YENİÇERİ AYAKLANMALARI
bak. AYAKLANMALAR
YENİÇERİ KIŞLASI
bak. YENi ODALAR
YENİÇERİ MÜZESİ
19. yy'm ikinci yarısında kurulmuş müze.
Fethi Ahmed Paşa(->) 1846'da daha önce Cebehane olarak kullanılan ve 1726'da Darü'l-Esliha adını alan Aya irini Kilise-si'nde istanbul'un ilk müzesini kurmuştu (bak. Askeri Müze). Müzede öncelikle aynı bina içinde daha önce depolanmış olan ve Osmanlı Imparatorluğu'nun geçmişini yansıtan silahlar sergilenmişti. Bu sergileme sırasında silahlardan başka Osmanlı askeri tarihini yansıtacak orijinal malzeme yoktu, çünkü 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın ortadan kaldırılmasıyla birlikte bu ocakla ilgili her türlü eser de yok edilmişti (bak. Vak'a-i Hayriye). Bu nedenle Fethi Ahmed Paşa büyük gayretle eski albümlerden yararlanarak yeniçeri kıyafetleri diktirip, onlara uygun mankenler yaptırdı.
Kıyafetlerin hazırlanmasında Arifi Pa-şa'nın modellerinden yararlanılmıştı. Hazırlanan bu mankenler asker ve sivil görevlileri temsil eden diğer kıyafetlerle birlikte Askeri Müze'nin üst katındaki kıyafet galerisine yerleştirilmişti. Ancak eserlerin çokluğu ve üst üste sergilenmesinden dolayı depo görünümü alan Askeri Müze aşırı rutubet yüzünden kısa bir süre sonra kapatılmıştır. Abdülaziz döneminde (1861-1876) tekrar Harbiye Ambarı şeklini alan Aya İrini'deki "kıyafethane" denilen kıyafet seksiyonu bu binadan kurtarılarak Sultanahmet Meydam'nda İbrahim Paşa Sa-rayı(-») yakınlarında Çadır Mehterhanesi denilen binaya taşınmıştır. Bu binaya "Yeniçeri Müzesi" adı verilmiş, manken ve kıyafetler burada sergilenmiştir.
İtalyan yazar Edmondo de Amicis(->) Yeniçeri Müzesi'ni şöyle anlatır: "Türkiye'nin en meşhur kişilerinin mumyalaşmış olarak bulunduğu bir hayaletler müzesi veya daha ziyade üstü açık bir kabir gibidir. Bunlar tahtadan yapılmış, boyanmış, eski âdetlere göre giyinmiş, sert ve mağrur ta-
YENİÇERİLER
472
473
YENİÇERİLER
nın nitelikleri daha da rağbet kazanmıştır. İşte bu tür teknolojik ve askeri gelişmelere bağlı olarak ocağın mevcudunun artması elzem olmuşsa, bu ihtiyacın devşirme uygulamasını genişleterek karşılanamayacağı açıktır. Belki isteksiz ama gerçekçi Osmanlı yöneticileri, devşirme çocuklarım (kul oğulları) ve hattâ yakınlarını da (kul karındaşları) ocağa kaydederek devşirmeyi esnetmenin yamsıra, özellikle maaşa bağlanmak isteyen Müslüman doğumlu gençleri ocağa kabul ederek 16. yy'ın sonlarından itibaren yeniçerilerin sosyal kompozisyonunun hızla değişmesine yol açmışlardır.
«l^lffiliiilSi!
Yeniçeri tipleri: Karakullukçular, ortada usta.
TETTVArşivi
Yüzyıl başından bir kartpostalda Yeniçeri Müzesi. Cengiz Kahraman arşivi
vırlar içinde ayakta duran, başı yukarıda, gözleri kocaman kocaman açılmış, ellerini kılıçlarının kabzasına atmış, eski güzel zamanlarda olduğu gibi, kılıç çekip öldürmek için bir işaret bekliyormuş hissini veren kocaman heykellerdir. Önce padişah dairesi gelir. Darüssaade ağası, veziriazam, şeyhülislam, mabeyinciler ve yüksek rütbeli zabitler, başlarında rengârenk ehram, küre, kare şeklinde, kocaman, harikulade serpuşlar, üstlerinde parlak renkli, işli sırmalı ipek kumaştan kaftanlar, belleri kaşmir kuşaklarla sıkılmış kırmızı veya beyaz ipekten cüppeler, göğsü altın ve gümüş pullarla kaplanmış sırmalı ceketler, ellerinde hükümdarlara mahsus silahlar. Daha sonra padişahın kürklerini, kavuğunu, biniş iskemlesini, kılıcını taşıyan içoğlanları gelir. Sonra sihirbaz ve mabut suratlı, pırıl pırıl, tüyler içinde, başlarında Acem serpuşları, miğferler, al renkli külahlar, hilal, kozalak, devrilmiş ehram şeklinde acayip sarıklar olan, çelik çubuklar, kocaman hançerler, kırbaçlarla kapıcılar, bostancılar, baltacılar, akağalar ve siyah ağalar. Sonra beyaz bir cüppe giymiş mübarek hamisi Emin Baba ile Yeniçeri Ocağı geliyor. Mutfağın çeşitli vazifeleri ile temsil edilmiş her rütbeden ve Sultan Mahmud'un toplarıyla imha edilen ve haddini bilmez ordunun bütün işaretleri ve bütün üniformalarıyla her sınıftan asker. Sakalar, çorbacılar, aşçı ustalar, aşçı yamakları, hususi hizmetler gören askerler, taslan, sarıklarına sokulmuş kaşıklan, cüppelerinden sarkan çıngırakları, kırbaları, ayaklanmayı haber veren meşhur kazanları, keçeden yapılmış koca börkleri, enseden bele inen yatırtmaları, oymalı madeni halkalardan geniş kemerleri, dev gibi kılıçlarıyla uzun sıralar halinde birbiri arkasına geliyorlar. Saray dilsizleri, ellerinde ipek kaytanları olduğu halde, cüceler ve soytarılarla, zalim budalaların sevimsiz çehreleri ve gülünç serpuş-larıyla en sonda bulunuyorlar. Sonuna gel-
diğiniz zaman saray halkının ortasında Topkapı Sarayı'nın bir salonunu baştan başa geçtiğinizi sanırsınız."
