve savaşta verilen kayıplar ile birlikte tepkiler artmaya başlamıştır.[127] Saddam’ı Hitler’e benzeterek Saddam’ın Hitler’le aynı formda göründüğünü söyleyen ve “ne yapacağımızı bilmeliyiz”[128] diyen Tony Blair’e karşı kamu oyunda gittikçe artan tepkiler başlamıştır.  The Guardian Gazetesinde savaş dolayısıyla Blair’in güvenilirliğinin yok olduğu ve kredisinin tükendiği yazılmış, Tony Blair’in siyasi olarak öleceğinin savaş öncesi zaten belli olduğunu, Blair’in güvenilirliğinin ve otoritesinin Irak’ın kumları arasında kaybolduğunun görüldüğünü yazmışlardır.[129] Aynı gazetede Irak’ın Bush ve Blair’i linç ettiği ifadeleri yer almıştır, aynı Jessica olayı gibi. İngiliz askerlerine Irak’ın cehennem haline geldiği, Irak’ın adım adım Vietnam haline geldiği ifadeleri yer almaya başlamıştır. Tony Blair diplomatik turlar yapmasının, ABD Kongresinde Cumhuriyetçileri övmesinin gerçekleri saklayamadığı ve Blair’in kendi ülkesindeki çizgisini kaybettiği söylenmiştir.[130] Yine  Bush’un da savaşın sonunu ilan etmesinden beri Irak’taki mevcut kuvvetlere karşı yapılan saldırılar sonucunda ABD’nin ölü sayısının artmasıyla birlikte büyük bir siyasi kıskaç altında bulunduğu belirtilmiştir.[131] 15 Aralık 2003 tarihli The Guardian Gazetesinde Sami Ramadani imzalı yazıda Irak’ta direnişe katılan ve geniş ölçüde destek alan örgütlerin sayısının on beşten fazla olduğu ve direnişe katılan binlerce kişi olduğu ve direnişin artarak devam edeceği yazılmış direnişin dünya çapında Amerikan halkı da dahil daha fazla destek toplayabileceği yorumunda bulunulmuştur.[132] USA Today Gazetesinde Patrick O’Driscoll  Irak’taki savaşın bitmesiyle 1 Mayıstan beri Irak’taki verdikleri ölü sayısının 25, yaralı sayısının ise 200’den fazla olduğunu yazmış, sözcü Richard Bridges ‘in ‘daha önce kayıplar vermiştik ancak bu en kötü olanıydı’[133] dediğini aktarmış yine aynı gazetenin duyurduğu bir anket sonucuna göre Bush’un savaş ve ekonomik siyaset konusunda halk desteğini kaybettiğini bildirmiş ve yorumunda ilk defa Amerikalıların çoğunluğunun Bush’un Irak’a el sürmesini onaylamadığını belirtmiştir.[134] Yüzde 54 olan Iraktaki savaşın zahmete değer olduğuna inanan kesimin oranının düştüğünü halkın yüzde 62’sinin ABD’nin kayıplarının beklenmedik bir seviyede olduğuna inandığını ve Bush’un halkın sorunlarını anlamadığını bildirmiştir.[135] Yine aynı gazeteden John Yaukey okuyucularına ‘Irak’taki insanların işi ve parası yok barış için bir fırsat yok bu nasıl bir son bulacak bir çıkış yolu görüyor musunuz?’ diye soru yöneltip, Bush yönetiminin bu gibi sorulara karşı cevap bulmada baskı hissettiklerini söylemiştir.[136] Yine Time da yer alan bir habere göre Pentagon’un Irak’ta ABD askerleri öldüğü zaman halka kaç tane ölü veya yaralı olduğunu bildirmediğini  yaralıların sadece birkaç tane olması durumunda bu saldırıda olmuş gibi gösterildiği yorumunu yapmış[137] Türkiye’nin on bin asker gönderimini oyladığını ve kabul ettiğini bununda Bush yönetimi için çok iyi bir zamanlama ile yapıldığını çünkü Bush’un Irak’ın göründüğü kadar karışık olmadığını halka inandırmak amacı ile ortaya bir kampanya attığı zamana denk geldiğini bildirmiştir.[138] Tony Karon Senato dış ilişkiler komite yöneticisi  Richard Lugar’ın Saddam’ın iddia edilen silahların nerede olduklarına dair ve Irak’ı işgal etme sürecinde daha gerçekçi deliller öne sürmesi şeklinde uyardığını yazmış, benzer bir uyarının da birinci Bush yönetiminde BM elçisi olarak görev yapmış olan Thomas Pickering tarafından Irakta ki iki yüz bin askerin orada ne kadar kalacağını açıklanması gerektiği şeklinde yapıldığını okuyucularına bildirmiştir.[139]

