FOTOĞRAFÇILIK
330
331
FRANSA ELÇİLİĞİ BİNASI
^^
rını çekti. 1851-1852'de, John Shaw Smith (1811-1873), İstanbul'da 300'den fazla "ca~ lotype" çekti. 1852'de çektiği Pera fotoğrafı iki negatiften yapılmış, bilinen en eski kombinasyondur.
1860'ta fotoğraf albümleri, günümüzdeki kartpostalların yerini tutmaktaydı. Fotoğrafçılar, çektikleri fotoğraflardan hazırladıkları albümleri devrin sultanına sunduklarında büyük bahşişler ve madalyalar aldılar. 18. ve 19. yy gravürlerindeki kompozisyonların etkilediği ilk fotoğraflara, giderek yerii bir unsur daha eklendi; insanla birlikte çekilen çevre. Batılı gezginler, bu İslam dünyasını tanıdıkça, çekingenliklerini üzerlerinden atıp, makinelerini sokaktaki insanlara da çevirdiler. Anıtlar, çarşılar, sokaklar, köy pazarları, tarihi çevre kompozisyonunun içine insan görüntüsü girdi.
1862'de, Galler Prensi Edward'm Osmanlı İmparatorluğu'na yaptığı geziye katılan İngiliz manzara fotoğrafçısı Francis Bedford (1816-1894), "wet collodion" negatifler çekti. 1863'te hazırladığı bu gezinin albümünde, 172 adet fotoğrafın 48'i İstanbul'a aitti. 1862'de, Fransız A. de Mous-tier'in, çektiği fotoğraflar, 1864'te Le
Sebatı & Joaillier'in Rus Sefarethanesi yanında bulunan fotoğrafhanesinin tabelası (üstte) ve James Robertson'ın Sultanahmet Meydam'ndan bir fotoğrafı. Engin Çizgen koleksiyonu
du Monde adlı 15 ciltlik kitabın içinde yayımlandı. Midhat Paşa'mn resmi fotoğrafçısı Georges Saboungi, 1870'lerde, Felix Bonfils (1831-1885) ve Adrien Bonfils (1861-1929) İstanbul fotoğraflarının ustası oldular.
Görüntüye giren insan, giderek port-recilikle birlikte stüdyoların doğmasına neden oldu. Bu stüdyoların sahipleri, sultanlardan ve Avrupalı hükümdarlardan aldıkları nişanlan, yarışmalarda kazandıkları madalyaları desenlerle bezeyerek, bir grafik içinde hazırlayıp, Viyana'da Bern-hard Wachtl firmasına gönderdiler. Burada hazırlanan stüdyo kartlarının arkasına basılan bu güzel desenlerin süslediği kartlara da çektikleri fotoğrafları yapıştırıp müşterilerine sundular.
1845'te İstanbul'a gelen İtalyan asıllı Carlo Naya (1816-1882), Beyoğlu'nda bir stüdyo açtı. Rum asıllı fotoğrafçı Basile Kargopoulo, 1850'de Pera'da açtığı stüdyosunda, İstanbul panoramaları ve sokaklarından başka, balıkçı, manav, simitçi, şerbetçi, pek çok seyyar satıcı ve İstanbul' un halk tiplerini de çekti. Pascal Sebah, 1857'de Pera Postacılar Caddesi'nde "El Chark" adlı bir fotoğrafhane açtı. 1884-
1885'te İstanbul'da çalışan fotoğrafçı Poli-carpe Joaillier ile ortak olan Pascal Sebah, fotoğrafhanesinin adını 1888'de, ünü günümüze kadar gelen Sebah&Joaillier olarak değişirdi. Abdullah Biraderler, 1858' de açtıkları stüdyolarında yaptıkları çalışmalarla, Osmanlı İmparatorluğu'nun en ünlü fotoğrafçıları oldular. 1860'tan beri Beyrut'ta stüdyosu olan Tancrede R. Du-mas, 1866'da İstanbul'a gelerek, manzaralar ve panoramalar üzerine Grande Rue de Pera'da bir fotoğraf stüdyosu açtı. Ni-kolai Andreomenos(->), 1867'de Beyazıt' ta açtığı stüdyosunu daha sonra Pera'ya taşıdı, isveçli Guillaume Berggren(->), 1870' li yılların başında Pera'da bir fotoğraf stüdyosu açtı. Özellikle istanbul'un kırsal görünümlerinin fotoğraflarını çeken Gülmez Kardeşler, 1870'te Pera'da bir stüdyo açtılar. 19. yy'm sonlarında kapanan stüdyonun bütün fotoğrafları Asil Samancı'ya satıldı. Kumkapılı Haçik adlı bir balıkçının oğlu olan Bogos Tarkulyan Ç-1940), 1890' da "Phebus" adı ile bir fotoğrafhane açtı. 1937'ye kadar, özellikle portre resmi ü-zerine çok başarılı çalışmalar yaptı.
Kolağası Mehmed Hüsnü (1861-?), 1882' de Bâb-ı Seraskeri fotoğrafhanesine tayin edilerek, 1894'e kadar burada fotoğraf işleri ile uğraştı.
Mühendishane-i Berri-i Hümayun'a, resim derslerinde yararlanmak üzere 1805' te İngiltere'den bir Camera Obscura getirtildi. Daha sonraları fotoğraf derslerinin de eklendiği bu okulda öğretmenliği, ressam sınıfından mezun olanlar yaptılar. Bunların arasında, Servili Ahmed Emin(->), Ali Rıza Bey, Ali Sami Aközer(->), Yüzbaşı Hüsnü Bey gibi isimler vardı. Saray tarafından görevlendirilen bu fotoğrafçılar, tarihi saptamalar ve gezginci doküman-ter devrinin başlamasını sağlamış oldular.
İmparatorluktaki tüm olayları, II. Ab-dülhamid'in sarayından çıkmadan izlemesi, bu fotoğrafçıların çektikleri fotoğraflar sayesinde oldu. Gazetecilik o dönemde, bir fotoğrafçı kadrosu barındıracak teknik olanaklardan uzak olsa bile, çekilen bu fotoğraflar, ülkede basın fotoğrafçılığının başlangıcı oldu. Bahriyeli Ali Sami(->), Darülaceze'de başfotoğrafçılık ve Bahriye Okulu'nda fotoğraf öğretmenliği yaptı. 1910'da Bahaeddin Bediz(-»), "Resna" adı ile bilinen fotoğrafhanesini açtı. Bu, ticarethane olarak açılan ilk Müslüman fotoğ-rafhanesiydi.
Dünyada ilk savaş fotoğrafları, 1853'te başlayan Kırım Savaşı sırasında çekildi. James Robertson (1813-1888), Ağustos 1855' te asistanı Felice Beato (1825-1903) ile Kırım'a gitti. Robertson, Kırım Limanı, savaş alanı görüntüleri ile dünyada ve imparatorlukta ilk savaş fotoğraflarını çeken kişi oldu.
Ebüzziya Tevfik'in(->) ortanca oğlu Tal-ha Bey (1880-1921) ve küçük oğlu Velid Ebüzziya(-0, 1912'de matbaalarına bir karanlık oda kurdular, klişehane yaptılar. İki kardeş önemli pek çok olayda bizzat kendileri foto muhabirliği yaptılar. Burhan Fe-lek(-0, 1915 sonlarında Tasvir-i Efkâr gazetesi için Çanakkale Savaşı'nın cephe fo-
Mühendishaneli fotoğrafçılar toplu halde.
Engin Çizgen koleksiyonu
toğraflarım çekti. Arif Hikmet Koyunoğ-lu (1888-1982), 1915'te Babıâli'de, "Yeraltı" fotoğrafhanesini açtı.
Kurtuluş Savaşı'nda, fotoğraf çekenlerin çoğu, savaşlara katılan askerlerdi. Cumhu-riyet'in ilanından sonra, sayısı artarak açılan Müslüman stüdyoları, hemen her şehirde "Zafer" adını aldılar. Mustafa Kemal Atatürk'ün fotoğrafları, fotoğrafçılar tarafından birbirleriyle yarışırcasına çekildi. Bu fotoğrafçılar arasında en önemli isimler Etem Tem, Cemal Işıksel, Esat Nedim Tengizman, Jean Weinberg, Hayri T. Tol-gay, Ferit İbrahim, Namık Görgüç, Cemal Göral, Ali Ersan, Salâhattin Giz ve Hilmi Şahenk'tir.
Genç Cumhuriyet'in tanıtılması konusunda en büyük görevi Matbuat Umum Müdürlüğü üstlendi. Türkiye'de yaşayan Avusturya asıllı fotoğrafçı Othmar Pfer-sehy, 1935'te sözleşmeli fotoğrafçı olarak Matbuat Umum Müdürlüğü adına çalışmaya başladı. La Turquie Kemaliste adı ile çıkartılan süreli yayın ve pek çok tanıtıcı kitap, Othmar Pferschy'nin fotoğraflarıyla bezenerek dünyaya dağıtılmaya başlandı.
Demokratik döneme geçiş sürecinde tüm alanlarda olduğu gibi, fotoğrafçılıkta da büyük bir değişim yaşanmaya başladı. Ve fotoğraf bir devlet politikası olarak gündeme geldi. Halkevlerinin çalışmaları, fotoğrafın yaygınlaşmasına büyük katkıda bulundu. 1940'ta Münif Fehim, Hüsnü Can-türk, Suat Fenik, İlhan Arakon, İhsan Erkı-lıç, Eminönü Halkevi'nde bir fotoğraf sergisi açtılar.
1940'lar kuşağının temsilcileri, fotoğrafın belge yanı ile ilgilenirlerken, fotoğrafın sanatsal yanının da ağırlık kazandığı çalışmaların, Cumhuriyet dönemindeki öncüleri oldular. Bunlar arasında Baha Ge-lenbevi, Fikri Kaftan, Hamza Rüstem, Kemal Mete ve Hilmi Kılınçöte'yi sayabiliriz. Şinasi Barutçu, gerek yayınlarıyla, gerek-
se dernek çalışmalarıyla, fotoğrafın yaygınlaşmasına yardımcı oldu.
l Mayıs 1948'de yayın hayatına başlayan Hürriyet gazetesi için Semiha Es, dünyayı dolaşarak fotoğraflar çekti. Yine aynı yıllarda ilk basın ajansı Basm-Foto Salâhattin Giz, Faik Şenol, Faruk Fenik, Cemal Göral tarafından kuruldu, l Aralık 1949'da yayın hayatına yeni bir anlayışla başlayan Yeni istanbul gazetesinin kadrosunda, Ara Güler, Zeki Bükey, Mehmed Biber, Limasollu Naci fotoğrafçı olarak çalışmaktaydılar. 1952'de Resimli Hayat adı ile yayıma başlayan Hayat dergisinde Ara Güler, Ozan Sağdıç, Yıldız Moran, Semiha Es, İnal Tengizman fotoğrafçı olarak çalıştılar. Hayat, Türk fotoğrafçılarından pek çoğunun gelip geçtiği bir okul niteliğine büründü.
19öO'lı yılların başında Türk fotoğrafı dışa açılma dönemine girdi. Bir çağdaş belgelemeci ve büyük usta olarak Ara Güler, Türk fotoğrafının yurtdışında tanıtılmasında en büyük öncüdür. Fotoğraf alanındaki ilk devlet sanatçısı Sami Güner (1915-1991), Ozan Sağdıç, Gültekin Çizgen, Ersin Alok, Şemsi Güner bu kuşağın en önemli isimleridir.
Fotoğraf, 1940'lı yıllarda Zeki Faik İzer' in Güzel Sanatlar Akademisi'ne fotoğraf hocası olarak atanmasıyla ilk kez sanat o-larak eğitim alanına girdi. Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'nda ise 1957-1958 ders yılında fotoğraf eğitimi başlatıldı. 1978' de Güzel Sanatlar Akademisi'nde bir Fotoğraf Enstitüsü kuruldu. Bugün bu enstitü, Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne ve Görüntü Sanatları Fakültesi'ne bağlı ana sanat dalı olarak öğrenci yetiştirmeye devam etmektedir. 1989'dan başlayarak Yıldız Üniversitesi iki yıllık Fotoğraf Yüksek Okulu olarak öğrenci yetiştirmektedir.
1980'ler sonrasında Türk fotoğrafında görülen modern eğilimler, bugün azım-
sanmayacak bir grup tarafından uygulanmaktadır.
Bibi. E. Çizgen, Photography in the Ottoman Empire (1839-1919), ist., 1987; ay, Photograp-her/Fotoğrafçı Ali Sami, îst., 1989; ay, Türkiye'de Fotoğraf, İst., 1992.
ENGÎN ÇİZGEN
FRANSA ELÇİLİĞİ BİNASI
Galatasaray'da, İstiklal Caddesi'nin doğu tarafında, günümüzde Nuruziya, Tom-tom Kaptan, Çukurbostan ve Seferbosta-m sokaklarıyla sınırlanmıştır. Fransız Sarayı olarak da bilinir.
Fransız Büyükelçiliği'ne ait ağaçlıklı geniş arazi, Savary de Breves'in büyükelçiliği döneminde (1589-1606) Fransa tarafından satın alınmıştır. Breves bu arazi üzerinde bir bina yaptırmışsa da bu yapı, bir sonraki büyükelçi Gournay de Marchevil-le tarafından 1630'a doğru yeniden inşa ettirilmiş, onun halefi Nointel de, 1670-1679 arasında, yeni binanın iç düzeninin iyileştirilmesine yönelik birtakım değişiklikler yaptırmıştır. 18. yy'ın başlarına gelindiğinde, oldukça harap bir duruma düşen binanın sık sık tamir edilmesi gerektiğinden, dönemin büyükelçisi Bonnac yeni bir ikametgâh inşa edilmesini istemiş; bunun üzerine, kralın başmimarı Robert de Götte tarafından 1721'de İstanbul'a gönderilen mimar Vigne de Vigny, yeni bir proje çizmeden önce, mevcut binanın (yani Marc-heville'in yaptırdığı ve Nointel'in iç düzenini değiştirttiği yapının) ayrıntılı rölö-velerini (planlar, kesitler, cephe görünümleri ve genel perspektif görünüm) gerçekleştirmiştir. Bu belgelerden anlaşıldığına göre, arazi eğim nedeniyle cadde tarafından doğuya doğru kademe kademe alçalan dört teras şeklinde düzenlenmişti. Üstten itibaren üçüncü teras üzerinde, kabaca doğu-batı eksenine göre yerleştirilmiş olan asıl büyükelçilik binası, bir Avrupa sarayından çok dönemin Osmanlı sivil mimarlık örneklerini çağrıştıran, dikdörtgen planlı, geniş saçaklr, üç katlı ahşap bir yapıydı. Giriş katında ahırlar ve şarap mahzeni, birinci katta resmi bürolar bulunmaktaydı. Özel dairelerin yanısıra, ahşap kubbeli, sofa işlevi gören uzunca bir mekâna açılan kabul ve yemetsalonları-nm yer aldığı üst kat ise tümüyle büyükelçiye ayrılmıştı.
Vigny'nin tasarladığı yeni bina ise, Fransız saray mimarisine uygun biçimde kesme taştan inşa edilecek, ancak süslemeleri, dışarıdan gelmesi gerekecek işçilerin sayısını, başka bir deyişle masrafları düşük tutmak amacıyla, "aslında Fransa'da düşünüldüğü kadar çirkin olmayan Türk tarzında" yapılacaktı. Vigny'nin çizdiği ilk projede, cephesi Avrupa tarzında olan, buna karşılık geniş saçaklı bir çatısı bulunan, "T" biçiminde bir plana sahip büyük bir yapı görülmektedir. 1723 tarihli ikinci projede ise, muhtemelen başmimar Robert de Cotte'un uyarısı üzerine, cephe tümüyle Fransız tarzına göre yeniden düzenlenmiş, ortaya üçgen alınlıklı çıkıntı yapan bir bölüm eklenmiş ve Türk üslubundaki süslemeler tümüyle kaldırılmıştır. Ancak, olası-
FRANSA ELÇİLİĞİ YAZLIĞI
332
333
FRANSIZ ANADOLU
•Gtiflstantiıvopk
Bir kartpostalda Fransız Elçiliği Binası. Nazım Timuroğlu fotoğraf 'arşivi
lıkla maliyetin çok yüksek olması nedeniyle bu projelerin hiçbiri gerçekleştirilememiş, Bonnac'tan sonra gelen büyükelçilerin sürekli ve ısrarlı talepleri de bir işe yaramamıştır.
Binada önemli hasara neden olan Eylül 1767'deki Beyoğlu yangınından yaklaşık bir yıl sonra büyükelçiliğe atanan Sa-int-Priest, yangın felaketinden korunması için sarayın, caddeden biraz daha uzağa, tümüyle taştan olarak yeniden inşa edilmesini tekrar gündeme getirmiş ve sonunda 1774'te yeni bir bina yaptırmayı başarabilmiştir. Baron de Tott'un planlarına göre inşa edildiği düşünülen bu saray, günümüze ulaşan gravürlere göre, cepheleri İyon düzeninde gömme ayaklarla bezeli, önünde bir revağı bulunan, dikdörtgen planlı, ne-oklasik üslupta büyükçe bir yapıydı. Ne var ki bu bina da, geçirdiği küçük boyutta bir dizi yangın sonucunda kısa sürede oldukça harap bir duruma düştüğünden büyükelçiler bir süre, o sırada Campo For-mio Antlaşmasıyla Fransa'nın eline geçmiş olan Venedik Sarayı'na taşınmışlar; ancak, binanın mülkiyeti 1815'te Avusturya'ya verildiğinde, tekrar kendi binalarına dönmek zorunda kalmışlardır. Ne var ki Saint-Pri-est'in yaptırdığı saray sürekli tamirat gerektirmekteydi. Bunlardan en kapsamlısı 1818'de Jean-Nicolas Huyot tarafından gerçekleştirilmiştir. 2 Ağustos 1831'de çıkan büyük Beyoğlu yangınında binanın tümüyle yanması üzerine, dönemin büyükelçisi Guillemot, ardından halefi Roussin, Tarab-ya'daki yazlık ikametgâha taşınmak zorunda kalmıştır.
Ancak, bu durumun uzun süre devam etmesi düşünülemezdi, çünkü, Büyükelçi Roussin'in dışişlerine yolladığı raporlardan birinde de hazırlattığı gibi, "Fransa, elçilik binası istanbul dışında olan tek ülke haline gelmişti". Nitekim çok geçmeden, 1833'te, Beyoğlu'nda yeni bir saray inşa edilmesi yönünde karar alınmış ve bir süre sonra, projeyi hazırlama görevi mi-
mar Pierre Laurecisque'e verilmiştir. Lau-recisque fazla tanınmayan bir mimardır ve istanbul'daki sarayın dışında, onun elinden çıkma başka bir yapı bilinmemektedir. Hazırlanan projenin 1837'de onaylanması üzerine, l Mayıs 1839'da inşaata başlanmış, ne var ki bina ancak 1847'de tamamlanabilmiştir. İnşaatın bu kadar uzun sürmesinin ve bazı yerlerde işçiliğin oldukça düşük nitelikte olmasının nedenini, La-urecisque'in açılan ihaleyi kazanmak için maliyeti düşük göstermiş olmasında aramak gerekir. Nitekim, ödenek yetersizliği nedeniyle çalışmalara sık sık ara vermek zorunda kalınmıştır.
Günümüzde "Fransız Sarayı" adıyla tanınan ve büyükelçiliğin İstanbul'da düzenlediği kimi davet ve toplantılarda kullanılan bu bina, Louis-Philippe döneminin mimari üslup özelliklerini yansıtan, oldukça yalın bir yapıdır. Saray yeniden inşa edildiği sırada, ön ve arka bahçeler yeniden düzenlenmiş, burada yer alan çeşitli ek binalar (ahırlar, kapitülasyon mahkemesi, postane, vb) onarılmış ya da yeniden yapılmıştır. Isıya dayanıklı olması için yapımında, Malta'dan getirilen açık san renkte bir kireçtaşı kullanılmıştır. İlk yapıldığı dönemde binanın ana girişi, bugünkünün aksine batı cephesindeydi. Karaca Çıkmazı'mn sonunda bulunan büyük demir kapıdan bahçeye girildikten sonra, at nalı biçimindeki iki rampayla (bunlar bugün de mevcuttur) sarayın bulunduğu terasa ulaşılmaktaydı. Batı cephesinin ortasında, öne doğru çıkıntı yapan, gömme sütunlarla bezeli, tek katlı anıtsal giriş bölümünden, daha aşağıda bir seviyede yer alan zemin katına merdivenler ve - tahtırevanlar için- bir rampa vasıtasıyla iniliyordu. Bu katta bekleme salonu ve vestiyerlerin yanısıra, büyük bir kabul salonu, bir bilordo salonu ve bir yemek salonu yer almaktaydı. Birinci kat ise, kâtiplerin, çevirmenlerin ve elçilik ataşelerinin bürolarına ayrılmıştı. İkinci katta, büyükelçi ve eşinin
özel daireleri ile konuklar için hazırlanmış odalar bulunmaktaydı.
Kırım zaferi, İmparatoriçe Eugenie'nin İstanbul'a gelişi ve Abdülaziz'in (hd 1861-1876) Fransa'yı ziyareti gibi olaylar, Fransa ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin gelişmesine yol açtığından, büyükelçilik, Laurecisque'in inşa ettiği binaya sığmakta zorluk çekmeye başlamış, bunun üzerine, büyük kabul salonunun ü-zerine bir asmakat ilave edilmiştir. 1874'te de, Charles-Melchior de Vogüe'nin büyükelçiliği sırasında, elçilik tercümanları ana binadan çıkarılarak, kuzeybatıda yer alan küçük terasta inşa edilen Dragomanlar binasına yerleştirilmiştir. Dışişleri Bakanlığı' nın başmimarı Georges Chedanne yönetiminde 1908-1913 arasında gerçekleştirilen geniş kapsamlı onarım çalışmaları sonucunda saray bugünkü görünümünü kazanmıştır. Ana giriş kuzey cephesine alınmış, iki yanındaki öne doğru çıkıntılı bölümlerin arasına inşa edilen ekle, cephenin düzeni tümüyle değiştirilmiştir. Zemin katta, bekleme odaları mutfak olarak yeniden düzenlenirken, salonların bir bölümünün yerine, mermer sütunlar ve gömme ayaklarla bezeli, üzeri art nouveau(-0 bir camekânla örtülü, kare planlı büyükçe bir salon inşa edilmiştir. Diğer kabul ve yemek salonlarının ise dekorasyonunda değişiklik yapılmamıştır. Restauration üs-lubundaki büyük kabul salonu, kuğuların ve müzik aletlerinin betimlendiği yaldızlı kabartma bir frizle bezelidir. Buradan, mavi rengin hâkim olduğu, ampir üslubun-daki iki küçük salona geçilir. Güney cephesindeki terasa açılan yemek salonunun duvarlarını, Josse Perrot'nun tasarladığı duvar halıları süslemektedir.
Bibi. P. Pinon, "Notes sur leş residences de France en Turquie durant la premiere ınoitie du XIXe siecle", Varto Turcica, III (1986) s. 151-168; Jacques-Andre Costilhes, LePalaisde France â istanbul, ist., 1993; N. Pope, "The Pa-lais de France. Fransız Sarayı", Skylife, S. 10 (1991), s. 66-73; C. Bouheret, "II ya cent-cin-quante ans" (Bundan Yüzelli Yıl Önce Palais de France), Arredamento Dekorasyon, (Mayıs 1989), s. 46-56; P. Daunt, "The Embassies of istanbul, Palaces of Diplomacy", Cornu-copia, 1/5 (1933-1934), s. 60-67.
AKSEL TİBET
FRANSA ELÇİLİĞİ YAZLIĞI
bak. İPSİLANTİ YALISI
FRANSIZ ANADOLU ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ
19. yy'm sonlarına gelindiğinde, Fransızlar tarafından Anadolu'da gerçekleştirilen araştırma ve kazıların sayıca artmasıyla birlikte, bu ülkenin arkeolojik çevrelerini Osmanlı İmparatorluğu'nda temsil edecek sürekli bir bilimsel heyetin başkent İstanbul'da oluşturulması düşüncesi, Fransız bilimsel ve diplomatik çevrelerinde ağır basmaya başlar. Fransa Büyükelçisi Paul Cambon, 1893 tarihli bir raporunda, Atina (kuruluşu 1846) ve Kahire'deki (kuruluşu 1880) Fransız arkeoloji okullarını emsal göstererek, İstanbul'da da benzer bir kurumun oluşturulmasını önerir ve bu tür
bir sürekli misyonun tartışmasız bilimsel yararlılığının yanısıra, Osmanlı makamlarına yapılan kazı ve araştırma izni başvurularında resmi bir taraf olarak kolaylık sağlayacağını vurgular. Aslında, Almanya'nın Anadolu'daki arkeolojik etkinliğinin giderek önem kazanmasının ve diğer ülkelerin benzer girişimlerde bulunmasının da bu fikrin oluşmasında küçümsenmeyecek bir etkisi olmuştur. Nitekim, o yıllarda Avusturya, Viyana Bilimler Akademisi'nin tavsiyesi üzerine İstanbul ve İzmir'de birer bilimsel heyet bulundurma kararı almış, Rusya ise İstanbul'da salt Hıristiyan ve Bizans arkeolojileri konusunda etkinlik gösterecek bir merkez kurmuştur. Ne var ki, kendi etkinlik alanının kısıtlanacağını düşünen Atina Fransız Okulu, Büyükelçi Cambon'un önerisine şiddetle karşı çıkar. Bunun üzerine, 1894'te, ara çözüm olarak Atina Okulu ile ilişki içinde olacak bir bilimsel heyetin İstanbul'da faaliyet göstermesine karar verilir ve ertesi yıl Andre Jo-ubin bu işi örgütlemesi için görevlendirilir. Ancak, görev alanının belirsizliği ve ödenek yetersizliği nedeniyle Joubin pek fazla varlık gösteremeyince 1897'de görevden alınır. Ertesi yıl, Atina Okulu'nun bir şubesinin İstanbul'da açılması düşünülürse de bu proje de yaşama geçirilemez.
I. Dünya Savaşı sonrasının özel koşullarında, İstanbul'da sürekli bir Fransız bilimsel misyonu bulundurulması düşüncesi yeniden gündeme gelir. İngiltere, Çekoslovakya ve İsveç'in de bu yönde çalışmaları vardır. Özellikle, Rusların İstanbul'daki Bizans Araştırmaları Enstitüsü'nün 1917 Ekim Devrimi sonrasında kapanmış olması, bu alanda bir boşluk yaratmıştır. Bunun üzerine 1921'de Maurice Pernot, 1922'de de Bizans uzmanı Charles Diehl(->) İstanbul'a gelerek hazırlık çalışmalarında bulunurlar. Dönemin Osmanlı hükümeti de, projeye olumlu yaklaştığını Hariciye Nazırı İzzet Paşa'nın 23 Nisan 1922 tarihli mektubuyla bildirir. İstanbul'da kurulması düşünülen araştırma merkezinin adının "Fransız Arkeoloji ve Tarih Enstitüsü" olmasına karar verilir. Enstitü, en eski çağlardan çağdaş döneme kadar Anadolu ve Trakya'da yaşamış olan kavimlerin arkeoloji, tarih ve dilleri üzerine araştırmalar gerçekleştirecek, Darülfünun ve Müze-i Hümayun (Arkeoloji Müzesi) gibi kurumlarla bilimsel işbirliğine ağırlık verecektir. Ne var ki, bu proje de gerçekleşmez.
Louvre Müzesi Doğu Eserleri Bölümü yöneticisi Rene Dussaud, İstanbul ve Ankara'ya yaptığı bir inceleme gezisinin ardından, Fransa Dışişleri Bakanlığı'na sunduğu 21 Mayıs 1929 tarihli raporda, eskiçağ ve İslam tarih ve arkeolojisi konusunda etkinlik gösterecek ve "genç araştırmacılara Anadolu'nun kapılarım açacak" bir enstitünün İstanbul'da kurulmasını önerir. Fransa Büyükelçiliği aracılığıyla 26 Mart 1930'da Türk Dışişleri Bakanlığı'na iletilen bu tür bir enstitü kurma talebi fazla bekletilmeden kabul edilir. Bunun üzerine hemen hazırlık çalışmalarına girişilir ve "İstanbul Fransız Arkeoloji Enstitüsü" (Ins-titut Français d'Archeologie de Stamboul),
Paris Akademisi Rektörü Sebastien Char-lety tarafından, l Ekim 1930 günü, Galatasaray'daki eski Fransız Büyükelçiliği'nin bahçesindeki 1874 tarihli dragomanlık binasında törenle açılır. Türk Dışişleri Bakanlığı, Fransız Büyükelçiliği'ne yolladığı 28 Şubat 1931 tarihli resmi yazıyla, enstitünün yasal çerçevesini belirler.
Enstitü müdürlüğüne atanan, Albert-Lo-uis Gabriel(->), yaşamını Fransa'da sürdürmekte, ancak sık sık İstanbul'a gelerek enstitünün faaliyetlerini denetlemektedir. Buna karşılık enstitü kadrosunda, İstanbul' da sürekli oturmaları zorunlu tutulan burslu araştırmacılar vardır. Vakit geçirilmeden, Türk ve yabancı araştırmacıların yararlanabileceği bir kütüphanenin kurulması çalışmalarına girişilir. Birkaç yıl geçmeden enstitü, "Memoires", "Etudes anatoliennes" ve "Monuments turcs d'Anatolie" dizilerinde ilk yayınlarını yapmaya başlar. Bir yandan da arkeoloji alanındaki çalışmalara ağırlık verilir.
II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi ve Fransa'nın Almanya tarafından işgal edilmesi, dolaylı olarak enstitünün faaliyetlerini etkiler. A. GabriePin 194l'de College de France üyeliğine seçilmesi üzerine yerim Henri Seyrig alır. Ancak, birkaç ay sonra Seyrig özgür Fransa saflarına geçince enstitünün yönetimini 1945'e kadar Henri Corbin üstlenir. O tarihte A. Gabriel yeni-
Fransız
Anadolu
Araştırmaları
Enstitüsü
Fransız Anadolu
Araştırmaları
Enstitüsü Arşivi
den enstitü müdürlüğüne getirilir. Aynı yıl, Osmanlı tarihi uzmanı Robert Mantran ve klasik arkeolog Henri Metzger burslu araştırmacı olarak enstitüde çalışmaya başlarlar. 1947'de H. Metzger'in yerini coğrafyacı Xavier de Planhol alır. 1950'li yılların başında Planhol ve Mantran'ın görev süresinin sona ermesinden sonra yerlerine kimse atanmadığından yaklaşık 10 yıl boyunca enstitüde sürekli çalışan araştırmacı bulunmaz. Emekliliği gelen A. Gabriel' in yerine 1956'da Yunan epigrafyası ve tarihsel coğrafya uzmanı Louis Robert getirilir. L. Robert de, tıpkı A. Gabriel gibi, enstitüyü Paris'ten yönetir, İstanbul'a ancak yılda birkaç kez gelir.
1964'te L. Robert'in yerine enstitü müdürlüğüne getirilen Strasbourg Üniversitesi profesörlerinden Emmanuel Laroche, ö-zellikle Hitit dili ve yazısı üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan ünlü bir Anadolu dilleri ve kültürleri uzmanıdır. Her ne kadar onun da selefleri gibi İstanbul'da oturma mecburiyeti yoksa da, E. Laroche, Anadolu'da uzun ve zahmetli arkeolojik kazı ve araştırmalarda bulunmak üzere sık sık Türkiye'ye gelir. Ne var ki gerek müdürün sürekli olarak İstanbul'da oturmaması, gerek burslu araştırmacıların bulunmaması, enstitünün faaliyetlerinin giderek azalmasına yol açar. Bu duruma bir çare bulmak üzere 1975'te bir bilim konseyi oluşturulur.
Dostları ilə paylaş: |