Yeniçeri Müzesi 1894'teki depremde büyük hasar görmüştür. Bu afetten sonra müzenin eserleri Vezneciler'de Mısırlı Zeynep Hanım Sokağı'nda bulunan bir yapının ikinci katına taşınmıştır. Eserler bu binada iki sene kaldıktan sonra tekrar Sultanahmet Meydanı'nın sonunda bulunan Ziraat, Orman ve Maadin Nezareti binasına bitişik olarak yapılan Yeniçeri Müzesi'ne taşınmıştır (bak. Sanayi Mektebi binaları). 31 Ağustos 1899'da ziyarete açılan müzedeki objeler II. Meşrutiyetin ilanından sonra, Alımed Muhtar Paşa(-*) tarafından yeniden düzenlenmesi sırasında Askeri Mü-ze'ye alınmış ve sergilemede kullanılmıştır. TÜLÎN ÇORUMLU
YENİÇERİLER
Dar anlamında, Yeniçeri Ocağı denilen askeri teşkilat neferleri. Ancak 16. yy'ın ikinci yarısından itibaren zanaat ve ticaretle de içli dışlı oldukları için, İstanbul'da şehirli halkın önemli bir bölümünü oluşturmuş, kendine has âdetleri, yaşam tarzı, siyasi kimliğiyle 19. yy'm başlarına kadar şehir hayatına damgasını vurmuş sosyal bir zümre. Osmanlı yeni ordusunun (yeni çeri) kuruluş tarihi tam olarak bilinmiyor, ama 1362-1380 arasında teşekkül ettiğine kesin gözüyle bakılabilir. Ortaçağın sonlarında Batı Avrasya'da önem kazanan piyade birliklerinin ve düzenli orduların ilk örneklerindendir. Yine o günlerin öncü teknolojisi olan barutun dünya tarihindeki en erken teşkilatlı kullanım örneklerinden biri, Osmanlı yeni ordusu olmuştur. Başında, yeni kurulan bu orduyu niteleyen "yeni çeri", giderek genişleyen kapıkulu ocakları teşkilatında, sadece bir ocağın, piyade güçlerden oluşan en büyük ve nüfuzlu ocağın adı olmuştur. Yeniçeriler önceleri, ganimet olarak sayılan savaş esirlerinin beş-
te birine (pençik) tekabül edecek şekilde, gazilerden merkezi devlet adına bir çeşit vergi olarak toplanan gençlerden oluşturulmuştur. Bu kaynağın yamsıra, en geç 1380'lerde başlatılan devşirme uygulaması ile gayrimüslim tebaa arasında, belirli kanunlar çerçevesinde gençler devişi-rilmiştir. 15. yy'ın birinci çeyreği civarından 16. yy'ın son çeyreğine kadar, ocak neferlerinin büyük çoğunluğunun kaynağı olan devşirme, 17. yy'da yavaşlamış, 18. yy'da ortadan kalkmıştır. Gerek pençik, gerekse devşirme metoduyla kapıkulu olmak üzere toplanan gençler, 8-20 yaşları arasında seçilir, en gençleri genellikle saray hizmetine ayrılır, diğerleri Türk dilini ve İslam âdetlerim öğrenmek üzere "Türk"e (yani toprak işleyen Türk rençberlerin yanına) verilirdi. Birkaç yıl bu şekilde hizmet ettikten sonra, acemioğlanı yazılırlar, 8-10 yıl kadar acemi olarak çalıştırıldıktan ve eğitildikten sonra "kapıya çıkma" denilen bir çeşit mezuniyet aşamasından geçerek asıl kapıkulu kariyerlerine başlarlardı ki, çoğu için bu yeniçeri olmak demekti. Mimar Sinan'ın "otobiyografisinde" yer alan Olup yeniçeri çektim cefayı /Piyade eyledim nice gazayı beytinde ifade edildiği üzere, yeniçerilik meşakkatli bir meslekti, ama tüm Akdeniz havzası ve Avrupa ile karşılaştırıldığında oldukça yüksek ve düzenli bir maaş, sakatlık ve emeklilik (oturak) hakları, bölüklerin ortak yatırım ve zaruret fonları diyebileceğimiz "orta sandığı" kurumunda billurlaşan bir dayanışma ortamı, bu mesleği orta ve yeni çağların koşullarında göreli olarak cazip kılmıştır.
