Hersey seninle guzel



Yüklə 1 Mb.
səhifə7/15
tarix04.11.2017
ölçüsü1 Mb.
#30629
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   15

Bu devrimciliğin yaşayışı ne acayip şeydi? Bir günde birbirine zıt kaç duyguyu yaşadığını kendisi de bilmiyordu. Hangisini aklında tutmayı başarabilirdi ki? Aklında tuttuğunun hangisini anlatabilirdi ki? Anlattığında da hangisinin hakkını verebilirdi ki? Ne sen sor, ne de ben anlatayım. Her şey olduğu gibi kalsın; saf, doğal, tertemiz. Anlatmaya kalksan, her şeyden bir eksiğini bırakırsın; belki de en önemlisini. Her şeyi anlattığını sandığın anda, bir bakarsın anlattığın bir şey yok. Bir de anladığını düşündüğün şeyin param parça olup, tanınmaz hale gedikten sonra ortalığa döküldüğünü görürsün. Gel de bu sefer dökülenleri toplamaya kalkış. Hangisine gücün yetebilir ki? Gücün yetse bile, ömrün yetmeye gelmez. Çatlamadan ruhunda bütün zıtlıkları nasıl birarada taşıdığına bir türlü akıl erdiremiyordu. Üstelik bütün zıtlıkları hissedebildiği halde ve belki de tam da çatlamaya başlayacağın an, çatlamadan yürüyebilmektir devrimcilik. Hem de yorulmadan koşar adımlarla ufuklara uzanmaktı devrimcilik.

Şahin bütün bu düşüncelerle hızını arttırmaya çalışıyordu. Mazlum ayak temposunu ona uyduruyordu. Yüzündeki acı kaybolmuş, ayakları hafiflemişti. Rüzgar yüzüne üflüyordu ve alnındaki ter kurumaya başlamıştı. Hisleri daha iyi gören gözlere kavuşuyor ve son sürat koşası geliyordu. Yukardan aşağıya yassı bir yuvarlak çizen çenesine götürüyordu parmaklarını. Parmaklarını çenesinin üstündeki küçük oyuğa götürdüğünde, yüzüne hoş bir tebessüm konmaya başlıyordu. Aşağıya doğru küçük bir kanalcık götüren çenesindeki bu oyuğa her parmak bastığında, babasının resmi gözlerinin önünde beliriyordu. Küçüklüğünde babasının çenesinde duran aynı oyukla, ne kadar da çok oynamıştı. Babasının, küçük parmakları arasında ‘Bırrr’ deyip salladığı çenesi ellerinin arasından daha yeni kaçmış gibiydi ve küçük elleri koca çeneyi bir türlü tutamıyordu. Koyu kahverengi gözleri, sonu gelmez uzaklara dalıyordu. Bir duygu, diğer bir duyguyu kovalıyordu. Daha aşacak ne çok şey vardı? Uzaklara giden dikensiz yollar, yerden kaldırılmıştı. Dikeni olmayan hiçbir yol, uzaklara uğramıyordu. Her adım başında batmaya hazır dikenler bulunurdu. Bu dikenlerin üstünde yürümekten başka çare yoktu. Hem de çıplak ayakla tabanları kanatmadan yürümek, beceri ister, ustalık gerektirirdi. Ustalık da bu yolun kendisinden geçerdi. Bu yoldan geçmeden, kim söyleyebilirdi ki usta olunur diye? Usta adam dikenli yoldan geçmeyi başaran adamdır. Attığı her adımın onu ustalaşmaya götürdüğünü düşünüyordu. Ayaklarındaki hafifliği buna yoruyordu.

Hasan’dan ses seda yoktu. Bedeni, duygularını rahat bırakmıştı. Biten zikzaklar, geride bırakılan geçit vermeyen ağaçlar, kesilen yağmur ona keyif vermeye başlamıştı. Bu halde saatlerce yürüse, sıkıntıya gelmezdi. Önüne çıkan aksiliklere büyük alerjisi vardı. Aksilikler ağır basınca, içten içe okkalı küfürler savururdu. Neşeli bir anın gelmesini dört gözle beklemeye koyulurdu. Alerjisinin yükselip sıkıntısının başına vurduğu anlarda bile, neşenin iplerini elinden bırakmazdı. Kırmızı topraktan oluşan seyrek ağaçlı dik yokuşun altından geçen patika, yukardan aşağıya, vadiye inen sırtı aştıktan sonra, çamur deryasının altında kaybolmaya başlıyordu. Yukardan aşağıya gelen su kanallarının altını oyup düşen yağmur suyunun yumuşattığı toprak uçurumunun üstüne bütün şiddetiyle şimşekler de düşmeye başlayınca, toprak olduğu gibi çöküp, aşağıya doğru inmişti. Taş, ağaç, önünde bulduğu ne varsa alıp getirmişti. Hislerinin gözüyle yol alan Şahin, önünde bir çamur deryasının olduğunu göremedi. Hislerinin gözü, suyla dolup patlayan toprağın heyelanına kendini ayarlamış değildi. Bir heyelanı önceden görecek kadar açılamamıştı. Çamur deryasına birkaç adım girdikten sonra fark etti. Patikanın çamur deryasının altında kaybolduğunu biliyordu. Geri dönüp içine girdiği çamur deryasından çıkmaya çalıştı.

Geri dönmeye başlayınca arkasından kopmayan Mazlum, ‘Ne oldu heval, bir şey mi var?’ diye sordu. Mazlum sorunca Hasan heyecanlanmaya başladı. Hain bir pusu mu diye anlamaya çalıştı.

Şahin, ‘Nereden başlayıp nereye sürüklendiği belli olmayan bir heyelan var önümüzde.’ deyince, Hasan’ın heyecanı yatışmaya koyuldu. Şahin’in yanına sokulup meseleyi daha iyi anlamak istedi.

Mazlum ‘Geçmemiz zor olur mu?’ diye sorunca Şahin, ‘Geçebiliriz, geçebiliriz, ama geçişimiz pek kolay olmaz. Sorun patikayı tekrar ne zaman bulacağımızdır. Patikadan saparsak, yeniden bulana kadar gereğinden fazla zamanımız gider. Bu tür heyelanların huyu, bildiğinizden de kötüdür. Tam bir çamur bataklığı olur ve önünüze atılır.’

Şahin sözlerini bitirdikten sonra bir kez daha hisleriyle patikanın geçebileceği güzergahı tahmin etmeye çalıştı. Daha önce buradan gelip geçerken kafasına takılan bütün ayrıntıları hatırlamaya çalıştı. Hatırında kalabilecek birçok ayrıntı, çamur bataklığının altında kaldığından, doğru kestirmekte zorlanıyordu. Kafasını yapabildiği kadar üstünde yormaya çalıştı. Hislerinin oluşturduğu görüntü yavaş yavaş kafasında şekillenmeye başlıyordu. Kendini bu görüntüye inandırmaya çalıştı. Ne olursa olsun geçmemek için bir neden yoktu.

Mazlum, bu küçük zorluğu aşmaya çoktan hazırlanmıştı. Adapte olmanın önündeki engellerin tümünü ortadan kaldırmıştı. Önüne çıkacak her zorluğun bir sınav olduğunu, aşılacak her sınavın bedenine ve ruhuna eklediği bir güç olduğunu söylüyordu. Önüne gelecek her güçlüğü aşmaktan yana bir kaygısı yoktu. Zorluk karşısında içine girilecek tereddüdü, güç kıran unsur olarak görüyordu.

Hasan’ın keyfi kaçmaya başlamıştı. ‘Her şey yolunda ne de güzel gidiyordu. Bu gece birileri önlerine engel koymak, her adım başında aksilik çıkarmak için özel bir gayretin içine mi girmişlerdi? Peşlerini bir türlü bırakmamanın sebebi ne olabilirdi? Böyle yapmaya neden gerek duyuyorlardı? Birilerinin beddualarına mı maruz kalıyoruz? Kutsal caminin önünde kimin kedisini öldürdük ki, bedduaya uğrayalım? Dinine yandığım aksilikler! Pürüzsüz göklerin lanetli parazitleri! Çıkarın çıkarın, siz aksilikler çıkarmaya bakın! Siz çıkardıkça, biz de üstünden atlamaya devam edeceğiz. Yıldırmaya gelen yumruklarınızdan kaçacağımızı mı sandınız? Bizi o türden korkaklardan mı bildiniz? Sizi hıngıllı taşlar sizi! Sizi, kulağı kötülüğe kapak sizi!’ Hasan bütün bunları hiç ses çıkarmadan içinden söylüyordu.

Şahin, silahını sol eline alıp çamurun içine daldı. Mazlum da peşini bırakmadı. Hasan, bunun dışında başka bir yol görmedi. Birkaç adım attıktan sonra, dişlerine kadar içine gömüldü. Ayakkabıları vıcık vıcık çamuru yutmaya başlamıştı. Sinirleri tepesine üşüşmeye başlıyordu. Dilinin ucundan çıkan kuyruklu küfrün önünü tutamıyordu. Çamurun içine gömülü ucu sivri bir taşa ayakları takılınca, kendini ayakta tutmayı başaramadı. Yokuşa bakan sağ yanı üzerinde çamurun içine devrildi. Tümden çamura gömülmemek için, sağ elini kendine destek yaptı. Sağ eli, omuzlara kadar batağa battı. Sağ yanını da tam kurtarmayı başaramamıştı. Dişlerinin arasında sıkıştırıp durduğu okkalıyı sesinin yükselmesinden bir kaygı duymadan serbestçe, rahat edercesine dışarı bıraktı.

Mazlum sesini duyar duymaz, hemen imdadına koştu. Önce onun havada tuttuğu silahını elinden aldı, sonra elini sağ eline verip onu gömüldüğü çamurun içinden yukarı çekmeye başladı. Şahin de yardıma koşmaya gelince Mazlum, ‘Heval gerek kalmadı, biz seni takip ediyoruz.’ dedi. Şahin zor kaldırıp indirdiği adımlarını yeniden sürdürdü. Hasan bu an içerisinde bir muziplik yapmanın havasından tamamen düşmüştü. Oralı olmak bile istemiyordu. Dikkatini daha da toplamak zorundaydı. Çamurdan yarım adam olmuştu. Yeni bir takılıp düşme, tam adam haline getirirdi. Mazlum, silahını elinden almıştı. Boş kollarını yana doğru havada kendine destek yapıp dengesini sağlamaya çalışıyordu. Bütün ısrarlarına rağmen, Mazlum silahını ona vermiyordu. Israr etmekten vazgeçmişti. Kendi kendine ‘Beceriksiz adam’ deyince Mazlum’un yüreğine dokunuyor, içinden ona daha fazla yardım etmek geliyordu. Mazlum, onun bu tür hallerde zorlandığını biliyordu. Onu kendisiyle baş başa bırakmak, yoldaş olmanın ahlakına aykırıydı. ‘Yoldaşını koruma duygularıyla yüklü olmayan bir devrimci, devrimciliğinden şüpheye düşmelidir. Arkadaşının yardımına koşmaktan aciz düşen devrimci, çok şeyini yitiren devrimcidir.’ diye düşünüyordu Mazlum.

Şahin dizlerine kadar içine gömüldüğü çamuru düşünmüyordu. Patikanın takip ettiği güzergahın dışında, ilgilendiği bir şey yoktu. Hislerinin, onu doğru götürdüğünden kuşku duymuyordu. Mazlum onun çamuru nasıl yardığına şaşırmıştı. Ayak bileklerine takılı önden bıçak kadar keskin demirler mi vardı? Önüne kattığı çamuru bana mısın demeden kesip götüren bu ayaklar, ne türden ayaklardı? Kolay anlaşılır gelmiyordu ve o ayaklardaki enerji olduğu gibi arkadan gelen ayaklara akıyordu. Mazlum ona baktıkça ayaklarının üstüne çöken ağırlığı unutmaya başlıyordu. Sanki kendi ayaklarının üstünde değil de, onun ayaklarının üstünde yürüyormuş gibi geliyordu kendisine. Yorgunluktan düşmek üzere olduğu halde ona baktıkça yorgunluktan eser kalmıyordu kendisinde. ‘Arkadaşından güç almak bundan başka ne olabilir?’ diyordu kendi kendisine. ‘Benden yaşça büyük olduğu halde böyle yürüdüğüne göre, benim bundan çıkaracağım sonuç çok daha fazlasını yapmam gerektiğidir. O bedenindeki yorgunluğu, ayaklarındaki ağırlığı bir kenara bırakmışken, benim bu türden şeyleri aklımın ucuna bile getirmem, bana doğru akıttığı ilhama karşı saygıdan düşmek olur.’ diye düşünmekten de geri durmuyordu. Çamur çemberi, aralarındaki bağı kuvvetlendirmenin çemberi oluveriyordu. Bağı kuvvetlendiren düğümlerin üstüne, çözülmez yeni düğümler ekliyordu. Öyle bir çamur ki, içine daldıkları andan itibaren yeniden yeniden yoğrulmaya başlıyorlardı. Çamur, onları yoğuran hamura dönüşüyordu. İçine tam da gömülmüşken, bir kez daha bunun farkına varıyorlardı. Birbirine el değdirmeden öndeki ortadakini, ortadaki arkadakini çekiyordu. Birbirini çekerken biri diğerini, diğeri öbürünü düşünüyordu. Birbirlerini düşünürken de, kendilerini unutmaya başlıyorlardı ve ayaklarının altında dövülen çamurun arkaya doğru nasıl kayıp gittiğini fark edemiyorlardı.

Şahin kaya gibi yerinde sapa sağlam ve heybetli duran büyük taşın altına geldiğinde, gözlerine inanamadı. Kendisine her şeyden fazla lazım olduğu anda o taş bir kez daha koşup yardımına gelmişti. ‘Bu taşlar içimizdeki sesi duyar, neyle karşı karşıya olduğumuzu görür gibidirler. Bunların duyarsız varlıklar olduğunu kim söylediyse, o halt etmiştir. Sen ona bakmayı bilirsen, o da bakmaya başlar’ deyip taşın altına vardı. Elini taşın yere bakan göbeğine yapışık havada duran çıkıntıya uzattı. Yerinde durup rahat nefes almaya çalıştı. Onun aldığı nefesi Mazlum verir gibiydi. Bir soluk, diğer soluğu tamamlıyordu. Hasan de bekliyordu. Mazlum, Şahin’e ‘Yoruldun mu?’ diye sorunca,

‘Ne yorulması heval, biz yoldan çıkmadık ki, yorulalım’ diyerek Mazlum’u da sevincine davet ediyordu. Onun duygularıyla birleşen Mazlum, ‘Ciddi misin sen, nasıl biliyorsun?’ deyince Şahin taşı göstererek, ‘Bak senin bu taşın söylüyor. Patikanın ayaklarımızın altında olduğunu bildiriyor. Şu an o patikanın üstünde konuşuyoruz birbirimizle.’ dedi.

Hasan beklemeden araya girdi:

‘Ya öyle mi? Ne de yol gösteren şirin dilli şeymiş bu! O Allahsız, bana hiç de öyle davranmıyor. Kaybettiğiniz yolu gösteriyor size, ama ben doğru yolumda yürürken ayaklarıma da çengelini takıyor. Beni bu çamurun içine o devirdi.’

Şahin, ‘Demek ki beğenmediği bir tarafın var, sen o tarafı ara yoldaş.’ dedi.

Kıs kıs gülen Mazlum, atışmaya karışmak istemiyordu. Atışmanın suyuyla doyasıya yüzünü yıkamak istiyordu.

Hasan; ‘Bak hele, hala da o beni beğenmiyormuş, onun altına bir kalıp sokup havada oynatmazsam, bana da Hasan demesinler.’

‘Sakın havada oynayan o parçalanmışlardan kafanı korumayı unutma. Onlar parçalanırsa, parçalatmaya da gelirler, haberin olsun!’deyip atışmayı yarıda keserek sözlerine devam etti Mazlum, ‘Çamuru aşmamıza çok kalmadı herhalde? Tabanlara biraz daha kuvvet verirsek, o da aşılmış olur.’

Hasan, Mazlum’dan silahını almaya çalıştı. Bütün ısrarlarına rağmen, Mazlum vermeyince yine vazgeçmek zorunda kaldı. Şahin, çamurun altından patikanın geçebileceği hattı bırakmadı. Mazlum, onu takip etti. Hasan Mazlum’un ardına düştü. Taşı geçtikten sonra suyun, toprağın içinden çekilip aşağılara indiğini gördüler. Güzel bir şeydi bu. Batmadan suyu çekilmiş ıslak toprağın üstünde yürüyorlardı. Yumuşak toprağın üstünde yürümek önce hoşlarına gidiyordu, ama yürüdükçe ıslak toprak, tabanlarına zamk gibi yapışmaya başlıyordu. Her bir ayağın üstüne kilolarca ağırlık düşüyordu. Bu ağırlığın altında ayakları kaldırmak mümkün olmuyordu. Her adımda bir ayaklarına yapışan çamurumsu yapışkan toprağı, ayaklarından sökmek zorunda kalıyorlardı. Hangi ayağın yapışkanı, hangi ayakla sökülecekti? Eğilip elle sökmek, daha da zor geliyordu. Aştıkları, içinde bol suyun olduğu çamura rahmet okuyorlardı. Katı çamur, ayağı da kaskatı kesiyordu.

Zaman, ellerinden kayıp gidiyordu. Ne yapsalar, durduramıyorlardı geçen zamanı. Adımlar kalkmak bilmiyordu. Yapışkan toprak, tabanlara değil, sinirlere yapışıyordu. Sinirleri birbirine dolayıp sıkmak için elinden ne geliyorsa yapmaktan geri durmuyordu. Ayak bileklerine kelepçe takıp ağaçların derinlere inen köklerine bağlıyordu.

Hasan gene ayarından çıkmıştı. Kendi içinde söylemediğini bırakmıyordu. Mazlum, çöken yorgunluğun ağırlığını yeni yeni hissetmeye başlıyordu. Göz kapakları açık durmayı başaramıyordu. Ağır basan uyku, bütün güzelliğiyle gözlerinin önüne düşüyordu. Kapanık düşen göz kapakları, sabaha kadar kalkmak istemiyordu. Esneyince, ağzı kulaklarına kadar açılıyordu. Deliksiz bir uyku çekmeyi o kadar istiyordu ki, bıraksalar sabaha kadar yerinden kalkmadan derin uykuya dalardı. Uykunun tatlı perileri yumuşacık yatakları getirip ayaklarının önünde seriyordu. O tatlı periler kimseye görünmeden kulaklarına fısıldayıp, ‘Ne duruyorsun öyle ayakta, girsene bu sıcacık yorganın altına! diyorlardı. Apansız kendini içine atası geliyordu. Uyku perileri gözlerinin önünde durmuş, ‘Bu fırsatı kaçırırsan, sana bir daha döşek yorgan yok.’ diyorlardı. Döşeğin baş ucundaki yastığın üstünde duran kuş tüyünden sıcak yorganın baş köşesini kaldırıp onu içine davet ediyorlardı. Tam da, ‘Bu fırsatı değerlendirsem mi?’ diyeceği anda irkilmeye başladı. Göz kapakları aniden açılıverdi. Kendi kendine, ‘Sen ne yapıyorsun? Aklın başında mı senin, nerede ve hangi görevle karşı karşıya olduğunu görmüyor musun? Seni kendine çeken rehavetin, baştan çıkaran uykunun kollarına mı atılacaksın? Bu kadar dayanıksız, zayıf biri misin sen? Zaman kaybetmeden, derhal topla kendini. Böyle yapmaya hakkın yok senin’ deyip kendini toparlamaya başladı. Tekrar yere çömeldi. Ellerini, tabanlarına yapışan çamura uzattı. Parmaklarını birbirine bitiştirip bükülmez bir sertliğe getirdi. Kürekleme iç kenardan içine batırdı. Kestiği parçayı yere attı. Sağdan soldan, önden arkadan tekrar tekrar elini indirip kaldırdı. Şahin’in bitkinliği, yüzüne vurmuştu. Tabanlarına yapışan çamurdan daha kötü gözüne yapışan uykuyu sökemiyordu. Avuçlarıyla gözünü ovamıyordu. Ellerini yumruk haline getirip gözüne sokuyordu. Göz kapakları sertleşmişti. Hisleri, ayağa kalkmak istemiyordu. Onlar da kendini koyuvermişti. Ne yapıyordu? Onlar da bir keleklik mi yapmak istiyorlardı? Onların da mı aklı başından gitmişti? Sırası mıydı bunların şimdi? Yumruğunu daha da sıkarak gözüne götürüyordu. ‘Bana daha fazla engel çıkarırsanız, ikinizi de yere indiririm.’ diyordu gözlerine. Taş kesilen ayağını kaldıramıyordu. Kaldırsa da indirmek istemiyordu. Ayak damarları çatlamak istercesine şişmeye başlamıştı. Ne kadar çekmek istese de, arkasından gelmiyordu ayakları.

Yapışkan çamur bırakmamakta direndikçe, o da aşmak için var gücüyle, ayaklarına yükleniyordu. ‘Değil çamur, önüme dikilen zift batağı da olsan, aşmadan, tuttuğum yakanı bırakmam senin’ diyordu. Gecenin kara bulut dağları ağır ağır yeniden hareketlenmeye başladı. Çakan şimşekler, gece karanlığını kızıl ışıklarla doldurup bir anda gündüze çeviriyordu. Sönüp yeniden yeniden yanıyordu. Vadiler, onun korkunç sesiyle doluyordu. Sakin kayalar, onun gürültüleriyle homurdanmaya başlıyordu. Bu Hasan’ın hiç hoşuna gitmemişti. Sesini yükselterek, ‘Bu İsmail, gene yırtınmaya başladı.’ dedi.

Şahin, ‘O zaman ayakları daha hızlı kaldırıp indirelim.’ dediğinde Hasan ‘Xopane, kalkmıyor ki indirelim.’ diye cevap verdi.

Mazlum bütün gayretini ayaklarına verdi. Yeni yağmur onlara ulaşmadan, hızla buradan çıkmalıydılar. Çakan yeni bir şimşek sonrasında gelen yeni bir heyelanın altından hiçbiri sağ kurtulamazdı. Nereye gittiler, nereye kayboldular, kimse de bilemezdi. Gayretin kudreti, Şahin’i patikanın üstüne getirdi. Patika, ayaklarının altındaydı. Büyük bir badireyi aşmanın rahatlığına erişiyordu. Bu sefer patikayı arama zahmetinden kurtulmuştu. Gayretin meyvesini, Mazlum da almaya başlamıştı. Bu meyveyi arkadan yetişen Hasan’la da paylaşmaya başladı. Hasan, Mazlum’dan silahını aldı. Mazlum, bu sefer vermezlik etmedi, çünkü artık Hasan’ın içine devrildiği o çamur deryası arkada kalmıştı.

Ardışık yürüyüş, yeniden hız almaya başladı. Gelen yağmurun, kendilerini yakalamasını istemiyorlardı. Yağmur ise onlardan daha hızlı koşuyordu. Atını dört nala kaldırmış, onları yakalamaya yeminli bir süvarinin hızıyla geliyordu. Yetişen ilk damlalar sırtlarını vurmaya başlayınca, yapacakları bir şey kalmamıştı. Bir dert bitiyor, yerini yenisi alıyordu. Yeni gelen dertle baş etmenin tek çaresi, daha hızlı, daha hızlı yürümekti.

Hasan’a boydan boya yapışan çamurlar sökülüp aşağıya inmeye başlıyordu. Yağmur, elbiselerini yıkamaya başladığı halde, duyduğu hiçbir memnuniyet yoktu. Bu lanetli gece, her şeyi berbat ediyordu. Yolunda doğru düzgün yürüyen bir şey yoktu. Her şey bir kaldır indir, kaldır bindirlikti. Kalkan biri, oturan diğeriydi. Yağmur, dalga dalga geliyordu. Bardaktan boşalırcasına yere iniyordu. Taneleri, öncekinden daha da iriydi. Her taraf, sular altında kalıyordu. Şimşekler vurdukça, musluklar daha da açılıyordu. Gecenin bütün gezginleri, yeniden deliklere saklanmıştı. Yapraklar dalından koparcasına, aşağıya doğru dökülüyordu. Düzlüklerde geniş göletler oluşuyordu. Göletlerin içine çakılan iri damlar, suyun üstünde baloncuklar oluşturuyordu. Şişen baloncuklar birbirine çarpıp patlamaya başlıyorlardı. Yağmuru dalga dalga getiren rüzgar, büyük ağaçları kökünden koparmak istiyordu. Yerinden kalkmak istemeyen ağaçlar, çığlık çığlığa bağırmaya başlıyordu. Altı oyulan taşlar yerinde duramıyor, üst sırtlardan aşağıya doğru vadinin derinliğine yuvarlanıyordu. Zavallı narin otlar, büklüm büklüm olmuş, yeniden köklerinin altına kaçmak istiyordu. Yuvaları suyun altında kalan böcekler, boğulmaktan kurtulmanın savaşını veriyordu. Her gece şafağın gelmesini dört gözle bekleyip güneşe doyasıya gülümsemek isteyen güllerin nazik, kırılgan yaprakları acıyla dalından kopup düştükleri çamurlu suyun altında ezilmeye başlıyordu. Şimşeklerin gürleyişi altında toprak dibinden sarsılarak zelzele şoklarına giriyordu. Görünmeyen ejderha, binlerce canın soluğunda, yeni bahara açılan umuda ayak basıyordu.

Mazlum, su gölünün altında yürüdüğünü hissediyordu. Rüzgar, ağzına, burnuna, gözüne yağmur dolduruyordu. Nefesini tutup bırakacağı anı kolluyordu. Ciğerlerinin şişmesine mani olamıyordu. Her eğilip doğruluşta düşmek isteyen silahını, kolunda tutmayı zor başarıyordu. Adım adım yürümek, bir türlü yol aldırmıyordu. Ayaklarını, suya yüzgeç yapmak istiyordu. Yüzgeçlerin hızından giyinmek istiyordu. Şahin gibi hislerini ayağa kaldırmaya çalışıyordu. Bedenini, hislerinin atına bindirmeye başlıyordu. ‘Bundan sonra o da taşımayı öğrensin.’ diyordu kendi kendisine. Hisler, bedenini taşımaya alışıyordu. Bedeninin üstüne çöken ağırlığı unutmaya çalışıyor ve daha zor olanına kilitleniyordu. Gözünün keskin bıçağını, kendisine hücum eden caydırıcılığın karnına dikiyordu.

Kızıl kıyametin şeytanları, Şahin’in başına üşüşmüştü. Karanlığın içinde parmaklarını çıkarıp çıkarıp gözüne sokuyorlardı. Kulaklarında anlaşılmaz, ürperten sesler bağırıyorlardı. Yerin bütün ağırlığını kaldırıp sırtının üstüne bırakıyorlardı. Ellerini nefesinin üstüne bırakıp onu boğmak istiyorlardı. Önüne geçit vermeyen bentler kuruyorlardı. Ayaklarının altında, dipten yoksun kuyular kazıyorlardı. Sinirlerine basıp yere indiriyorlardı. Her düştüğünde, kalkmayı zor başarıyordu. Gücünün yetmemeye başladığını görüyordu. Kendini bin parçaya bölüp yeniden birleştirmeye çalışıyordu. Tükenen gücünün son zerreciklerini toplayıp başının üstüne çıkarıyordu. ‘Sen bana pes ettiremezsin.’ dercesine inatla adımlarına hız katıyordu.

Hasan’ın takati tükenmenin eşiğine gelmişti. Dizlerindeki son derman da bitmek üzereydi. Ayakları, buyruklarına cevap veremiyordu. Sadece Mazlum’un arkasından sürüklendiğini biliyordu.

Yağmur, daha da şiddetleniyordu. Şimşekler, zirvelerin üstüne peş peşe iniyordu. Su göletleri, şimşeklerin kızıl ışığıyla aydınlanıyordu. Şahin, Mazlum’dan yana kaygı duymuyordu. Mazlum, gözünü arkasından çevirmiyordu. Hasan, Mazlum’un peşini bırakmak istemiyordu. Gece bitmek bilmiyordu, köprüsünü sonsuzlara bağlamıştı. Zaman ise hızından ödün vermeye gelmiyordu. Kimsenin derdine kulak astığı yoktu. Onu bildiği yoldan ilerlemekten, kimse alıkoyamıyordu. Kendisinin önünde engel duracak kudret tanımıyordu. Her döngüyü dönecek ayaklara sahipti. Her yükseğe uçacak kanatları vardı. İlerlerken, bürünmediği kılık yoktu. Yürürken, girip içinden çıkmadığı delik yoktu. Yolundan çevrilmeye gelmezdi. Önüne çıkan duvarları delip geçmeyi, kurulan yüksek, uzun setleri atlamayı, eğlencesi sayardı. Görünmeyen bir zerreciğe girecek kadar küçülür, bütün bir evreni içine alacak kadar büyürdü. Bazen kaplumbağanın ağırlığında, bazen devinimi fark edilmeyen bir taşın durgunluğunda yürürdü. Bazen de ışığın kanatlarına bindiğinde hızına hiç kimse ulaşmazdı. Yaz, kışı önüne aldığı bir top gibi tekmeler, o koca yılları sevimli bir yavru gibi kucağına alıp yorulmadan getirirdi. Gündüzü gecenin üstüne getirip geceyi şafağa doğru yürütürdü. Adımlar, gecenin içindeki zamanla yarışıyordu. Gece, adımların önünde karanlıktan sonu gelmez köprüler kuruyordu. Adımlar ise gündüzü, gecenin üstüne getirmeye çalışan zamanı bırakmak istemiyordu. Gece, ağırlığını bastığı adımları durdurmak istiyordu. Zaman ise, adımlardan kurtulmaya çalışıyordu. Gecenin yol aldırmayan karanlığına çakılmak, şafağın zamanına yenilmekti. Yenilmemek, şafaktan önce menzile ulaşmaktı.