Yeni Şafak Gazetesi ABD Temsilciler Meclisinin  muhalefetteki demokrat partili üyelerinin Bush yönetiminin Irak politikasını başarısızlıkla suçladığını ve bu politikayı yapanların kovulmasını gerektiğini bunun Dünya’ya karşı bir sorumluluk olduğunu yazmış Demokrat Partili Nancy Pelosi ve John Murtha’ nın 2003 yılı başlarında Irak Savaşı ve terörizme karşı savaş için kongrenin verdiği 62 Milyar Doların nasıl harcandığını ilişkin detayların açıklanması gerektiğini söylediklerini okuyucularına duyurmuştur.[140]




III.III.  TÜRKİYE NASIL BİR IRAK İSTİYOR?

Türkiye sınır komşusu olması ve akrabalarının bir kısmının Irak’ta yaşamasından dolayı her durumda demokratik bir Irak istediğini belirtmektedir.


ABD’nin Irak’a yaptığı saldırının öncesinde ve sonrasında en çok tartışılan ve gündeme gelen konu Irak’ın parçalanması ve tek Irak yerine farklı hükümetlerin ortaya çıkması olmuştur. Irak’ın parçalanması durumunda kuzeyde Kürtler merkezde Sünni Araplar ve güneyde Şii Araplar tarafından üç ayrı hükümetin kurulmasına ihtimal gözüyle bakılmaktadır. Bölünmüş bir Irak ABD’nin saldırı amacıyla çelişmektedir. Çünkü hedef Saddam’ı devirmektir ve Saddam devrilmiştir. Bölgenin üçe bölünmesi sadece Türkiye’nin değil diğer komşu ülkelerinde istemediği bir durumdur. Çünkü bölge  güvenliği olumsuz yönde etkilenecek, bu da çevre ülkeleri  de olumsuz etkileyecektir. Irak’ın bölünmesi ve özellikle bir Kürt devletinin kurulması Türkiye’nin asla kabul edemeyeceği bir durumdur. Çünkü; Türkiye’de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde bir çok Kürt yaşamaktadır.  Bu nedenle Türkiye  oluşacak bir Kürt devletini kendine bir tehdit olarak görmektedir.


Türkiye bölgede demokratik ve kendi kendini idare edebilen toprak bütünlüğü sağlanmış bir Irak görmek istediğini  her platform da belirtmektedir. Bu bağlam da bölgede Türkiye’nin batı kontrolünde bir Irak istemeyeceği açıktır.



1991 Körfez savaşından sonra bölgenin fiilen üçe bölünmesi ile etnik temelli  bir ayrışma yaşanmıştır. Bu ayrışma ile zaten ülke üçe bölünmüş bir  durumdadır. Türkiye  zaten 12 yıldır bu bölünmüş üçlü yapı ile bölgeyi değerlendirmektedir. Böyle bir durumda Türkiye, eyalet sistemini benimsemeyebilir. Ancak  aşırı bir tepki vereceği de beklenmemektedir.


ABD ve İngiltere Türkiye ile yaşanan gerginlik sırasında bir şeyin farkına varmıştır. Kürt gruplar, Irak operasyonuna karşı çıkan Avrupa Birliği’nin de özel hassasiyetleri arasındaydı. Olası bir Türk-Kürt çatışmasının önlenmesi için Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmemesine yönelik açıklamalar ardı ardına Avrupa’dan da geldi. İşte bu noktada, ABD ile İngiltere şimdilik bir sorun yaşanmayan Kuzey Irak bölgesinde Kürtlerin özgürlüklerine kavuşmaya başladığını söyleyerek Irak operasyonuna karşı çıkan “yaşlı Avrupa”nın da tepkisinin azaldığını gördü.[141] Türkiye’nin Iraklı Kürt’leri savunmakla ilgilenmediği açık; çünkü böyle bir hareket kesinlikle, Türk hükümetinin karşısında tüm enerjisiyle savaştığı Türkiye’deki Kürt hareketini güçlendirecektir.[142]


ABD’nin asıl hedefinin Irak’ta demokratik bir yönetim kurmak değil kendisine bağlı bir kukla Kürt devleti kurmak olduğu söylenmektedir. Aslında bunun doğruluk payı da vardı. Osmanlı Devleti’nin yıkılış aşaması da dahil olmak üzere yaşanan sorunlar sonrası böyle durumlarla karşılaşılmıştır.  ABD’nin kukla Kürt devleti kurma planlarını uzun süreden beri açıkça uygulamaya koyduğu da söylenebilir. ABD denetiminde toplanan Kürt parlamentosu kukla Kürt devletinin anayasasını ve hatta para birimini bile belirlemiştir. Yani Şu anda Kuzey Irak’ta ABD ajanı kukla devlet fiilen kurulmuştur ve ABD için Saddam diye bir sorun kalmamıştır. Asıl sorunun kukla Kürt devletinin kurulması olduğu ve saldırının amacının da bu olduğu söylenebilir.[143] Tabii ki bu durum malum olduğu üzere Türkiye’nin en hassas olduğu ve en son taviz vereceği konudur. Bundan dolayı Türkiye’nin Kürt Devleti’ni kabul edebileceği düşünülemez.


Görünen o ki; Irak’ta yakın bir zamanda demokratik bir Irak devleti ortaya çıkmayacaktır. Yıllardır Baas rejimi altında yönetilmeye alışkın halk kısa bir sürede demokratikleşemez. Sınır komşu olarak Türkiye açısından  bölgede demokrasi ile yönetilen  bir Irak Türkiye’nin hem siyası hem de ticari olarak daha çok işine gelecektir. Bundan dolayı Türkiye demokratik bir Irak devleti istemektedir. Resmi ağızlardan da bu teyit edilmektedir.[144]


Türkiye İran’dan dolayı  ABD ile birlikte bölgede  Şiilerin egemen olduğu bir sistemi de kesinlikle istememektedir. Bundan dolayı Sünni Arapların Irak’ta egemen olmasına Türkiye çok da karşı çıkmayacaktır.  Türkiye’nin de genel olarak Sünni olması Irak’taki Sünnilere karşı bir yakınlığı beraberinde getirmesi muhtemeldir. Bir değişim olduğu takdirde Irak’ın geleceğinin Sünni Arapların yine devletin merkezi yapısını oluşturacak tarzda, Şii Araplar, Kürtler ve Türkmenlerin siyasal ve kültürel özerkliğe sahip olacak bir düzende yeniden şekillendirilmesinin Türkiye’nin menfaatleri açısından en uygun hareket tarzı olacağı değerlendirilmiştir. Burada önemli olan nokta, Kürtlere verilecek özerkliğin yanında mutlaka Türkmenlere de özerklik verilmesidir. Aksi halde güvenlik açısından denge sağlanamaz ve Türkmenlerin varlığı korunamaz. Böyle bir yapılanmanın hem Irak yurttaşlarının temel hak ve hürriyetlerini güvence altına alacağı, hem de Irak’ta demokrasinin orta ve uzun vadede gelişebilmesi için uygun bir ortamın oluşmasına imkan yaratacağı kıymetlendirilmiştir. Bu özerk bölgelerin hukuksal ve fiili varlığının korunması için BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ile Türkiye’nin belirli bir süre garantör olması da düşünülebilir. Bu şekilde anayasal-politik bir gelecek konusunda verilebilecek güvence Türkiye’nin Irak ile ilgili politik-askeri planlarının daha rahat bir atmosferde yapılabilmesine imkan yaratabilecektir. Irak’ın bir devlet olarak bütünlüğünü güvence altına alan ve belirsizlikten kurtaran bir planın, Irak’a karşı uluslararası bir koalisyon oluşturulmasını da kolaylaştırabileceği söylenebilir.[145]




DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Güvenliğin tehlikede olduğuna karar verecek olan egemenin kendisidir. Egemenin kendisidir zira egemen, olağanüstü hale karar verendir. Egemen, güvenliğini ve varlığını devam ettirebilmek için hukuksal kurallar yoluyla hukukun işlemediği, askıya alındığı bir düzen yaratmaktadır.[146] Bu bağlamda Amerika 11 Eylül saldırılarından sonra dünya ülkelerini tehlikeli ve dost ülkeler olmak üzere iki kategoride değerlendirmeye başlamıştır ve 2002 Eylülü’nde ilan ettiği Yeni Güvenlik Stratejisi’yle, Amerika’nın kendisini tehdit altında hissettiği her durumda saldırıya geçme hakkı olduğunu savunmaktadır. Bu iddiayla birlikte, mevcut uluslar arası hukukun barışı korumaya ve şiddeti önlemeye yönelik temel ilkeleri, BM Güvenlik Konseyi’nin uluslararası düzeyde geçerli olan şiddete karar verme tekeli ortadan kaldırılmaktadır. Bu durumda genel şiddet yasağı tamamen anlamsız hale gelmektedir. Bu haliyle, Amerika açısından tehlike oluşturduğu gerekçesiyle Irak’a saldırıda bulunulması BM Bildirgesi’ne aykırıdır.


Amerika Irak’a karşı müdahalesini hem Kasım 1990 tarihli 678 sayılı hem de Nisan 1991 tarihli 687 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayandırmaktadır. Birinci kararın amacı, Irak güçlerini Kuveyt’ten çıkarmaktı; ikincisininki ise ateşkes ile birlikte Irak’ın silahsızlandırılmasını ve silahlarının denetlenmesini güvence altına almaktı. Kuveyt’in boşaltılmasıyla ve silah denetçilerinin kontrollerini yapmasıyla bu kararlar işlevlerini yerine getirmiştir. Buna ek olarak, Kasım 2002 tarihli ve 1441 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararında uzun tartışmalardan sonra yer verilen ve Irak’ın silahsızlanma yükümlülüğünü yerine getirmemesi ve silah denetçileriyle işbirliğine gitmemesi halinde “ciddi tedbirlerle” karşı karşıya kalacağına ilişkin hüküm, Amerika ve savaş müttefikleri tarafından şiddet kullanma hakkının dayanağı olarak gösterilmektedir. Oysa “ciddi tedbir” kavramından doğrudan doğruya bir savaş hali ilanı yorumunu yapmak BM’nin genel yapısı ve kuruluş felsefesiyle bağdaşmamaktadır.[147] Yani tamamen hukuksuz bir savaş yapılmış, ABD bütün dünya ile alay edercesine kendi hegemonyasını bütün devletlere kabul ettirmiştir. Şimdilerde Irak’tan sonra sıranın İran’da olduğu konuşulmakta, yazılmaktadır. Bu tehlikeli zincir içinde sıranın kimde olduğuna ise şu anda belki de ABD’nin stratejistleri ve karar alıcıları vermektedirler. Görünen o ki dünya daha çok kan görecek, hiçbir savaş diğerini bitirmeyecek, savaş savaşın sebebi olacaktır. ‘Bu dünya iki hükümdara az, tek hükümdara fazladır’ hükmünce, ABD Soğuk Savaş sonrası kendisine mutlaka kendini tetikleyecek bir düşman yaratacak, düşmanların bittiğinde kendisi de bitecektir.



Hazırlayan: Halis ÇEVİK

Yüklə 0,63 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin