Büyük adam olmak, onun da hoşuna gidiyordu. Henüz bu büyük adamın ne olduğunu pek bilmiyordu. Ama, her şeyi yapabilen koca bir şey olduğundan emindi. Kıpır kıpır yüreğiyle minik sağ eli baba Fehim'in elinde, küçüklerin kalabalık ordusuna katılmaya gidiyordu. Kendisinden başka, o ilk günün heyecanını hiç kimse anlayamazdı. Anadilinden farklı bir dille öğrettikleri abece'yi, kısa sürede söküvermişti.
Bu ilk günün heyecanı, beş yılın ardından son günün heyecanıyla noktalandığında, kendisine öğretilenlerin, kendisinin ait olduğu gerçeği anlatmadığını görmüş, o küçücük yaşına rağmen, anasının babasının rengine yabancı, ruhuna diken gibi batan şeylere pek ısınamamıştı. Gerçekmiş gibi uydurulan şeylerin hiçbiri, ruhunu sarmamıştı. İnkarın kökü üzerinde yeşertilen yalanların kabulüne yanaşmıyordu.
Orta öğretime başladığında, şüphe duyduğu yalanları çözmesine yardım edecek yeni okulun doğruyu gösteren kapıları açılıyordu önünde. Bu yeni okulda sadece küçükler ve gençler yer almıyordu. Kadın erkek, küçük büyük, yediden yetmişe herkes yer alıyordu. Yeni okulun arkadaşlıkları, heyecanı bambaşkaydı. Her günü, bir bayram havasında geçiyordu. Girmeye başlayan herkes, derin uykudan daha yeni uyanmış gibiydi. Kendini bu okulda tanımaya gelen insanlar, deliler gibi coşmaya başlıyorlardı. Yabancılaşmanın getirdiği yalnızlıktan kurtulup birbirine ait olmanın büyük duygusuna erişiyorlardı. İyilik kötülük, güzellik çirkinlik, eğrilik doğruluk bu okulun laboratuarında ayrışıyordu. Çoğunluğun boynundaki kölelik zincirleri, özgürlüğün balyozuyla parçalanıyordu. Herkesi kendisine sarılmaya davet eden gerçekler, koca yalanın ipliğini gören gözlerin pazarına çıkarılıyordu. Ölen ruhlar dirilip ayağa kalkıyordu. Başkaldırı ruhu, yürekleri bir bir fethetmeye başlıyordu. O büyük serhıldanın deli coşan dalgaları, her gün yeni bir kıyıyı vuruyordu. O güne dek küçük görülen insanlar, serhıldan denizine daldıkları andan itibaren, hızla büyümeye başlıyorlardı. Kendilerini fark etmeye başlayan anaların güzel oğul ve kızları, gözlerini özgürlüğün heybetli dağlarına dikiyorlardı. Dağların doruklarında silah kuşanıp başlayan yeni yaşama dört elle sarıldıklarında, tanrısal kutsallığın yüksek katına ulaşıyorlardı.
Çok sevdiği ağabeyi Metin de, halkının gerillası olup bu yüksek kata ulaşmıştı. Herkesin imrendiği büyük adam, daha da ötesi, güzel insan olmak buydu işte. Devletin küçük okulunda insanlar büyüyüp güzelleşseydi, Metin bu küçük okulu elinin tersiyle itip gider miydi devrimin o büyük okuluna? Küçük okulun öğrenciye verdikleri ile devrim okulunun verdikleri arasında, dünyalar kadar fark vardı. Küçük okul, hayat gerçeğini ters yüz ederek bol yalanlı soyutlamalarla, insanı ait olduğu gerçekten koparıp güttüğü amacın kölesi kılarken, devrimin büyük okulu, insanı hayatın can alıcı gerçeğiyle karşı karşıya getirip özgürlük ateşinde dövüle dövüle büyümenin yolunu gösteriyordu.
O da, sevgili ağabeyi Metin gibi bu yola girmek, ilk sıralarda bu kavgaya katılmak istiyordu. Ama daha küçük olan yaşı, Metin'in çıktığı ilk sıralara çıkmaya imkan vermiyordu. Daha uzun süre, devrim okulunun alt kademelerinde yürümekten başka bir yolu yoktu. Bunun manası, bir yandan küçük okula devam ederken, diğer yandan büyük okulun öğretici kitaplarını okumayı sürdürmekti.
Günler hızla birbirini kovalıyor, yıllar çabucak geçmeye başlıyordu. Dağın özgürlük sesiyle, köyde ve kentte ayağa kalkan halkın gür sesi birbirine karışmıştı. Her şey alt üst olmuş, o güne dek görülmemiş değişimler yaşanıyordu. Umut, zaferin çengeline takılmış, zafer gerçekleşecek umudun kapısına dayanmıştı. Yüreklerde, devrimin gümleyen davulu çalınıyordu.
Altta tutulanlara nefes aldırmayan zalim devlet, temelinden sarsılıyor, her geçen gün değişik bir tarafı çatırdamaya başlıyordu. Devletin gaddar sahipleri, panik içerisinde dibe kadar satılmayı göze alarak bu çöküşü durduracak binbir çeşit çarenin peşine düşüyorlardı. Dertleri, devletin çöküşünü durdurmak değil, devletin kendilerine olanaklı kıldığı büyük çıkarları kurtarmaktı. Bunun için, ABD'sinden Avrupa’sına, İsrail'inden kadar çevrelerindeki bütün güçlere peşkeş çekmedikleri değer bırakmıyorlardı. Gerçekleştirecekleri ve dünyada benzeri görülmemiş kıyıma destek çıksınlar diye, devletle bütün saydıkları bölünmez milletin şerefini, namusunu beş paralık etmekten çekinmiyorlardı. Zincirlerinden kopmuş bir çılgınlığın dünya çapındaki rezil oyununu oynamaktan en ufak bir utanç bile duymuyorlardı.
Aldıkları destekle, her tarafta karanlık terör odaklarını kuruyorlardı. Diyarbakır'da Vedat Aydın, Batman'da Sıdık Tan, başlattıkları karanlık terör hareketinin ilk kurbanlarıydı. İnsan kitabındaki hiçbir kuralı tanımayan karanlık terör hareketiyle uzun süreye yayacakları diğer katliam türlerinden çok daha etkili, dereceli katliam planını yürürlüğe sokuyorlardı. Ekonomi, siyaset, yargı, medya bunun emrinde hazır hale getiriliyordu.
‘Hizbullahçı’ dedikleri dini maskeli tetikçiler, öne sürdükleri faal piyonlardı. Anaların dökülen göz yaşlarına acımadan, evlatlarını bir bir vurmaya başlıyorlardı.
Bir Newroz akşamında binlerce ateş topu, Cizre'nin üstüne düşüyordu. Ardından, hafızalardan hiç silinmeyecek delik deşik edilmiş cesetlerle dolan Şırnak geliyordu. Aradan pek fazla bir zaman geçmeden güzel Lice, dünya alemin gözleri önünde yakılıp yıkılarak viraneye çevriliyordu.
Takip edegelen onlarca kentin binlerce çocuğu, bir daha analarının, babalarının yüzünü göremez oluyorlardı.
Köyler ‘Terör yataklarıdır.’ denilerek görülmemiş vahşet türleriyle bir bir ortadan kaldırılıyor, köylerden hayatta kalmayı başaran insanlar, zorla ve perişan bir halde yabancısı oldukları uzak kentlere sürülerek her türlü hastalığın, onur kıran bir ekmeğe muhtaç olacak kadar açlığın pençesine terk ediliyorlardı.
Halkının davasına gönül bağlayan iş adamları kaçırılarak vücutları parça parça ediliyor, temsilcisi oldukları halkının dertlerini sormaya gelen milletvekilleri, çarşı ortasında herkesin gözleri önünde katillerin kurşunlarına hedef oluyorlardı.
Kürdün adına bir iki söz söylemeye çalışan gazete binaları bombalanıyor, yalan bombardımanının altında, her şeyi göze alarak doğru bir haber peşinde koşan gazeteciler, kaçırıldıktan sonra ya kendilerinden bir daha haber alınamıyor, ya da bulunduklarında parçalanmış, kanlar içindeki cesetleriyle karşılaşılıyordu.
Yurdunun sevgisinden kopmayan genç, ihtiyar, kadın, erkek binlerce insan, işkence tezgahlarından geçirilerek hapishanelere dolduruluyordu.
Uygarlığın karanlık mezarındaki ağır uykusundan ilk defa uyanan yüzlerce kadına, kaçırıldıktan sonra hayvanca tecavüz ediliyor, tanınmaz hale getirilmiş cansız bedenleri, tenha köşelere atılıyordu. Bundan yeniden hayata dönmeyi başaranlar ise, ömür boyu bir daha kendilerine gelemiyor, insanların arasına başları dik çıkmaya güçleri yetmiyordu.
İnsanlar ne gece, ne de gündüz hayatını yaşayamaz olmuşlardı. Her an, yanıbaşlarında gerçekleşecek bir ölüm haberini duymaya alıştırılıyorlardı. Kendileri başta olmak üzere, ansızın gelecek ölümün, bu defa kimi seçeceğini ise hiç kimse bilemiyordu. Yaşamın her anı terörize edilerek zehirlenmiş, yüzlerin sevinçle gülümsemesine imkan bırakılmamıştı.
Yalnızlaştırılan kentlerin sokaklarına, korku sindirilmişti. Yaşamın sevinci neşeli çocuklar, eskiden bu sokaklarda oynadıkları oyunları unutmaya başlamışlardı.
Ana Hanım, ciğerinden bir parça sevgili oğlunu, başına bir şey gelir diye kucağından ayırmak istemiyordu. Her sabah evden çıktığında, yüreğine binbir korku hücum ediyor, tekrar eve dönene dek bir an dahi rahat etmeyi bilmiyordu.
Geçmişte kucağında tutmayı başardığı o küçücük çocuk gitmiş, yerine dolgun yanaklarının etleri yüz kemiklerinin üstüne oturmuş, damarlarında asiliğin deli kanı dolaşan pırıl pırıl bir genç gelmişti. Ve eskiden olduğu gibi bu genç delikanlıyı, kucağında tutmayı başaramıyor, baba Fehim'in nasihatları da artık kar etmiyordu.
Sevgili ana ve babanın kaygıları, haksız yere değildi. Bunu o da biliyordu. Seçtiği yol, tehlikelerle doluydu. Bu yolda, kolay yürünemeyeceği kesindi. Her an düşmek, bir daha o ana ve babanın yüzünü görmemek de vardı. Ama ucundaki tehlike ne olursa olsun, doğruluğuna inanılan yola girmekten vazgeçmek, düşünülecek şey değildi. Hem bu yola girmeye çoktan karar verilmişti. Küçük duygular anlamlı da olsa, inanılan büyük yola girmekten alıkonulmaya yetmezdi.
Ağabeyi Metin gideli beri, kendisini bu yola bağlayan o kadar çok şey öğrenmişti ki, bundan ömür boyu asla kopmaz bir noktaya geliyordu. Biraraya toplanmış tarihin bütün acımasızlıklarına ve buna maruz kalan halkının büyük acılarına yakından tanık olmuştu. Tanık olmakla da sınırlı kalmamıştı. Sorgulara alınıp işkence tezgahlarından geçirildiğinde, bu acılara gencecik bedeniyle ortak olmuştu.
Batman'ın sokaklarında her gün gözlerine takılan görüntüler, hafızasına sökülmemecesine yerleşiyordu. Gündüzün ortasında gözlerinin önünde vurulup düşenler, bir saat öncesine kadar her şeyi paylaştıkları halde, bir daha göremeyeceği can ciğer arkadaşlar, unutulmaya gelecek gibi değildi. Vurulup düşenler, gözlerden kaybolup gidenler çoğaldıkça, omuzlarının üstüne düşen yükün ağırlaştığını hissediyordu. Ağırlaşan bu yükü indirip orta yerde bırakmak ise, asla aklına gelmiyordu.
Girmeye karar verdiği yolun, düz bir çizgide, engelsiz gitmediğini, kendisinin de içinde olduğu zıt kutupların boğuşmasından anlıyordu. Bugün alt katta görünen yarın üst kata, üst katta görünen ise her an alt kata düşebiliyordu.
Ama işleyen kanunu tanıyıp farkına varmıştı. Yaşama gücünde olan büyük idealin ölümsüz ruhu, üstüne gelen darbelerin altında kaç defa düşerse düşsün, sonunda ulaşmak istediği yere varacağı şüphesizdi.
Daha dün ayağa kalkmış milyonların bayramı bitmiş değildi. Kıyımların düşürdüğü korku, doğacak yeni bayramların coşkusuna sinmeyecekti. Hiçbir korku, sonsuz ömre sahip değildi. Karanlıkta ruhların üzerine salınmış, ışık verildiğinde kaçıp saklanacak yer arayan bir yarasaydı korku. Görünüşte öldürecek gibi gelen yenilmez bir canavardı. Ama bıçak ucunun karnına değmesiyle sönüvermesi bir olan ince zarlı kara bir şişkinlikten başka neydi ki? Her zaman sahibine fayda getiren, üstün kuvvetteki sihirli değnek de değildi. Çoğu zaman, sahibini yerin dibine gömmeye hazır, elinden kazması düşmeyen bir mezarcıydı. Bıraktığı karanlık örtünün altında, her zaman karşıtını mayalandırırdı.
Onun için korku, özgürlüğü çağıran halkların bayramına sonsuza dek sinemezdi. Büyük dönüşüm dönemlerinin yıpratıcı boğuşmasında, kısa süreli suskunluklar her zaman vardı. Bu, korku egemenliğine boyun eğiş manasına gelmezdi. Bugün kentlerin sokaklarında gezinen korku, yarın sevinçle yürüyen büyük coşkunun ayakları altında ezilmekten kurtulamazdı.
Bütün bunları kendisine söyleyen, yaşayıp gördükleriydi. Kavgaya başlayan sosyal olgunun, bu kavgada ne tür iniş çıkışlara girebileceğini doğru tahmin etmekten uzak değildi. Bugün hakim kılınmak istenen korkunun altında, yarın patlayacak büyük bir öfkenin kuluçkaya yattığını biliyordu. O büyük patlamanın gerçekleşeceği günü, şimdiden görür gibiydi. Gelecek o büyük günün heyecanından koptuğu yoktu. Damarlarında dolaşan deli kanı, bunun ateşiyle kaynıyordu.
Anasının, babasının üzüntüsüne yol açsa da, yerinde durduğu yoktu. Önüne çıkan hiçbir olaydan, çekinmeye gelmiyordu. Tekel caddesinin arka sokağında devlet yaratması katil Hizbullahçılarla girdiği bıçaklı sopalı kanlı kavgadan daha yeni çıkmıştı. Batman Lisesi’nde geçirdiği son yılının her günü bir olaydı adeta.
Son olay, Newroz bayramının önceki günüydü. O yıl Newroz bayramının ilk ateşini yakmayı, çok önceden tasarlamıştı. Herkesinkinden farklı, sıradışı bir kutlamayla başlangıç yapacaktı. Bu kutlamayla vereceğe mesajı da az düşünmemişti. Son güne kadar, planına dair en yakın arkadaşına dahi hiçbir sır dışarıya sızdırmamıştı.
Öğle sonrasındaki dersin ilk teneffüsüydü. Tıklım tıklım dolan okul bahçesinde, havaya toprak atılsa yere düşmezdi. Son günde haberdar ettiği arkadaşlarına işaret vererek kitap ve defterlerini eline aldı. Çıkıp okulun bahçesine yöneldiğinde, onu takip eden arkadaşları peşinden ayrılmıyordu. Kendisini çevreleyen genç kalabalığın arasından ilerlerken, kimse ne yapacağını bilmiyordu.
Atatürk büstünün sürekli baktığı meydanın orta yerine gelip yüzünü, onun teprenmeden hep aynı yere bakan gözlerine çevirdi. Gözlerini, yıllar yılı sabitleştirdiği yerden ayırmayan cansız Atatürk, önünden geçen öğrencilere her zaman hatırda canlı tutup unutmamalarını istediği bir şeyleri anlatmaya çalışıyordu.
Ama bu defa, başkasına bir şeyleri anlatacak olan kendisi değildi. Başkası, kendine bir şeyleri anlatmış olacaktı. O başkası da, tam karşısında durmuş gözlerini onun cansız gözlerine dikerek kendisine, ‘Muhayyel Kürdistan burada meftundur.’ sözünü hatırlatmaya çalışıyordu. Onun beton altında olduğunu sandığı Kürdistan'ın, ‘Nasıl dipdiri ayakta olduğunu görmek ister misin?’ dercesine, elindeki bir kitaptan üç dört sayfa koparıp, çaktığı çakmağı altına tuttu.
Küçük alev, yaprakları iştahla yemeğe başladığında, herkesin duyabileceği yüksek bir sesle, ‘Arkadaşlar Newrozunuz kutlu olsun!’ diyerek bütün dikkatlerin üstüne toplanmasını sağladı. Alevler, elindeki yaprakları daha tümden yemeden yere bıraktı. Kitap iyice tutuşunca, elindeki diğer kitapları da üstüne attı. Ardından defter ve kalemlerini de bıraktı. Bununla da yetinmedi, boynundaki kravatı da çıkarıp attı. Kravatın arkasından da, lacivert ceketi geldi. Kendisini takip eden arkadaşları, pek beklemeye gelmeden aynı şeyi tekrarladılar. Kendilerini şaşkın gözlerle izleyen gençler de, sonunda dayanamayıp heyecana gelmişlerdi. Okulun geniş kapısından sınıflara dalıp ellerindeki kitap, kalem ve defterlerle birlikte hızla dışarı koşuyorlardı. Her yetişen genç, ellerindekini beklemeden ateşin üstüne boşaltıyordu.
Herkes, kendilerine ait bir tutam alevin o ateşin içinden yükselmesini istiyordu.
Alevler gürleşip yükseldikçe, içeri doğru koşuşturmaca daha da artmaya başlıyordu. Öğretmenler, öğrencilerin bu koşuşturmasından ve okul bahçesinde yanan ateşin etrafında toplanmış gençlerin çıkardığı gürültülerden şaşkına dönmüşlerdi.
Gençler el ele tutuşup ateşin etrafında geniş bir halay çemberini oluşturmuşlardı. Newroz'la ilgili hep birlikte yüksek sesle söyledikleri şarkılar bahçe duvarlarını aşıp kentin sokaklarına doğru yayılıyordu. Kutlama, akşamın ateşli halaylı şenliklerine saatler kala başlamıştı.
Okul düzenine, resmiyetine ait her şey, bir anda uçup gitmişti. Ne öğretmenlerin, ne de okul bahçesinin orta yerinde halay çeken gençlere dik dik bakan cansız gözlerin, düzeni korumaya güçleri yetmiyordu. Düşünülen hedefe ulaşılmıştı. O güne dek her resmi düzenin yönlendirdiği bir şeyleri bellemek zorunda bırakılan öğrenciler, bu defa resmi düzen sahiplerine kendileri bir şeyler öğretiyordu. Hem de, resmiyetin bütün korkularını yırtan özgürlüğün o tadı bambaşka dilinden.
Devletin karınlarını doyurduğu, kendilerine Hizbullahçı diyen köksüz güruh, yaşananlar karşısında içlerinde ufalıp büzülerek bahçe duvarının uzak köşesine sinmişlerdi. Ortalıkta seslerini çıkarmaya cesaret verecek kimseyi bulamıyorlardı. Çaresiz kalan genç beyin yıkayıcıları, panik içerisinde telefonlara sarılıp polis dedikleri gözü dönmüş düzen bekçilerini çağırıyorlardı. Analarının kurtlanan bozuk sütüyle beslenmiş öğrencilerin çağırdığı eli kanlı polis takımı geldiğinde, darmadağın olmuş okul düzeninden başka görülen bir şey yoktu.
Tasarlayarak düzen bozan faillerin hiçbiri, ortalıkta görünmüyordu. Onlara katılmaktan kendilerini alıkoyamayan diğer düzen bozucuların tümü de kayıplara karışmıştı. Bir değil, on değil, yüzlercesi yapmıştı bunu. Ama görünürde, bunlardan hiçbiri yoktu. Tümü de akşamdan başlayıp yarın da sürecek olan ve bir türlü önleyemedikleri değişmez o üç renge bürünmüş büyük bayramın kalabalıklarına karışarak kışkırtıcılık yapacak, habire düzen bozacaklardı.
Onları şimdiden arayıp bulmaya çalışmak, boşuna bir çabadan başka bir şey değildi. Herkesi düzen bozmaya teşvik eden asi devlet hainini bulmak ise ellerinden gelmiyordu artık.
O, zulmün üfürüğüyle ruhların üzerinde şişirilen korkunun karnını deşerek çevresinde kendisini bilen çatal yürekli gençlerin ellerine, korkuyu korkutan birer kıvılcım tutuşturmayı başarmıştı.
Bu şekilde çoktan çürümeye başlamış incecik bağlarla bağlı olduğu okul hayatına da son noktayı koymuş oluyordu. Son nokta, yepyeni bir başlangıcın ilk noktası oluyordu. Yıllardır özlenen yola tümden girişin önü açık hale geliyordu. Yoluna engel koyacak bir şey kalmamıştı artık. Kendisini geriye çağıran hiçbir sesi duymuyordu. Beyni, ruhu, bedeni, lafın kısası kendisinde bitebilecek her şeyi, birleşen yek bir sesle, ‘Nasıl istersen öyle olur. Yolun ardına kadar açık olsun.’ diyordu.
Dünyanın en güçlü silah tekniğiyle donanmış, namı bilinen ordunun yüz binlerle gerçekleştirdiği operasyonlara karşı, bir an dahi direnişten düşmeyen yiğit özgürlükçülerin yüksekten gelen çağrısı kulaklarında yankılanıyordu. Dağların dorukları kendisine, ‘Yiğitliğini konuşturmanın zamanıdır.’ diyordu. Çoktandır ruhunu bağladığı özgürlüğün o yüksek mekanına, hayat dolu genç bedenini de bir an önce taşımaya hazırlanıyordu.
Aynı kararın andıyla tek yumruk olan arkadaşları da kendisi gibi, önlerine dikilecek bütün engelleri önceden yıkarak hazırlanmışlardı. Ama kendisini kaygılandıran küçük bir mesele, yakasını bir türlü bırakmaya gelmiyordu.
Birlikte gitmeye karar kıldıkları arkadaş grubunun içerisinde en küçük olanı Şervan'dı. Şervan, kendilerinin göz bebeğiydi, yüreklerinden bir parça biliyorlardı. ‘Bu küçük yaşta başına bir şey gelse, kendini kim affedebilir?’ diyorlardı. O yaşta, kaldıramayacağı ağırlıkların altına girsin istemiyorlardı.
Ama bunları ona anlatmak o kadar kolay mıydı? Bunları kendisine anlattıkları an ikna olmak bir yana, kıyametleri koparacağından şüphe etmiyorlardı. Ondan habersiz bir iş yapmaya kalkıştıklarında, bozulmasına kimse dayanamazdı. Küçük büyük önüne verdikleri her işe severek koşardı. İçine girmekten çekindiği bir olay yoktu. Polisin, halkının yanında saf tutan gençliğe karşı besleyip kullandığı Hizbullahçı gruplarla girdikleri kavgalarda, her defasında öne atılmaktan kendini alıkoyamıyordu.
Tehlikesi ne olursa olsun, gittikleri her yerde kendisi de vardı. Peşlerinden ayrıldığı yoktu. Kendilerine o kadar bağlanıp alışmıştı ki, ‘Bir süre ayrı davranmak zorundayız.’ deseler, hüngür hüngür ağlamaktan çekinmeyecekti. İstemediğini kabule asla yanaşmayan bu ufak tefek şirin küçükten yakayı sıyırmak pek de kolay gelmiyordu. Bu defa yapmayı düşündükleri şey, daha önce yaptıklarının çok çok ötesine geçiyordu. Gidişi olan, dönüşü olmayan, ağırlığı zor kaldırılır bir şeydi. Bu ağırlığı kaldırmaya, herkesin gücü yetmezdi. Gücü yetmeyenin bu ağırlı kaldırmaya çalışması, daha kötü sonuçları getirebilirdi. O sebeple, ruhlarından bir parça saydıkları Şervan'ı, bu küçücük yaşıyla kaldıramayacağı o ağır yükün altına almaya vicdanları razı gelmezdi. Daha zamanı gelmeden onu, devrimin kızgın ateşine sokmaya kıyamıyorlardı. Eli ayağı sağlam tutmaya başladıktan sonra gelsin istiyorlardı.
Ama bunu kendisine söyleyerek ikna edemeyeceklerini de biliyorlardı. Bu küçük taşkın genci, hemen farkına varamayacağı inandırıcı bir yolla anlatmaktan başka bir çare bulunmuyordu. Gönderilecek görevin hakkından gelemeyecek kadar küçük olduğu halde, Amed'de gerçekleşecek olan öğrenciler komitesinin toplantısına temsilci olarak gönderilecekti. Gönderildiğinde, heyecanı yüzünden okunuyordu.
Bunun kendisine yapılmış kötü bir şaka olduğunu, Amed'e gittikten sonra anlamıştı. Kandırılmış olmanın kızgınlığıyla geri döndüğünde, kendisini daha kötü bir şakanın beklediğini bilmiyordu. Bu vicdansızların kendisini tek başına yapayalnız bırakıp gittiklerine bir türlü inanamıyordu. Ne yapsa, ne etse onları affetmeye gelmiyordu. ‘Birbirinden asla kopmayan gerçek arkadaşlar birbirine karşı böyle kötü oyunları olabilir mi?’ diyordu.
Anasını kaybetmiş, küçücük bir çocuğa benziyordu. Gözünde, bütün Batman boşalmış gibiydi. Etrafında yalnızlığını giderecek hiç kimseyi göremiyordu. Çalışkan tombul elleri iş yapamaz olmuştu. Gözünün önünde olup biten her şey manasını yitirmiş, bomboş, soğuk ve itici şeylere dönüşmüştü. Yediği yemeğin bile tadı kaybolmaya başlamıştı. Her oturup kalkışında, ‘Bunu bana neden yaptılar?’ demeden edemiyordu. ‘Henüz ufak olduğumu bahane ediyorlarsa, onlardan daha iyi nasıl yaptığımı kendi gözleriyle görecekler.’ diyordu.
Şervan'ı, böyle bir yolla atlatmak zorunda kalmaları, herkesten daha fazla kendisini üzüyordu.
Daha sonra YNK savaşında ruhunu halkına emanet bırakıp parlayan yıldızların arasına karışan Rodi’yle, çok samimiydiler. Serhat eyaletinde ölümsüzler kervanına katılan Med'le de, aralarında su sızmıyordu. Daha ilk yılında KDP'nin pususunda ismini ölmezlerin kitabına yazdıran bayan arkadaşı Cudi'yle de, ilişkileri kusursuzdu. Medya'yla da, benzer şekildeydi. Ama Şervan, hepsinden daha fazla, kendisine yakın duruyordu. Amed'e gönderdiklerinde de, bu sebeple kendisi onunla konuşmuştu.
Haftanin'e geldiklerinde, yokluğunu daha fazla hissetmeye başlamıştı. ‘Kendimizden bu şekilde koparacak kadar duygusal davranmakla, ona da kötülük etmiş olmadık mı?’ diye sormadan duramıyordu. Kendilerinin yokluğuna, onun da dayanamayacağını biliyordu. Bildiği o inatçı Şervan'ın peşlerini bırakmayacağından emindi.
Ama kısa bir süre sonra onunla Kandil'de karşılaştığında, şaşırtan tarzda kendilerini bir gölge gibi bu kadar yakından takip edeceğini hiç beklemiyordu. Buraya kadar aynı yolda takipten düşmemeyi başardığına göre, bundan sonra da son nefes gelene dek takipten düşmeyeceği kesindi. Bunu, adı gibi biliyordu.
Hayalinin ilk büyük gerçekleşmesi olan gerilla macerasına Haftanin'den sonra, Şervan'la karşılaştıkları yer olan Kandil'de devam ediyordu. Kürdün kara günü 15 Şubat'tan sonra geçirdiği şokların ardıllarını, Kandil'de yaşıyordu. Gerilladaki ilk romantik heyecanları, yaşadığı şokların ardından yerini daha gerçekçi bakmaya bırakmıştı. Hiçbir şey, dıştan bakıldığı gibi değildi. İçine boydan boya girilmeden, en küçük meseleler bile anlaşılmaya gelmezdi.
Namuslu, temiz bütün yüreklerin aynı anda attığı yerden, silahların susturulması emri gelmişti. 15 yıldır susmayan silahların sesleri altında yürüyen devrim gemisi, yeniden yön değiştirecekti. Açılan yeni yola göre yönün değişimi, her bakımdan yenilenmeyi gerekli kılıyordu. Tepeden tırnağa yenilenme olmadan, yeni yola girilemeyeceği söyleniyordu. Ustalıkla gerçekleştirilmesi gereken yenilenme ise, sakin bir durağı gerektiriyordu.
Hafızalara kazınan bu tarihi durağın adı da Kandil olmuştu. Kandil'de neler neler yoktu ki? Umuttan düşüp her şeyin bittiğini söyleyenlerden tutalım, daha bir kurşun bile sıkmadan, geçmişin savaşla yaratılan değerlerine saldırıp sahte ‘Barışçı’ kesilenlere, ısıtılmış aç güdülerinin etrafında sefil bir hayat kurmak isteyen, beyinleri bulanmış, ruh bozukluğunun girdabından çıkmayan gözleri kör, terbiye nedir bilmeyen yoz yaşam arayışçılarından tutalım, özünde düşmanı olduğu yoldaşının kanı üzerinde karın şişirmiş, ‘Fırsat bu fırsattır’ deyip, her şeyi ele geçirmek isteyen bencilliğin hastalığıyla kudurmuş, kendini pazarlamaya hazır mirasyedicilerin kurmaya başladıkları çete gruplarına kadar, saymakla bitirilemeyecek bu ve buna benzer bir sürü o tarihi yenilenmenin pasaklı döküntüleri ve açılan yeni yolun lanetli bozucuları vardı.
Çetin savaş yıllarında kırılan iradelerini gizlemek için, oluşan yeni iradeyi kırmaya çalışan namertlerin sayısı da az değildi. İşin tuhaflığı, yüzlerine lanetin tükürüğü yapışmış bu nankörlerin hiçbirinin, bozarken yeni yolun büyük yaratıcısı, umudun kaynağı özgür insanı da dillerinden düşürmemesiydi. Hakikatin dışa vurduğu görülmemiş yüzsüzlük buydu işte.
Bütün olup bitenlerden pek bir şey anlamayan, anlasa da yüzsüzlüğün suratında yumruğu patlatma kuvvetini gösteremeyen suskun dillere dönmüş, sadece temiz yürekleriyle orta yerde durup seyretmekle yetinen, ama hallerinden de memnun olmayan o büyük çoğunluğun meselesi vardı ki, başlayan yenilenmenin ağır sancılarından birini de onlar oluşturuyordu.
Bir de bu durakta kendilerine ait bir yaşamı olmayan, bütün hücrelerini, omuzlarına ağır bir görev olarak yüklenmiş olan tarihi yenilenmenin başarılması için ayağa kaldıran, gecesini gündüzüne katarak yaşadıkları her anı yorulmasız çalışma olarak belleyen, beklenmedik bir kazaya uğramamak için sırat köprüsünden geçercesine duyarlı ve yaptıkları işin farkında olan, bozucuların yüzlerini bir kez dahi görmek istemedikleri imanın gücüyle bilenmiş, asla pes etmeye gelmeyen Apocu havariler vardı. Ve onların etrafında da, derin bir göl gibi durgun duran Apocu ruhun ocağında dövülmüş, sahte gösterişlere tenezzül etmekten uzak, günü geldiğinde er meydanına çıkmaya hazır gerçek yiğitler vardı. Onlar Apocu ruhu ayaklandırmaya başladıkları an, önlerine engel diye çıkan hiçbir şeyin onları durdurma gücünü gösteremeyeceğini iyi biliyorlardı. Bu, sahip oldukları bütün kuvvetlerden üstün, gerçek bir kuvvetti. Yıllardır Kürdistan coğrafyasının her köşesinde sürdürülen silahlı savaş durdurulmuştu. Ama Kandil durağında, benzeri görülmemiş yeni bir savaş sürüyordu. Kanın akmadığı, delik deşik olmuş bedenlerin yere serilmediği, fakat daha da zorlu geçen bir beyin ve ruh savaşıydı bu.
Devletin gücünü ellerinde tutan uygarlığın son sahipleri, bu savaşa bizzat kendilerinin hazırlayıp içe saldıkları hastalıklı ruh ve zihin yapılarıyla katılıyorlardı. Dıştan içe doğru bunun kışkırtılmasına kuvvet veren bütün kanalları açık hale getirmişlerdi. Silahlı savaş türüyle gerçekleştiremedikleri zaferi, bununla gerçekleştirmeyi hedefliyorlardı. Başaracaklarına dair, umutları büyüktü. Kısacık bir ömür biçiyorlardı. ‘Zorla birarada tutulan, bilinçten yoksun, geri bir köylü kütlesinden başka bir şey değildir. Siyasetten anlamaz, dar, duygusal ve bir anda karşılıklı zıtlaşmaya gelen sinirli yapılardır. Sıkıştırılıp tahrik edildiklerinde, birbirini yemeden duramazlar.’ diyorlardı.
Önderlerinden kopuk birarada durabileceklerine ihtimal vermiyorlardı. Dıştaki kuşatmayla birlikte, içteki zihin ve ruh zehirlenmesiyle boğuntunun başarılacağından, kuşku duymuyorlardı. Bunun için hem içte, hem de dışta bütün ayarlamaları mükemmel yaptıklarını düşünüyorlardı.
Ama hesapta yanlış yaptıkları bir şey vardı. O da, karşılarında olanın bilinçten yoksun, geri bir köylü kütlesinin olmadığıydı. Karşılarında olan, yıllardır sürdürdükleri mücadeleyle kendilerine gelip bilinç kazanan, birbirine kenetlenmiş, asla dağılmaya gelmez Apocu ruhla yapılanmış, sağlamlaşmış bir kütleydi.
Onlar için yenilenme, her zaman sancılıydı. Elbette son yenilenme de, geçmişteki bütün yenilenmelerden daha da sancılı geçiyordu. Zaten zorlanmadan, kolayca üstesinden geldikleri hiçbir şey yoktu. Geçmişin bütün yenilenmeleri, sadece bir veya birkaç halka yönelikti. Onların başarısına, bir devlet kurmak hariç, herkes tanık olmuştu. Ama son yenilenme, bütün insanlığa doğruydu. Sınır diye bilinen her şeyi ortadan kaldırıyorlardı. Bunun da, öyle kolay yoldan başarılamayacağı kesindi. İlk doğumdan sonra gerçekleşecek diğer tüm doğumların, daha da sancılı geçeceği, doğası gereğiydi.
Onlar, bunun farkındaydılar. Gerçekleştirdikleri doğuşların ağır sancılarına, çoktan alışmışlardı. Kendilerini, acılarından yaratmayı biliyorlardı. Gerçek güçleri de buradan geliyordu. Her acı, onları daha da dayanıklı kılmaya götürüyordu. Tam da, ‘Parçalandılar, dağılıp gittiler. Hiç bir şeyleri kalmadı, kalanlar da tükenmek üzereler.’ dendiği vakit, en zor yerden inanılmaz çıkışlar yapıyorlardı. Son olanı da dağılıp yok olacaklarından büyük umuda geldikleri zamanda gerçekleşiyordu.
İnsanoğlunun arkasında bıraktığı bütün zamanların hiçbir kesitinde, benzeri görülmemiş geniş bir komplo çemberinin içinde boydan boya kurdukları oyun ağlarından kimsenin kurtulabileceğini, akıllarının kenarından bile geçirmezken, ummadıkları yerde ve beklemedikleri biçimde gerçekleşiyordu yeni çıkış. Kurulan oyun düzenlerinin sahipleri sıkıştırdıkça, çıkış daha hızlı ve daha güçlü gerçekleşmeye tahrik oluyordu.
Son büyük patlama da, her taraftan başlayan sıkıştırmanın yüksek tahriki ardından geliyordu. Bu, doğayla birlikte bütün insanlığı kapsayan Apoculuğun büyük zihin ve ruh patlamasıydı. Cellatların etrafını çevrelediği, denizler ortasındaki o daracık yer derya gibi açılıp derinleşmenin yeri haline getiriliyordu. İki adımın dahi atılamadığı o boğucu yerde, ilk insandan son insana ulaşan uzun yolun yolculuğu başarılıyordu. Dayatılan kahredici ölümün tam göbeğinden, umutla dolu yeni bir yaşam gün yüzüne çıkarılıyordu.
Açık veya gizli, binbir maskeye bürünmüş oyun tezgahçılarının beklemediği de buydu. ‘Öldürdük’ dedikleri yerde diriliyorlardı; hem de, yaşama ideallerini daha da büyüterek. Sıkıştırıp boğma çabalarının tümü, aleyhlerinde tersi sonuçlar veriyordu.
Gün, içten ve dıştan gelen sancılara mahkum olmadan, kendini yenileyerek ayağa kalkmaya başlayan Apoculuğun günüydü. İnançlı Apocu havariler, zor olanın ilk kısmını atlatmayı başarmış, devam eden yenilenme işine, dört elle sarılmışlardı. Onların göz bebekleri Apocu yiğitler, bir kez daha er meydanına çıkmaya hazırlanıyorlardı.
Yenilenmenin döküntüleri, lanetlenmiş, pasaklı bozucular, kirlenmiş, hastalıklı beyin ve ruhlarıyla bir bir meydandan silinip gözlerden kayboluyor, kendilerini efendilerinin kucağında buluyorlardı. Yenilenme hareketi adımlarına hız kattıkça, kendilerini geçmişin başa bela hastalıklarından kurtaramayan ve bu hastalıklı yapılarıyla da, düşmanının direkt ya da dolaylı kullanılan ajanı haline gelen bu türdeki tortular, daha da dökülmeye devam edecekti.
Bütün bunlar Kandil durağında nefes nefese, en şiddetli haliyle yaşanıyordu. İçinde yer almayanlar ve yakından ilgili olmayanlar, burada nelerin yaşandığını asla anlayamazlardı. Geçmiş ile geleceğin bu duraktaki zorlu ve tehlikeli boğuşmasında, hangi sancıların çekildiğini ve bunun sonucunda nelerin kazanılıp nelerin kaybedildiğini, yaşayanlar bilebilirdi ancak.
Bu dönemeci yaşayanların içinde kendisi de vardı. Olup biten her şeye açık gözlerle tanık oluyor, önceleri pek anlam veremediğinden ardarda şoklara uğruyordu. Hiç farkında olmadan gözlerinin önünde gerçekleşen savaş, beyninde ve ruhunda kızışmaya başlıyordu. İçinde kızgınlaşan bu savaşta kaç defa ölüp kaç defa dirildiğini saymaya gelemiyordu artık. Beyni ışıklarla dolup ruhu tamamen ayaklandığında, bir daha ölmemek üzere gerçekleşen dirilişin farkına varıyordu. Bu başardığı ilk sınavdı, başarılacak diğer sınavların esasının bu sınav olduğundan kuşkusu kalmamıştı.
Benliğini ayaklandıran, Apocu ruhun kendisiydi. Bunun, yüreğine yerleşmiş her şeyden daha değerli bir hazine olduğunu biliyordu. Buna sahip olmak, dünyalara sahip olmaktı. Gerçek insana ait her şey, bu ruhun içinde vardı. Özgürlük mü, sevgi mi, güzellik mi, umut mu, cesaret mi, aradığı her şey, onun içinden kendisine bakıyordu. Bu ruha sahip olmamak, küçücük kalmak ve hep aşağılardan seyretmek demekti. Kendi gözleriyle gördüğü gibi düşüp bir daha kalkmamaktı. En kötüsünden düşüp kalkmamak ve sonunda yoklara karışmak, bu ruha sahip olmamaktan ileri geliyordu.
Kendi ülkesindeki bütün ölmüşlerin yeniden dirilişleri bu ruhun sayesinde gerçekleşmişti. Bütün alçalışları, onunla yükselişe geçmişti. O görünmez hale gelen küçüklükler, onunla büyümüştü. Kendisi de onunla büyümüştü ve daha da büyüyeceğinden emindi. Bu büyüklük, daha küçücükken kafasında tasarladığı bütün büyüklüklerin çok çok ötesine geçiyordu. Büyüten bu ruhtan yoksun yaşamayı, bu dünyada her şeyini kaybetmeyi kabullenmek sayıyordu. Bu ruh, kaybetmeyi asla kabullenmeye gelmezdi. Kazanmak varken kaybetmeyi kabullenmek, zihinsel ve ruhsal sefaletin, hatta rezaletin kendisiydi, çirkinlikti. Çirkinliği kabullenmek ise, kendini insandan saymamaktı.
Dünyanın en güzel insanı, bu ruhun içindeki insandı. Ölürken bile, yaşamın güzelliğini unutmayan insandı. Çünkü o, ölüme ait değildi. Yaşamın bedenine ekilmiş, sökülmeyen bir tohumdu. Zorluğun en ağır geldiği anlarda bile, kendi kendine, ‘Bu üstün kudrete sahip olmak kadar güzel bir şey olamaz.’ diyordu. Zorluğu aşmanın kuvvetini, bu kudretten alıyordu. Üstün gelmenin mucizeleri, onun içinde gizliydi. Bu ruhla düşmek diye bir şeyin olacağını varsaymıyordu.
‘Olsa da eğer, bedenin düşüşü bile, ruhun daha da yükselişini getirir.’ diyordu. Kendini, bunun içinde fark etmeye başlıyordu. Kendini fark ettikçe, etrafını daha iyi gören sağlam gözlere kavuşuyordu. Yanlış ile doğrunun ayırdına varmıştı artık. Kabul edilecek ile reddedilecek olanın ne olduğunu biliyordu. Kafasında sağlam doğruların oturmaya başladığına inanıyordu. Kendisine yön verecek olan da inandığı bu doğrulardan başka bir şey olamazdı.
Basit hesaplarla kafasını karıştırmayacak, küçük bireysel hedeflere tenezzül bile etmeyecekti. Bireysel duyguların tatmini yolunda, basit hedeflerle kendini küçültenlerden nefret ediyordu. Küçük hedeflerin etrafında acayip davranışlara girip ucubeleşenlerden hiçbir hayrın gelmeyeceğini adı gibi biliyordu. Böylelerinin akıbeti, en kötü tarafından hep aynı olurdu. Sonunda kendilerini buldukları yer, düşmüşlüğün yutan batağıydı.
Apoculuğun kutsal ruhuyla büyümenin dışındaki bütün tercihleri, sadece küçülmenin yolu olarak görüyordu. ‘Bu kutsal ruhla ayaklanmış, kendine ait olmanın ötesine geçen, herkesin imrenerek baktığı özgür bir insan olmaktan daha büyük, Başkan Apo'nun yiğit bir militanı olmaktan daha gurur verici bir şey olamaz.’ diyordu.
Önceden kafasına hücum eden tereddütler kaybolmaya başlamıştı. İlgiyi dağıtan parazitlere kulak astığı yoktu. Aldatıcı toz pembe hülyalarla da meşgul olmuyordu. Kendisine doğru gelecek yaman günlerin sert dövüşüne hazırlanıyordu.
Ve o gün gelip çattığında, arkadan kendisini geriye çekecek olan bütün ipleri koparmaya başlıyordu. Işıl ışıl parlayan gözleri, inandığı doğruların güveniyle doluydu. Bu güven kaynağında yüzmeyi sürdürdükçe, üstün geleceğinden şüphe etmiyordu. Ayaklarını yere sağlam basıp, geleceğe umut götüren mert bir savaşçının selamını çakıyordu.
Asırlarca Kürdün yaralı sırtından indirilmeyen o keskin bıçak, bir kez daha Kürdün ayaktaki özgürlük umudunu biçmeye geliyordu. Tek kişi dahi kalmayana dek, yurdun özgür varlıklarını kesip parçalamadan rahat etmeyi bilmiyorlardı. Elbette sadece kendileri için yapmıyorlardı. Karınlarını biraz daha şişirmek karşılığında, halkının katilleri için yapıyorlardı. Hem de kendilerine, ‘Yurtseverler Birliği’ dedikleri halde. Halbuki kendilerine ‘Yurt Düşmanları Birliği’ deseydiler, çok daha yakışır olurdu.
Öteden beri, hayırsız bir rolün sahibi olagelmişlerdi. Kirli ellerini, o büyük komplonun içine de karıştırmışlardı ve bir daha da geri çekmeye gelemiyorlardı. Son ferdi de yok edene dek, yapacaklardı bunu. Önceleri gizli kapıların arkasında saklanarak yaptıklarını, bu defa açıktan yapmaya başlıyorlardı. Özgürlük hareketinin kentlerdeki kurumlarını, bir bir yıkmaya, dağıtmaya girişmişlerdi. Bu kurumlarda kendilerine hiçbir zarar vermeden, halkı için çalışanların peşine düşerek, tutabildiklerini zindan dedikleri betondan kör odalara kapattılar, tutamadıklarını da, izleri kaybolana dek şehirlerden sürmeye başladılar.
Karadağ'da ellerine geçirdikleri, daha saflara yeni ayak basmış gencecik 14 özge canı, en ufak bir vicdan sızlaması duymadan üzerlerine yağdırdıkları kurşunların hedefine tuttular. Bununla da yetinmediler. Doğu ucundan batı ucuna kadar büyük Kandil'in Soran’a bakan ön eteklerinde, geniş bir kuşatma çemberini oluşturdular. Arka tarafını da, kendilerine efendi seçtikleri Acemler’e bıraktılar ve her geçen gün, durmadan çemberi daraltmaya başladılar. Kandil dağını, özgürlük umudunun bedeninden akacak kanla, kızıla boyanan kan dağına çevirmek istiyorlardı.
Efendileri, ‘Kandil, Kürdün asırlarca bağladığı umudunun sonsuza dek söndürüldüğü son dağ olsun.’ diyorlardı. Kendileri de, ‘Emriniz olur.’ deyip beş kuruş karşılığında, buna çoktan yatmaya razı gelmişlerdi. Hani, bu umudu söndürebileceklerine de, az inanmamışlardı. Çünkü zayıflamış ve dağılmak üzere olduklarını düşünüyorlardı. Bir-iki sarsıcı darbeyle, sonlarını getireceklerinden kuşku duymuyorlardı.
Ellerinde, Türklerin verdiği kullanılmamış yepyeni silahlar vardı. Namluları Kandil'e çevrili bu silahlar tetiklenmeye hazır ve her an patlamak üzereydi.
Yaptıkları bütün bu kötülüklere rağmen, Kandil'in en yüksek yerinden kendilerine, yürekten kardeşlik mesajları iniyordu. ‘Kürt katillerinin oyunlarına alet olduğunuz yeter. Bari bundan sonra bunu yapmayın.’ telkini yapılıyordu. ‘Halkımıza, birbirini parçalayıp yok etmeyi değil, birliğin sonucunda özgürlüğü sunmalıyız. Kardeşçe el ele verip, dünya zalimlerine minnet etmeden, halkımızın karşısına başı dik ve onurla çıkmak varken, birbirimizi kırıp dağıtarak dünya alemin bizimle alay etmesine sebep olmanın anlamı ne?’ diyorlardı.
Sonunda da vazgeçilmezse, yaptıkları hesabın tutmayacağını, ısrar etmeye devam ettikleri taktirde, sonucun kendileri için pahalıya mal olacağını bildirmeyi de bir sorumluluk sayıyorlardı.
Ama onlar, samimiyetle ve candan gelen bu çağrıları, ‘Kendilerini sadece dağılmaktan kurtulmanın çabası’na yorarak hiç dinleme gereğini bilme duymadılar. Ve açıktan savaş ilan ederek üzerlerine hışımla gitmeye başladılar.
Buna karşı elbette Apocu hareketin de, kendini savunma hakkı doğardı. Boyunlarının üstüne inen keskin bıçağa, ‘Bu boyun kurbanın olsun, nasıl istersen, buyur istediğin gibi kes.’ diyemezlerdi. Nasıl karşılık vermek gerekiyorsa, öyle vermek zorundaydılar.
28 Eylül akşamı geldiğinde, onların anladığı dilden konuşmaya hazırdılar. Apocu yiğitler, o gece dimdik ayakta bekliyordu. Bütün tali, küçük meseleleri bir kenara itmişlerdi. Üzerlerinde Apoculuğun fetheden atılganlık ruhu vardı sadece. Bu ruhu bedenlerinde er meydanına indireceklerdi o gece.
Doğu ucundan Batı ucuna kadar uzun kuşatma şeridine karşı, aynı uzunlukta sağlam bir savunma hattını kurmuşlardı. Bütün kuşatma şeridinin üstüne, bir yıldırım gibi aynı anda düşeceklerdi. Gece saat sıfır birin ilk saniyesi bastığında, uzun kuşatma şeridinin üstüne şimşekler bir anda çakmaya başlıyordu. Doçkalar, BKC’ler, havanlar, kleşler, bombalar öfkeyle hep aynı anda konuşuyordu. O gecenin dehşet gürültüleri, Kandil'in kayalarında yankılanıyordu.
İnançtan yoksun, birkaç kuruş karşılığında zorlamalı kurulan kuşatma çemberi dayanabilir miydi buna? Daha ilk patlayışta, kuşatma çemberi parçalanıp dağılmaya başlıyordu. Neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Şok içerisinde, arkalarına bakmadan kaçıyorlardı.
Zaten Apocuların, onları öldürme gibi niyetleri de yoktu. Israrla direnip kendilerini kurşunların hedefi haline getirenlerin ölümüne mani olamamaları, kendilerinden kaynaklı bir şey değildi. Bir kısmını sembolik esir alma dışında, tutabildiklerini dahi hemen salıveriyorlardı.
Buna ‘Kardeş kavgası’ adını takanlar da vardı. Oysa bunun, ‘Kardeş kavgası’na benzeyen hiçbir yanı yoktu. Kardeşler aynı canın, aynı kanın ve aynı ruhun ürünü olarak yaşama gözlerini açmış farklı güzellikteki varlıklardı. Bu varlıklar, kendilerini birbirinde bulurlardı, biri olmazsa, diğeri de tek başına yaşamın güzelliğine anlam vermeye gelmezdi. Biri açsa, diğeri tok yaşamayı düşünmezdi. Biri hastaysa, diğeri asla kendini rahat hissetmezdi. Biri zayıfsa, diğeri kendini kuvvet sahibi görmezdi. Biri baskı altına alınıp köleleştirilmişse, diğeri kendini özgür saymazdı. Kardeşliğin hukuku bunun üzerine kuruluydu. Onların bellediği ahlak, böyle işleyip böyle giderdi. Onlar, birbirinden koparılmış halde yaşamayı bilmezlerdi. Bütün hayatları boyunca, hep birbirlerine doğru akarlardı. Yaşamın yok ediciliklerine karşı el ele verip birlikte direnişe geçerlerdi. Birlikte düşünür, birlikte yaparlardı; birlikte oturur, birlikte yerlerdi.
Çünkü onlar, aynı candan gelen, biri olmazsa diğeri de olmaya gelmez, farklı güzellikteki varlıklardı. Aralarında anlaşamadıkları bir mesele mi çıktı? Büyütmeden hemen oturup konuşur ve hallederlerdi. Eğer böyle değilse, anlaşmazlıklar onları biraraya gelmemek üzere birbirinden koparmaya götürdüyse, o zaman kardeşlik bozulmaya başlar, kardeşlik hukuku diye bir şey de ortada kalmazdı.
Öyleyse Kandil'deki kavgaya da, ‘Kardeşlik kavgası’ denemezdi. Çünkü Kandil'e hücum eden kardeş, kardeşini çoktan satmaya başlamıştı. Satmakla da yetindiği yoktu. Onu satır satır doğrayıp kellesini halkının katiline sunmaya geliyordu. Kardeşliğin böylesi, insanoğlunun hangi kitabında yazılıydı? Hayvan türünün kitabında bile, böylesi görülmüş müydü?
Hep söylenegelen kekliğin bile, kardeşini bilerek tuzağa çekmediği bilinirdi. O keklik dahi, düşmanının kafesinde öterken, kardeşini tuzağa çektiğinin farkında değildi. Belki de, özgür kardeşini çok özlediğinden yapıyordu bunu. ‘Ne olur, gel beni de bu kafesten çıkar, al yanına götür.’ demek istiyordu.
Ama Kandil'deki kardeşini, katili için satır satır doğramaya giden kardeş, ne yaptığının farkındaydı. O, bu geleneği ta dört bin yıldan önce bilerek devralıp bugüne kadar getirmeyi başarmıştı. Ve geçmiştekinden, çok daha ustalıklı götürüyordu bunu.
Elbette bu, kardeşle aralarında çıkan bir anlaşmazlıktan ileri gelmiyordu. Bağlı olduğu efendileri, öyle istedikleri için yapıyordu, hem de ne yaptığını bilerek. Efendilerinin, kendisine pek güvenmediğini de biliyordu. Hatta gözlerinin içine baka baka kendisine, ‘Siyasi fahişe’ bile diyorlardı. Yakıştırılan ‘siyasi fahişe’liğin dahi az geldiği doğruydu. Herkesin nazarında böyle olduğunu bildiği halde, yaptıklarından vazgeçmeye gelemiyordu.
Çünkü bu, onun vazgeçemeyeceği mesleğiydi. Efendilerinin sofrasındaki artıklara, korkunç alıştırılmıştı. Kirli kapların dibini, her gün yalamadan dayanamazdı. Yeter ki efendileri istesin, günde soytarılığın on taklasını atmaya hazır haldeydi bu kardeş. Kendisine, ‘Kardeşini kıtır kıtır doğramaya koş!’ dendiğinde, hiç tereddüde gelmezdi. Kandil'deki kardeşini doğramaya gönderdiklerinde de, hiç tereddüde girmemiş, hatta kısa sürede bunu başaracağını söylemişti.
Apocu'ların, böyle birini kardeşten sayması mümkün müydü? Halkının katili ve kardeş düşmanı böyle birine, yaptığı hesabın yanlışlığını göstermek, onların boyun borcu olmuştu ve zamanı geldiğinde de bu borcu ödemekten hiç çekinmemişlerdi. Yaptıkları, ‘Kardeş kavgası’ değildi. ‘Kardeş’ maskesiyle boyunlarını kesmeye gelen o düşman elin içindeki keskin satırı çıkarıp sert taşa çalmak ve kara yüzlerine bir kez daha lanetin tükürüğünü yapıştırmaktı.
Apocular o gece, hamleyi mükemmel yapmışlardı. Üstüne bastıkları gibi, kuşatma duvarı çökmeye başlamıştı. Kaçmalarına imkan veren kapılar, ardına kadar açık bırakılmıştı. Zorunlu kalmadıkça, öldürmeme emri kesindi. Kardeş diye bilinen, zorla alet edilmiş biçare peşmergeler, satılmışlığa kurban gitsin istemiyorlardı.
Her şey, planladıkları gibi başarıyla yürüyordu. İsteseler, tarihi Süleymaniye şehrine kadar onları kovalayıp peşlerinden gidebilir ve her şeyi ellerinden alabilirlerdi. Ama buna, hiç lüzum görmediler. Öyle bir amaçları da yoktu. Akılları başına gelsin diye biraz geriye itilmeleri, kendileri için yeterli geliyordu. Bütün bunların başarılması, sadece birkaç günü alan kısacık bir zamana sığdırılmıştı.
Fakat akıllarını başlarına toplamak yerine, yeni bir kuşatmayla ikinci defa da aynı şeyi denemek istemişlerdi. Ama cevabın daha sert olanıyla karşılaştıklarını görünce, yaptıklarına pişman hale gelmişlerdi. Yaptıkları hesap, rüzgara kapılmıştı. Ödedikleri bedelin altından, kalkmaya gelemiyorlardı. Alınlarının üstüne, bir kez daha düşen kara lekeyi sökmeleri, ellerinden gelmezdi artık.
Apocuların en zayıf anlarında bile, öyle kolay yenilir yutulur cinsten olmadıklarını yeniden fark etmeye başlıyorlardı. Apocular için bu savaş, geçmişte yaşadıkları diğer savaşların yanında, birkaç yudum su içmek gibi olmuştu. Zaten buna, savaş dedikleri de yoktu. Sadece bir geri itme hamlesiydi. Bunu başarmak da, pek zor gelmemişti.
Bütün yoldaşları yeniden kendine getiren bu başarıda, kendisinin de emeği vardı. İkinci sınavı da başarıyla geçmişti. Yüreğinin bir tarafı, sevincin yeni baharına açılmıştı, ama bir tarafı da, kızgın közlerin üstüne düşmüş, kavrulmaya başlıyordu. Yanıbaşında düşerken, son defa kendisine umut dolu gözlerle bakan can yoldaşlarını düşünüyordu. Buna benzer, daha nice yoldaşlar geliyordu aklına. Onların bakışları altında ezilir gibi oluyordu.
Hayatları boyunca söylemek istedikleri her şeyi, o son bakışta söylüyorlardı. O son bakış kendisine, ‘Al bütün güzel hayallerim sende kalsın, bütün umutlarımı sana emanet ediyorum. Bak, ideallerim seni ta uzaklardan çağırıyor. Elinle onları yakalayana dek, son sürat koşmaya başla. Bir an dahi durduğunu duyarsam, her türden laneti üstüne yağdırırım, bilmiş ol. Bir de, benden yoldaşlara selam söyle. Benim yerime herkesi teker teker kucakla ve gül yanaklarından öp onları.’ diyordu.
Bu sözler, sadece hatırlansın diye söylenmiş sözler değildi. Her an, yerine getirmek zorunda olduğu kesin emirlerdi. Buna ibadet edercesine itaat etmeyi, boynunun ağır borcu sayıyordu. Bu emrin sadık bir eri olmak, insan olmanın en büyük şerefiydi. Şeref, asla leke sürülmeye gelmezdi. Son nefesine kadar, ardından düşmeyeceği andı buydu. Buna göre kendini daha da sık dokumak, şart olmaya başlıyordu.
Çokça yorulup ter dökeceği yeni eğitim devresine, gerilla macerasına ilk adımı attığı günün heyecanıyla geliyordu. Eğitim devresinde geçirdiği her gün, beynine unutmazlıkların tohumlarını ekiyordu. Çatlatan zorlukları kadar, güzel anılarıyla da unutulmazlıklarla doluydu. Hele o devrenin son günü var ya, başaranlar için gerçek bir sevinç bayramıydı.
Apocuların yetiştirildiği bu ocakta başlayacak ikinci maratona da hazır halde duruyordu. Bu maratonun sonunda, bundan böyle başarıyla koşabileceğine dair oluşan kanaat kendisine bildirildiğinde sevinçten havalara uçmuştu.
Kandil, metrelerce yağan karın altına gömülmüştü. Gecenin mavi gökyüzünde parlayan melekleri, dondurucu soğuğa ses etmeye gelmiyorlardı. Martın yumuşak güneşi, yapraksız ağaçların batı ucundaki beyaz örtünün üstünde uzanmış gölgeleri yırtmaya başlıyordu. ‘Merhaba’ diyen güneşin gözlerinden içine ışık çeken kar tanecikleri, göz kamaştıran kristallere dönüşüyordu.
Görev alanlarına gidecek yoldaşlar, gruplar halinde bir bir ayrılmaya başlıyordu. Karlı Kandil, o günlerde kucağında sevinç ile hüznün inanılmaz boğuşmasına tanık oluyordu. Hepsinden zor olanı da, son veda töreniydi. Geniş, dümdüz kar meydanında dört beş çizgi halinde sıraya dizilen yeşil üniformalı yoldaşlarla, bir daha görüşemeyebileceklerinin hesabını da yaparak kucaklaşıyorlardı. Düğüm düğüm olan boğazlardan güçlükle dile gelen son telaffuz hafif tonda dokunaklı söylüyor, yüreğin ılık suyuyla ıslanmış gözler birbirine bakmakta hayli zorlanıyordu. Kucaklaştığı son yoldaşın kendisine bakan gözleri, her şeyi anlatmaya yetmişti.
Ayaklarının altında ezilen Kandil karı geride kalıyordu. Sırtına yüklediği yüzlerce yoldaşın umuduyla, Botan'ın baharına yürüyordu.
Habur'a kadar her şey kusursuzdu. Ama Botan baharının sınırlarından içeriye adımlarını tam atmaya başladıkları an, Habur'un lanetli salıncak köprüsü, kendisinden beklenmeyen o alçaklığı yapmıştı.
Bütün gözlerin önünde oluşan o sahne, kızgın şişlere dönüşüp yüreklerin üstüne iniyordu. Gerçekleştireceği hayallerinin peşinden koşarak gelen yiğit Nemrut, bütün gözlerin önünde azgın suya kapılıyordu. Kahredici olan ise, hiç kimsenin elinden bir şeyin gelememesiydi. Her şey göz göre göre gerçekleşiyordu ve kimse de bir şey yapamıyordu. Buna kim dayanabilirdi?
Boğazından tiz bir hışırtı çıkaran nefesi, hızlı hızlı gidip geliyordu. Geride bıraktığı arkadaşlarının içinden, daha o an çıkmış gibiydi. Hayatında yaşadığı her şeyi, bu kadar canlı hatırlayabildiğine bir türlü inanamıyordu. Bütün hayatı, belleğinde saklı tuttuğu film şeridine takılıp bir saniyede gözlerinin önünden geçivermişti, hem de defalarca tekrarlanarak...
Buna akıl erdirmek imkansız geliyordu. Bir saniyede dolaştığı ömrünün gezisiyle de yetinmiyordu. Aynı hızla, umudunun büyük bahçesine de uçuyordu. Peşinden koştuğu, hem de gerçekleşebilir hayallerinin bu kadar güzel olduğunu ilk defa fark ediyordu.
Daha yaşanmamış, ama bir gün mutlaka yaşanacak olan o harikulade hayallerin tarifi imkansız geliyordu. Öncesinden yapılmış hiçbir benzetme, gerçeğini anlatmaya yetmezdi. Oradaki eşsiz güzellikler, kutsal kitapların cennetlerinde bile yoktu. Hakkında iyi söylenmiş bütün sözlerin az geldiği parlak güneşin berraklaştırdığı mavi gökyüzünün altında, kirlerinden arınmış ve rengarenk bir dünyaydı o. İnsanı insan olmaktan alıkoyan baskılar yoktu bu dünyada. Herkes birbirinin ruhunda vardı. Ama hiç kimsenin, birbirinin ruhuna dokunduğu yoktu. İnsanlar hem eşit, hem de özgür yaşardı. Sevenler, birbirinin gözüne ürkmeden, korkusuz bakarlardı. Biri kendini, diğerinde keşfederdi. Kimse birbirinden koparmayı değil, herkes birbirine vermeyi düşünürdü.
Önceleri can havliyle köşe bucak kaçan hayvanlar bile, onlarla dost olmaya gelirdi. Yaprakları göklerde öpüşen koca ağaçlar, gölgelerini yeşil çimenler üzerine onlar için seriyordu. Kaynağından patlayıp gelen serin sular, onlara doğru akardı. Başı sonu olmayan tarlalar onlar için berekete yatardı. Cennetin meyvesiyle aşka gelen bağ bahçe, onlara gönül düşerdi.
Çiçek bahçelerinin içinde neşeyle cıvıldayan kuş yürekli çocuklar, bekleyen yarınlara hep birlikte koşardı.
Yeşil dünyayı yakan ateşler çoktan söndürülmüştü. İnsanı öldüren duygu, yoklara karışmıştı.
Geleceğe götüren sevgi nehrine, herkes birlikte atılırdı. El ele tutuşanlar, bitmez aşkın dünyasına dalardı.
Bir insan, yaşayan bir dünya olarak görülürdü. Bu insan, yaşayan bir dünya, hatta bir evren olarak görülürdü. Bu insana bakmak, dünyayı, evreni anlamaya yeterdi. O hem geçmiş, hem gelecek, hem de o günün kendisiydi. Onun renk verdiği dünya, yaşanmaya değerdi.
Yalansız, tertemiz, sade duygular ve anlam yüklü gerçekler, sadece o dünyada vardı.
O dünya, karanlık bilmez, ışıklı bir dünyaydı. O dünyada hayat güzeldi, insan güzeldi ve her şey güzelliğin de ötesinde buluşurdu.
Bunu tarif etmeye kalkmak ise olanaksız gelirdi. Ulaşılmaz gibi gelen bu dünya, önceden inanan insanın kafasında bir yıldız olup hep parlamaya başlardı. Ayağa kaldıran bir esin kaynağı olur, insanı peşinden koştururdu. Peşinden koşan insan, ona yakınlaştıkça o hep biraz daha uzaklara kaçardı. Peşinden koşturduğu insanı bazen taşa toprağa çalar, çamurlara batırırdı. Bazen derin bulanık sularda yüzdürür, bazen de kızgın ateşlerin üstünde yürütürdü. Bazen nefessiz bırakan karanlık, dar tünellerden geçirir, bazen de önüne aşılması zor, öldürten sarp yollar çıkarırdı ve bazen de şaha kalkan beyaz bir ata bindirir, kendi sonsuzluğuna doğru koştururdu.
O, hem insanın baş belası, hem de onun aşk dünyasıydı. Hem çekilen işkencenin sebebi, hem de bu işkenceye dayanmanın kuvvetiydi. Peşinden koşturdukça dövdürür, dövdürdükçe sevdirirdi kendini. Hem yarın yakalanacakmış gibi yakınlaşır, hem de yedi dünyanın ötesine geçecek kadar uzaklaşırdı. O uzaklaşıp gittikçe, peşinden koşan insan da, hep onu yakalamaya çalışırdı. Yakalamadıysa eğer, bir şeyini yitirdiği olmazdı. Güzel olan peşinden koşmaktı, hatta uğrunda ölmek bile. Çünkü peşinden koşarken attığı her adım, bir yükseğe çıkıştı. Erişilmez yüksekten gelecek ölüm ise, ölümsüzlük dünyasına dalıştı. Ve bu da, yeni ve güzel bir hayata yapılan başlangıçtı.
Başlayan yeni hayata milyonların akışı ise, bunun ardından gerçekleşecekti. Milyonlar çoğaldıkça, uzağa kaçan o dünya yakınlara gelecek, hayal olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşecekti.
O hızla çalışan beynin, kaç kat yükseldiğini kim hesap edebilirdi ki? Bütün bir yaşam, karşılaştığı her şeyiyle gelip bir saniyeye nasıl yerleşebiliyordu? Aynı saniyede, sınırsız umut dünyasında o hızla nasıl dolaşabiliyordu? Bu, insan varlığının iradesi dışında duyduğu yaşama isteğinden mi ileri geliyordu? Varsa böyle bir isteği, hem de iradesiyle normal hayatta da, bu hızla yaşama gelemez miydi? Gelemiyorsa eğer, sebebi neydi? Engelleyen mi vardı? Engelleyen kimdi o zaman? Bu engelin yaratıcısı da, insanın kendisi miydi yoksa?
Buna aklı yatıyordu işte. Böyle olmasa her insan, belki de bir peygamber, bir evliya, bir dahi olmaya koşardı. O zaman dahilere, peygamberlere ihtiyaç kalmaz, insanoğlunun bütün yükü onların omzuna düşmezdi. İnsanoğlu kaldıramadığı yüküyle onların yükünü ağırlaştırmazdı. Demek ki, bu ağır yükün altında sadece karşıtları değil, yandaşları da eziyordu onları.
Daha önce, bu denli derinlikli bir anlama ulaştığını hatırlamıyordu. Önünde mevzilenen askerlerin hareketini takip altında tutan koyu kahverengi gözleri, pırıl pırıl parlıyordu.
Sınırsız anlam dünyasının gezisine çıkmıştı. İlk defa, yaşadığını hissediyordu. Hissettikleriyle bütünleştiğini görüyordu. Onlardan bir parçaydı. Bundan hiç şüphe etmiyordu. Yükselişinin farkındaydı. Bununla, yaşamının ilk ve en büyük ödülüne kavuştuğunu düşünüyordu. Peşinde koştuğu yaşamın aşkıyla cayır cayır ateşler içinde yanarken, coşkuya gelmek nedir biliyordu artık. Etrafı ateş çemberiyle çevrili, bedeni ise paramparçaydı. Kanlı bedenini yapıştırdığı çelik sertliğindeki kalın mevzinin üstünden, askerin hareketine çakılan gözleri kırpmaya gelmiyordu.
Ama güneşin yüzünden, gözünden dökülen sıcaklık, başını yakmaya başlıyordu. Tiz bir hışırtı çıkaran nefesi, boğazından zor gidip geliyordu. Öldürüp bitiren susuzluk, habire dudaklarını çatlatıyordu. Dudaklarının üstünde kabuklaşıp çatlaklara yapışan kızıl kan, sökülmeye gelmiyordu. Parçalanmış bedeninden yukarı kalkan dayanılmaz sızılar, beynine vuruyordu. Kararan gözlerini uyanık tutmak için var gücünü sarf etmeye çalışıyordu.
Beklediği vaziyette, daha fazla kalamayacağını biliyordu. Bedeni, ruhuna ayak uydurmaktan yorulmaya başlıyordu. Dizlerinin üstüne, koca kayalar çökmüştü sanki. Dağlar, taşlar, ağaçlar etrafında pervane gibi dönüyordu. Ne kadar durdurmaya çalışsa da bir türlü başaramıyordu. Güneşin ışınlarıyla ısınıp ağırlaşan nemli hava, ağzının, burnunun üstüne konan ıslak süngere dönüşüyor, boğazına yavaşça inerek, boğmaya çalışıyordu. Boynuna değirmen taşları asılmış gibiydi. Durduğu yerde yığılmamak için kendini zor tutuyordu. O haliyle bu kadar ayakta tutunmayı başarmak, mucize gibi geliyordu. Her bedenin, bir dayanma sınırı vardı ve o sınırı aşmak pek kolay gelmiyordu. Bu sınırın aşılamayacağını, kendisi de biliyordu. Ama o sınırın son çizgisine kadar, koşmadan durulamazdı. Bedeninde son derman zerreciği kalana dek, bunu yapmaya çalışıyordu.
Aşkına geldiği yaşamın peşinden durmadan koşan ruhu, parçalanmış bedeninin sızılarından yükselen sesleri dinlemeye gelmiyordu. Geçmişten ve gelecekten on yıllar, kendisine ait o saniyenin içinde dolaşmaya devam ediyordu. Tam denizler ortasındaki dört duvar arasına sıkıştırılmak istenen, ama hiçbir zaman o duvarların çevrelediği iki adımlık mekana sığmayan o büyük umut dünyasıyla, tekrar buluşma yolculuğuna düştüğü an, üstüne doğru rasgele kurşun yağmuru başladı.
Çöken ağır sessizlik bozulmuştu. Yüksek kayalar, dehşetin gürültüsüyle yankılanıyordu. Taş toprak zıngırdamaya başlıyordu. Öfkeyle gelip taşların sert bedenine çarpan kurşunlar, parçalanarak sağa sola fırlıyordu. Parçalanan nazik ağaç dalları, deşilen yapraklarıyla birlikte havada uçuşuyordu. Ağır makineliler, bomba atarlar, roket atarlar, G-3'ler, havanlar, lav silahları hep aynı anda ateş kusuyordu. Kopan kıyametin gürültüleri altında dayanamayan vadi, boğulmaya başlıyordu.
Serseri sarhoş kurşunların gelişinden, rasgele attıkları anlaşılıyordu. Arkasından alev püskürterek uçup gelen roketlerin hiçbiri bulunduğu yere uğramıyordu. Yüksek taşlı koridorun, sol tarafını parçalamaya gidiyorlardı. Sağ tarafta, otuz kırk metre aşağısında bulunan yüksek taşların çatlakları arasına düşen seksen ikilik havanın, kendisine ettiği bir tesir yoktu. Daha yerini tespit etmedikleri, rasgele, ama yoğun yaptıkları atışlardan anlaşılıyordu.
Sessizliği bozan ilk kurşundan sonra, kendine siper yaptığı mevzinin arkasında oturup mevzilerin geliş yönüne ve ateş yoğunluğuna bakarak, bundan sonra üzerine gelirken, izleyecekleri hareket biçimini kestirmeye çalışıyordu.
Bedeninden yükselip beynini şiddetle vurmaya gelen sızıları hissetmeye gelmiyordu. Son nefesine kadar, onlarla vuruşmaktan çekinmeyecekti. Arkasında oturduğu mevziye mermilerin seyrek gelişi, ateşin geldiği yere bakmaya fırsat tanıyordu. Uzattığı yaralı ayağını altına çekip, önünü mevziye çevirdi. Sağ elini bitişiğindeki taşın ucuna dayayıp başını yavaşça sağ tarafa uzatarak önünü görmeye çalıştı.
Ateş ederlerken, öndeki hilal çemberin arkasında mevzilenen bir kısım askerin başını kaldırdığını görüyordu. Önce, bunların neden böyle davrandığını anlamaya çalıştı. Ateş ettikleri yerden, kendilerine bir karşılığın gelmeyeceğini düşündüklerinden böyle yapmadıkları kesindi. Bile bile görüntü vermelerinin sebebi, güvende oldukları yerden imha etmek istedikleri hedefin yerini tespit etmek istemeleriydi. Durdukları yerden, hedefin bulunduğu noktayı tespit etmek, işlerini fazlasıyla kolaylaştıracaktı. Görüntü vermekle de yetinmiyorlardı. Bağırıp çağırıyor, insanın damarlarını çatlatan pis küfürler savuruyorlardı. Mide bulandıran köpüklü ağızlarından tükürükle birlikte havaya fırlayan küfürleri karşısında dayanmak, üstüne yağan kurşun yağmuruna dayanmaktan daha zordu.
Zor da gelse, tahrik döken dillerine tamamen kulağını kapatarak onları dikkatle izlemeye çalıştı. Bu yöntemle daha fazla sürdüremeyecekleri, takip ettiği hareketlerinden çıkarıyordu. Yavaş yavaş ateşi kesmeye başlıyorlardı.
Ateş tümden kesildikten sonra, her tarafa derin bir sessizlik çöktü. Vızıltı çıkaran bir sineğin dahi görüldüğü yoktu. Yüreği ağzındaki minik kuşlar, çoktan dilsizlere dönmüştü. İnsan ayarından düşmüşlerin edepsiz dilinden söyleyen, hilal çemberindeki bozuk diller de suskunluğa oturmuştu.
Çöken sessizliğin arkasından neyin geleceğini düşünürken, başını kaldıran askerlerin içinden çiğ bir sesin yükseldiğini duydu.
‘Ağır yaralı olduğunu biliyoruz, kurtuluşun yok artık. Gel, devletin şefkatli kollarına sığın, daha fazla karşı koymaya çalışma. Karşı koymayı bırakıp gelirsen, söz veriyoruz sana hiçbir kötülük yapılmayacak. Devletimiz seni, yeniden topluma kazandırmak, her gün senin için ağlayıp sızlayan ailene kavuşturmak istiyor. Böyle inat ederek ailene de, vatanına da kötülük yaptığını unutma. Bu devlet senin de devletin. Devlete karşı gelerek ne elde edeceksin? Oysa karşı geldiğin devlet, seni kurtarmak için, her türlü fedakarlığı yapmaktadır. Bak, Mehmetçik sana sevgi dolu kucağını açıyor, haydi daha fazla inat ederek uzatma. Geldiğin taktirde, sana tek bir soru sormadan, derhal hastaneye kaldıracağımıza söz veriyoruz. Bu, devletin sana verdiği şeref sözüdür.’
Bu şekilde yükselen amacı malum çağrının kuyrukluları havada oynaşırken, dört asker ardarda mevzilerinden çıkıp yüksek taşlı koridora doğru giden kan izlerinin takibine başlıyordu.
Kan izini sürerken, ses çıkartmaktan da çekinmiyorlardı. Yükselen çağrıyla birlikte mevzilerinden çıkıp açıktan gelen askerlerin, hangi gayeyle geldikleri anlaşılmıştı. Avlamak istedikleri balığa, yem olarak sunuldukları açıktı. Ölüm tehdidi altında yem olarak öne sürüldükleri doğruydu, ama durdurulmamaları halinde, kan izini takip ederek yanına kadar sokulmaya çalışacaklardı.
Bu anda, süratle bir tercih yapmak zorundaydı. Yarı yolda durdurmalı mıydı, yoksa yanına kadar sokulduktan sonra mı müdahale etmeliydi? İkisinin arasında bir tercih kaçınılmazdı. Yanına yaklaşmalarına fırsat verdiği taktirde, bu taş labirentinin içinde yakındayken onları kontrol atına almak mümkün olmayabilirdi. Kan izini takip ederek gelecekleri kesindi. Ama uzak mesafeden önlü arkalı, sağlı sollu birbirini kollamadan gelmeyecekleri de belliydi. Bu halde, onlara indireceği etkili darbeye denk getirilmeleri zorlaşırdı.
Hatta darbe almadan, kendilerinin istedikleri sonuç da doğabilirdi. Bu tercihi düşündükçe, dezavantajları çoğalıyordu. Dezavantajlarının çoğaldığı biçimi seçmek, yapacağı kötü bir hata gibi geliyordu. O halde ikinci tercih, daha isabetli bir karar oluyordu. Sıkacağı ilk kurşundan sonra, yerinin tespit olacağını biliyordu.
Ama olsun bir kişiyi bile düşürmek, az şey değildi. Böylece eli silah tuttuğu sürece onları kendisiyle uğraştırarak yorup bunaltmaya da devam edecekti. Bir kişiye karşı, bin kişinin acizliğini ne kadar gösterebilirse, o kadar iyiydi. Hızla aldığı kararı, hiçbir tereddüde bulaştırmadan hemen uygulamayı düşündü. Bekleyecek zamanı yoktu. Bir saniyenin bile değeri paha biçilmezdi. Kısacık bir zaman kaybı her şeyi, düşündüğünün tersine çevirebilirdi.
Kendini toparlamaya çalıştı. Kollarına, bacaklarına büyülü bir kuvvetin aktığını hissediyordu. ‘Kollarımda, bacaklarımda bu kuvvet durmaya devam ettikçe, bin parçaya da bölünsem, önlerinde serildiğimi, kendi gözleriyle asla göremeyecekler.’ diyordu.
Sağ elini ucuna dayadığı taşın aralığına girdiğinde, rahat bir nefes almaya çalıştı. Mezvilerinden çıkıp açıktan kan izinin takibine düşen askerleri rahatlıkla izleyebiliyordu. Önüne düşen dalların ve sık yaprakların engeli nedeniyle, gelen askerleri gördüğü gibi, ateş edilen mevzileri göremiyordu. Ancak mevzilerin bulunduğu hattı, tümden gözden kaybetmiş değildi. Yem olarak öne sürülen askerler gelip otuz metre mesafeyle önünden geçeceklerdi.
Kendisini kafese çağıran ayarı iyice bozulmuş çiğ ses, hala hava boşluğunda yükselmeye devam ediyordu. Hava boşluğunda yırtılıp giden bu sese aldırmadan, askerlerin iyice yakınlaşmasını bekledi.
Pozisyonunda kusur yoktu. Parmağı, tetiğin üstündeydi. Nişangahın deliğinden baktığı önde yürüyen askerin üzerinden gözünü ayırmıyordu. Beklediği mesafeye tam geldiği an, öfkeli parmağı hırsla tetiğin üstüne oturdu. ‘Of anam!’ diye bağırarak devrilen öndeki askere bakma gereğini duymadan, yeniden ısınmaya başlayan namluyu, devrilenin arkasından gelen diğerlerinin üzerine kaydırdı. Onların üstünden kaldırır kaldırmaz, süratle tam göremediği mevzi hattına doğrulttu. Mevzilerin içindeki her bir askerin dazlak kafası, ürpertiyle saklanacak yer aradı.
Şarjör boşalana dek, parmağını tetiğin üstünden kaldırmadı. Boşalan şarjörü değiştirmeye çalıştığı sırada, fırsat dazlak kafalıların eline geçti. Bir anda arkasındaki taşlar kıvılcımların içinde kaldı. Binlerce mermi, aynı anda üstüne yağıyordu. Kulağının kenarından vınlayıp geçen ilk mermiden sonra, başını arkasında olduğu taşın altına indirdi. Üstüne boşalan kurşunlar, başını kaldırmasına fırsat vermiyordu. Etrafındaki taşlar, toz duman içinde kaybolmaya başlıyordu. Yerinden kopan taş parçaları, kanatlanıp havalara uçuşuyordu. Ardarda patlamaya başlayan havan ve roketler, zelzele yaratıyordu. Peşpeşe gümleyen lavlar, yeşil yapraklı can ağaçları alevler içinde bırakıyordu. Gözleri kör eden gri sis bulutları yere çökmeye başlıyordu. Havadan, bedenini yakan ateşli küller yağıyordu.
Arkasında saklandığı taşlar, kendisini korumaya yetmiyordu. Daha kullanılacak fırsatlar önünde durdukça, kendisini korumaya yetmeyen bir yerde çakılıp kalmayı, kalkma ferasetini göstermemeyi, pes etmeyi kabullenmek olarak görüyordu. Güçlükle açabildiği gözlerini, daha önce kendisini saklamaya çağıran oyuğun karnına dikti.
Ama son çare bile olsa, oranın pek emin gelmediğini hemen fark etti. En iyi olanı, aşağılara doğru sarkmayı başarmaktı. Düşündüğünü beklemeye getirmeden, üstünde durduğu taşın aralığından arkaya doğru inişe geçti. Üstüne şiddetle fırlayıp gelen taş parçalarından, kendini koruma gereğini görmüyordu. Düşündüğü yere, koşarcasına ulaşmak istiyordu.
Ama taş kesilen bacaklar yürümek bilmiyordu. Yerlere akan kanının içinde, kuvvetinin ne kadar döküldüğünü şimdi daha iyi fark ediyordu. Her şeye rağmen pes etmek, düşünülen şey olamazdı. Bedende bir damlacık derman kalana dek, inadına yürünecekti. Taşlara tutunarak el yordamıyla yürüyordu.
Cehennem ateşinin döküldüğü yer, yavaş yavaş arkada kalıyordu. Kenarında yürüdüğü taşın dönemecine tam ulaşacağı sırada, yerin dibini sarsan yıldırım gürültüsüyle bir havan arkasına düştü. Havanın patlamasıyla, yerinden uçup tekrar düşmesi bir oldu. Göz bebeği kleşi elinden fırlayıp önündeki taşın dibine düşmüştü.
Bir süre yüzü koyun öylece yerde yattı. Elini destek yapıp başını kaldırmaya çalışırken, henüz kendinde değildi. Başını kaç defa kaldırdıysa, tekrar kalktığı yere düştü. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
İçinde olduğu bir çocuk oyunu mu, yoksa bir savaş mıydı, pek çözemiyordu. Ama yaşadığının, bir rüya olmadığından şüphesi yoktu. Bir anda, nefessiz kalmıştı. İçi, kasılıp çatlamak istemişti. O ateşli basınç, kendisini şiddetle itip parçalamak mı, yoksa içine çekip yutmak mı istemişti, bilemiyordu. Bildiği tek şey, kulağında yankılanan o dehşet patlamanın hala da devam ediyor olmasıydı.
Ağzından, burnundan dökülen kanlar, gözlerinin önündeki toprağı suluyordu. Gözlerini sabitleştirdiği kanın, kendisinde yarattığı çağrışımları hatırlayınca irkilir gibi oldu. ‘Beni düşürdükleri gerçek mi yani? Andımı ayağa düşürecek kadar kendimden geçmiş olabilir miyim acaba?’ deyip kendine gelmeye başlıyordu.
Gözlerinin önündeki sis perdesini dağıtmaya çalışarak ayağa kalkmak istedi. Ama toprağa bastıkça, ellerinin tutmadığını gördü. Gözleri, sol kolundan aşağıya doğru parmaklarının arasına inerek toprağa karışan kızıl kana ilişince, ellerinin neden kendisini kaldırmaya gelmediğini daha iyi anladı.
Omuzdan dirseğe kadar sol kolunun arka tarafı, şarapnel parçalarıyla yırtılmıştı. Kafatasının arka tarafından başlayarak aşağıya doğru omuzlarında ve sırtında açılan yarıklardan kan fışkırıyordu. Omuz ve kol kemikleri, birbirinden kopmuş gibiydi.
Takatini ellerine verip başını kaldırmaya çalıştıkça, yüzü tekrar kalktığı yere yapışıyordu. Ellerinin, kendisini kaldırmaya gelemediğine ikna olamıyordu. ‘Bu eller, beni yerde bırakacak eller olamaz.’ diyordu. Yanlara doğru uzattığı ellerini açıp kapamaya çalıştı. Ne kadar denediyse de, sol elin beş kardeşi uyanmak istemedi. Beyninden inen buyruğu duyamıyorlardı çünkü.
Aynı şekilde sağ elin beş kardeşini de denemeye çalıştı. Bunlar cevap vermeye hazır bekliyorlardı. Aldıkları ilk buyrukta, inip kalkmaya başladılar. Kardeş ellerin vaziyetini pek iyi anlamıştı. Bir süre onları, kendileriyle baş başa bırakmaya çalıştı.
Kanını yutan toprağa diktiği gözlerini kapatıp kalbinden gelen sesleri dinlemeye koyuldu. Kalbini dinledikçe, dirildiğini hissediyordu. Ondan duyduğu sesler, ayağa kaldıran büyüleyici seslerdi. Kulağını, hayatın şafağından gelen bu sesten ayırmak istemiyordu. Dinledikçe, tadı daha da doyumsuz hale geliyordu. Başını kaldırıp gözünü açsa, bir anda uçacak gibi oluyordu. Daha başını kaldırıp, gözlerini açmadan, nasıl da güzel yürüdüğünü görüyordu. ‘Düşündüklerimin hiçbiri hayal değil. Başarabilirim, başarabilirim!’ deyip azimle kalkmaya çalıştı.
Düşündüğü gerçekti. Sonunda, bedeninin yarısını doğrultmayı başardı. Şimdi de sıra, tümden ayağa kalkıp yürümekteydi. Oturduğu yerde, önce elinden uçup giden silahına göz gezdirdi. Silahı gözlerinin önündeki taşın dibinde, ellerine atılmak için bekliyordu. Sürüklene sürüklene silahına ulaşmaya çalıştı. Silahına ulaşır ulaşmaz namlusundan tutup dipçiğinin üstünde oturttu. Beklemeden namlusunu iyice kavradığı silahına dayanarak yavaş yavaş ayağa kalktı. Tam ayakta duracağı anda düşecek gibi oldu. Dipçiği sağlam yere dayanmış silahı ile arkasındaki taşa tutunup düşüşünü önledi. Bu defa da, ayakta durduğunu görünce, içini sözlerle anlatamayacağı büyük bir sevinç kaplamıştı.
O anda ayakta yürümenin tadı bambaşka geliyordu. Bir adım bile olsa, dünyalara değerdi. Her adım, yılların koşusuna benzerdi. Silahını koluna takıp er meydanına yeniden giren savaşçının gururuyla adım atıyordu. Düşe kalka, kendini parçalayarak yürüyordu. Ama attığı her adımın tadını çıkara çıkara gidiyordu. Her defasında, dayandığı taşlar yürümesine kolaylık sağlıyordu.
Sonunda, istediği yere gelmeyi başarmıştı. Kayanın altında mevzilenen askerlere görünmemeye dikkat ederek önündeki yüksek taşı da aşmaya çalıştı. Geniş vadinin karşı yamacına bakan benekli gri taşı geçmesi için birkaç adım atması yeterli gelmişti.
Arkasına vardığı büyük taşa yaslı duran ve yüzü doğu güneşine dönük kar beyazı, şeffaf bir mermer taş vardı. Taşın önünde, uçları sararmaya başlayan otlarla kaplı birkaç adımlık küçük bir düzlük bulunuyordu. Şeffaf taşın kuzeydoğusunda, küçük düzlüğe duvar olan büyük bir taş yükseliyordu. Aradığı en güzel yer burasıydı. Şeffaf taşa değmemeye çalışarak, iki adım daha attı. Yüksek taşın dibinde oturup kleşini omzundan indirdi. Kleşin namlusundan tutup dipçiğini yere yapıştırdı. Namlusunu sıkıca kavradığı kleşinin desteğinde sırtını taşa dayayarak, yavaş yavaş yere çökmeye başladı. Kleşini, sırtını dayadığı taşa yasladıktan sonra, bacaklarını hafifçe önüne doğru uzattı. Aldığı nefesle, bütün havayı bir anda solumak istiyordu.
Derin derin, karşıdaki sırtların seyrine daldı. Gözlerini en yüksek sırtın zirvesinden aşağıya, vadiye doğru yavaş yavaş indirdi. Hiçbir ayrıntısını gözden kaçırmadığı karşı ormanlığın içinde, kanatlı bir yürüyüş gerçekleştiriyordu. Bir uçtan diğer uca, ağaç ağaç, taş taş inceleyerek dolaşıyordu. Gözlerine takılan ne varsa, belleğinin hazinesine dolduruyordu. Belleğinin hazinesine aldığı her şeyi eriterek yudum yudum bal tadında ruhuna içiriyordu.
Her bakışın içinde, bitmeyen bir hayat vardı. Bu an, zamanın alnına çakılan bir resim olsun ve hiçbir vakit gözlerden kaybolmasın istiyordu. Bakışında canlanan hayatın bütün güzel renklerini sonsuza dek yaşatmaya çalışıyordu.
Ağırlaşan göz kapaklarını, birbirinin üstüne indirmemek için var gücüyle direniyordu. Vakit gelmediği sürece, gözlerindeki ışığın sönme ısrarına olur demeyecekti.
İçinde fırtınalar kopuyordu. ‘Uzun zamanın yolculuğunda taşımak için sırtıma özlem vurdum. 'Neden bu kadar erken?' diye haklı olarak yargılayacaklarını biliyorum. Çünkü ayrılışın son sözünde, sevinçleri yaşatmanın resmini gösterdim yoldaşlara. Ama gelin görün ki, hayatın cilvesi farklı olanını gösterdi. Boynumda daha ödenmemiş bir borç dururken, bin parçaya bölünmeden nasıl katlanabilirim buna? İçimde kopan fırtınaya kapılmamak elde midir?’ diyordu.
Hayat dolu gözlerini sonsuzluğun yüreğine dikip denizler ortasındaki dört duvar arasında oturan büyük umut dünyası, yüce özgür insanın huzuruna çıkmaya gidiyordu. Bütün engelleri paramparça ederek huzura çıkmaya başladığında, nefesi boğazında kalıyor, yüreği duracak gibi oluyordu. Söylese, sesinin duyulacağından emin gibiydi.
İçten, yumuşak, ama titrek bir sesle, ‘Özür diliyorum, son sözlerimdir Başkanım.’ diyordu. İlk sözden sonra boğazı düğümlenmişti. Boğazındaki düğümü çözmek için yutkunmaya çalışıyordu. Boğazındaki düğümü çözünce, kaldığı yerden sözlerine tekrar devam etti.
‘İsminizi duyduğum günden bugüne, sizi görme arzusundan daha büyük bir arzum olmadı. Bunun için, nasıl da yanıp tutuştuğumu sözlerle anlatamam. Altın ayarında da olsa, dilime dolanan hiçbir kelimenin, bunu anlatmaya yeterli geleceğini sanmıyorum. Ama sizi yakından görmenin kemaline eremeyen ağır bedenimin suçlarına, ruhum asla ortak gelmedi. Gün gün, içimde yaktığınız ateşin aleviyle, yıkandı ruhum.
Engelli mesafeler, ulaşılmaz uzaklıklar ruhumun sizi duymasına mani değildi. Sesinizi duymak istediğim her an, alıp verdiğim nefesimden bile daha yakın geldiğini gördüm. Çünkü yüreğimin derinliklerine kök salmıştı. Kendimi, kadir bilmez unutmanın gafletine her kaptırışımda, yüreğimin kulaklarıma nasıl bağırdığına şahit oldum. İçimde zapt olmaya gelmez sizi görme arzusunun ateşiyle her yanıp tutuştuğumda, yüreğim gözlerimin önüne yüzümü ışıklarla ödüllendiren o muhteşem perdeyi kaldırırdı. O perdede, istediğim zaman sizi görme özgürlüğüne sahiptim.
Bu özgürlüğü benden almaya gelen hiçbir kudreti tanımaz olmuştum. Böylece özgür gerçekleşen o sessiz diyalog kurulurdu. Söylediğim hiçbir sözün, karnımdan dışarı çıkmasına fırsat vermedim. Çünkü içimde yankılanan her kelimeyi, duyduğunuza inandım.
Daha hayattayken, kuracağı yaşam dünyasının umudundan kopmuş, kaderine razı kör inançlı bir müridin kapıldığı zikirlerde hissettikleriyle bir benzerliği yoktu bunun. Öncesinden hatırlayamadığım yaşama dair gerçek hayallerimi bile, özgürce kurulan bu diyalogun içinde buldum. İçimde, sizden gelen o kutsal özün varlığını hissettikçe hayallerimin peşinden koşmaktan yorulmayacaktım.
Hep aradığım kayıp kendimi sizde bulurdum. Varlığı şaibeli olmayan özüne ait bir insan olduğumu, bununla fark ettim. Belki de kendini fark edenlerin içinde bir damlaydım sadece. Ama size baktıkça, milyonları, milyonlara baktıkça kendimi görüyordum.
Hani içtikleri insan kanıyla şiş göbekleri patlayan puşt Zeus'lar, alevleri gökyüzünü yalayan umudumuzun ateşini söndürmek için kıyametten günler getirip etrafınızda deli dalgalı denizler kurmuşlardı? Hani gözlerimiz, bir daha sizi görmesin diye alıp betondan ördükleri kalın duvarların içine almışlardı? Hani bedeninizi bedenimizden koparınca, çektiğimiz acıların içinde boğulup gideceğimizi sanmışlardı?
Ama şimdi de gelip açsınlar yüreğimizi ve iyi baksınlar ki, neyi başardıklarını görsünler. Etrafınızdaki beton duvarlar bile, cana gelip yüreğinizin aşkıyla narin çiçekler doğurdular. Yüreğimizin aşkına sunulan o çiçeklere, kim mani olabildi? Buna, ‘Acımızın içinde aşkımızın yeniden doğuşu’ dedik. Yeniden yaratılışımız ise, bu aşkın içinden geliyordu. Bir yürek, bütün aşklarda, bütün aşklar bir yürekte uyanıyordu.
Umudumuzun ateşi, içinde yakıldığımız ateşten daha gür yanıyordu. Beynimiz ışık, yüreğimiz aşk dolu kazanacağımız dünyaya götürüyorduk. Korkularımız, ayaklarımızın altına dökülmüştü. El ele tutuşup, en güzelinden söyleyen şarkılar tutturmuştuk.
Gözlerimiz sonsuzluğa bakıyor, sevgimiz sınırların ötesine geçiyordu. Gösterdiğiniz pencereden sevgiyle bakmayı öğrenince, her şeyin renk değiştirdiğini gördük. Sonsuz renk bahçesinde, yeni güzellikler keşfediyordu ruhumuz. Çirkin olan ne varsa, güzelliğin önünde eriyip gidiyordu. Sizinle güzelleşen dünya, her şeye can katıyordu. Yüzünüz insana ayna, özünüz bitmeyen hayat oluyordu. O büyük insan seli, bu hayatın içinde var olmaya gelirdi.
Ne kalın duvarlı kör hücreler, ne de üstünüzden ayrılmayan dondurulmuş soğuk gözler, ne aşılmaz derin deryalar, ne de etrafınızda patlatılan koca yalanlar, yüreğimize coşturarak akıttığınız hayatın öz suyunu durdurmaya yetmedi. Sunduğunuz hayatın öz suyundan içerek aşka gelen arkanızdaki o güzel insanların varlığında eriyen biri olmaktan, daha gurur verici bir şey olamaz.
Başkanım, öz varlığım içinde eridikçe ruhunuza yakınlaştığımı; ruhunuza yakınlaştıkça özgürleştiğimi görüyorum. Özgürlüğümün doruğunda bekleyen güzelliğin çocuğu olan arınmış sevgi, heyecanla bana el sallarken, yerimde nasıl durabilirim? Ona doğru koşmadıkça, basit hazlarla sarhoş düşen kine batmış duyguların canavarlaşarak beni yemeğe geleceğini biliyorum. Size doğru uçarak yüceliğe gelen ruhumda, bu canavarın tırnaklarıyla parçalanmayı hazmedecek sefilliğe yer yoktur. Duygu yüceliğiyle size bakmayı öğrendikçe, ruhum bedenimin zulmünden kurtulmayı başardı.
Şu an, saflığından kuşku duymadığım yüksek kata çıkan ilahi bir ruhla bakıyor gözlerim size. Bugüne dek, sizi ne kadar iyi anladığım sorgulanmaya değerdir. Belki de kendime göre, sadece isteyebileceğim kadarını anladım. Ama anlamına erdiğim kadarını sergileyerek yaşamaktan hiç çekinmedim.
Genç bedenimin erken düşüşüne mani olamamakla, sizde ne türden bir üzüntü yarattığım hissinden yoksun değilim. Binlerce özür bile dilesem, yine de affedilmeye yeterli gelmeyeceğini biliyorum. Sizi, eksik anlamaktan olabilir ki, böyle bir erken düşüş yoktu benim de hesabımda. Her zaman kendisine saygımı çeken büyük komutanın, ‘Biz, bundan böyle zafer kazanıp düşen Egit’ler değil, zafer kazanıp yaşayan Egitler istiyoruz’ sözü de hiç aklımdan çıkmadı, düşmedi. Bu söz, ruhunuzdan yoldaşın diline gelen samimi bir çağrıydı. Kavganın gerçeğinde bunu parlatmak da bize düşerdi. Öyle de düşünmeye çalıştım.
Kimseye hissettirmeden, hem de kıskançlıkla kafamın her köşesini, gerçekleştireceğim hayallerle doldurdum. Hani başarabilecek güce de erişmiştim. Bunun bende biten kısmının yarıda kesilmesi, beni de derinden yaraladı. Yaramın sızısını bir nebze hafifleten, yaşayan takipçilerin eksilmeden daha büyük bir umutla gelmeye devam edecekleridir. Düşmekle peşinden koştuğumuz umudun bayrağına, en ufak bir leke sürdürmediğimi bilmelerini isterim. Kaldığım yerde umudun bayrağını ruhumun kanatlarına takıp kirli ellerin uzanamayacağı erişilmez yükseklere kaldıracağım.
Onların, bu bayrağı tertemiz devralıp nasıl koştuklarını şimdiden görüyorum. Tıpkı benden önce bedenleri yere düşen. yüce ruhlu şehitlerin ışıklı gözleriyle şu an bizi gördükleri gibi. Kendini öcüleştirerek korkutmaya çalışan zavallı ölüm, bu gerçeğin içinde hiçbir vakit barınmaz.
Bedenleri yere düştükten sonra ölümsüzleşerek yaşayan ardıllarının önünde sürekli parlayan ışığa dönüşenler, bunu sayısız kez gösterdi. Mazlumların, Kemallerin öldüğünü kim gördü? Yüzbinlerin ruhunda geleceğe yürüyen kendileri değil mi? Onlar, hakikate dayanan özgürce yaşamanın şifresini çözerek ölümü öldürdüler. Bunun adına da, ‘Yaşamı, uğrunda ölecek kadar sevmek.’ dediler. Öyle güzelleşip öyle yücelere çıktılar.
Elinde özgürlük aşkının bayrağı, tanrıçalık tahtından bakıyor bize Zilan ve gözlerinden ışık damlaları dökülüyor yüzümüze.
Her biri, umutlara yerleşen aydınlık bir dünyadır. Birbirine eklenmiş ışık halkaları halinde, onur ve şerefle o dünyaya koşmanın yolunu gösterirler arkadan gelenlere. Özgür yaşamın şah damarında atacağım bu son adımların yerini de, onlar gösterdi bana. Gösterdikleri yere, şanımıza yakışır adım atmanın sevinci sarmış tüm benliğimi. Böylece, parlayarak yol gösteren bu kutsal varlıkların rengiyle süslenmiş olacağım.
Başkanım, gönderdiğiniz ışık dalgalarının beni de içine alarak bir ışık taneciğine dönüştürdüğünü görüyorum. Işığın gömleğiyle sarılan ruhumun, bu bedenin azaplı gölgelerinden eşsiz bir coşkuyla nasıl da sıyrıldığını bir görseniz. En ağır sancılar, çekilmesi zor acılar bile, doğacak güneşli güzel günlerin aynasını getirir gözlerimin önüne. Bu aynanın derinliğine kaptırdıkça kendimi, dal budak salmış koca tarihin başlangıcına uçarak yeşeren ilk yaprağına konduğumu fark eder, orada alınıp verilmiş bütün nefesleri soluğumda toplayıp bir anda geleceğin bağrına indiğimi görürüm. Kendimle ürkmeden karşılaşır, trajedinin doruğundaki acılarımı tanımaya başlarım.
Ve bu acıların içinde çiçeklenen sevinçler, bir bir beni kucaklamaya gelir. Yüreğim dalınca sevincin şenliğine, bedendeki sızılar utanır, toprağın derinliğine kaçar. Üzerime çöken, o büyük ağırlıklar ağlayarak dağılır, yoklara karışmaya başlar. ‘Nedir bunun sırrı?’ diye soranı olsa, ‘Sadece yaşayanların bileceği bir şeydir.’ derim.
Bu gerçeğin manasına kendim de ermiş miyim, hala da tam biliyor değilim. Ama farkına varmışım ki, sizinle hayatın her anı, kuvvetle umuda bağlanmış, en güzelinden yaşanan büyük bir duygu dünyasıdır.
Sizinle yaşam aşkına düşen biri, alevlerin içinde cayır cayır yanıp küle dönerken bile, külünün içinden yeniden güzelleşerek çıkar. Son hücresine kadar paramparça olurken bile, dağılan her parçası tohuma dönüşür, yeni bir başlangıcın yüreğine konar. Dondurucu soğukların altında zangır zangır titrerken bile, kaynayan saf kan olur ve hayatın damarlarına akmaya başlar. Zorluğun ağırlığı altında beden kırılırken bile, yaşam şevki oluverir, coşkun bir nehir gibi akışa geçer. Ve yıktıran üzüntülerin bağrına sevinçlerin özünü doldururken görür kendini. Öylesine bir şey ki, bu aşka can vermek bile eksik gelir insana. Sevinciyle göklere uçmak kadar, her türden zor derdine katlanmak da güzeldir. Ey, bu özgür aşkın yüce yaratanı, güzel kılmadığın bir şey var mı bu hayatın içinde?
Ben, olmadığını gördüm. O sebeple dedim ki:
‘Her şey seninle güzel!..’
Söylediği son söz, yüreğinde defalarca yankılandı. Dilinden dökülen her cümlenin, hafif esen rüzgarın titrettiği yapraklara, etrafındaki taşlara ve altındaki toprağa işlediğini hissediyordu. Derin bir nefes alıp kendisiyle barışan bütün duygularını serbest bıraktı. Yüzünü iyice ısıtmaya başlayan güneşe kısık gözlerle bakıp gülümsemeye çalıştı. Kızıl kanla boyanmış parmaklarını, yavaşça otların arasından indirip ıslak toprağa kondurdu.
Geçen gece durmadan yağan yağmuru içine çekerek yumuşayan toprak, parmaklarının ucundan içine ferahlatıcı bir serinlik gönderdi. ‘Şu an hiç kimse nasıl yaşadığımı bilmiyorsa bile, yaşadıklarımın gerçek tanığı bu taşlar, bu ağaçlar ve bu toprak, bir gün dillenip benim yerime herkese nasıl yaşadığımı mutlaka anlatacaklardır.’ deyip yüzünü sağındaki büyük taşa yaslanmış kar beyazı şeffaf taşa çevirdi.
Beyaz taş, gözlerinin önünde tarihin kalbine oturmaya hazır altın çerçeveli ak bir sayfaya dönüşüyordu. Üstüne neyi işlerse, yüzlerce yıl uzağa yorulmadan taşıyacaktı. Bedenindeki sızılara aldırmadan, yüreğinin özgür sesini uzak geleceğe götürmeye hazırlanmış beyaz taştan yana usulca kaymaya başladı.
Göğsünü, güneşin bütün ışıklarını kendine çeken beyaz taşın göğsüyle karşı karşıya getirdiğinde, o anın öncesi ve sonrasına ait sevgiden yana ne kadar güzel duyguları varsa, tümünü toplayıp yüreğinde yankılanmaya devam eden o son sözle birleştirdi.
Kutsal bir mabedin önündeymiş gibi, tepeden tırnağa saygı kesilerek duruyordu. Bütün gece yağmur suyuyla yıkanmış, pırıl pırıl parlayan beyaz taş, bakışlarının altında usta bir ressamın fırçalarından dökülecek renkleri almaya hazır bir tuval gibi duruyordu.
Karşısında beklediği tuvalin üstüne işleyeceği resmin ölçülerini iyice hesap ettikten sonra, sağ elini yavaş yavaş, ama görkemle havaya kaldırdı. Güneşin ışıkları, ilkin açılan beş kardeşin gölge resmini kondurdu tuvale. Bir süre avucunu güneşin ışıklarıyla yıkadıktan sonra, aynı yavaşlıkta içine ışık doldurduğu avucunu kapatıp aşağıya doğru indirmeye başladı. İndirdiği elini, usulca koynuna götürüp avucunda topladığı ışık damlalarının tümünü tam kalbinin üstüne boşalttı. Bıraktığı her ışık damlacığı, kalbinin damarlarına pompaladığı kana karıştı.
Elini, kalbinde bir süre beklettikten sonra, göğüs kafesinin etrafında parmakları kızıl kanın içinde kaybolana dek gezdirmeye başladı. Bu sefer de kanıyla birlikte, bütün sıcak duyguları dökülüyordu avucunun içine. Koynundaki elini, yüreğinin kafesinden koparırcasına çıkardığında, kan boyalı parmağı, usta ressamın elindeki samur fırçası gibi tuvale rengini içirmeye hazırdı.
İlkin o asil saf kanın rengiyle, bütün gerçeğinin başlangıç ifadesi olan ‘H’ harfini işledi yüreğinin beyaz taşına. Kan boyalı parmağı bir bedeninde, bir beyaz taşın göğsünde dolaştıkça, aşk dolu yüreğinin son sesi, şeklini tamamlamaya koşuyordu.
O sesin unutulmaz resmini çizerken, parmağının titreyişlerine hakim olamıyordu. Ama bu titreyişler, çizdiği resmin ölçülerini zedelemiyor, aksine her titreyiş, çizgilerine o anın heyecanını da katarak çizilen resmi daha da canlı ve güzel kılmaya götürüyordu.
Ve sonunda resim tamamlanmıştı.
Çizilen benzersiz resmin adı ise, ‘Her şey seninle güzel!’ olmuştu.
Sonra kurumaya yüz tutan altın sarısı bir ot taneciğini alıp ilk harfin baş ucuna koydu. Ardından, taşın yanıbaşında yeni filizlenmeye başlayan küçük menengiç (kizwan) dalından yemyeşil nazik bir yaprak koparıp çizdiği son harfin bitişiğine yerleştirdi.
Çizdiği resmin son karesini de bitirdiğinde, adeta mutluluğun doruğundaki bütün sevinçli çocukların heyecanını getirip ruhunda toplamıştı. Resmine bakmanın tadına doyamıyordu. ‘Hiç kimse nasıl yaşadığımı bilmiyorsa da, bu resim her şeyi anlatmaya yeterli gelir.’ diyordu.
Tam da bu esnada, kıyametler koparan silah sesleri kesilmişti. Silahlar suskunluğa gömülünce, kendisini ölü ya da sağ ele geçirmek için harekete geçeceklerini biliyordu. Hem onlara bu fırsatı vermemek, hem de kızıl kanıyla nakışlayıp tarihe bir kitabe olarak bırakmak istediği taşa zarar getirmemek için konumunu değiştirmek zorundaydı.
İçi rahatlamıştı, yapmak isteğini başarmıştı. Gönül rahatlığı içerisinde silahını kapıp ayağa kalkmaya çalıştı. Ama ayağa kalkmakta, güçlük çekiyordu. İlk hamleyi başaramamıştı. Eli ayağı tutmayı unutmuş gibiydi. İkincisini, üçüncüsünü, dördüncüsünü de denedi. Sonunda çabası, ısrarlı isteğine karşılık verdi. Ayakta durmayı başarmıştı. Sağ elinde silahı, tekrar geldiği yerden geriye ilk adımını atmaya başladı. Arkasında bıraktığı hazinesinin farkındaydı.
Üzerine gelen insanlık vicdanından nasibini almamış katiller sürüsü tarafından görülmesini istemiyordu. Uğrunda can verdiği güzel insanlarının eline, bozulmamış bir yazıt olarak geçsin ve sonsuza dek korunsun istiyordu.
Yüksek taşların arasındaki ilk dönemece ulaştığında, daha fazla yürüme takatinin kalmadığını gördü. Hem, arkasında bıraktığı paha biçilmez hazinesinden yeterince uzaklaştığını da biliyordu. O nedenle, fazladan yürümenin gereği de yoktu zaten.
Gözlerinin önüne düşen karanlık perde, bir türlü kalkmak bilmiyordu. Gözleri karardıkça, etrafındaki taşlar gittikçe hızlanıyor, pervane gibi dönmeye başlıyordu. Gösterdiği bütün dirence rağmen, daha fazla ayakta durmayı başaramayacağını anlayınca, önünde beklediği taşa tutunarak dikkatle yere oturdu.
Bedeninden aralıksız akan kan, bütün gücünü alıp götürmüştü. Kendisini yok etmeye gelen askerlerin dışında, onu kendisinden alıkoymak için, sayısız güç üzerine hücum ediyordu. Kendisinden geçmemek için, inanılmaz bir boğuşmanın içine dalıyordu. Ne olursa olsun, kendini bırakmak istemiyordu.
Tam da bu esnada, bıraktığı kan izlerini takip ederek üzerine gelen askerlerin anlaşılmaz sesleri ulaştı kulağına. Durmadan etrafında hızla dolanan taşların döngüsünden, seslerin geliş yönünü bir türlü tespit edemedi. Her an, kendisine hangi yönden ulaşacaklarını kestirmekte güçlük çekiyordu. Ne yaptıysa, onlara karşı son hamleyi yapmanın pozisyonuna girmeyi başaramıyordu.
O nedenle daha kendisine ulaşıp, sağ ya da ölü ele geçirmeden, son, ama en büyük sınavını da başarıyla vermeliydi. Araya zaman bırakmadan, çöktüğü yerde göz bebeği kleşinin namlusunu, önden omzuna dayadı.
Geride bıraktığı bütün anılar, bir kez daha film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Bütün sevgileri, geleceğe dair sınırsız hayalleri gelip o anın duygusunda toplanıyordu. Büyük yüreği, ‘Tam da kanıtlamanın zamanıdır.’ diye düşündü.
Sağ elini, beline takılı raxtına götürüp kılıfındaki bombasını çıkardı. Kaldırıp gözlerinin önüne dikti. Sol elinin, bombayı sıkıca kavramaya gelmediğini biliyordu. İçinden geçirildiği çelikten uçları dışarı çıktıktan sonra, fünyenin yuvarlağına doğru bükülen emniyet telini, dişleriyle düzeltti. Sağ elinde tuttuğu bombayı sıkıca kavrayıp dişlerini geçirdiği emniyet halkasını şiddetle kendine doğru çekti. Aradan zaman geçirmeden, götürüp tam kalbinin üstüne koydu.
Son kez başını kaldırıp gözlerini kınından ilk defa çıkarılmış keskin bir kılıç gibi parlayan mavi gökyüzünün derinliğine çaktı. Sonsuz gökyüzünün mavi parlaklığını, ilk defa bu kadar güzel fark ediyordu. Son damarına kadar gözlerini açıp, hiç kısmadan bakışını, yüce güneşin parlak yüzüne kondurdu.
Ruhunun, güneşe ulaştığından kuşku duymuyordu. Ve, ‘Güneşle bütünleşen ruhum, halkımın olduktan sonra, bedenimin önemi ne ki?’ deyip kalbinin üstündeki bombanın son emniyet mandalının yerinden fırlamasına yol verdi.
Yüreğinin her bir parçasını, ülkesinin dört bir yanına doğru fırlatan bombanın sesi, önce vadiyi doldurdu. Ardından sert kayaların bedeninde yankılanıp zirvelerin üstüne çıktı. Gökyüzünün boşluğuna karışıp sonsuzluğa yayıldı.
O an, güneş yarıya kadar yüzünün üstüne siyah bir perde indirdi. Buna kimisi, ‘Güneş tutulmasıdır.’ kimisi de, ‘Güneşin acı hüznüdür.’ dedi. Hüznün siyahlarını giyen güneşin arkasında binlerce yıldız, aralarına katılan yeni parlak yıldızla kucaklaşmaya başlıyordu.
...
Bombanın patlamasıyla, korku içerisinde sağa sola kaçışan askerler, daha sonra bombanın patladığı yere geldiklerinde, etrafa dağılmış bedenin parçalarından başka gördükleri bir şey yoktu.
Zapt etmek istedikleri yiğit, ellerinden uçup gitmişti. Onu ele geçirmenin, köpekçe zevkini hiçbir vakit tadamayacaklardı. Kendisinden arta kalan silahı da, kullanılamaz haldeydi.
İstediğini bulamayan uzun ince karga burnu aşağıya dökülmüş sarı saçlı yüzbaşı, Çırav zirvesinin başında sabırsızlık içerisinde, dişleri birbirini yiyen binbaşıya telsizle, ‘Teröristin etrafa dağılmış parçalarının dışında, geriye kalan bir şey yok.’ diyordu.
Sarı saçlı, gerçekleştirdiği eylemle halkının yüreğine oturan yiğidin yaptıkları karşısında dehşete düşmüştü. Ona karşı, içinde önleyemediği bir saygının uyanmaya başladığını görüyordu. Yiğidin arkasında bıraktığı hiçbir şeye karışmadan, bir an önce çekip gitmek istiyordu.
Ama zirvedeki binbaşı, ‘Terörist’ öldürdüğünün kanıtı olsun diye, yiğitten arta kalan en ufak parçanın bile torbalara konularak getirilmesini emrediyordu. Sonunda emrin gereği yapıldı. Buldukları en ufak parçaya kadar alıp torbalara koydular ve olay yerinden hızla çekilip gitmeye başladılar.
...
Hasan, çemberden kurtulmayı başarınca, beklemeden önceki gün mola verip dinlendikleri Basret köyündeki buluşma noktasına gelmişti. Akşama kadar arkadaşlarının gelmediğini görünce, daha fazla beklemenin bir yarar getirmeyeceğini düşünerek karargahın bulunduğu esas noktaya doğru hızla yola koyulmuştu.
Son patlamanın ardından askerin aniden geri çekilmesi, Şahin'i acı kaygıların içine sürüklemişti. Tabanlarına kuvvet verip hızla sakinleşen olay yerine doğru koşmaya başlamıştı.
Ağır bir sessizliğe gömülen olay yerine geldiğinde, bedeninde ter içinde kalmadık yer yoktu. Zor alıp verdiği nefesini tüketmiş, kalan kısmı da tükenmek üzereydi. Kan izlerini gördüğünde, nabız atışları son sürat hızlanmıştı. Yerinde durmak istemeyen kalbi, göğüs kafesini patlatırcasına dövüyordu. Art arda kafasında çakan sorular, birbirini yemenin savaşına girmişti. Başa çıkmakta güç getiremediği karmaşık duygular, benliğini parçalamakla uğraşıyordu.
Kan izlerini takip ederken, attığı her adımın başında, aklına gelen o soruyu ve o soruya hemen karşılık gelen hayırsız cevabı kafasından söküp atmaya çalışıyordu. Takibini bırakmadığı kan izlerinin sonuna geldiğinde, birbirini kovalayan kafasındaki o uğursuz soru ve cevapların, ne kadar acımasız yalancılar olduğunu kanıtlamak ve gerçekle alakası olmayan sahteliklerini, ayaklarının altında çiğneyip sonsuza dek yok etmek istiyordu.
Patlamanın gerçekleştiği yere geldiğinde, gözleri etrafa dağılan toplanamaz parçacıklara ilişince, yüreği kökünden kopmuş gibi oldu.
O an, sımsıkı kapattığı gözlerinin, bir daha açılmasını istemiyordu. ‘Önüme ışık serip beni buraya kadar getiren bu gözler kör olaydı da görmüş olmayaydım bunları.’ diyordu. Bağrına, kendisini yargılamaya gelen, uçları sivri mızraklar saplanıyordu. Bedeninden eksilen bir şey yoktu. Ama ruhu, paramparçaydı.
‘Sonucun böyle olmasında tek suçlu benim.’ diyordu kendi kendine. Ruhunda felaketler yaratan, etrafa saçılmış izlerin neye işaret olduğunu biliyordu. Haklı çıkan kendisi değildi. Kafasına acımadan vuran o soruydu. Mecbur gözlerini açıp kafasındaki bütün soru işaretlerini netleştirmeliydi.
Ciğerinden koparılıp gözlerinin önünde vurulmuş çocuklarına yanan şefkat dolu bir ananın ruhsallığına bürünmüştü. Gözlerinin önündeki izler, bir yoldaşının gerçekleştirdiği o büyük eylemi anlatıyordu.
Ama hangi yoldaşının, bunu gerçekleştirdiğini daha bilmiyordu. Bunu öğrenmeden, oradan ayrılmayı aklının ucuna bile getirmiyordu. Kanayan yüreğinin acısıyla, etrafı didik didik ettikten sonra, otlara yapışıp kurumuş kesik çizgiler halinde kayanın ucuna doğru giden kan izini sürmeye devam etti. Kan izinin uzayıp gittiği yerden, bir insanın dışında gidip gelen olmamıştı.
Bunun tek bir insanın ayak izlerine ait olduğunu, otların tek şerit halinde birbirinden ayrılıp yana yatışından anlıyordu. Güneşe bakan kanla nakışlanmış şeffaf beyaz taşın üzerine varınca gördükleri, onu bir değil, on değil, yüzlerce kez öldürdü.
Taşa, hem de kızıl kanla yazılanlar, ‘Her şey seninle güzel!’ diyordu. İlk harfin baş ucuna sarı rengini temsil eden kurumuş bir ot taneciği yerleştirilmiş, son harfin bitişiğine de yeşil rengini temsil eden küçük bir menengiç (kızwan) yaprağı kondurulmuştu. Her şeyin mükemmel anlatımı, bundan başka bir şey olamazdı.
Bununla, gerçek bir Apocu’nun son anında bile nasıl olduğunu gösteriyordu. Tarihe armağan olarak bırakılan bu eserin, Mazlum'a ait olduğundan kuşku duymuyordu. Çünkü aralarında Türkçe okur yazarlığı olan sadece Mazlum'du.
Hasan da, kendisi gibi Güney Kürtlerindendi. Ama, dört parçaya bölünmüş ülkenin Suriye işgali altındaki Küçük Güney Kürtlerinden. O nedenle bu eşsiz eserin, Mazlum'u anlattığı kesindi.
Yoldaş ruhunun nakışlı olduğu armağanın önünde oturup el sürerek, defalarca öpmeye başladı. Göz bebeklerinden dökülen yaşlara, bu defa engel olmak istemiyordu.
Vaktin epey geciktiğini fark edince, kalkıp gitmek zorunda olduğunu düşündü. Etraftan bir demet çiçek toplayarak, getirip yoldaşının armağan bıraktığı paha biçilmez eserinin üzerine bıraktı. Elinden gelse bu armağanı, o anda sırtlayıp götürecekti. Fakat bunu gerçekleştirecek hiçbir imkana sahip değildi.
Yoldaşının omuzlarına bıraktığı yükün altında yorulmadan, son nefesini verene dek koşacağına dair şeref andını yineledikten sonra, bir kez daha o büyük ruhun önünde secdeye oturup sahip olduğu imana bir kuvvet daha ekleyerek ayağa kalktı. Üstüne çöken o büyük ağırlığın altında atıyordu adımlarını.
...
Hasan’ın akıbetini öğrenmeden ya da onu bulup götürmeden, kendilerini bekleyen yere gitmeyi, aklının kenarına dahi getirmiyordu. Üzerine gecenin karanlığı çöktüğü halde, aramaktan vazgeçmiyordu. Sabah şafağı söktüğünde, hala da aramaya devam ediyordu. Yeniden akşam karanlığı çökene dek, bütün gününü Hasan’ı aramakla geçirdi. Hasan’ın gidebileceğine ihtimal verdiği her noktayı, bıkmadan, usanmadan didik didik aradı. Söken yeni şafağa kadar da, aramayı sürdürmekten başka yaptığı bir şey yoktu.
Yoldaşlarının kaybı, açlık, susuzluk, yorgunluk ve uykusuzluk onu bitirip tüketmişti. Kendisi, Hasan’ı aramaktan yılmazken, Hasan de yoldaşlara haber vermiş, arkadaşları onu aramaya çıkmışlardı.
Yoldaşları, onu yüksek meşe ağacının altında düşmüş halde bulduklarında, çoktan kendisinden geçtiğinin farkında değildi. Onu kendine getirmeyi başaramadıklarından, sırtlayarak götürmekten başka bir çare bulamamışlardı.
Onu sırtlayıp götüren yoldaşları, daha onlar gelmeden başlarından nelerin geçtiğini iyi biliyorlardı. Düşmanın cihaz konuşmaları, meseleyi anlamalarına yetmişti.
Her biri, parçalanmış ülkenin bir parçasından olan üç yoldaştan birinin eksildiğini duyunca, hak olan intikam andı vazifeyi getirdi. Sadece anılmakla kalmadı. Adına eylemler de yapıldı ve bu böylece sürüp gidiyordu; daha ne zamana kadar sürüp gideceği belli olmadan...
Bawer Botan
12.26.2004
HPG YAYINLARI - 2005
Dostları ilə paylaş: |