İlk kez 1389 Kosova Savaşı'nda askeri varlıkları kaynaklara yansıyan yeniçerilerin yıldızı, asıl ateşli silahların kritik bir rol oynamaya başladığı 15. yy'ın ortalarına doğru parlamıştır. Orta Avrupa'da geliştirilen Wagenburg taktiklerim kullanan Macar orduları ile Osmanlı ordularının karşı karşıya geldiği 1443 ve 1444'te savaşın dengelerini Osmanlıların lehine çeviren unsur yeniçeriler olmuş, İstanbul'un fethinde bu prestijlerini pekiştirme fırsatı bulmuşlardır. Fethin efsane kişiliklerinden Ulubatlı Hasan, yeniçerilerdendir.
Fetihten sonra ocağın merkezi İstanbul olmuştur. Kalelerde ve taşrada görev yapan yeniçerilerin mevcudu bir süre sonra büyük rakamlara ulaşmışsa da çeşitli yörelere yayılan ocaklılar arasındaki dayanışma ve ortak kimlik çözülmemiş, bu açıdan ocağın kalbi payitahtta atmıştır.
İstanbul'da yeniçerilerin kışlaları, şimdi Şehzadebaşı diye bilinen semtte yapılmıştır. Acemioğlanlarının kışlaları da aynı yerdeydi. 1509'da şehre çok hasar veren ve halkın "küçük kıyamet" diye adlandırdığı depremden sonra binalar ahşap olarak yeniden yapılmış, daha da sonra, 1540 civarında, Şehzade Camii Külliyesi'ne yer açmak üzere çoğu yıkılmıştır. Bu meyanda yeniçerilerin büyük çoğunluğu Aksaray ile Horhor arasında yeni ve geniş bir kışla mahalline yerleştirilmişlerdir. Yeni Odalar(->) diye bilinen bu kışlalar, Şehzadebaşı'ndaki Eski Odalar'da(-0 bir miktar yeniçeri bırakılmışsa da, 1826'ya kadar ocağın üssü
olma konumunu sürdürmüştür. 16. yy'ın ortalarından itibaren sayıları hızla artan evli yeniçeriler kendi evlerinde oturdukları için 17. ve 18. yy'larda şehrin çeşitli mahallerinde yaşayan ocak mensupları vardı. Ayrıca bekâr odaları ve yatılı kahvehaneler birçok yeniçerinin yaşadığı mekânlardı. Ancak, nerede yaşarsa yaşasın her yeniçerinin mensup olduğu odaların (yani bölüklerin) ve bir bütün olarak ocağın, tören ve ritüellerinin yer aldığı, kazan ve sancaklar gibi değerli eşyalarının ve sembolik ağırlıklarının bulunduğu en önemli mekân, Yeni Odalar ve önündeki Etmey-danı'ydı(->).
Mesela 18. yy'daki çehresini daha ayrıntılı tanıdığımız bir âdet gereğince, her sabah ocağın seğirdim ustaları tarafından mezbahadan Etmeydanı'na getirilen sığır etleri, gülbank çekildikten sonra ortalara dağıtılırdı. Sultan ile kapıkulları arasındaki nimet ve hizmet karşılıklılığına dayanan bir çeşit "mukavele", genellikle buna benzer mutfak (ocak) dünyası ile ilgili simgelerde ve ritüellerde ifadesini bulmuştu. Galebe divanında Topkapı Sarayı'nda verilen çorbayı içmemek hoşnutsuzluğun, daha da iyi bilindiği üzere, orta kazanlarını ya da ocağın Hacı Bektaş Veli tarafından kutsandığı düşünülen kazan-ı şerifini yeriden kaldırmak, tam bir isyan hazırlığının ifadesiydi. Orta mutfakhaneleri o kadar hürmet uyandıran yerlerdi ki, suç işleyen yeniçeriler burada tutuklu bulundurulurlar, aşçıbaşılar odaların en saygın za-bitanından sayılırlardı. Yeniçeriler, siyasi eylemlerine genellikle Etmeydam'nda toplanarak ve ant içerek başlarlardı.
