EVERGETES MANASTIRI
234
235
EVIİYA MENKIBELERİ
İmparatorluğun son çağında, yerli kültürün kontrolü sadece, fakir yerli halkın, sıradan ustalar tarafından gerçekleştirilen işlevsel, sade mimarisiyle temsil edilirken, Batı'nın kültürel ve ekonomik baskısı altında zengin konut mimarisi sınırsız bir seçmeciliği yeğlemiştir. Eski yaşam düzeninin de terk edildiği bu dönemde konutların zemin katları sokağa açılmaya başlamış, sokağa kapanan zemin katı görüntü olarak terk edilmiştir. Kafeslerin kalkması, açık balkonlar, Fransız balkonları, dışa dönük bir yapı kavramını İstanbul'a getirmiştir. Cephelerde klasik sütun nizamları, barok kornişler, pencereler, art nouveau motifler ve bunlara eklenen sözde yeni Osmanlı ve ulusal, gerçekte Batı' nm romantik "sarasen" yorumundan esinlenmiş motifler birbirleriyle karışmıştır.
Yeni konutların zemin katları sokağa açıldığı için, artık evlere düzayak girilmez olmuş, zemin katların dışarıdan görülmesine engel olmak için, bodrum katlar biraz yükseltilerek, evlere merdivenlerle girilmeye başlanmış, zemin kat pencerelerine bezemesel, çoğu kez art nouveau'dan esinlenmiş parmaklıklar konmuş, fakat evlerin birinci katları zemin kat üzerinden taşma yapmaya devam etmiştir. Kagir evlerde çıkmalar, küçük locyalar şeklinde yapılmıştır. Cephelerde klasik düzenleri anımsatmak için pilastrlar gelmeye başlamış, bunlar belirtilen yatay kat korniş-leriyle birleşerek, klasizan cephe etkileri elde edilmiştir. Türk geleneğinde, çok eskiden var olsa bile, pek kullanılmayan çatı arası, balkonlu bir cihannüma motifi o-larak kullanılmaya başlamıştır. Bütün bu köklü değişmelere karşın, bu dönemde İstanbul'un geleneksel görüntüsünü koruyor görünmesi, sokak boyutlarının değişmemesinden ve yangın yerleri dışında eski sokak dokusunun korunmasından ve çıkmalı cephe düzenlerinin yapılmaya devam edilmesinden kaynaklanmaktadır. Yabancı üslupların fakir konutlarda pek etkili olmaması da bu süreklilik hissine yardımcı olmuştur.
Cumhuriyet Dönemi
Cumhuriyet dönemi konut mimarisinin en önemli farklılığı, ahşabın, ekonomik nedenler ve yasal zorlamalarla terk edilmesidir. Bu bütün bir yapı geleneğinin ortadan kalkmasına neden olmuş ve İstanbul' da kagir yapı geleneğini uzun zamandan beri sürdüren Rum ve Ermeni ustalar, tuğla kagir yapı alanında başlıca teknisyenler olarak kalmıştır. Bu yapılar Türkiye'ye 1930'larda girmiş olan çağdaş mimari a-kımların (o dönemdeki adıyla kübik mimarinin) etkisi altında biçimlenmiş; apartman^) ise azınlıkların Galata ve Beyoğ-lu'nda, Nişantaşı, Teşvikiye gibi yeni mahallelerde yaptıkları dışında, Türk mahallelerinde, II. Dünya Savaşı'na kadar fazla yapılmamıştır. II. Dünya Savaşı'ndan sonraki gelişme çok değişik boyutlarda, değişik bir sosyal ve ekonomik ortamda ortaya çıkmıştır. Bunun tarihi ise henüz yazılmamıştır. Bibi. A. G. Mc Kay, Houses, Vittas and Pala-
ces in the Roman World, Ithaca-London, 1975; G. Velenis, "Wohnviertel und Wohnungsbau in den byzantinischen Staedten", Wohnungs-bau im Altertum, Berlin, 1978, s. 197-236; L. Brehier, La Civilisation byzantine, I, Paris, 1970, s. 33-41; "Houses", Dictionaty ofByzan-tium, II, 953-954; Eldem, Türk Evi; Eldem, Köşkler ve Kasırlar; S. H. Eldem, Köçeoğlu Yalısı, Bebek, İst., 1977; E. Küçükerman, Kendi Mekânının Arayışı içinde Türk Evi, ist., 1978; A. Arel, Osmanlı Konut Geleneğinde Tarihsel Sorunlar, izmir, 1982.
DOĞAN KUBAN
EVERGETES MANASTIRI
Konstantinopolis'te bir manastır. Kara surlarına yaklaşık 3 km uzaklıkta olduğu sanılan manastır Teotokos Evergetes'e adanmıştı.
Manastırın kurucusu Paulos, 1049'da son yıllarını geçirmek üzere bu bölgeye yerleşmiş ve keşiş yaşamında kendisine eşlik edenlere barınak sağlamak amacıyla, birkaç basit odacıktan oluşan ilk binayı yaptırarak, manastırı Teotokos Evergetes'e adamıştı. 1054'te ölümünden sonra müritlerinden Timothi hegumenos (manastır şefi) olarak yeni bir bina inşa ettirdi ve kuruluşun parasal durumunu iyileştirecek önlemler aldı. Timothi'nin yazdırttığı iki tipikon'dan (vakfiye) biri manastırdaki günlük yaşamı düzenliyor, diğeri ise ayinlerle ilgili ayrıntılı bilgileri ve takvimi içeriyordu. Bu ikinci vakfiye daha sonra çok ünlü olmuş ve birçok dini kuruluşun tipi-kon'una örnek teşkil etmiştir.
Manastırda, yolcuların barınabileceği bir misafirhane ve kiralık odalar ile hastaların bakımının yapıldığı bir bölüm ve yoksullara her gün yiyecek dağıtan bir i-marethane vardı.
Şehir surlarının içinde bir "metohion"u (kendi adını taşıyan şubesi) bulunan Ever-getes Manastırı, Latin işgali sırasında, Roma yakınlarındaki Katolik Montecassino Ma-nastırı'na bağlandıysa da, Ortodoks mensuplarına dokunulmadı. 13. yy'dan sonra manastır hakkında herhangi bir bilgiye rastlanılmamakta, buna karşılık şehir sularının içinde bulunan başka bir Everge-tes Manastırı ile karıştırılmaktadır.
Bibi. P. Gautier, "Le typikon de la Theotokos Evergetis", Revue deş etudes byzantines, S. 40 (1982), s. 5-101; U. Pargoire, "Constantinople: Le couvent de l'Evergetis," Echos d'Orient; Janin, Eglises et monasteres, 178-183.
İSTANBUL
EVLİYA CAMÜ
Fatih îlçesi'nde Mevlanakapı'da, Veledi-karabaş Mahallesi'nde, Hacı Evliya Camii Sokağı ile Mimar Hasan Camii Caddesi' nin kesiştiği köşededir.
Hadtka'yu göre banisi İmam-ı Sultanî ve Şeyhülkurra Evliya Mehmed Efendi'dir. IV. Murad (hd 1623-1640) ile çıktığı Revan seferinde hastalanıp, Ayasofya Şeyhi Ka-dızade Mehmed Efendi ile beraber İstanbul'a dönmüştür. 1038/l628'de Kadızade ile aynı gün vefat ederek, Topkapı dışında bir yere beraberce gömülmüşlerdir. Cami ise bu tarihten önce yapılmış olmalıdır. Zamanla harap olan yapı Hacı Tevfik Bey tarafından 1291/1874'te tamir ettirilmiş-
tir. Caminin doğu yönünde avluda yer a-lan mermer lahit muhtemelen Hacı Tevfik Bey'e aittir. Cami aynı zamanda "Hacı Evliya Camii" olarak da anılmaktadır.
Dikdörtgen planlı cami, kesme taştan inşa edilmiş ve kiremitli bir çatıyla örtülmüştür. Doğu ve batı cephesinde üç, mihrap duvarında ise iki tane büyük dikdörtgen pencere bulunmaktadır. Kuzey cephesinde yer alan iki sıralı pencereler üst kısımda üç, alt kısımda ise giriş kapısının yanlarında iki tanedir. Üst kısımdaki dikdörtgen çerçeveye alınmış yuvarlak kemerli pencerelerin kilit taşında "S" kıvrımlı dekoratif konsollar mevcuttur. Yapının giriş kısmında yer alan kiremit çatılı ahşap sundurmayı, sütun başlıkları Dor tarzında olan ince uzun iki mermer sütun taşımaktadır. Caminin doğusunda yer alan ve 17. yy özelliklerini yansıtan minare kesme taştan, dikdörtgen kaide üzerine silindir gövdelidir.
Yapının harim kısmında köşelerde kabaraların yer aldığı ahşap tavan "çubuklu" demlen türdendir. Ahşap korkuluktu fevkani mahfil harime açılmaktadır. Alçı mihrap perde motifleriyle süslenmiş sade bir niş şeklindedir. Sivri külahlı ahşap minberin korkuluk şebekelerinde barok üslupta süslemeler mevcuttur. Köşk kısmının altında girift süslemeli büyük bir kabara bulunmaktadır.
Caminin karşısında bir de çeşme vardır. Kesme taştan inşa edilmiş bu çeşme, kilit taşında bir çiçek bezemesinin yer aldığı barok mimari(->) tarzında kemerli sade bir nişe sahiptir.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 31; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, I, 12-13, no. 66; İSTA, X, 5419; Öz, istanbul Camileri, I, 53; Fatih Camileri, 106.
EMİNE NAZA
EVLİYA ÇELEBİ
(25Mart 1611, İstanbul - 1682'den sonra, ?) Seyahatnamesinin I. cildi ile, İstanbul' un 17. yy'daki toplumsal, kültürel, ekonomik, sanatsal ve folklorik açılardan zengin bir panoramasını yansıtan, gezgin-yazar. Kuyumcubaşı Derviş Mehmed Zıllî'nin oğlu olan Evliya Çelebi, yaşamöyküsünü, masalsı öğeler katarak Seyahatname'de anlatmıştır. Kendisi hakkında başka hiçbir Osmanlı kaynağında bilgi yoktur. Ölüm tarihi ve yeri de bilinmemektedir. Eserindeki bilgilere göre Evliya Çelebi, II. Mehmed (Fatih) dönemi (1451-1481) mir-alemlerinden büyük atası Yavuzer'in Un-kapanı'nda, Sağırcılar Camii yanındaki e-vinde doğdu. Dedesi Kara Ahmed'den geriye doğru soyu, Demircioğlu Şehid Kara Mustafa Paşa, Turhan Bala, Yavuz Özbek' tir (Yavuzer). Annesi Abaza asıllı olup Melek Ahmed Paşa'mn(->) akrabasıydı ve saray cariyelerindendi. Evliya Çelebi, babasının uzun yaşadığını, surre eminliği yaptığını, camilerin iç süslemelerinde çalıştığını, şiirler yazdığını anlatır. Eserinin birçok yerinde aile ortamından, dolayısıyla İstanbul'daki günlük yaşamdan söz eder. Çevresindeki renkli insanları, baba dostlarım tanıtır. Kelamî Ağa, Kuzu Ali Ağa,
Matbah Emini Abdî Efendi, Sukemerli Mustafa Çelebi, Karakız Mehmed Efendi bunlardandır. Bu kişiler, Evliya Çelebi'ye, İstanbul'a, kentin geleneklerine, yaşanmış ya da anlaülagelen olaylarına ilişkin pek çok şey anlatmışlardır. Ancak o, bu gerçek kişiler arasına, 100-150 yıl önceki kişileri de katmakta bir sakınca görmemiştir.
Fil Yokuşu'ndaki Hâmid Efendi Med-resesi'nde müderris Ahmed Efendi'den dersler alan Evliya Çelebi'nin hücre arkadaşı Cinci Hoca(-») olmuştur. Sâdizade Da-rülkurrası'nda da hafızlığa çalışan Evliya, müezzinliğe, hattatlığa, şairliğe, yazarlığa, nakkaşlığa, kuyumculuğa, taş oymacılığına, silah kullanmaya, cirit oynamaya, süvariliğe ilgi duymuş, bu alanlarda başarı göstermiştir. Iö30'a doğru medrese öğrenimini tamamladıktan sonra, 1635'e değin İstanbul'u gezmiş; eğlencelere, âlemlere, o-yunlara katılmıştır. Ramazan 10447 Mart l635'te kadir gecesi, Ayasofya'da IV. Mu-rad'ın huzuruna çıkışının ardından Enderun'a^) alınmış, 4 yıl kadar Kiler Koğu-şu'nda eğitim görmüştür. Bu yıllarda, IV. Murad'a öyküler, fıkralar anlattığını, besteler okuduğunu anlatır. 1639'da Enderun' dan çıkarak 40 akçe aylıklı sipahi olmuştur.
Tutku derecesindeki gezi merakını, l630'da bir gece düşünde Enıinönü'nde-ki Ahî Çelebi Camii'nde(~»), Hz Muham-med'i görüp ondan "şefaat" dileyecekken dili sürçüp "seyahat" dilemesine bağlayarak gezilerinin ve eserinin eleştirilmesini önlemeye çalışmıştır. Kasımpaşa Mevle-vîhanesi Şeyhi Abdullah Dede'nin de kendisine, "önce İstanbul'u gez" dediğini vurgular. Evliya Çelebi'nin kent içindeki ve çevresindeki gezileri l640'a kadar sürmüştür. Sonsuz hayal gücü, dikkati, gözlem ve ifade yeteneği ile gördüklerini ve dinlediklerini, başvurduğu kaynaklardan aldığı bilgilerle yorumlayarak anlatmıştır.
1640'tan itibaren, 30 yıldan fazla sürecek dış gezilere çıkmış; aralarda istanbul' da kalmakla birlikte Anadolu'nun bütün yörelerini, Karadeniz kıyılarını, Kırım'ı, Kafkasya'yı, Gürcistan ve Azerbaycan'ı, Rumeli'yi, Balkanlar'ı, Sırbistan'ı, Bosna' yi, Arnavutluk'u, Tesalya ve Mora'yı, Avusturya'ya değin Macaristan'ı, Transilvanya' yi, Ege adalarını, Irak, Suriye ve Hicaz'ı, Sudan, Habeşistan ve Mısır'ı, eyalet valilerinin maiyetinde, orduyla birlikte veya salt gezi amacıyla dolaşmıştır. Aileden kalan servet ve başta Melek Ahmed Paşa olmak üzere kendisine destek veren devlet adamları sayesinde gerçekleştirdiği gezileri sırasında önemli bir görev almamış, en çok danışmanlık, kâtiplik ve kuryelik yapmıştır.
Evliya Çelebi evlenmediğini, çocuğunun bulunmadığını, gezdiği yerlerden aldığı bazı değerli eşyayı İstanbul'a getirip sattığım ve bundan para kazandığım açıklar. 1670'lerde 10 yıl kadar Mısır'da kalan yazarın İstanbul'a dönüp dönmediği, ne zaman ve nerede öldüğü bilinmemektedir.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi adıyla bilinen 10 ciltlik büyük eserinin asıl nüshasının 8 cildi Topkapı Sarayı Müzesi Kütüp-hanesi'ndedir. 9. ve 10. ciltlerle öncekilerin, İstanbul kütüphanelerinde nüshaları
vardır. Eserin 1. cildi, birkaç bölümü dışında tamamen İstanbul'a ayrılmıştır. 17. yy İstanbul Türkçesinin anlatım gücünü ve zenginliğini ustaca kullanmayı başaran Evliya Çelebi, konuşma diline yakın ve süslü nesir denen yazım tekniği ile özgün bir üslup sergilerken mesleklere ve sanatlara ilişkin binlerce teknik terim, bir o kadar da deyim kullanmıştır. Eserde İstanbul'a dönük ağırlık, anıtsal yapılarla çarşı pazar, esnaf örgütleri ve folklor alanlarındadır.
Seyahatnamenin 1. cildinde İstanbul' un 11 kuşatması, kuruluş efsanesi, tılsımları, 17. yy'a kadarki tarihi, sarayları, surları, Fatih Camii'nden başlayarak tüm camileri, türbeleri, ziyaretgâhları,. çeşmeleri, hamamları, hanları, mihmanhaneleri, imaretleri, mektepleri, hastaneleri, medreseleri, bütün semtleri ve köyleri, kentin imarına hizmet eden padişahlar, vezirler, kadılar, sanayi tesisleri, asker kışlaları, kolluk güçleri, Haliç ve Boğaziçi mesireleri, hasbahçeler, din görevlileri, tekkeler ve zaviyeler, şeyhler, şairler, bilginler, elek-çilere, peksimetçilere, katrancılara, tuzculara, mühürcülere, kuşbazlara mandıracılara... değin yaklaşık 500 dolayında esnaf ve sanatkâr zümresi, esnaf örgütleri, bunların düzenlediği esnaf alayları, kır eğlenceleri anlatılmaktadır. Meyhane, kahvehane âlemleri, meddahlar, kentin renkli kişileri, örneğin Hezarfen Ahmed Çelebi, "İblise ders veren, pireyi kafese koyan, biti arabaya koşan" Fennî Çelebi, "fişeğe binip uçan" Lagarî Hasan Çelebi, Sadi Çelebi de eserde yer almışlardır.
Seyahatname'nin ilk 4 cildi 13147 1896'da,5.cildi 1315/1897'de, 6. cildi 13187 1900'de, 7. ve 8. ciltleri 1928'de eski harflerle, 9. cüdi 1935'te, 10. cildi 1938'de Latin harfleriyle basılmıştır. Bunlardan yapılan yeni basımlar, sadeleştirmeler, özetlemeler de vardır. Bulgarlar, Macarlar, Ro-menler, Ruslar, Sırplar, Yunanlılar, eserin kendi ülkelerini ilgilendiren bölümlerini dillerine çevirdikleri gibi, eserden, Fran-sızcaya, Almancaya ve İngilizceye çeviri-len bölümler de vardır.
Evliya Çelebi ve eseri 17. yy'dan 19. yy'a değin Osmanlı aydınlarınca önemsenmemiştir. Bilim dünyası Evliya Çele-bi'yi, ancak, Joseph von Hammer'in 1815' ten itibaren yayımladığı makalelerle tanımıştır.
Günümüzde Evliya Çelebi'nin adım taşıyan Kasımpaşa'da bir cadde ve bir ilkokul, Beyoğlu'nda da bir mahalle bulunmaktadır.
Bibi. C. Baysun, "Evliya Çelebi", lA, IV, 400-412; Osmanlı Müellifleri, III, 15; M. Eren, Evliya Çelebi Seyahatnamesi Birinci Cildinin Kaynaklan Üzerinde Bir Araştırma, ist., 1960; J. H. Mordtmann-H. W. Duda, "Evliya Çelebi", El2, II, 717-720; R. F. Kreutel, "Neues zur Evliya Çelebi Forschung", Der İslam, XLVIII (1971), s. 269-279; F. Taeschner, "Die nene Stambuler Ausgabe von Evliya Tschhelebis Re-isewerk", ae, XVIII (1929), s. 299-310; Evliya, Seyahatname, I; Demircanlı, Evliya Çelebi; Atsız, Evliya Çelebi Seyahatnamesinden Seçmeler, I, İst., 1971; F. tz, "Evliya Çelebi Seyahatnamesi", Belleten, S. 207-208 (Ağustos-Aralık 1989), s. 709-733.
NECDET SAKAOĞLU
EVLİYA MENKIBELERİ
"Dost", "sevgili" anlamlarının yanında, "Allah'ın sevgili ve salih kulu" anlamına da gelen "veli" kelimesi, çokluk şekli olan "evliya"ya göre daha az bilinir ve söylenir.
İstanbul'da pek çok veli yaşamış, vefatlarından sonra da orada defnedilmiştir. İmparatorluğa başşehirlik etmesinin yanında bir bilim merkezi de olması, pek çok "dost" ve "salih kul"un İstanbul'a yerleşmesini sağlamıştır. Çoğunluğunu, "eski İstanbul" diyebileceğimiz ve imparatorluk döneminin kültür ve medeniyet izlerini taşıyan semtlerindeki "türbe", "makam", "ziyaret" gibi adlarla anılan mezarlarının varlıklarıyla tespit edebildiğimiz bu zatların sayısı oldukça fazladır. Ancak bunlar arasında İstanbul adıyla bütünleşmiş ve hâlâ varlıklarım sürdürebilenlerin sayısı hiç de az değildir. Bunların gömülü oldukları yer yüzlerce yıldır İstanbul halkı tarafından adak ve ziyaret yeri olarak kabul edilmektedir (bak. adak yerleri; ziyaret yerleri).
Genellikle bir keramet gösterisi ile süslenen bir olayın anlatılması yoluyla ortaya çıkan "evliya menkıbelerinin, İstanbul velileriyle ilgili olanlarının sayısı son derece fazladır. Mezarı adak ve ziyaret yeri olarak benimsenmiş her evliyanın mutlaka kerametler ihtiva eden bir menkıbesi vardır. Bir kısmının benzerlerim, başka velilerde de görebildiğimiz bu kerametler arasında inanılması güç olanlar az değildir. İnsanın aklından geçeni bilmek gibi kerametlerin yanında pozitif bilimin kabulde güçlük çekeceği kerametlerin varlığı da unutulmamalıdır.
Eyüb Sultan, Merkez Efendi, Sümbül Efendi, Telli Baba, Yûşa Nebi, Yâvedut Sultan, Laleli Baba, Şeyh Vefa, Zuhurat Baba gibi herkesçe bilinen; Nalıncı Dede, Koyun Dede, Akbıyık Sultan, Derya Ali Baba, Mahmud Baba gibi daha az tanınan erkeklerin yanında Lohusa Sultan, Rahime Hatun, Çifte Sultanlar gibi kadınları da sayabileceğimiz veliler arasında Türk olmayanlar da vardır.
Ebu Eyyub el-Ensarî(-»), ilerlemiş yaşında, Muaviye tarafından Konstantinopo-lis üzerine gönderilen oğlu Yezid'in seferine gönüllü olarak katılır. 668 ya da 669'da-ki bu ilk kara kuşatması sırasında hastalanan Ebu Eyyub vefat eder ve vasiyeti üzerine İslam ordularının ilerleyebildiği en ileri noktaya defnedilir. Ancak bu mezarın yeri belirlenmez. O gece, sabaha kadar mezarına nur yağdığı rivayet edilir; hattâ bu nuru Bizanslılar da görmüştür. Mezarın yeri 784 yıl sonra, İstanbul'un fethini takiben, II. Mehmed'in (Fatih) hocalarından Akşemseddin tarafından bulunur. Anlatıldığına göre, Eyüb Sultan Camii'nin avlusundaki çınar, türbenin yeri kaybolmasın diye Akşemseddin tarafından dikilmiştir.
Merkez Efendi, Sümbül Efendi'nin kızı Rahime'ye talip olursa da vermezler. Ancak kızın verilmesi 40 deve yükü altın gönderilmesi gibi zor bir şarta bağlanır. Merkez Efendi 40 çuvala toprak doldurup gönderir. Çuvallar boşaltılırken içinden
EYİCE, SEMAVİ
236
23 7 EYÜB SULTAN KÜLLİYESİ
dökülenlerin altın olduğu görülür. Ayrıca Rahime'nin ayaklarını yakarak üzerindeki tencerede bir şeyler kaynattığını gören babası, onun da kocası gibi ermiş olduğunu anlar.
Toprağın altın olması motifini başka bir menkıbede daha görmekteyiz. 17. yy'm ortalarında İstanbul'da imamlık yapan yakışıklı bir genç, gönlünü padişahın kızına kaptırır, imam kendisinden, "nasıl olsa getiremez" diye istenilen dokuz katır yükü altını, bahçedeki sarı toprakları çuvala doldurup padişaha göndererek, çuvalların boşaltılması sırasında altın olmasını sağlar ve kızı alır. Padişah kimdir, damat kimdir; bilinmez, ancak kız Lohusa Hatun' dur. Babasının bedduasını alan kız, uzun yıllar çocuk sahibi olamaz ve hamile kalınca da doğuramadan ölür. Aylar sonra mezarından gelen çocuk sesleri üzerine kabri açılır ve annesinin memesini emmekte olan bir oğlan çocuğunu görürler.
Koyun Dede, mezarını kaldırmak isteyen mezarcıyı cezalandırır; Nalıncı Dede, ölümünden sonra çıkan büyük yangında dükkânını yanmaktan kurtarır; önceleri Fatih'in ordusunda sakabaşı olan Derya Ali Baba, kırbasında (bir çeşit su kabı) bulunan suyu başta sultan olmak üzere herkese "derya" kadar gösterdikten sonra yere fırlattığı kırbasının çarptığı yerden bir kaynağın çıkmasını sağlar. Bakırköy' de bir semte adını veren Zuhurat Baba da, tıpkı Kazlıçeşme'deki Derya Ali Baba gibi, tulumunun içinde uçsuz bucaksız bir deniz gösterir.
Her biri için birkaç efsane anlatılabilecek velilerin arasında Yûşa Nebi hem eskiliği hem de boyunun uzunluğu ile dikkati çeker. Menkıbeye göre Yûşa Nebi, hem Musa Peygamber'in kız kardeşinin oğlu, hem de ordularının sancaktandır. Savaşta gövdesi ikiye ayrılan Yûşa'nın belinden aşağı kısmı kıyıda kalırken üst kısmı bugün Yûşa Tepesi diye anılan tepeye kadar tırmanır. Ayaklarının kaldığı yerden şifalı bir su fışkırır. Ayrıca o, bütün güneşi de durdurmuştur.
Menkıbeler bir inanma ile ilgilidir; onlarda fizik kurallarına uygunluk aranmaz, istanbul'da yaşamış, orada vefat etmiş nice velinin pek çok menkıbesi vardır. Bunların bir bölümü yazılı kaynaklarda yer almışsa da bir bölümü hâlâ anlatılmaya devam edilmektedir.
Bibi. M. Alp, "Eski Eyüp Sultan", VIII, S. 172 (Kasım 1963), s. 3231-3234; N. Araz, Anadolu Evliyaları, ist., 1966; Bayrı, istanbul Folklora, (1972), 152-177; Bayrı, Yer Adlan, 78-86; Okan, istanbul Evliyaları; M. Önus, "istanbul'da Bazı Ziyaret Yerleri", HBH, S. 104, 105 (Haziran, Temmuz 1940), s. 207-208, 218-225; M. K. Özergin, "istanbul Yatırlarına Dair I-II", TFA, XII, S. 237, 243, (Nisan, Ekim 1969), s. 5249-5251, 5419-5420; Gürel, istanbul Evli-
SAİM SAKAOĞLU
EYİCE, SEMAVİ
(9Arahk 1923, İstanbul) Bizans ve Osmanlı sanatı tarihçisi.
Amasra'nın köklü denizci ailelerinden Eyiceoğulları'na mensup Mehmed Kâmil
Efendi (1882-1955) ile Hatice Hamm'ın oğludur. İlköğrenimini Kadıköy'deki Saint Louis ve Saint Joseph'de tamamladıktan sonra 1943'te Galatasaray Lisesi'nden mezun oldu. Aynı yıl arkeoloji ve sanat tarihi okumak amacıyla Almanya'ya gitti. 194.4'te Viyana ve 1945'te Berlin üniversitelerinde öğrenim gördü. Ancak II. Dünya Savaşı sonlarına rastlayan bu kritik dönemde, Berlin'in Ruslar tarafından işgali söz konusu olunca İstanbul'a dönmek zorunda kaldı. 1948'de "İstanbul Minareleri" konulu teziyle, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Kürsüsü'nden mezun oldu. Aynı yıl bu kürsüye asistan olarak atandı. 1952'ye kadar devam eden asistanlık döneminde E. Diez, P. Schwein-furth, K. Erdmann ve A. GabriePin ders ve konferanslarını Türkçeye çevirdi. 1950-1953 arasında Arif Müfid Mansel başkanlığında yürütülen Side kazılarına katıldı ve 1952'de "Side'nin Bizans Dönemine Ait Yapıları" başlıklı teziyle doktorasını verdi. Bizans sanatı konusundaki bu ilk kapsamlı çalışmasını, 1955'te doçentlik tezi olarak sunduğu Son Devir Bizans Mimarisi izledi. 1958-1959'da Münih Üniversi-tesi'nde Bizans araştırmalarına devam etti. 1964'te tamamladığı "İlk Osmanlı Devri' nin Dinî-İçtimaî Bir Müessesesi: Zaviyeler" konulu teziyle profesör olarak İÜ Edebiyat Fakültesi'nde 1963'te kurulan Bizans Sanatı Tarihi Kürsüsü başkanlığına getirildi. Bu görevini, kürsünün YÖK tarafından kaldırıldığı 1982'ye kadar sürdürdü. Bu tarihten itibaren Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü başkanlığını, emekli olduğu 1991'e kadar yürüttü. 1974'te Bochum ve 1976' da Paris Sorbonne üniversitelerinde misafir öğretim üyesi olarak dersler veren Semavi Eyice, bu bilimsel faaliyetlerini Cenevre ve Bolonya üniversitelerinde de sürdürmüştür. 1969-1983 arasında Türk Tarih Kurumu asli üyeliği yapmış ve 1988'de bu göreve yeniden seçilmiştir. Ayrıca Alman Arkeoloji Enstitüleri'nin asli ve Belçika Kraliyet Akademisi'nin de muhabir üyesidir. İstanbul'un eski eserlerini korumaya yönelik kurumlarda da yer alan Eyice, 1958-1981 arasında Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu üyeliği yapmış, 1983-1987 döneminde Eski Eserler Bölge Kurulu başkanlığında bulunmuştur. 1989'da Kültür Bakanlığı İstanbul II Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu başkanlığına getirilen Eyice, halen I Numaralı Kurul'da üyelik görevini sürdürmektedir
Semavi Eyice'nin istanbul'u odak alan araştırmaları, birbirini bütünleyen üç ana gruba ayrılır: a) Tarihi topografya, b) Bizans ve Osmanlı mimari eserleri, c) Şehir tarihi üzerine çalışma yapan kişi ve kuruluşlar.
Eyice'nin tarihi topografyaya ilişkin çalışmaları, 19. yy'dan itibaren Batılı bilim adamları tarafından başlatılan ve daha sonra Mehmed Raif, Mehmed Ziya, Celâl Esad Arseven, A. Saim Ülgen ve F. Dirimte-kin'in katkılarıyla zenginleşen araştırma sürecinin en son ve kapsamlı halkasını oluşturur. 1955'te 10. Milletlerarası Bizans
Semavi Eyice
Nazif Topçuoğlu, 1990
Tetkikleri Kongresi için hazırladığı istanbul petit guide â travers leş monuments byzantins et turcs, hem şehrin tarihi topografyasına bir giriş, hem de Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait mimari yapı envanterine yönelik bir hazırlık çalışmasıdır. Daha sonra İslam Ansiklopedisi'ne yazdığı "İstanbul (Tarihi Eserler)" maddesinde, şehrin kültürel kimliğim şekillendiren mimari yapıları tiplerine göre sınıflandırarak incelemiştir. Bu yapıların şehir ölçeğindeki topografik dağılımını, belli bir semt ve yerleşim alanının tarihsel gelişimi içinde ele aldığı çalışmaları ise, Tarihte Haliç (1975) ile Bizans Devrinde Boğaziçi'dir (1976).
Bizans ve Osmanlı mimari eserlerinin, şehrin kültürel kimliğini şekillendiren temel öğeler olarak incelenmesi, Semavi Eyice'nin tarihi topografya ile bağlantılı bir diğer araştırma alanıdır. Son Devir Bizans Mimarisi'nde (1963) 1261-1453 arasındaki Bizans yapı sanatını, tipolojik açıdan e-le almış ve her yapının tarihsel süreç içinde geçirdiği değişiklikleri sistematik şekilde açıklamıştır. Galata ve Kulesi (1969) ile Ayasofya(l-m, 1984-1986) başlıklı çalışmalarında da, her iki yapının Bizans'tan Osmanlı'ya geçiş sürecinde üstlendikleri farklı fonksiyonlara paralel şekilde gelişen yapısal değişiklikleri incelemiştir. Kiliseden camiye dönüştürülen diğer Bizans yapıları için de aynı yöntemi uyguladığı makaleleri vardır. Üzerinde önemle durduğu bir başka konu, şehrin kültürel kimliğini oluşturan, fakat günümüze gelemeyen yapılardır. "İstanbul'un Kaybolan Eski Eserleri" başlığı altında bir dizi makalede bu konuya eğilen Eyice, şehrin kaybolan kimliği üzerinde etraflıca durmuş ve yanlış şehircilik anlayışlarının eleştirisini yapmıştır.
İstanbul'u ziyaret eden gezginler ve sanatçılar ile şehir tarihini inceleyen bilim adamları, Eyice'nin üzerinde çalıştığı ö-nemli konuların başında gelmektedir. C.
Buendelmonti, B. de la Broquiere, A. von Harff, G. A. Olivier, M. Lorichs gibi gezgin-lerve ressamlar ile A. M. Schneider, E. Mam-boury, P. Schweinfürth, P. A. Dethier ve A. Gabriel gibi İstanbul'u araştırmış bilim adamlarına ilişkin yaptığı biyografik çalışmalar, şehir tarihçiliğinin gelişim sürecini belgelemeleri açısından da ayrıca büyük önem taşımaktadırlar.
Dostları ilə paylaş: |