diye söylenip duruyordu kendi kendine. Yüreğinde açılan yaralar hala kapanmamıştı. O günleri hatırladıkça yarası tekrar açılıp kanamaya başlıyordu. Dolan göz bebeklerini fark ettirmeden kalın parmaklarıyla hafifçe sildi.
Mazlum’un gözleri, ısıtan gözlerinin üstüne gelmeden, dudaklarını usulca kıpırdatmaya başladı. Parmaklarıyla göstererek, ‘Mazlum heval gel birlikte bu harabelerin içine dalalım biraz. Merakını uyandıran bazı şeyleri göreceğinden eminim. Belki de göstereceklerim senin de bildiklerindir. Ama olsun bir de ben göstermek istiyorum.’ dedi.
Mazlum’un heyecanı yüzünden okunuyordu. Kolunu tutan arkadaşının peşinden gitmekten kendini alıkoyamadı. Hasan yemek yedikleri yerden uzaklaşmadan yarı bulutlu, yarı güneşli havada hafif gölgelik yapan bir taşın kenarına kendini boylu boyunca uzatıverdi.
Şahin önde, Mazlum arkada yanıp düşmüş ağaçların arasından geçerek üst üste durmayı zor başaran bir duvarın önüne geldiler. Duvarın kuzeye düşen tarafı içe doğru tümden yıkılmıştı. Usta ellerle işlenmiş taşlar üst üste yığılıp kalmıştı. Antik bir kentin son kalıntıları arasında bir gezintiye çıkmış gibiydiler. İlgi dolu, meraklı gözlerle bakıyorlardı ağaçları parçalanıp düşen damlara. Toz, toprak ve ağır taşlar arasında sıkışıp kalmış sütunların daha ilk düşüşlerinden kesilmeyen acıklı iniltiler yankılanıyordu kulaklarında. Zamanın yıkıcılığına inat, düşmemeye yeminli, kızıla çalan beyaz duvarın önüne geldiklerinde, Şahin Mazlum’un koluna hafifçe dokunup göstermek istediklerini anlatmaya başladı.
‘Sana, Halepçe’nin küçük kardeşinden kalan izleri göstermek istedim.’ dedi. Sesinin titrekliğine yansıyan duygularını gizleme ihtiyacı duymuyordu. Kendisi Güney’den gelen bir Kürt’tü, Soran bölgesindendi. Halepçe’nin dehşetinden kalan canlı görüntüler hafızasından halen silinmemişti ve hiçbir zaman da silinmeyecekti. Silindiği andan itibaren yaşamının bir anlamı da kalmayacaktı. Halepçe ve onun diğer kardeşlerinden benzer sesler gelmeye devam ettikçe, onun bundan farklı bir yaşamı da olmayacaktı. Kulaklarında çınlayan yakarışların önüne koyduğu zorunlu yaşam buydu. Bu herkes için de geçerliydi, ama ne yazık ki, herkes aynı zorunluluğu duymuyordu. O da yalnızca kendisiyle aynı zorunluluğun farkında olan arkadaşlarıyla paylaşabilirdi bunu. Aynı zorunluluğun farkında olan arkadaşlarının dışında kendisini, kimsenin anlayabileceğine de inanmıyordu. O nedenle Halepçe’nin küçük kardeşi hakkında bildiği bütün ayrıntıları anlatmak istiyordu arkadaşına.
Mazlum’un bütün bunları bilmesi mümkün değildi, bilse bile kendisi kadar ayrıntılı bilmiyordu. Çünkü kendisine bu köyde yaşanan her şeyi yakından bilen candan arkadaşı Feqe anlatmıştı. O da bunları, zamanın karanlık odasında unutulmaya bırakmadan arkadaşına aktarmak istiyordu. Bu onun zorunlu bir göreviydi. Böylece geçmişten gelen hafızanın zincirine eklenen halkalar sürüp gitmiş olacaktı. Hafıza duvarının üstüne eklediği her yeni taş, geleceğinin mirası oluyordu. Onun için geçmişin hafızasından örülü sağlam duvarın taşları eksilmemeliydi. Hafıza duvarından düşüp kaybolan her taş, toplumun gerçek tehlikesiydi. Bu duvar yıkılmaya başladığı an, toplumun kendisi de yıkılıp, kaybolmakla yüz yüze gelirdi. Toplum bu duvara tutunmadan yürüyemezdi. Toplumun tutunarak yürüdüğü bu duvara harç olmak, o topluma ait her bireyin göreviydi. Yapılacak şey belliydi, üst üste örülmüş sağlam duvarın üstüne yeni bir taş eklemek, ya da kaymak üzere olan bir taşı önlemek ve ona gereken harcı taşımaktı.
Şahin, yaptığının bu olduğuna inanıyordu. ‘Yaptığım her şey değil, ama küçük de olsa bir şeydir.’ diyordu. Sahip olduğu bu dürtüyle, bildiği ne varsa arkadaşına anlatmak istiyordu. Arkadaşı da, can kulağıyla dinlemeye başlamıştı. Şahin’in ne söyleyeceğini önceden tahmin edebilmişti ve anlatacaklarını aşağı yukarı biliyordu. Fakat daha ayrıntılı olanına ulaşmak, onun için de önemliydi.
Kızıla çalan beyaz duvarın önünde kısa bir süre sessizce beklemişlerdi. Söylediği ilk sözlerden sonra dili tutulmuşa dönmüştü. Ama yine de döndürmeye çalışıyordu dilini. Ağzından çıkardığı ilk sözleri geriden takip eden diğer sözler gelmeyince heyecandan yutkunmaya başlamıştı. Mazlum, arkadaşının hızlı hızlı yutkunuşlarını, boğazındaki düğümün hızlı kalkıp inmesinden anlamıştı. Sebeplerini bildiğinden, sabrın suskun taşını dövüyordu. Arkadaşının dudakları arasından uçup gelen sözleri, kulaklarına aldığı gibi, ondan başlayan sessizliği de dinliyordu. Bakışlarını bir süre kızıla çalan beyaz duvara asılı bırakan Şahin kendine gelince, Mazlum’a sordu:
‘Bu izleri hatırlıyor musun?’
Mazlum, tetikte hazır bekleyen kulaklarının parmakçığına hafifçe basarak, ‘Bu izlerin yabancısı sayılmam.’ dedi. Şahin, ‘Gel biraz daha ilerleyelim, canlı görüntülerin anlatıldığı yere’ dedi. Yükselen otların arasında kaybolmakla yüz yüze gelen, taş ve topraktan yapılmış evlerin yıkıntılarına basmadan ilerliyorlardı. Yakılıp yıkılan, damları çöküp dağılan evlerin arasından geçerken, yüreklerinin ortasına keskin bıçaklar iniyordu. Bu yıkıntıların tarihi, hala onların üstünde alıp veriyordu nefesini. Alıp verdikleri nefesle, bu tarihin nefesi de gidip geliyordu. O tarih onların içinde, onlar da o tarihin içindeydiler. Birbirlerinden kopup aralarına başka tarihler girmemişti. O tarih onları bir yere, onlar da o tarihi bir yere götürüyorlardı. Köyün kuzeyine düşen tarafına gelip öne bakan beden kısmı dışında tümden yıkılmış bir evin karşısında durdular. Şahin, Mazlum’un etraftan koparamadığı gözlerinin üstüne çevirdi gözlerini.
Gülümsemeye çalıştı, ama başaramadı. O an için bunu başarması da, mümkün değildi. Durdukları evin önünde geniş bir meydan vardı. Köy düğünlerinin büyük bir kısmı burada yapılırdı, bir nevi düğün meydanıydı. Kentlerin kapalı düğün salonlarına benzeyen sıkıcı yanları yoktu. Bu meydanın düğünleri için özel davetiyelere, caf caflı sözlerin yazılıp resimlerin işlendiği nakışlı kartlara da gerek yoktu. Kendini mesleğine adamış esmer tenli zurnacı, çağrının aşkından zurnanın ucunu dudaklarının arasına alıp yanaklarını şişirdiğinde, davulun gümbürdeyen sesi, köyün karşısına düşen kayalarda yankılanmaya başlardı. Bu çağrıya hiç kimse dayanmazdı. Göz açıp kapayıncaya kadar düğün meydanı muhteşem bir karnaval alanına dönerdi.
Genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek, yediden yetmişe herkes kendi geleneksel renkleriyle bezenip düğün meydanında buluşurdu. Şahlanan davul zurna önünde uzayıp giden bir kordon biçiminde, el ele tutuşan genç kızlar ve erkeklerin ayakları altında meydan sarsılmaya başlardı. Giydikleri rengarenk elbiseleriyle gençliklerinin üzerindeki güzelliği fark ettirmeye çalışan genç kızlar, baharın esen ılık rüzgarıyla gidip gelen gül yaprakları gibi heyecanla sallanırken, bıyıkları yeni terlemiş, fidan boylu, yakışıklı genç erkekler, damarlarında akan tatlı kanın ateşiyle coşkuya gelip sağlam bacakların kuvvet verdiği ayaklarla meydanın toprağını kaygısızca dövüyorlardı. Örf ve adetlerin haram kıldığı utangaç bakışmalara bile, kenardan özgürlüğün küçük kapısı açılırdı. Ana ve babalar, kendi elleriyle besleyip büyüttükleri, bu hiçbir şeye değişilmez varlıklarının sevinciyle göklere uçarlardı. Bugün de çocuklar, büyüklerinin onlara aldığı hediyelerle dünyalara sahip oluyorlardı. Meydanda toplanan büyüklerinin arasında, bir sağında, bir solunda koşuşturup duruyor, yaramazlıklarının tadını çıkarıyorlardı. Düğün şenliği sona erdiğinde, yine meydan kendilerine kalırdı. Bu geniş meydanda, istedikleri her oyunu gönüllerince oynayabiliyorlardı. Kimsenin onlara ses çıkardığı da yoktu. Bu meydan, gün boyu onların yükselen neşeli sesleriyle şenleniyordu.
Ama şimdi bunların hiçbirinden eser yoktu. Meydanın yüzü, sevgili çocuklarını kaybedeli beri bir daha gülmemişti. Kendi kaderine küsmüş, ama razı olmayan bir acizliğin içinde kıvranıyor, kendini yiyip bitiriyordu. Karanlık gecelerin yalnızlığında hüzünlü öten baykuşun sesine kulak kabartmaktan bıkıp usanmıştı artık.
Şahin, arada bir ayakta kalma mecalini daha yitirmeyen duvara, bir de hasret kaldığı çocuklarını arayan meydana bakıyordu. Kafasından geçenlerin tümünü Mazlum’a söylemek istiyordu. Fakat o an gerek duymadı. Ayaktaki duvar ile çalı çırpı yığınının altında kalan meydanın sürüklediği düşüncelerden sıyrıldıktan sonra tekrar ilerlemeye başladı.
Mazlum da ses çıkarmadan, arkasından onu izliyordu. Çıkaracağı lüzumu olmayan seslerle büyünün bozulmasını istemiyordu. Bu onun kendisiyle birlikte sürekli taşıdığı iyi bir meziyetiydi. Bundan vazgeçtiği yoktu. Bu suskun dinleyiciliğiyle görüp duyduğu her şeyi sakince beyninin hazinesine götürüyordu. Çevresinde olup biten her şeyin manasını kendine çeken suskun dinleme yatağına çekildiğinde, dolup taşan halinden eser kalmazdı. Uzun zamanlar bu yatağın sakinliğine gömülür, kimseye fark ettirmeden içindeki manayı ruhunun derinliğine taşırdı. Açıklanmamış sırların özüne erme mücadelesinde attığı her adımın hesaplanmış bir ölçüsü vardı. Bu da yanındakinin kendisini dikkate alıp sevgi ile saymasına neden olurdu.
Şahin, meydanın sol köşesinde, bir adam boyunda yükseltilmiş, bütün zamanlara dayanıklı kalın duvarın önüne gelip duvarın üstüne rahat çıkabilecekleri uygun bir yer aradı. Kısa süren bir göz gezdirmeden sonra, birkaç adım ötedeki duvara yanaşarak duvar çıkıntılarını destek yapıp yukarı çıktı. Çıktığı duvarın üstünde hafifçe eğilip duvarın dibindeki arkadaşının elinden tuttu. Mazlum’un tırmanırken yardıma ihtiyaç duymayan ısrarına aldırmadı. Arkadaşının elinden tuttuğu gibi bir çekişte yukarı fırlattı. Mazlum arkadaşının bileklerinde saklı duran gücün güven dolu havasına hayran kaldı. Doğrulup sağlam pozisyona geldiğinde Şahin’in yüzüne ilgiyle bakarak, ‘Söylemek istediğini, söyle artık’ der gibi bir ifadeye kavuşturdu yüzünü. Şahin, arkadaşının yüzünden bu ifadeyi kolaylıkla okudu. Ve elini nazikçe sırtına dayayarak tane tane, fısıldar gibi anlatmaya başladı.
‘Senin gibi ilk defa, Feqe ile çıkmıştık bu duvarın üstüne’ dedi. Henüz tam gerilmemiş ses tellerinin titrekliğine hakim olamıyordu. Gelen heyecan dalgalarından bastığı notaların üstünde pek tutunmadan, erkenden kaymaya başlıyordu ses tonları. ‘Senin gibi bu alana ben de yeni gelmiştim. Alanın özelliklerini ince ayrıntılarına kadar kendisinden öğrenirdim. Geçmişte alanda olup biten her şey hakkında beni inanılmaz bir istekle bilgilendirirdi. Onunla aramızda özel bağlar oluşmuştu sanki. Birbirimizden çok uzaklarda doğup büyümemize rağmen, yaşadıklarımız ve gördüklerimizin birbirinden çok farklı yanları yoktu. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz üç aşağı beş yukarı hemen hemen aynıydı. Ortak yaşadıklarımız hem Güney’in, hem de Kuzey’in arasındaki farkı ortadan kaldırmıştı. Ben büyük Halepçe’nin canlı tanığıysam, o da küçük kardeşinin tanığıydı işte. Bu alana geldikten sonra gerillacılık yaşamımız hep birlikte geçti. Birbirimizden uzun zamanlar hiç kopmadık. Kısa süren görevlerin dışında hep beraberdik. Namluların ucunda dehşet dolu ölüm anlarını birlikte yaşadık. Ölümümüzün sessizliğine yatan sayısız hain pusuları aynı anda atlattık. Zaferli anlarımızın görülmemiş coşkularını birlikte yaşadık.’ dedi.
Duygu seline kapılıp gidiyordu Şahin. Mazlum hemen mani olmaya çalışarak sormak istediği soruyu sormadan duramadı. ‘Heval Şahin, bahsettiğin Feqe arkadaş hangi alanda, nerede şu an?’ diye sorunca, Şahin başını öne eğdi. Şu an Feqe’nin bulunduğu yeri anlatmak istemediği her halinden belliydi. Orayı anlatmaya dili varmıyordu, ama arkadaşının sorduğu soruyu da karşılıksız bırakamazdı.
‘Büyük geri çekilme döneminde, Güney’e geçmeden önce bir gece yürüyüşünde birlikteydik. O benim önümde, ben onun arkasında yürüyordum. O gece aç karnına yürüdüğümüz sekiz saatlik bir gece yürüyüşünün sonuna yaklaşıyorduk. Yorgunluktan bitkin düşmüştük, dizlerimizdeki son derman kırıntıları da tükenmeye başlıyordu artık. İnsanın gündüz haliyle altına bakmaya cesaret edemeyeceği yüksek bir uçurumun üstünden geçiyorduk. Benden iki üç adım önde yürüyen Feqe, gözlerimin önünde aniden uçurumdan yuvarlanmaya başladı. Yuvarlanırken yükselen tiz sesi, kulaklarımın perdesini yırtmaya başlamıştı adeta. Kulaklarımda yankılanan bu sesin dışında, hiçbir şeyi duymaz olmuştum. Aniden kulaklarımda çınlanan sesiyle, sesim bir olmuştu. Nasıl bir çığlık attığımın farkında değildim o an. Daha tümden gözlerimin önünden kaybolmadan, üstüne atlamak istedim, ama elim yetişemiyordu. Aşağıdan birileri, ayağından tutup hızla kendine doğru çekiyordu sanki. O aşağıya doğru sürüklendikçe, benden yükselen çığlıkların kontrolü de kaybolmaya başlıyordu. Serinkanlılığımı yitirmemek için, kendimle boğuştukça boğuşuyordum. Anlayamadığım bir şeyler boğazımı öldüresiye sıkmaya başlıyordu. Bir anda etrafımda toplanan bütün arkadaşların, Feqe’yi bırakıp beni tuttuklarını gördüm. Bu Feqe’den umudunu kesip beni kurtarmak istedikleri için miydi, yoksa beni kontrolün kelepçelerine takıp asıl Feqe’yi kurtarmak istedikleri için miydi, bilemiyordum artık. Her şey çok ani olmuştu, beklenmedik bir duruma karşı nasıl davranılacağına dair tecrübelerimiz çoktu.’
Şahin o anı, tekrar yaşıyormuş gibi anlatmayı sürdürürken, Mazlum’un gözlerinin önünde bu anlatımın görüntüleri yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Habur’un deli suyu gözlerinin önünde belirince, yuvasında rahat duramayan kalbi göğüs kafesini bir tokmak gibi şiddetle dövmeye başlamıştı. Habur suyu, baharın aşkına gelmişti, bahar aşkının kudurganlığı başına vurunca, sakinliğini hepten yitirmişti. Sarhoş tayların sakinliğe gelmez hızında akıyordu. Coşkun akışın aldırmaz havasıyla, ürküten ıslıklar çalıyordu. Kendine yanaşmak isteyene hışımla deli dalgalar gönderiyordu. Gururu incinir diye kendisinin üstünden kimsenin geçmesine razı gelmiyordu. Kendisine sevdalı, eş ve dost olanı bile tanımaya gelmiyordu.
Dar günün gerçek yoldaşı Nemrut, ‘Ülkemin kalbine, kendi damarlarımdan kan vermeye gidiyorum.’ demişti. Karşı duran bütün ret yanıtlarına aldırmaz olmuş, ısrarından, inadından vazgeçmeye gelmemişti. Sonunda ülkesinin kalbinden gelen can damara ulaştığında gözlerine bile inanamaz olmuştu. O an neşesinden kadehler doldurup cömertçe arkadaşlarına ikram etmişti. ‘Ülkemin kalbi Botan’ın şah damarına dokunuyorum işte’ deyip avucuna aldığı hırçın suyun damlalarını, sevinçle sağa sola sıçratmıştı. Yıllarca görmeye hasret kaldığı Habur’un, kendisini tanımazlıktan geleceğini beklemiyordu. Ona karşı saf inancın suyuyla doluydu. ‘Bir bakışıp konuşsak hemen anlaşabiliriz.’ diyordu. Yeri olsa içine kaygısızca atlayıp bir o yana, bir bu yana gidip gelmek istiyordu. Ateşler içinde yanarken, serin kucağını kulaçlamanın doyumsuzluğunda eriyip eriyip yeniden kendine gelmek istiyordu. Sonsuz zamanların sevdasına kapılmış, ‘Bir kez bile olsa kem bakan gözleri çıkarıp atmak gerekir. Işığını kaybetmiş, kara bakan, renkten yoksun şaş gözler hiç varolmasın.’ diyordu. Şaş bakan gözlerin varlığından şüphe mi vardı yoksa?
Nemrut, gülen gözlerle Habur’a bakmanın tadındayken, ‘Benim sana şaş bakan gözlerim hiçbir zaman olmadı Habur. Habur’un üstünden ayaklarının önüne gelen köprüye, sırat bile olsa, hiç kaygım olmaz.’ diyordu. Kendisini karşıya taşımak için, ayaklarının altına serilen köprüyü adımlarken, aynı geçen diğer arkadaşlarıyla olduğu gibi, köprünün kendisiyle de şakalaştığını sanmıştı. Adımını attıkça bir beşik gibi sallanıp duruyordu. İp inceliğindeki salıncak köprüyü yarıladığında, bunun bir şaka olmadığını anlamıştı artık. Ona arkasını dönen köprü, ‘Seni buraya kadar taşıdığım yeter’ diyordu. Sırat’ın yol vermezliğine özenip örgülerini onun ince tellerine bağlamıştı. Sırtına keskin bıçaklar takıp basan yiğidin ayaklarını havaya itiyordu. Nemrut, Habur’un sevdalı eş ve dost niyetinden uzak, kem bakan gözlerine bakmak istemedi. Ruhunu kötü cinlere kaptırmıştı Habur, kendinde değildi, içine karışan kötü ruhlar, üstünde durmadan sallanan iri gövdeye kollarını uzatıp, kendine doğru çekiyordu. Nemrut, Habur’un gazaba gelen yüzüne baktıkça, donmaya başlıyordu. Üstünü kaplayan çözülmez don kalıplarının altında girdiği öfke krizinden çıkamadan ince ince titremeye başladı. Güvenin arkasına kurulan tuzağa katlanamaz olmuştu. Boynuna dolanıp suyun kucağına çeken görünmez kollar, direnme takatini yiyip bitirmeye çalışıyordu. Kararan gözlerinin kirpiklerini üst üste indirmemek için var gücüyle direndi. Yukarıdan bir halat, onu yukarıya çekip suyun içine atmakla uğraşıyordu.
Sonunda denge kayboldu, ayağını bastığı yer ters dönüp, gövdesini deli akan suyun içine attı. Bir minare gibi bükülmeden devrilip suyun kucağına düşerken, son sözünü unutmadı: ‘Küçük kalbimi, ülkemin büyük kalbine gömün.’ dedi.
Kendini kaybetmiş deli su, düşen yiğidin kulaç atmasına fırsat vermiyordu, onu yutup gözlerden kaybetmek istiyordu. Nemrut’un asma köprüden suya yuvarlanışını gören arkadaşları, eli kolu bağlı, çaresiz izlemekten başka hiçbir şey yapamıyorlardı. Kurtarmaya kalkışsalar, üstüne yeni canlar vereceklerdi. Bir şey yapamamanın dayanılmaz acısı içinde bağrışıp duruyorlardı. Umutla davranıp bir şeyler yapmanın çabası da sonuçsuz kalmıştı. Kim azdırmıştı Habur’u, kendiliğinden mi böyleydi, anlamak bile istemiyorlardı. Habur, onlara beklemedikleri kötü bir oyun oynamıştı. Daha ilk selamın heyecanındayken, bellerini bükmeye çalışmıştı. Buna katlanmaya gelebilirler miydi? Bir daha Habur’u affetmek gelir miydi içlerinden? Kendilerinden gelen affedilmezliğin hesabını da yapıyorlardı elbette. Habur’u yargıladıkları kadar, kendilerini de yargılamayı ihmal etmediler.
Bu, her şeyin ilki olmadığı gibi, her şeyin sonu da değildi. Umuda yolculuğun adımlarını, daha da güçlendireceklerdi. Yere sağlam ve sarsılmaz basmanın hesabından kalan yetmez yanları, bir kez daha gözden geçirmeyi unutmayacaklardı. Nemrut’un beyinlerde çaktığı kıvılcımın sönmesine asla izin vermeyeceklerdi. Özgür kalbini, ülkenin büyük kalbine gömüp umudunu sonsuza dek yeşertmeyi bileceklerdi. Verdikleri, vicdan ve namus sözüydü bu.
Burun deliklerinin normalin dışında hızlı hızlı açılıp kapandığını gören Şahin, anlatımını yavaşlattı. Mazlum’un yeniden konuya dönmesini bekliyordu. Çünkü anlattıkları, Mazlum içindi. Bir iki saniye Mazlum’un konudan ayrıldığını görünce, yavaşlatmak durumunda kalmıştı, yoksa söyledikleri hava boşluğunda kaybolup gidecekti. Mazlum, Şahin’in anlatımını yavaşlatıp gözlerini tümden onun üzerine kaydırdığını görünce, bunun niçin olduğunu fark etmişti. Fark ettikten sonra, hemen konuya dönmüştü. Mahcubiyetini gizlemeye çalışmadan, Şahin’i tekrar can kulağıyla dinlemeye başladı. Şahin, Mazlum’un yeniden söylediklerine odaklandığını anlayınca tekrar kaldığı yerden devam etti:
‘Tecrübeli arkadaşlar, önce beni sakinleştirdiler. O an sakinleştirilmezsem, kendimi Feqe’nin üstüne atıp kendimle birlikte Feqe’yi de uçurumdan aşağı götürecektim. Böylece varsa, Feqe’nin kurtarılma ihtimalini de ortadan kaldırmış olacaktım. Sakinleştirildiğimde Feqe’nin tam uçurumun kenarında kevot ağacına tutunduğunu gördüm. Uçurumun bitişik çizgisinde, sert kayanın çatlaklarını dolduran toprağın içine kök salan Kevot ağacına her iki eliyle sıkıca sarılmıştı. Aşağıya sarkan ayaklarından birini, kayanın küçük bir çıkıntısına dayandırmış, birini de uçurumun boşluğunda asılı bırakmıştı. Aynı şey bir adım ilerde, ya da geride yaşansa, Feqe hiçbir engele takılmadan uçurumun dibinde bulacaktı kendini. Verilmiş sadaka mı diyelim, tam ağacın üstüne yuvarlanmıştı işte. O mu ağaca kolunu, ağaç mı ona dalını uzatmış, o bilinmez artık. Nihayetinde dala tutunması, herkesin ortak sevincine dönüşmüştü. Koluna takılı silahını bırakmamış, çantası da sırtında duruyordu. Sekiz saatlik gece yürüyüşünün bıraktığı ağır yorgunluk olmasa, kendini yukarı çekip tek başına oradan çıkarabilecekti belki. Bir iki defa denemeye de kalkıştı. Bunun tehlikeli olduğunu gören arkadaşlar, onu uyarıp bundan vazgeçirdiler. O da arkadaşların söylediklerinden başka bir çare bulamadı.
Sonunda şutikle bağlanan bir arkadaş, yavaşça Feqe’ye doğru bırakıldı. Feqe’ye ulaşan arkadaş, önce Feqe’nin silahını kolundan çekip aldı. Kevot ağacının yukarıya doğru uzanan dalına taktı, çantasını da dikkatlice sırtından söküp, yavaşça yukarı aldı. Bir ayağını ağacın gökyüzüne doğru uzanan gövdesine, birini de yerden soluna doğru uzanan orta kalınlıktaki dalın gövdesine dayadı. Hafifçe Feqe’nin üzerine eğilerek her iki eliyle kuvvetlice kollarına sarıldı. Feqe de, kendisine uzanan yoldaşlığın güçlü kollarına güvenle sarılarak yukarı tırmanmaya çalıştı. Yukarı çeken güçlü kollar, onu yukarı çektikçe, o da gelmezlik etmedi. Vücudunun yarısı ağaç dallarının arasına çekilince, yüksekliğin korku şeytanlarıyla boğuşan ruhu üstün gelmeye başladı. Ağaç dalına tutunup tümden doğrulduğunda, ağacın incecik, pul pul dala tutunmuş yeşil yaprakları bile sıraya dizilip sevinçten yüzünü okşamaya başladı. Feqe, kayanın üstünde bir şerit gibi uzayıp giden takip ettiğimiz patikaya çıktığında, herkes derinden rahat bir nefes almıştı.
Arkadaşlar etrafında toplanıp aramıza yeniden dönüşünü kutluyordu. Feqe, bir gerilla değildi, ama bazen bir gerillanın yapamadığını, bir gerilladan daha fazla yapan biriydi. Hem gece, hem de gündüz bir gerilladan daha aktif çalışabilecek avantajlara sahipti. Bir milis evini, ailesini bırakmadan da, istediğinde 24 saatini dahi halkının davasına adayabilir. ‘Bunun önünde duracak bir engelin varlığını bilmiyorum.’ diyordu.
Okumuşluğu yarım yamalak, ilkokul dönemini geçmiş değildi, okumuşluğa pek eğilim gösterdiği de yoktu. Şehrin bol kazançlarına kendini alıştırmamıştı. Çobanlığı, hileliğin bulaşmadığı dünyanın en doğal, kutsal mesleği biliyordu. Kimseye bir zararı dokunmadan güttüğü o canlı varlıkları doyurup beslemenin dışında, uzun zamanlara dayanan hesapları olmazdı. Kendisiyle birlikte akan zamanın hızını, onu geçmesin diye kendi eliyle kesmiş gibiydi. Onun dışında, gerçekleşen zamanın hızlı akışına pek aldırış etmezdi. Onun dünyasında büyük buz dağları, hızla eriyip ılık su göllerine, akan nehirler biriktiği yerde donup buz dağlarına dönüşmezdi. Sabrını, her gün üstünde oturup kavalını çaldığı taşlardan almıştı. Kültürünün hüzünlü sesi kavalını dudaklarının arasına alıp üflediğinde, köyünün saf, duygulu, güzel kızları gelip karşısında oturur, aşklarına çalan yanık namelere dalıp giderlerdi. Duygulu bakışlar altında, iyi bir şey yapmanın mutluluğuna erişince, doğal ruh dinginliğine ulaşır, aklını kötü şeylerle meşgul etmeye gelmezdi. Başkası hakkında kötü bir söz söylemeyi, büyük bir günah sayardı. Bu türden kötü huyları affedilmez bulur, tanrı gazabının kendilerini tez elden bulmasını dilerdi.
Üstünde yaşadığı toprağın bereketine inanır, dağlarının heybetine güvenirdi. Güven duyduğu yüce dağlardan özgürlüğün çocukları köylerine inince, ‘Ayaklarının altına ruhumu sermek istedim’ diyordu. Kısa sürede, her şeyini gerillayla paylaşmaya karar vermişti. O günden bugüne, gerillanın yapabileceği her şeyi yapmaktan geri durmamıştı. Sadece gecesini değil, gündüzünü de katmıştı inancının yoluna. Türk ordusunun köy yakıp yıkma operasyonlarının ucu köylerine ulaştığı gün, kendisi de köyün içindeydi. Köyün içinde Türk ordusu tarafından aranan isimlerin başında geliyordu. Askerler köyün içine girince eşi Ayşe, yakalanır diye büyük bir korku içerisinde beklemeden koşup kendisine haber vermişti. O da, haberi alır almaz birkaç dakika içerisinde kendini köyün dışına atıp sağlam bir yerde saklanmıştı.
Saklandığı yerden köyü rahatlıkla görebiliyordu, köyde olup-biten her şeye gözleriyle tanık olabiliyordu. Gözleriyle tanık olduğu o vahşetten sonra, artık evi ve ailesiyle birlikte yaşamaktan vazgeçti. Gerillaya ayak uydurmada hiçbir sorunu yoktu, geçmişte sahip olduğu yaşam biçimi, onu doğal bir gerilla haline getiriyordu. Kolundaki silahını, kolundan indirmeye gelmezdi. Aileden edindiği terbiye ile oturaklı, olgun bir kişiliği vardı. Gerillada bu yanını daha da geliştirdi, uyumunda kusursuzdu. Sürekli çalışır, yorulmak nedir bilmezdi, bir iş çıktığında kimseyi beklemez, herkesten önce davranırdı. Saflığı, doğallığı herkeste hayranlık uyandırırdı, fazla konuşmayı seven biri değildi, çok önemli değilse, hatasından ötürü kimseyi yargılamaya kalkışmazdı. En kötü hallerinde, sinir krizlerine tutulup hiddetinden kimsenin kendisine yanaşamayacağı anlarda bile, sahip olduğu sabrın gücünü ayağa kaldırır, yüzünü miskin bir çocuğun masumiyetine büründürürdü. Yüzünü buruşturup can sıkan tantanalardan çalmak, onun için utanç vericiydi. Kırgınlığa götüren davranışları, büyük ayıplardan sayardı. Arkadaşlarının kadrini bilir, değerlerini yüksek tutardı, onlara karşı güleç yüzünün çizgilerini kaybetmeye götürmez, bakışlarından inen sevgi bağlarına yenilerini eklerdi. Bunun karşılığı, kendisini tanıyan arkadaşlarında uyanan derin saygıydı.
Dostları ilə paylaş: |