Mazlum, Hasan’a, ‘Heval biraz daha hızlan.’ diyordu. Hasan ise, ‘Ayaklarım cevap vermiyor heval.’ diyordu. Mazlum, tekrar onun silahını almaya çalışıyor fakat o vermemekte direniyordu. Mazlum’un her ‘Geç kalıyoruz heval’ sözüne karşılık Hasan, ‘Bu uzun gecenin sabah göreceği yok.’ diyordu.

‘Sabahtan önce ulaşmalıyız, geceyi yarıda bırakmalıyız. İlk noktamızda içeceğimiz sabah çayını unutma.’

‘Bu gece bitmez diyorum, ama bu zaman bize yeter mi?’

‘Zaman, onunla ayağa kalkıp yürüyenlere tatlı meyvelerini sunar, kalkıp yürümeyi bilmeyenlere ise karanlık tuzaklar kurar.’

‘Hak veriyorum.’

Hasan, bu tartışmanın ardından daha büyük bir gayretle hızını arttırmaya çalışıyordu.

Şahin, dizlerindeki derman taneciklerini biraraya toplayıp tabanlarına kuvvet veriyordu. Ayaklarının altında parçalanan su, yanlara doğru havaya uçuyordu. Adım başı kendini kaybettirmek isteyen patika, ayaklarının altından kurtulamıyordu. Korkmadan kendisiyle yarışmaya kalkan bu gözüpek delikanlılara sevinen zaman, onları görmezden gelip yarı yolda bırakmaya kıyamıyordu. Onlar, ne kadar hızla yol almak isteseler, o da o kadar onlardan yana dönüyordu.

Hasan, Mazlum’un arkasında sürüklense de, bitkinliğine aldırmamaya başlıyordu. Yağmursa, dinmek bir yana, kendini daha yeni yeni göstermeye hazırlıyordu. Orman, sayısız tonda güzel sesler çıkaran dilini yutmuştu. Üstüne boşalan yağmurun çıkardığı ağır hışırtının altında boğuluyor ve gümleyen şimşeklerin üstüne bıraktığı korkudan titriyordu. Mazlum, gayreti elden bırakmıyordu. Hasan ona yetişmeye çalışıyordu. Şahin, hızını düşürmek istemiyordu. Suyun altında kalan patika, ayaklarının altında ezilip geri çekiliyordu. Yağmur, yerini doluya bırakıyordu. Bulutlar yere fişek hızında iri buz taneciklerini fırlatıyordu.

Şahin ne kadar uğraşsa da, başını koruyamıyordu. Mazlum, başına taş yediğini düşünüyordu. Hasan, kafasının kırıldığını zannediyordu. Başlarının üstüne şiddetle çarpan buz tanecikleri, aynı şiddetle sekip sağa sola vınlıyordu. Kefiyeler, başlarını korumaya yetmiyordu. Eller başın üstüne bırakıldığında, gelen şiddetli darbelerin altında tekrar geri kaçmak zorunda kalıyordu. Bir değil, on tane birlikte geliyordu. Düşecek yer bulmak için, birbirleriyle kavga ediyorlardı. Yüzün üstüne düştüğünde, gözlerde kıvılcımlar çakıyordu. Burunların tam ucuna çakıldığında, nefesler kesiliyordu. Eller imdada koşmak istese de, yapacağı pek bir şey yoktu. Yüzler korunsun diye başlar eğildiğinde, enseler yemeğe başlıyordu. Kafatasının tam ortası ise, bu taşlar için bulunmaz bir hedef haline geliyordu. Kafaların üstüne öldüresiye grup grup düştükçe, balyoz etkisi yapıp sarsıntı yaratıyordu. Kefiyelerin altında saklanmayı yeterli bulmayan kulaklar, etrafını çemberledikleri deliklere kaçmak istiyordu. Yağmurdan kaçıp doluya tutuldu sözü, burada kendine kanıt bulmaya çalışır gibi oluyordu. Ama daha yağmurdan kaçamadan doluya tutulduklarını görünce, çaresiz başını öne eğmek zorunda kalıp yerini yağmurdan kaçamadan doluya tutuldular sözüne bırakıyordu. Dolu, yerini yağmura bırakmak istemiyordu. ‘Bütün geceyi sen aldın, birazını da ben alsam, dünya mı yıkılır?’ diyordu. Gece boyu bekleyip yakaladığı bu fırsatın tadını çıkarmak istiyordu.


Yüklə 1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin