FUAD PAŞA CAMÜ
Sultanahmet'te Klodfarer Caddesi ile Peyk-hane Caddesi'nin buluştuğu köşeye yerleştirilmiş olan küçük külliyenin ana yapısıdır. Aynı yerde, Fatih Sultan Mehmed döneminde (1451-1481) inşa edilmiş Uzun Suca Mescidi'nin yerine Sadrazam Keçe-cizade Fuad Paşa tarafından yaptırılmıştır. Caminin yapım tarihi üzerine tartışmalar bulunmaktadır. Fuad Paşa'mn ölümünden önce inşa edildiğine ilişkin bilgiye karşılık, sadrazamın 1869'daki ölümünü izle-
yen defin töreninin resmedildiği bir gravürde, arka plandaki harap yapı Uzun Suca Mescidi olarak teşhis edilmiştir. Bu durumda cami 1869'dan sonra inşa edilmiş olmalıdır.
Yapı, kubbeyle örtülü sekizgen bir ana ibadet mekânı ile buna bağlı, sekizgenin üç kenarını içine alan kapalı bir son cemaat yerinden oluşmaktadır. Bu bölümün hemen önünde de tek birimlik bir portiko, girişi belirlemektedir. Portiko ve kapalı son cemaat yeri, ana mekândan daha alçaktır, dolayısıyla sekizgen plan, bütünlüğü bozulmadan algılanabilmektedir. Yapı, dış cephesiyle, 19. yy'ın ikinci yarısında Osmanlı tasarımcılarının da ilgi gösterdiği oryantalizm akımının yalın bir temsilcisidir. At nalı kemerli ikiz pencereler ile bunların üzerinde yer alan yuvarlak pencereler, girişteki açıklığın büyük at nalı kemeri dış cephedeki oryantalist elemanlardır, içeride ise, yine Magrip bileşenli oryantalizm modası uyarınca, Batı Avrupa' nın aynı nitelikli çeşitli yapıları için tavsiye edilen ve uygulanan sarı, kırmızı ve mavi renklerin egemen olduğu kalem işi bezemeler bulunmaktadır. Minber de aynı anlayışla tasarlanmıştır. Cami, ziyaretgâh işlevi de gören camilerde karşılaşılan sekizgen planı ve bir yenileme oluşu ile aynı dönemde inşa edilmiş bir dizi başka benzer yapıyla ilişki içindedir. Boyut, konst-rüksiyön ve tasarım ilkeleri açısından özellikle Bâlâ Süleyman Ağa Camii ve Sahra-i Cedid Camii ile nedeni henüz a-çıklanamamış olan büyük bir benzerlik sergilemektedir.
Bibi. S. Eyice, "Tarihi Mezarlardan Notlar", TED, S. 4-5 (1974) s. 291-334; S. Ögel, "istanbul'da 19- Yüzyılın Sekizgen Camileri", Sanat Tarihinde Doğudan Batıya Unsal Yücel Anısına Sempozyum Bildirileri, ist., 1989, s. 65-70; Öz, istanbul Camileri, I, 61-62; T. Saner, "istanbul 19- Yüzyıl Osmanlı Mimarlığında Orien-talist Akım", (iTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, basılmamış yüksek lisans tezi), 1988, s. 45.
TURGUT SANER
FUAD PAŞA TÜRBESİ
Sultanahmet'te, Peykhane Caddesi üzerinde olup bir yapı adasının dar açıyla biten köşesini işgal eden küçük bir külliyenin elemanıdır. Yapını tarihi tartışmalıdır. Türbeyi, 1869'da Fransa'da ölen Keçeciza-de Fuad Paşa'mn sağlığında hazırlattığı yönündeki görüşe karşılık, ölümünden sonra inşa edildiğine ilişkin bilgiler de bulunmaktadır.
Yapı, kademeli kaidesi, çokgen planlı kütlesi ve mekânı örten kubbesiyle, çok sayıda tipik örneği olan Osmanlı türbe geleneğinden ayrılmamaktadır. Tasarımı özgün kılan ise, geleneksel şemaya uygulanmış olan ve Osmanlı biçim sözlüğü dışındaki kaynaklara bağlanabilen bezeme programıdır. Örneğin kapı ve pencerelerde soğan biçimli, dilimli Magrip kemerleriy-le, kademelendirilmiş gotik silmeler dengeli bir beraberlik içindedir. Köşe sütunları, yine Magrip mimarisinde karşılaşılan moresk başlıklar ile son bulmaktadır. Şebekelerde uygulanan bezeme örneği de
FUHUŞ
342
343
FUHUŞ
Fuad Paşa Türbesi
yavuz Çelenk, 1994
Endülüs'teki Elhamra Sarayı'nın dekorasyonu için tasarlanan örneklere büyük ölçüde benzemektedir. Sağır cephelerdeki yüklü bezeme kompozisyonları ile bunların bir araya getirilişinde izlenen tutum da Osmanlı karakteri taşımayan yansımalardır. Türbenin tasarımında esas alınan Osmanlı geleneğine yabancı ilkeler, aynı külliyenin diğer yapılarında, cami ile meşrutada, hattâ ana giriş kapısı ve abdest musluklarında da gözlenmektedir. Tasarımdaki bu birlik, 19. yy'm ortalarında Batı Avrupa'dan Osmanlı başkentine aktarılan, mimarideki oryantalizm modasını tutarlı bir biçimde uyarlama arzusu ile ilişkilidir. Bütün içinde türbe, zengin eklektisizmi ile külliyenin en yoğun oryantalist denemesidir, yeniliklere açık 19. yy Osmanlı mimari ortamının ilginç örneklerindendir. Bibi. S. Eyice, "Tarihi Mezarlardan Notlar", TED, S. 4-5 (1974), s. 291-334; T. Saner, "istanbul 19. Yüzyıl Osmanlı Mimarlığı'nda Orienta-list Akım", (İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, basılmamış yüksek lisans tezi), 1988, s. 47.
TURGUT SANER
FUHUŞ Bizans Dönemi
Kilisenin karşı çıkmasına rağmen fahişelik Bizans'ta tanınmış bir meslekti. Her büyük şehirde fahişelerin toplandığı semtler oluşmuştu. Konstantinopolis'te genelevlerin yoğunlaştığı semt Constantinus Forumu ile Artopoleia (fırıncılar semti) arasındaydı.
Tarihçi Prokopios cinsel aşırılıklarını abartmış olsa dahi, Imparatoriçe Teodo-ra'nm önceden sıradan bir fahişe olduğu bilinmektedir. I. lustinianos'un yasalara karşı gelip 525'te Teodora ile evlenmesi ve Teodora'nm imparatoriçe ilan edilmesi, fahişe sınıfına yeni bir statü kazandırmıştır.
6. yy'ın ünlü tarih yazan Malalas, beyaz kadın ticaretini denetim altına almak için sarayın müdahale etmek zorunda kaldığını anlatır. İmparatoriçe Teodora fakir ailelerin kızlarını satın alan kadın tüccarlarını saraya getirtir ve paralarını geri vererek küçük kızları kurtarırmış. Fahişeleri ıslah etme amacıyla Teodora özel bir manastır kurmuştur. Doğru yolu seçmiş olan fahişelerin barındığı manastırlar bilinmektedir. Bunlardan bir tanesi Zeugma Tepesi'nde eski bir genelevin yerindeydi. Şehrin bu noktası, burmalı bir sütunun tepesinde duran Afrodit heykeli ile tanınır. Halk arasında dolaşan bir rivayete göre, Afrodit'in önüne gelen bir kız, eğer namusunu yitirmişse, uygunsuz hareketlerde bulunurmuş. Bu yüzden, çok sayıda genç kız, bakireliklerini kanıtlamak amacıyla Afrodit'e getirilirmiş.
Fahişeler sadece genelev, meyhane ve tavernalarda değil, tiyatro sahnelerinde de çalışmaktaydı. Tarihçi Prokopios, Belisa-rius'un kayınvalidesinin bir tiyatroya bağlı fahişe olduğunu yazar, imparatoriçe Teodora'nm sahne hayatı da bilinmektedir.
Azizlerin hayatlarını ele alan kitaplarda Konstantinopolis'in fuhuş yuvalarında gezerek günah eğilimlerine karşı dirençlerini ispat etmeye çalışan din adamlarına rastlamaktayız. Halka yeni bir ahlak anlayışı aşılamak isteyen kilise, 692'de sarayda toplanan Trullo Konsili'nde tiyatro sanatçılarını aforoz etmiş, din adamları ve üniversite öğrencilerinin bu gösterileri izlemesini yasaklamıştı. BibL Prokopios, Bizans'ın Gizli Tarihi, 1990, s. 54-57; Malalas, Chronographia, Bonn, 1831, s. 440-441; H. J. Magoulias, "Bathhouse, Inn, Tavern, Prostitution and the Stage as seen in the Lives of the Saints of the Sfanh and Seventh Centuries", Epeteris Etairias Byzantinon Spo-udon, Atina, 1971, s. 233-252; S. Leontsini, Die Prostitution imfrühen Byzans, Viyana, 1989. BRİGİTTE PİTARAKİS
Osmanlı Dönemi
Osmanlı ülkesinde devletin denetimi altında ilk genelevler 19. yy'ın ikinci yarısında, giderek "monden'leşen Galata ve Pera'da açılmıştı. Kırım Savaşı (1853-1856) ertesi Avrupalıların Osmanlı başkentinde yoğun iskânı sonucu "âlüftegân"ın sürekli sağlık denetiminde bulundurulması hükümetçe ve belediyece uygun bulunmuşsa da alınacak önlemlerin "hürriyet-i şah-siye"yi kısıtlayacağı gerekçesiyle kapitülasyonlara aykırı olduğu ileri sürülmüş, bir süre güçlükle karşılaşılmıştı.
Ancak, yöre tabiplerinden Michel, Altıncı Daire-i Belediye Başkanı Edouard Blacque(->) nezdinde girişimde bulunmuş ve Cemiyet-i Tıbbiye-i Mülkiye üyelerinden Muallim Doktor Kaymakam Agop Handanyan'ın da katılımıyla bir tıbbi heyetin oluşturulmasına ve bir hastane açılmasına karar verilmişti. Bu doğrultuda genelevler ve zührevi hastalıklarla ilgili ilk mevzuat Altıncı Daire bünyesinde kabul edildi.
Osmanlı'nın son dönemindeki fuhuşun mekânını en iyi tanımlayan yazarlardan biri Ahmed Rasim'di(->). Onun yazdık-
larına göre, Kemeraltı, Kömürcü Sokağı, Yüksekkaldırım, Kuledibi, Kalyoncukul-luğu, Çiçekçi, Yenişehir Ovası, köprünün diğer yakasındaki Yeni Cami civan şırfıntı takımını yüze çıkarmıştı. Şehrin sur haricinde, Üsküdar'ın tepelerinde, Haydarpaşa'ya doğru sarkan serviliklerde "mezarlık orospusu" diye adlandırılan meslek erbabı çok eski zamanlardan beri "icra-i sanat" eyliyordu.
Ancak, Galata-Pera'dan önce maruf o-lan Aksaray'dı. Şekerci Sokağı'ndaki "Kaymak", "Hürmüz" gibi fuhuşhaneler ve bunlardan az çok bağımsız çalışan koltuklar, Çapa Çeşmesi döküntüleri arasındaki "Acem", "Bahri" ve maiyeti, örgütlü bir fuhuş kumpanyasını andırıyordu. "Kaymak tabağı" lakabıyla maruf, fevkalade şişman bir kadın ile "Hürmüz, "Halet", "Fıtnat", "Kanbur Esma", "Bahri", "Kalfa Hanım" tertibata nezaret eden bellibaşlı "sermaye-dar'lardı.
20. yy'ın başlarında istanbul'un genelevlerini tasvir eden bir başka yazar Ser-met Muhtar Alus'tu(->). Alus'a göre daha sonra Karaköy Palas olan Karaköy Hama-mı'nın arkasında, o günkü adıyla Sidikli Sokak'ta üç-dört genelev bir çift tayın ekmeğine bile zampara kabul ediyordu. Beyzade, Şeftali, Karaoğlan ve Zürafa sokakları daha o dönemden namlanmıştı. Ekserisinde gaga dilli Leh karılan gelene geçene "Bana bak efendi, gel bugda!", zencilere "Mercan mercan, ikimiz bir can!" diye tebelleş oluyorlardı. Kemeraltı'nın, Yüksekkaldırım'ın sermayeleri yerli koriça-lar, dudular, boliçalardı.
Yosmalar hep karşı, yani köprünün karşı yakası malıydı. Statüleri itibariyle derece derece idiler: Galata yan sokaklannda-kiler; Yüksekkaldırım'ınkiler; Beyoğlu' nunkiler. Galata'da bulunanlar, ayaktakımı harcı; Yüksekkaldırım'da rastlananlar az buçuk farklı, Beyoğlu'nun sermayeleri daha üstün ve harcıâlemdi.
Bellibaşlı sokaklar vardı: Tünel Mey-danı'ndan Cadde-i Kebir (istiklal Caddesi) boylanırken solda Timoni, az ilerisinde Venedik, Derviş; eski Concordia Tiyat-rosu'nun -şimdiki Saint Antoine Kilisesi' nin- ötesinde Çiçekçi; Boğazkesen'e inen Yeniçarşı boyu, Kalyoncukulluğu, Hamalbaşı, Tarlabaşı civarında dahi gene zabıtaya kayıtlı genelevler mevcuttu. Bu yerlerin bedelleri de kalitesine ve kalınan süreye göre değişiyordu: Hoşbeşin bedeli bir beyaz mecidiye, 30 kuruş; gece kalıp sabahlamak bir lira, bir buçuk lira idi.
Eskiden pek candan, kafadar, içtikleri su ayrı gitmeyen arkadaşlar birbirlerine "birader", "ihvan", "kardeşim" diye hitap eder; sonraki gibi "azizim", "monşer", "dostum" sözünü kullanmazlardı. Vaktiyle dost kelimesi sarf edildi mi, gönül kaptıran, arada bir buluşulan kadına, kısacası Beyoğlu'nda peylenen yosmaya hanı-lolunurdu. "Dost tutma" tabiri, genelev sermayelerinden birine bağlanışa, onu haftada bir gece yoklayışa, sair zaman tazenin başkalarıyla aksatasına göz yumuşa denirdi. Böyleleri Sermet Muhtar Alus'a göre üç çeşitti: Paralı, sevdalı, belalı.
Paralı türün çoğu evli, aklı fikri çapkınlıkta, kesesi dolu, fakat kart, çehre züğürdü idi. Paralının bir adı da enayi idi. Sebebi, enayice para harcamasıydı. Dostuna her gelişte ellerinde, koltuklarında yiyecek, içecek ve giyecek paketleri bulunurdu. Evdekilere kasa kasa bira ısmarlanır; geçen satıcılardan yaş yemiş, kuruyemiş, limonata, dondurma, topik, poğaça, gözleme, turşu, salep alınırdı. Sevdalı kısmı toy, delikanlılık çağına henüz girmiş, bu yollara yeni düşmüş kişilerdi. Belalı takım omuzdaşlıkta fiyakalı, kabadayılıkta namlı, vücudunun her tarafı bıçaktan hacamat-lı, zaptiye sicilinde "sabıka-i mükerrere ashabından" diye kayıtlı bıçkınlardı.
Dost tutmanın şartı şurtu, usul ve erkânı, raconları hiç değişmezdi: Önce, özel tabiri ile "sofra vermek" gerekirdi, Erkek pek canciğer ahbaplarına, kadına, kapı yoldaşlarına, evin mamasına, icabında sermaye isteyen veya veren bazı komşulara bol içkili ve mezeli, çeşit çeşit yemekli, çalgı Çingeneli mükemmel ziyafet çekerdi.
O gece ev "komple" olmuş gibi kapı kapamaca kapanır; gelen müşterilerden kimse içeri alınmazdı. Salona masa kurulur; uşak yakındaki kahveye koşturulup Lonca'lı kemani, udi, kanuni, hanendeden üç-beş kişilik saz takımı veya kırene-teci, lavtacı, zurnacı, çifte naracı getirtilir. Hep birlikte gazeller, şarkılar, maniler, türküler tutturulur; sağdan soldan çalgılara çeyrekler, bakır yüzlükler, ikilikler fırlatılır; Çingeneler coştukça coşardı.
I. Dünya Savaşı'nda istanbul servet ve sefaleti birlikte yaşamıştı. Savaş enflasyonunun neden olduğu spekülatif girişimler geleneksel Osmanlı gelir bölüşümünü çarpıtmış; kısa sürede "yeni zengin" bir katmanın doğmasına neden olmuştu. Halk dilinde "harp tüccarı", "spekülasyon erbabı", "331, 332, 333 zengini" ya da "muhtekir" diye bilinen savaş zenginleri istanbul'un yaşamına yepyeni bir boyut getirmişlerdi, istanbul'un geniş bir kesiti yoksullaşır-ken, eğlence düşkünlüğü, alkol, kumar, kadın ticareti, hattâ kokain giderek yaygınlaştı. Bundan böyle istanbul servet ile fakr u zaruretin, sefahat ile sefaletin buluştuğu, kaynaştığı bir kentti.
Ahmed Rasim'in deyişiyle, eski fuhuş, ya da "fuhş-i atik" çökmüş, yerini "fuhş-i cedid", yani yeni fuhuşa bırakmışa. "Tam hususi", "yarı hususi", "kapatma-mantenot", "sermaye", "sokak" ve "mezarlık" Ahmed Rasim'in fuhş-i atik için bulduğu türlerdi. Ahmed Rasim'e göre, eski fuhuş, çirke-fe atılmış bir taş gibi çökerken, bütün pisliklerini etrafa serpmişti. Eskiden birkaç mahalleye sıkışıp kalmış olan bu "içtimai rezillik" yılan gibi kovuktan kovuğa sokularak evden eve tünel açmış; yeni fuhuşa ortam hazırlamıştı. Yeni "rezalet" yerleri açılmış, çoğalmıştı. Muhtelif semtlere saldırarak dallı budaklı bir şekil almıştı. Bilhassa Müslüman kesime sirayet etmişti, islam "içtimai terbiyesi" yaralanmıştı. Fuhş-i Atik adlı anı kitabında II. Meşrutiyet öncesi istanbul'unun toplumsal yaşamından ilginç kesiüer sunan Ahmed Ra-
sim, fuhuşun yayılmasını, fuhş-i cedidin ortaya çıkışını I. Dünya Savaşı'na bağlıyordu. Bu büyük altüst oluş sırasında aile erkeği cepheye sevk edilmişti. Sefalet, yoksulluk, açlık, kimsesizlik aile normlarını zorluyordu. Aile bağlan gevşiyordu. Geçim derdi Osmanlı kadınını sokağa itiyordu. Fuhuş aile yuvasına giriyor, dört bir yana saldırıyordu. Ahmed Rasim'in deyişiyle birkaç yılda "görenek" olup çıkmıştı.
Mütareke döneminde istanbul'un işgali bu çarpıklığı daha da belirginleştirdi. işgal kuvvetlerince harcanan para sefahat hayatını besledi. Kent her geçen gün yoz-laştı.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti'nde yabancılar fuhuş dahil her türlü serbest mesleği icra edebiliyorlardı. Fahişeler kapitülasyonların güvencesi altındaydılar. Bu nedenle, diğer alanlarda olduğu gibi, dünyanın bu en eski mesleğinde de, yabancı "sermaye" bulunması doğaldı. Yabancı vesikalı fahişeler arasında Rus kadınları başta geliyordu. Çöken Çarlık Rusyası'ndan Osmanlı'ya resmi kayıtlara göre 171 fahişe miras kalıyordu.
Rus kadınlarını Yunan, Avusturyalı, Romen ve italyan kadınları izliyordu. Bunların adedi sırasıyla 90, 23, 21 ve 12 idi. Saydıklarımızın dışında istanbul genelevlerinde 5 Fransız, 5 Sırp, 5 Bulgar, 3 Alman, 2 Polonyalı ya da Leh, 2 Arap, l Yu-
1950'lerde genelevlerin bulunduğu Kemeraltı'ndan bir görünüm.
Ara Güler «
goslav, l Amerikan ve l iranlı fahişe çalışıyordu. Tahmin edilebileceği gibi, bu denli çeşnili bir piyasada zührevi hastalıkların zuhur etmesi kaçınılmazdı. Zabıta kayıtlarına göre sermaye olarak çalışan 12-13 yaşlarında kızların önemli bir kısmında zührevi hastalık görülmüştü.
I. Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarında istanbul'da bellibaşlı üç genelev bölgesi vardı: Beyoğlu'nda Abanoz ve Ziba mıntıkaları ve Galata mıntıkası. Abanoz mıntıkası Abanoz Sokağı(-») ile Kasıcı, Lale, Fıçıcı ve Kamavula sokaklarını; Ziba mıntıkası Ziba, Küçük Ziba, Paşabakkal ve Ananik sokaklarını kapsıyordu. Galata mıntıkası ise Zürafa, Beyzade, Şerbetha-ne, Karaoğlan, Badem, Şeftali, Oğlak ve Bülbül sokaklarından oluşuyordu. Abanoz mıntıkası Ziba'ya oranla üç kat daha genişti. Galata ise her ikisinin toplamından daha büyüktü. Anadolu yakasında da iki mıntıka bulunuyordu. Üsküdar'da Bül-bülderesi'nde ufak bir mıntıka vardı. Kadıköy'de de altı hanelik bir mıntıka oluşmuştu. Bunların dördü Rızapaşa, diğer ikisi Yeldeğirmeni ve Orta (Moda) sokak-larındaydı. Bunların dışında Kasımpaşa'da düşük gelirli Müslümanların gittikleri evler, Şişli'de ise yüksek gelirlilerin devam ettiği "buluşma mahalleri" vardı.
Beyoğlu'nda, 17 pansiyon kayıtlarda genelev olarak geçiyordu. Bunların çoğunun sahibi Rumdu. Ermeniler ve Italyan-
FUHUŞ
344
345
FUTBOL
Bir devre arasında Zeki Rıza Sporel (önde soldan ikinci) ve kaleci Sekip (önde soldan dördüncü) seyircilerin arasında dinlenirken.
lar da pansiyon işletiyorlardı. Buraları ran-devuevi gibi çalışıyordu. Kızların çoğu sanatlarını icra etmek üzere belirli saatlerde buralara uğrarlardı.
İstanbul'un değişik semtlerinde gizli fuhuş için müşteri kabul eden 20-25 otel bulunuyordu. Ve nihayet bu kentte 231 konsomatrisin çalıştığı 58 bar vardı. Bunların 23'ü Beyoğlu'nda, 24'ü Galata'da, ll'i Tophane'deydi.
Kadıköy ve Moda'da bazı lokantalar da fuhuş için aracı işlevi görüyordu. Buralarda, Kadıköy muayenehanesine fahişe olarak kayıtlı mülteci Rus kızları çalışıyordu. Bu kızlar da her ay muayeneye tabi tutuluyorlardı. Galata ve Beyoğlu'n-daki genelevler Hıristiyan ve Musevilere, Üsküdar ve Kadıköy'dekiler Müslümanlara aitti.
Şişli'deki "buluşma mahalleri" ya da randevuevleri bir yana bırakılırsa en gözde haneler Abanoz Sokağı'ndaydı. Ziba mıntıkasında olanlar ise son derece kötü koşullardaydı. Galata'da en iyi evler Şer-bethane Sokağı'ndaydı. Ancak, Galata'nın hanelerinin büyük çoğunluğu pislik yu-vasıydı. Bu nedenle Galata mıntıkası İngiliz, Fransız ve İtalyan işgal kuvvetleri komutanlıkları tarafından askerlerine yasak bölge ilan edilmişti.
Galata'da Müslüman kadın çalışmazdı. Beyoğlu'nda büyük çoğunluk Hıristiyan ve Musevi olmasına karşın bazı Müslüman hanelere de rastlanıyordu. Anadolu yakasındaki evlerde ise gayrimüslime pek rastlanmazdı. Bu evlerin Beyoğlu ve Ga-lata'dakilere oranla daha temiz oldukları söylenirdi. Kadıköy ve Moda'dakiler Üskü-dar'dakilere oranla daha düzenli, tertipliydiler.
İşgal yıllarında Sıhhiye Heyeti'nin verilerine göre İstanbul'da vesikalı 2.171 fahişe icra-i sanat ediyordu. Bunların 1.367' si Hıristiyan ve Musevi, 804'ü Müslüman-dı. Beyoğlu'nda 770, Galata'da 643, İstanbul'un Eminönü cihetinde 135, Kadıköy ve Üsküdar'da 177 vesikalı fahişe vardı. Ayrıca İstanbul'da mıntıkası belirsiz 446 vesikalı fahişe bulunmaktaydı.
Sıhhiye Heyeti'ne göre İstanbul'da fahişe sayısı her geçen gün artmaktaydı. Galata'da çalışanların çoğunluğu Rumdu. Bunların bir kısmı Yunan pasaportu taşıyordu. Rumların ardından sayı olarak Ruslar geliyordu. Ancak, Rus fahişelerin sayısı büyük bir olasılıkla resmi kayıtların üzerindeydi. Galata'da ayrıca, Avusturyalı, Romen, İtalyan, İspanyol, Bulgar, Sırp, Amerikan, Fransız, Alman ve "zenci" fahişeler vardı.
Genelevlerde çalışan fahişeler genellikle 19-22 yaş arasındaydılar. 25 yaşın ü-zerinde fahişe enderdi. Ancak, Üsküdar' da çalışan 36 yaşında bir fahişeye rastlanmıştı. Beyoğlu'ndaki barlarda 13 yaşından itibaren fuhuşa sürüklenmiş vesikasız kızların çalıştırıldığı sık sık görülüyordu. Nitekim Şişli Emraz-ı Zühreviye Has-tanesi'nde tedavi gören 14 yaşında kızlar vardı.
İşgal yıllarında genelevlerin denetimini fiilen işgal askeri polisi üstlenmişti. Sa-
at 22.00'de tüm hanelerin kapanması gerekiyordu. Bu sıkı denetimden birçok genelev sahibi şikâyetçiydi. İşlerin tam açıldığı sırada dükkân kapatmak zorunda kaldıklarından yakınıyorlardı.
İşgal yıllarında Abanoz Sokağı'ndaki bazı evlerin uyuşturucu pazarladıkları duyulmuştu. Kokain müşterileri genellikle Amerikalı denizcilerdi. Beyoğlu barlarının müdavimleri işgal kuvvetleri askerleriydi. Tophane barlarının müşterileri ise Amerikalı ve İngiliz asker ve denizcilerdi.
Bar, kafe ya da lokantalarda çalışan hayat kadınlarının genellikle civarda bir ö-zel odaları bulunuyordu. Müşteriyi oraya götürürlerdi. Galata'daki bar kadınları ise çoğu kez yakındaki fuhuşhanelerden geliyorlardı. Müşterilerini de genelevlere çekerlerdi. Mütareke yıllarında bar, kafe ve lokantalar birçok yoksul kız için fuhuşa başlangıç noktasıydı. Geneleve düştükten sonra da şarkıcı ya da dansöz olarak bar ya da pavyonlarda çalışıyorlardı. Müşterilerini de buralardan kaldırıyorlardı.
İşgal yıllarında genelevlerde vizite ücretleri 15 kuruştan başlıyor, 5 liraya kadar yükseliyordu. 15 kuruşluklar Galata'daki en düşük yerlerdi. 5 liralık ise Beyoğlu'nda "Yankee House" diye bilinen evdi. Ran-devuevi diye bilinen buluşma mahallerinde vizitenin daha da yükseldiği görülüyordu. Şişli'de zengin Müslümanların uğrak yeri olan bir buluşma mahallinde vizite ücreti bir aralık 10 liraya kadar çıkmıştı.
Emraz-ı Zühreviye mevzuatıyla kurulan Sıhhiye Heyeti'nin merkezi Beyoğlu'n-daydı. Beyoğlu, Ziba, Galata, İstanbul ve Kadıköy'de birer muayenehane açılmıştı. Galata'dakinde günde 100-150 fahişenin muayene edildiği görülüyordu. Ayrıca, Galata, İstanbul, Kadıköy, Beşiktaş, Üsküdar ve Yeniköy'de birer bakım merkezi vardı.
I. Dünya Savaşı öncesi zührevi hastalıklar için Haseki Hastanesi'nde 40 yatak ayrılmıştı. Emraz-ı Zühreviye Nizamna-mesi'nin yayımlanmasından sonra Enver Paşa Yüksekkaldırım'da, Alageyik Sokağı kavşağında bir Emraz-ı Zühreviye Hastanesi açmıştı. Hastane karşısındaki ünlü yüksek kahvehanenin gedikli müşterileri Galata, Yüksekkaldırım, Kuledibi külhanı, kabadayıları ve tulumbacılarıydı.
Bu bıçkın takımı genelev olan çevre evlerle Alageyik Sokağı genelevlerinde-ki sermayelerin belalılarıydı. Sabahtan akşama kadar kahvehanede oturup evleri dikiz eder, dostunun aldığı müşterilerin çe-telesini tutarak, külhani argosuyla "marka-cılık" yaparlardı. Gece olunca ona göre dostundan paylarını isterlerdi.
Galata Hastanesi bu ortamda uzun süre kalmadı. 1917de Şişli'deki Bulgar Erkek Mektebi toplam 600 yataklı dört koğuştan oluşan bir zührevi hastalıklar hastanesine dönüştürüldü. Gonore (belsoğukluğu), frengi, frengi çıbanı gibi zührevi vakalar 14 günden 4 aya kadar hastaneye yatırılı-yordu. Frengide dış belirtiler tedavi edildikten sonra hasta taburcu ediliyordu. Ancak, her hafta Sıhhiye Heyeti muayenehanelerine kontrole gelmeleri ve bakım
merkezlerinde tedavilerini sürdürmeleri isteniyordu.
Mütareke İstanbul'u etnik çeşni açısından son derece zengindi. İngiliz üniformalı Sih subayı, Senegalli Fransız çavuşu, İtalyan jandarması, Yunan Efsun askeri ırk yelpazesini olabildiğince genişletti. Tüm kozmopolitliğiyle İstanbul, işgal kuvvetlerinin yamsıra, 100.000'e yakın göçmen Rusu misafir etti. Ekim Devrimi ertesi kapağı İstanbul'a atan Beyaz Ruslar kentin gece hayatına renk kattılar. Her türlü "varyete" Rus kızlarındaydı. Wrangel ordusu kalıntıları İstanbul'a "pavyon"u, "gece kulübü"nü getirdiler. Tombalacı Rus kızları kahvehane kahvehane dolaşarak Osmanlı erkeklerine şans dağıttılar.
İstanbul'da fuhuş böyle bir ortamda ye-şerdi. Resmi zabıta kayıtlarına göre, Mütareke yıllarında İstanbul'da "vesikalı" 2.125 fahişe çalışıyordu. Yine aynı kayıtlara göre "vesikasız" çalışan 979 hayat kadım vardı. Bunların dışında bu mesleği zaman zaman icra eden 1.000'in üzerinde kadın, polis müdüriyetince biliniyordu. Toparlanırsa, geçimini fuhuş ile idame ettiren 4.500 ila 5.000 dolayında kadın vardı.
Vesikalılar arasında, beklenilenin tersine, Müslüman kadınlar başta geliyordu. Dersaadet Polis Mektebi Müdürü Mustafa Galib Bey'in resmi kayıtlardan aktardığı bilgilere göre, mezhebi ve tabiyeti "Müslim" olan 774 fahişe vardı. Gayrimüslim Osmanlı kadınları arasında 691 Rurn, 194 Ermeni ve 124 Musevi vesikayla çalışıyordu.
Dönemin birçok yazarı zaruret ve ihtiyacı fuhuşa yataklık eden, onu körükleyen bellibaşlı neden olarak sayıyordu. Ancak, maddi nedenlerin yamsıra başka saiklere de dikkati çekenler vardı. Ahlak çöküntüsü bunların başında geliyordu. Mustafa Galib, "memleket muhitinin ahlaken tefes-süh-i tamma uğraması"nı en bellibaşlı nedenlerden biri olarak görüyordu. Ahlak çöküntüsü ya da Mustafa Galib'in deyişiyle "emraz-ı ahlakiye" ülkenin toplumsal yapısı üzerinde yıkıcı etkilerde bulunmuştu. L Dünya Savaşı toplumun değer yargılarım yıpratmış, ahlaki çöküntüye neden olmuştu.
Özellikle İstanbul'un Müslüman ahalisi bir "gayya-i musibet" e doğru yuvarlanıp gitmekteydi. Payitaht birçok servetini gayrimeşru kaynaklara tahsis edip sarf e-derken öte yanda "zaruret-i hayaf'ın kurbanları dikkati çekecek derecede artmakta, çoğalmaktaydı.
Milli Mücadele ertesi Cumhuriyet'le birlikte hükümetler fuhuşa farklı bir açıdan yaklaştılar. Savaşlar artık sona ermişti. Fuhuş denetim altına alınabilirdi. 1915 mevzuatı yasaklayıcı olmaktan çok düzenleyiciydi. Bu nedenle yetersiz kalmış, beklenen toplumsal, ahlaki ve sıhhi sonuçları doğurmamıştı. Düzenleyici mevzuat bırakılmalı, fuhuşu ceza tehdidi altında kati bir surette men eden yeni bir mevzuat çıkarılmalıydı.
Bu yıllarda tüm dünyada benzer gelişmeler izlenmekteydi. Puhusun kaldırılması amacıyla bir uluslararası federasyon o-luşturuluyordu. Hükümetler nezdinde gi-
rişimde bulunan federasyon birçok ülkede genelevlerin kapatılmasını sağlamıştı. Bu arada zührevi hastalıklara karşı etkin bir mücadele teşkilatı kurulmuştu.
Federasyonun sürekli çalışmaları sonucu Milletler Cemiyeti'nde kadın ve çocuk ticaretinin kaldırılmasını amaçlayan bir komite oluşturuldu. Puhusun tamamen kaldırılmasından yana olanlarla Milletler Cemiyeti'ndeki komite geniş bir propagan-da kampanyası açtılar. Bu kampanya Türkiye'de de etkisini göstermekte gecikmedi. 1920'li yılların sonlarına doğru, dünya buhranıyla birlikte Türkiye yeni arayışlar içerisindeydi. 1929 sonrası benimsenen devletçilik, iktisadi düsturların yamsıra toplumsal sorunlara da eğildi. Buhran ahlak sorununu gündeme getirir. Bundan böyle devlet aile ahlakını gözetecekti. Türk kanı ve seciyesinin sağlığı ve sağlamlığının sağlanması, milli bünyenin her türlü tehlike, hastalık ve sarsıntılardan korunması devletin yeni görevleri arasındaydı. Fuhuş milletin toplumsal bünyesini, hattâ varlığını tehdit etmekteydi. Puhusun önlenmesi, sağlıklı gürbüz nesiller için ön-şarttı.
Bu amaçla hükümet nizami fuhuşun kaldırılmasına çalışan uluslararası federasyonun "umumi evlerin tamamıyla men e-dilmesi" görüşünü benimseyerek 12 Nisan 1930 günlü "fuhuşla mücadele" hakkındaki tamimi yayımladı. Valiliklere gönderilen bu tamimde Türkiye'nin hiçbir yerinde yeniden genelev açılmasına izin verilmeyeceği bildirildi. Mevcut genelevler diğer bir genelevden ya da yeniden bir kadını sermaye olarak alamazdı. Sayıları her geçen gün azalacak olan genelevlerde içki içmek ve çalgı çalmak yasaktı. Yabancılardan fahişelik yapanlar, fuhuşa aracı çılanlar ve genelev işletenler sınırdışı edileceklerdi. Keza müzikhol, bar, kafeşantan gibi yerlerde çalışan yabancı artistler, uygunsuz davrandıkları takdirde aynı işleme tabi tutulacaklardı.
Tamim ertesi fahişeler sıkı bir gözetim altına alındılar. Birçok kez fahişe avına çıkıldı. Mesken dokunulmazlığına tecavüz olayları görüldü. Gelişigüzel ev basıldı. Bu gelişmeler karşısında hükümet geri dönüş yapmak zorunda kaldı. Fuhuşun tamamıyla kaldırılıp yasaklanması girişimi 1933 tarihli "Fuhuşla ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan Zührevi Hastalıklarla Mücadele Ni-zamnamesi"yle geri bırakıldı.
İstanbul da bu gelişmelerden nasibini aldı. Özellikle 1950'lerden başlayarak yoğun göç nedeniyle fuhuş alabildiğine arttı. Öte yandan çevreye olan olumsuz etkisi nedeniyle birçok "resmi" genelev kapatıldı: 1954'te Büyük Ziba'yı, 1964'te Abanoz Sokağı'ndaki genelevler izledi. Kimi kez, 1968'de olduğu gibi fuhuşa ortam sağlayan oteller topyekûn kapatıldı. 1981'de "Fuhuşla ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan Zührevi Hastalıklarla Mücadele Tüzüğü" yayımlandı.
Genelevlerin birbiri peşi sıra kapatılması, sermayelerin bir kısmının sokağa dökülmesine neden oldu. Geceleri Tarla-başı'nda Ağa Camii'nin köşesinde, Gala-
tasaray'da ve İngiliz Konsolosluğumun arkasında bu kez açık pazarlar oluştu. Gizli randevuevlerini gezgin hayat kadınları, onları da telekızlar izledi.
ZAFER TOPRAK
Dostları ilə paylaş: |