Ocağın sosyal, idari ve siyasal hayatında önemli rol oynayan bir diğer mekân, Ağa Kapısı(->) yani yeniçeri ağasının konağı ve müştemilatı olmuştur. İdari işlerin ya-nısıra, ocak mensuplarını ve ocak kanunlarını ilgilendiren meselelerin görüşüldüğü ağa divanı da burada toplanırdı. Geniş bir avlu etrafında yeniçeri ağasının ve katar ağalarının makamlarını, büyük bir camii, zindanı, çeşitli köşkleri, çardakları ve hizmet binalarını barındıran Ağa Kapısı'ndan, acemi ve yeniçeri zanaat erbabının hizmet ettiği imalathanelerden oluşan bir de çarşı vardı. "Köşklü" adı verilen acemioğlan-larmın hizmet ettiği ve yangın kulesi olarak kullanılan, yüksek bir camlı köşk de sarayın dahilindeydi. Ayrıca meşhur bir Tekeli Köşkü vardı ki, geniş bir açıdan şehrin birçok mevkiine nazır olan bu köşkte yeniçeri ağasının kışın karlı fırtınalı bir gününde sadrazamı ağırlaması âdeti, şehirlilerin muhayyilesinde önemli bir yer tutmuş olmalı.
Ocağın kaldırılmasıyla birlikte vuku bulan büyük tahribat sonucu, bu binalardan, Şehzadebaşı'ndaki gösterişsiz Acemioğlan-ları (bugün "Acemoğlu") Hamamı hariç, eser kalmamıştır. Yeni Odalar topa tutulmuş ve yakılmış, Eski Odalar yıktırılmış, kısmen yanan ve yıkılan Ağa Kapısı şeyhülislamlığa ait olarak yemden inşa edilmiştir (bugün İstanbul Müftülüğü olarak kullanılmaktadır).
İstanbul ve genel olarak Osmanlı şe-
Yeniçeri ortalarının alametleri (42-81. ortalar).
Mahmud Şevket Paşa, Osmanlı Teşkilat ve Kıyafet-i Askeriyesi, I, İst., 1909
hircilik tarihi açısından bakıldığında, yeniçerilerin varlığı askeri kimlikleriyle sınırlanamaz. Sefer dışında, güvenlik ve itfaiye hizmetleri başta olmak üzere devlet sektöründe çeşitli görevleri üstlenmişlerdir. İstanbul'da asayişi sağlamak üzere oluşturulan kullukları(->) onlar beklemiş, bir zamanlar şehri doğal afetler gibi sık sık tehdit ve tahrip eden yangınları söndürme vazifesi onlardan beklenmiştir.
m
Yeniçerilerin iktisadi hayata katılmaları, oldukça erken dönemlere gider. Hiç olmazsa mal mülk sahibi olarak dükkânlarını kiraya verenler arasında yeniçerilere daha 1490 tarihli bir belgede rastlanır. 16. yy'ın başlarındaki belgelerde çift çubuk sahibi yeniçeriler çıkar karşımıza. Bu erken devirlerde çoğunun bekâr olduğu kesindir, ama Lampo di Birago daha 1452'de Edirne'de evli yeniçerilerden söz eder. löOO'le-re doğru, yeniçerilerin iktisadi hayattaki varlıklarının ve evli barklı efradın dikkatini çekecek ve Osmanlı yazarlarını endişelendirecek bir hal alması, ocağın mevcudunun artması ve sosyal kompozisyonunun değişmesi olgularına bağlıdır.
Devşirme usulünün zaman içinde terk edilmesi ve ocağın mevcudunun artması olgularını "yozlaşma" olarak değerlendirmek, sosyal ve askeri zaruretleri göz ardı etmek anlamına gelir. Birtakım yolsuzluklar muhakkak yapılmış, hattâ büyük boyutlara ulaşmış, mesela seferde ölenler (mah-luller) kaydedilmeyerek onların maaşları devlet hazinesinden toplanmaya devam edilmiş ve ocak zabitleri arasında pay edilmiştir (bu açıdan, ocak zabitleri Avrupalı meslektaşlarından pek farklı değiller, çünkü aynı yolsuzluk 17. yy Avrupa ordularında da görülmüştür). Ancak, Avrupa'da yeniçağa damgasını vuran "askeri devrim"in önemli bir boyutu, orduların büyümesidir. Ayrıca, ateşli silahların ve piyadenin önemi artmış, dolayısıyla Yeniçeri Ocağı'
YENİÇERİLER
474
475
YENİÇERİLER
Öte yandan ocak mevcudunun artması maliyeye büyük bir yük getirdiği için, 17. yy'dan başlayarak Osmanlı reformculuğunun gündemindeki en önemli maddelerden biri, başta yeniçeriler olmak üzere kul olarak kayıtlı olanların sayılarını azaltarak hazineye nefes aldırmak olmuştur. Bu eğilim ile ordunun büyümesi eğilimi arasındaki uyumsuzluk, 17. yy Osmanlı idari ve siyasi hayatında sürekli bir gerilim öğesiy-di. Askeri zaruretlerin ötesinde, ocak, şehre göçen nice insan için ekmek kapısı olduğundan, bir çeşit sosyal güvenlik işlevi görüyordu ve bugünkü KiT'ler gibi, devletin mali disiplin ve babalık arayışlarının çatıştığı fay hattında depremlerle hayatını sürdürüyordu.
16. yy'ın sonlarından itibaren, ocağın mevcudu inişli çıkışlı, ama gittikçe yükselen bir eğri ile ifade edilebilir. Mali disiplin hevesi ne kadar güçlü olursa olsun, bilhassa askeri zaruretlerin karşısında uzun süre-, 1i olamıyordu. Mesela, l692'de, yani 2. Viyana kuşatması sonrası bozgunlarının sürmekte olduğu dönemde, istanbul'da bulunan Kont Marsigli kendi gözleriyle gördüğü şu tabloyu resmeder: "Bütün şehrin sokaklarında 'kapıya çağırtmak' denilen sultanın beyannamesinin sureti neşrini ve daveti gördüm. Bu beyannamede yeniçerilere yevmiye 8 akçe verileceği beyan ediliyordu... Keza seferden sonra oturaklara mahsus olan tahsisatın dahi verileceği beyan ediliyordu. Keza tertip harici olarak bazı imtiyazattan ve ticaret ve sanayi ile iştigal etmek gibi şeylere müsaade olunacağından dahi bahsedilmekte idi... işbu ila-natın ertesi günü başçavuş istanbul'un en geniş meydanına gelerek... orduya kayıt ve kabulü arzu edenlere nezaret eylemekte idiler. Beyannamede tadat edilen imtiyaza! ve vaitler pek büyük olduğu halde ben büyük bir arzu ile yeniçeriliğe kayıt ve kabulü arzu edenleri çok az olarak gördüm." Bu olaydan 9 yıl sonra, 1701'de yeni bir reform hamlesi olarak, 70.000'i bulmuş olan ocak mevcudunun yarıya indirildiğini görüyoruz. Ama bu disiplin muhafaza edilmemiş, yeniçerilerin sayıları yeniden artma temayülüne girmiştir.
Zaten, 1730 tarihli Patrona Halil Ayak-lanması'ndan sonra devletin bu konuya yaklaşımı değişmiştir. Ocaktan maaş alma imkânı sağlayan "esami" zumun zaman satışa çıkarılmış ve kısmen iç borçlanmaya yarayan bir çeşit devlet tahviline dönüştürülmüştür. Mesela 18. yy'ın sonlarında ulemadan birinin terekesinde 12.700 küsur akçelik yeniçeri esamisi bulunmuştur. Ocak mevcuduna yönelik daha önceki mali reform tavrının değişmesiyle, yeniçerilerin sayısı iyice artmıştır. D'Ohsson'a göre bu dönemde, asker sayılabilecek 120.000 yeniçeri vardı, bunların 20.000'i istanbul'daydı; ayrıca 150.000 kadar askerlikle ilgili olmayan esami sahibi vardı; sayısını tahmin dahi edemediği bol miktarda yeniçeri taslakçısı vardı ki bunlar maaş almıyorlar ama bağlandıkları ortamın dayanışma ağından, iş ilişkilerinden, itibarından ve tabii yeri geldiğinde bilek gücünden yararlanıyorlardı. Belki de bu esneklik sa-
yesinde Osmanlı Devleti, 1589-1730 arasında, sadece oturaklılarım sayarsak, 10 kapıkulu isyanı gördüğü payitahtında, 1730-1807 arasında önemli bir isyanla karşılaşmamıştır. Her halükârda, ocak defterleri 1730'dan itibaren "ocak bezirganı" denilen özel girişimcilere ihale edilmiş, onlar da bu işi büyük bir gizlilik içinde yürütmüşlerdir. 1760'ların ingiltere Elçisi Yahudi Zonana, ailesinden bir ocak bezirganına yeniçerilerin sayısını sorduğunda aldığı cevap, "Bunu ancak sultana söylerim, o da kellemi uçurmakla tehdit ederse" olmuştur.
Ocak mensupları her dönemde, çeşitli kavim, dil, din, mezhep kökenlerinden gelerek şehrin zaten baş döndürücü çeşitliliğim daha da karmaşıklaştırmışlardır. Devşirme uygulamasının seyrelmesi ve terk edilmesi sürecinde de, çoğunluğu Müslüman ama yine envai çeşit kavim ve dil kökenlerinden, mezhep eğilimlerini pek iyi bilmediğimiz (Osmanlı yazarlarına göre "bi-din ve bi-mezheb") Türkler, Arnavutlar, Kürtler, Boşnaklar, Lazlar (Evliya Çele-bi'ye göre dilleri boğazına balık kılçığı kaçmış insanların konuşmasına benzeyen) çeşitli Kafkasyalılar, Rum, Ermeni, Slav ve Avrupalı Hıristiyan kökenli mühtediler, anakronizme düşmeden "etnik grup" diye tanımlayamayacağımız nice taifeden kopup kapağı İstanbul'a atmış nice genç insan, Yeniçeri Ocağı'na ve kimliğine sığınmış, bu çerçevede hem bir ekmek kapısı, hem de bir eş dost çevresi kotarma arayışlarına cevap bulmuşlardır.
Bu gençlerin kimisi, olağan anlamında esnaflıkla ve ticaretle, kimisi zorbalıkla iştigal etmiş, bazen bu kategoriler birbirine karışmıştır. Özellikle tekelci lonca sisteminin kalıplarım kıramadıkları için çoğu, seyyar satıcılık, tellaklık gibi pek makbul addedilmeyen, hattâ sık sık kovuşturmaya uğrayan mesleklerde çalışmış, loncalara mensup çarşı pazar esnafının dışında bir çeşit "lümpen esnaf" zümresi oluşturmuşlardır. Kelimenin çağrıştırdığı üzere, kanunsuz işlere ve düzenli toplumun "sefahat hayatı" dediği hayata yakın olanlar da bunlar olmuştur. Öte yandan ocağa asker olarak girmiş ve asli kimliğini bu şekilde tanımlayan nice yeniçeri de ticaret hayatının ya da zorbalığın tadını almış, dolayısıyla yeniçerilerin iktisadileşmesi (ya da bir diğer perspektiften, iktisadi hayata girmesi, ama rasyonel ve sivil olamadığı için "iktisadileşememesi") denilen olgu, iki yönlü olarak gelişmiştir. Bir yandan hariçten gelip Yeniçeri Ocağı'na yazılan ama öncelikle serbest meslek icra edip para kazanma yoluna giren "lümpen esnaf", bir yandan da Yeniçeri Ocağı'nın içinden yetişip gözünü dışarı çevirenler. Haliyle bu iki yönlü gelişme zamanla örtüşmüştür. Ocak mensupları arasında lonca mensubu ve çarşıda pazarda dükkân sahibi olanlar varsa da, özellikle ocak zabitlerinin kimi zaman büyük sermaye ile büyük kârlar peşinde koştuğu ticaret faaliyetleri olmuşsa da, yeniçerilerin "esnaflaşması" olgusunun sosyal tabanı ve mahiyeti daha çok yukarıda tasvir ettiğimiz şekliyle anlaşılmalıdır.
Bu sosyal zümrenin ortaya çıkması, 16. yy'ın sonlarına doğru Osmanlı şehirlerinde ve toplum hayatında yepyeni rüzgârlar estiren kahvehanelerin yayılmasıyla eşzamanlı olmuş, kendilerine has sosyokültürel dünyalarını kurdukları mekânlar odaların yanısıra kahvahaneler olmuştur. Zamanla yeniçeri kahvehaneleri diye adlandırılan işletmeler açılmış, hattâ değişik ortalat kendi kahvelerini işletme yoluna gitmiştir. Törenle açılışını yaptıktan sonra bu mekânları orta nişanlarıyla ve o çevrenin sembolleriyle süsleyen yeniçeriler kahvehanelerde hatırı sayılır bir edebiyat yaratmışlardır. 17. ve 18. yy'lar-da Kul mahlasıyla şiir yazan saz şairlerinden birçoğunun, mesela meşhur Âşık Ömer'in, ocağa mensubiyeti bilinir. Büyük kısmı muhakkak mütevazı olan bu kahvehaneler arasında son derece gösterişli olanları ve ünlü ustaların elinden çıkanları da vardır. Çardak İskelesi'ndeki meşhur yeniçeri kahvehanesi, Çardak Kulluğu çorbacısı Galatalı Hüseyin Ağa'nın şiirine şöyle yansır: Pek mükellef yapmış kalfası Balyan/Kahve değil kurmuş bir koca dalyan / içinde cem olmuş peripeykerler / Türk, Urum, Ermeni, Frenk, italyan.
Yeniçerilerin Bektaşîliği, bütün yeniçerilerin Bektaşî tarikatına mensup olduğu, itikaden de Bektaşîler gibi olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu bağlantının ne zaman geliştiği tam olarak belli değilse de, 15. yy'ın sonlarında hiç olmazsa söylentisinin olduğu, Âşıkpaşazade'nin itirazlarından anlaşılıyor. 16. yy'ın sonlarında ocağa Bektaşî Ocağı, zabitlerine de Bektaşî ağalan diye hitap etmek olağan hale gelmişti, ama aynı yüzyılın sonunda Yeni-kapı Mevlevîhanesi'ni yaptıran kişi Yeniçeri Ocağı'nın kâtibidir. Başka başka tarikatlara mensup daha birçok yeniçeri saymak mümkün. Belki de 17. yy'da bir yazarın söylediği gibi ocağın Bektaşîliği, Hacı Bektaş Veli'ye duyulan saygıdan ibarettir, itikadi bir tarafı yoktur, ama ocak içinde birtakım Bektaşî babalarının bulunduğunu da hatırlamalıyız. Bu konu ciddi bir araştırmaya muhtaçtır.
Bu renkli, hareketli zümrenin âdetleri ve yaşam tarzı, birçokları tarafından "se-fihane" addedilse de, birçoklarını özendirmiş, yeniçeri kökenli argolar ve modalar istanbul kültürünü derinden etkilemiştir. 18. yy'ın başında (bir Frenk icadı olan) tulumba, önce teknolojik bir yenilik olarak itfaiyeci acemioğlanları ve yeniçeriler arasında revaç bulmuş, giderek 20. yy'ın başlarına kadar İstanbulluları saran "tulumbacı" altkültürühü (yine kendine has ritü-elleri, kahvehaneleri, şiirleri ile) bu zümreler inşa etmiştir. Yine 18. yy'da "Cezayir kesimi" modası bu kesimden çıkmış, kibar aile çocukları, bıçkın ve delikanlı tiplerin sokaklarda boy gösterdiği bu acayip giysiyi ve göğüs kıllarım tarayıp boncuklarla süsleme âdetini taklit etmişlerdir. İşte bu sos-yoiktisadi ve sosyokültürel gelişmelere bağlı olarak, yeniçerilerin siyasi katılımının da mahiyeti değişmiştir, askeri ayaklanmalar giderek birer sosyal isyana dönüşmüştür.
Daha askeri açıdan rüştünü yeni ispat ettiği 15. yy'ın ortalarında Yeniçeri Ocağı siyaset dünyasında da varlığını hissettirmeye başlamıştır. 1446 Edirne Buçuktepe İs-yanı'ndan sonra, yeniçerilerin siyasi ağırlığı sürekli olarak hissedilmiş, merkezi yönetimin baş kaygılarından biri, bir yandan ocaktan bir güç unsuru olarak yararlanırken bir yandan da onu dizginlemek olmuştur. Yeniçerilerin İstanbul sokaklarına yayılan ilk büyük isyancı eylemi, II. Mehmed'in (Fatih) ölümüyle doğan boşlukta, 1481'de gerçekleşmiştir. 1525'te Sadrazam İbrahim Paşa'nın yokluğunda, yine İstanbul çalkalanmış, yeniçeriler çeşitli devlet büyüklerinin ve Yahudi sarrafların evlerini basmıştır. Bütün bu ayaklanmalar-da, yeniçeriler bir yandan para tağşişi yoluyla maaşlarının düşürülmesine karşı çıkmışlar, bir yandan da çeşitli siyasi talepler ortaya atmışlar, ayrıca birtakım devlet büyükleri ve güç odaklarıyla ortak bir zemin bularak dayanışma yoluna gitmişlerdir. Bu özellikler ve tecrübeler, ocağın daha sonraki siyasi eylemlerini anlamak için de önemlidir. 1566'da II. Selim'in cülusu sırasında çıkardıkları huzursuzluk, tağşişle değilse dahi yine gelirleriyle, bu kez cülus bahşişi ile ilgilidir. Bu tür siyasi eylemler, Osmanlı tarihçiliği tarafından genellikle yeniçerilen edepsizliği olarak anlatılır, ama ücretli bir kesimin gelirinin düşürülmesi karşısında, hele elinde güç varsa, tepkisiz kalmasını beklemek ya safdillik ya düpedüz haksızlık olur (bak. ayaklanmalar).
16. yy'ın sonlarında art arda gelişen kapıkulu isyanlarını yeniçerilere atfetmek yanlıştır. 1589 Beylerbeyi Olayı'ndan başlayarak kapıkulu sipahilerinin gerçekleştirdiği bu ayaklanmalara yeniçeriler karışmamış ya da hükümet tarafında yer almışlardır. Yeniçerilerin sosyal bir zümre mahiyetini kazanmaya başladıktan sonra gerçekleştirdiği ilk büyük isyan 1622 Genç Osman Vakası'dır. Ocağın lağvedileceği söylentileri, yeniçerileri harekete geçiren en önemli sebeptir belki, ama II. Osman(->) daha tahta çıkar çıkmaz yeniçerileri disiplin altına almak adına onları gücendirecek çeşitli adımlar atmış ve bu arada şehir halkından da çeşitli kesimleri yabancılaştıracak şekilde davranmıştır. Naima'nın "cumhur" diye nitelediği isyancılar, yeniçeriler ve onlarla birlikte hareket eden "şehirliler"den oluşmuştur. Ancak burada bütün şehir halkı değil, sosyo-iktisadi olarak yeniçerilerle kaynaşan belirli zümreler kastedilmiştir. İsyana katılan kullardan Tûgî'nin, isyancıların "ehl-i şûk" ile aralarının gergin olduğunu ifade etmesi, şehir halkından bir kısmının isyancılara dahil olmadığını gösterir. Zaten, çarşı pazar ehlinin doğrudan katıldığı isyanlar dışında, bütün isyanlarda, hiç olmazsa potansiyel olarak, bu tür bir gerginlik söz konusudur. İsyancı elebaşıları dükkânlara el sürülmeyeceği konusunda vaatlerde bulunurlar ve genellikle de kısa vadede rasgele çapulculuğu engellerler. Yine de kimi zaman, hele isyancı faaliyetin ve istikrarsızlığın uzun sürmesi halle-
Yeniçeri
tipleri: (soldan
sağa) kulluk
neferi, keçeli,
odabaşı, kulluk
bayraktan
(solda).
Çorba
dağıtmaya
giden
yeniçeriler:
baş-
karakullukçu,
karakullukçu
ve orta sakası.
TETTV Arşivi
rinde, yeniçeriler çarşı ehli esnafı karşılarına almaktan kurtulamazlar.
1632, 1648, 1655, 1687, 1703, 1730 yıllarında da ya sultanları tahtından ya da vezir ve çeşitli yöneticileri makamlarından eden yeniçeri isyanları, İstanbul'u birbirine katmıştır. Siyasi çalkantıların her birinde değişik sosyal katmanlarla koalisyon ve gerginlik yaşanmıştır. 1651 ve l688'de yeniçeriler esnafı karşılarında bulmuştur. En geniş koalisyon, 1703 Edirne Vakası'nda gerçekleştirilmiştir: Sevilmeyen Şeyhülislam Feyzullah Efendi'den ve Edirne'de oturmaktan vazgeçemeyen sultana karşı, yeniçeriler, ulema, ve İstanbul esnafı, çeşitli toplantı ve pazarlıklardan sonra, birlikte hareket etmeyi kararlaştırmış, bu kesimlerden binlerce insan İstanbul'dan Edirne'ye yürümüştür. Bir yeniçeri şairin başarıyla ifade ettiği gibi bir şehrin, İstanbul'un isyanı olmuştur: İstanbul coştu da huruç eyledi/ Din davasındadır kul padişahım/ Bu şehr-i muazzam sana ney-ledi / Din davasındadır kul padişahım. İsyan başarıyla sonuçlanıp da tahta yeni bir sultan (III. Ahmed) geçirilirken kendisinden İstanbul'da oturacağına dair söz vermesi istenmiştir. III. Ahmed'in bu talebi kabul etmemesi pek düşünülemezdi herhalde zira ortaklıkta tuhaf fikirler dolaşmaya başlamıştı. Gerçi daha 17. yy'ın sonlarında Osmanlı ailesi yerine Kırım hanlarının geçebileceği konuşulmuştur, ama 1703'te muhayyilesi daha da geniş bir yeniçeri zabitinin önerdiği, Osmanlı siyasi düşünce tarihinin en radikal örneklerindendir: Çalık Ahmed hanedanı kaldırıp yerine "Cezayir ve Tunus ocakları gibi cumhur cemiyeti ve tecemmu devleti" kurulmasını teklif etmiştir.
1730 Patrona Halil Ayaklanması'nda bir hamam tellağıyla birkaç yıl önce seyyar satıcılık yaparken İstanbul'dan kovulmuş bir manav, yeniçeri ocakdaşlarıyla birlikte sultam değiştirmiş, çeşitli devlet adamlarını ya makamlarından ya canlarından etmiş, ama hiçbir köklü değişiklik getirmedikleri Osmanlı siyasi yapısının çarkı içinde, daha önceki nice "başarılı isyancı" gi-
bi, yok olup gitmişlerdir. Yine de gösterdikleri tepkilerden yola çıkarak isyancıların kafasındaki İstanbul tasavvuruna bakabiliriz ve Sa'dâbad'daki kasırları ve bahçeleri istemediklerini görürüz. Ama buradan Frenk âdet ve icatlarına karşı oldukları sonucuna varmamalı, zira matbaaya dokunmamışlardır. (Zaten matbaanın kurulmasında önemli bir rol oynayan Yirmi-sekiz Mehmed Çelebi, Yeniçeri Ocağı'ndan değil midir?)
Devlet ile yeniçeriler arasındaki, 17. yy'dan itibaren giderek gerginleşen ve 19. yy'ın başlarında nihai patlama noktasına ulaşan çatışma, basit bir reformcu/ileri-ci/Batıcı-gerici/şeriatçı/istemezükcü ikilemine indirgenemez. Merkezi devletin gücünü yeniden tesis etmeye yönelik reformcu projelerin karşısında yeniçeriler, bilinçli veya bilinçsiz, ocağın, taalukatmın ve onlarla birlikte hareket etmeyi yeğleyen çeşitli kesimlerin gözetilmeyen çıkarlarını ve geleneklerini temsil eden, savunan bir güç oluşturmuştur. Hattâ zamanla, fiili olarak, yarı sivil bir çeşit siyasi partiye dönüşmüştür. Bazı ayan ile devlet arasında imzalanan meşhur Sened-i İttifak'tan bir yıl önce, 1807'de, bu tür bir hukuki mukavele ilk Yeniçeri Ocağı ile devlet arasında bir şer'i hüccet olarak imzalanmış ve kadı sicillerine kaydedilmiştir. 1810'da yeniçeriler, devleti küçültme deyiminin somuta dökülmesi sayılabilecek bir şekilde, sultanın yeniçerilerin şikâyetlerini dinlediği (ve törenlik alayları seyrettiği) Alay Köş-kü'nün fazlasıyla yüksek olduğunu ifade etmiş, binayı küçülttürmüşlerdir. Osmanlı reform tarihinin en kararlı ve istikrarlı kişiliği olan II. Mahmud, bu tür güçlerin, reformların hakkıyla uygulanmasına izin vermeyeceğini gayet iyi anlamıştır. 1826'da, yeni metotlarla eğitilmiş ve yepyeni silahlarla mücehhez bazı birlikleri ve ne zamandır kazanmaya çalıştığı ulemanın teşvikiyle sancak-ı şerifin(-t) altına toplanan şehir halkından bazı kesimleri, Yeni Odalar üzerine sürmüş, önce odalar topa tutulduktan sonra büyük bir yeniçeri kırımı yaşanmıştır.
Dostları ilə paylaş: |