BABAHİNDİ SÜHA.
518
519
BABIÂLİ
Baba Sungur Tekkesi dikdörtgen planlı, tek katlı, kagir duvarlı, ahşap çatılı bir yapıdır. Mütevazı bir zaviye niteliğinde olduğu anlaşılan bu son tekke binası 1925'ten sonra büyük ölçüde tadilata uğramış, içerdiği mekânlar gibi cepheleri de özgünlüğünü yitirmiştir. Yapının kuzey kesiminde ufak bir tevhidhanenin bulunduğu, geriye kalan kesimin de selamlık ve harem birimlerine tahsis edildiği anlaşılmaktadır. Kuzey yönündeki bahçe kapısının solunda, silindir biçiminde dört adet yazısız mezar taşını barındıran ufak hazire yer almaktadır. Ayazmanın doğuya (Dolrnabahçe Sarayı yönü) bakan girişi son yıllarda üçgen alınlıktı ahşap bir saçakla donatılmıştır.
Bibi. Evliya, Seyahatname, I, 449-450; Raif, Mir'at, 309; Okan, İstanbul Evliyaları, 134-138; Ünver, Mutlu Askerler, 3-4; 1KSA, I, 482-485.
M. BAHA TANMAN
BABAHİNDİ SÜHA
(1924, İstanbul) İstanbul spor sahalarının ilk amigosu. Asıl adı Seha Erge'dir. istanbul Erkek Lisesi'nde öğrenim gördüğü dönemde elinde yarım metre u-zunluğunda kaynanazırıltısı ile Fenerbahçe tribünlerinde ortaya çıktı. İstanbul Erkek Lisesi'nin çatısı altında doğan "Bir babahindi (Heey Allah), Olsa da şimdi (Heey Allah), Pilavla zerde (Heey Allah), Kaşık da nerde (Heey Allah)" sloganını Fenerbahçe tribünlerine taşıdı. O slogan atınca tribündekiler "Heey Allah!" nakaratıyla kendisine cevap verirlerdi. Uzun yıllar tribünlere hâkim olan bu slogan nedeniyle "Babahindi Süha" olarak tanındı. İstanbul Erkek Lisesi'nden mezun olduktan sonra Yüksek Ticaret Mekte-bi'ni bitirdi. Baba mesleği olan erkek gömleği imalatıyla uğraştı. Sağlık sebepleriyle uzun süredir tribünlerden uzaktır. Maçları televizyon ve gazetelerden izlemekte, "Bir babahindi"yi sadece İstanbul Erkek Lisesi'nin geleneksel Aşure Günü törenlerinde çekmektedir.
CEM ATABEYOĞLU
BABANAKKAŞZADELER
Fetihten sonra İstanbul'a yerleşerek sanat ve tarikat öncülüğü yapan Horasanlı Özbek asıllı aile. Çatalca'da bir köy (Ba-banakkaş, bugün Nakkaşköy) ile Boğa-
Baba Sungur Tekkesi
M. Baha Tanman, 1993
ziçi'nde Kuzguncuk'ta sonradan mezarlık olan semt (Nakkaşbaba Bahçesi) bu ailenin adını taşımaktadır.
Ailenin atası, nakkaş Şeyh Mehmed, Horasanlı ve Özbek asıllı Bayezid'in oğludur. Ataî, ailenin atasını Bayram-ı A'ce-mî adıyla verir. Şeyh Mehmed, bir sanatkâr ve Nakşibendî şeyhi olarak II. Mehmed (Fatih) döneminde (1451-1481) İstanbul'a geldi. 1466'da, Fatih tarafından kendisine, Çatalca'ya bağlı İnceğiz ve Kutlubay köyleri toprakları mülk olarak verildi. Türlü bilimlerde uzman olan Şeyh Mehmed, bu padişahın sohbet meclislerine katılanlardandı. Olasılıkla Osmanlı sarayının ilk nakkaşlık atölyesini kurdu. Kendisine verilen Kut-lubey Köyü'nde bir mescit ile mektep ve hankâh yaptırdı. 1474'te bir vakıfname düzenleyerek 200 kuyulu evi, 5 çeşmesi bulunan Kutlubey Köyü toprakları ile İnceğiz'deki bir değirmeni, yaptırdığı mescit ile mektep ve hankâha vakfetti. İlk Nakşibendî dergâhını da burada kurup başına geçti. Aynı zamanda bir nakkaş (resim ve tezhip ustası) olan Şeyh Mehmed Efendi, Osmanlı sarayında nakkaşlık çalışmalarım başlattı. Evliya Çelebi'nin belirttiğine göre İstanbul'daki Eski Saray'ın cümle kapısı saçağmdaki süslemelerle Topkapı Sarayı'nın Sultan Bayezid Divanhanesi kubbesi süslemeleri onun elinden çıkmıştı.
II. Bayezid'in (hd 1481-1512) musahibi ve olasılıkla saray nakkaşbaşısı olan Şeyh Mehmed uzun bir ömür sürdü. Yaşı ve sanatındaki ünü nedeniyle kendi döneminde "Baba Nakkaş" olarak ünlendi. 1525'e doğru öldü ve sonradan kendi adını alan Kutlubey Köyü'ndeki mescidin haziresine gömüldü. 15. yy'da Osmanlı sarayında gelişen yeni hatayî ve rumî bezeme tekniklerine sonradan Baba Nakkaş üslubu dendiği gibi, aynı yüzyıldan kalma olup İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde bulunan bir esere de Baba Nakkaş Albümü adı verilmiştir.
Şeyh Mehmed Efendi'nin oğlu Şeyh Himmetullah Çelebi (?), bunun oğlu Şeyh Mahmud Defterî (ö. 1529) Nakşibendî dergâhı şeyhi idiler. Ailenin daha sonraki bireyleri ve tarikat şeyhleri arasında kimlikleri hakkında bilgi bulunmayan, İbn Baba Nakkaş lakabıyla ünlü Derviş Mehmed Çelebi, Şeyh Bayram Ali
Çelebi (ö. 1566) saptanmaktadır. Bunlar aynı zamanda Baba Nakkaş Vakfı'nın da mütevellileriydiler.
16. yy'da ailenin en ünlü siması Şeyh Mustafa Çelebi'dir (ö.1572). Ataî'nin verdiği özgeçmişine göre Mustafa Çelebi ile I. Süleyman (Kanuni) dönemi defterdarlarından Derviş Çelebi (ö. 1573) kardeştiler. Ataî, bunları, Babanakkaş adlı köyün kurucusu Bayram-ı A'cemî' nin halefleri olarak belirtir. Şeyh Mustafa önceleri medrese öğrenimine yönelmiş, Şeyhülislam Ebussuud Efendi ile dönemin büyük din bilginlerinden dersler almışken öğrenimini yarıda bırakıp Nakşibendî şeyhlerinden Hekim Çele-bi'ye mürit olmuştu. Evliya Çelebi'ye göre Şeyh Mustafa, Dobruca bölgesine gidip Babadağı'nda yerleşti. Cami ve dergâh yaptırttı. Orada öldü. Oysa Ataî, Şeyh Mustafa'nın Babanakkaş Köyü'nde öldüğünü, kardeşi Defterdar Derviş Çelebi'nin yaptırttığı caminin haziresine gömüldüğünü yazmaktadır.
Şeyh Mustafa yumuşak huylu, dünya zevklerinden uzak, dindar bir kişiydi. Kamu hizmetinde yükselerek iki kez başdefterdar olan (1561-1562 ve 1569-1573) kardeşi Derviş Çelebi her hafta ziyaretine geldiği halde ona ziyarete gitmez, gönderdiği yiyecekleri de kabul etmezdi.
Babanakkaşzadelerin soyu Derviş Çe-lebi'den yürüdü. Derviş Çelebi 1502 ve 1572 tarihli iki ayrı vakfiye ile de aileye ait önceki vakfı genişletmiş, Bursa'daki bazı taşınmazları da eklemiştir. Ataî, bu iki kardeşin "Acem soylu" olmaları nedeniyle hoşsohbet, derviş yaradılışlı ve bilgili olduklarını açıklamaktadır.
Babanakkaşzadeler, İstanbul'un en eski Türk-Müslüman yerlileri olarak varlıklarını günümüze kadar korumuşlardır. Ancak Derviş Çelebi'nin oğlu Ömer Osman Efendi'den (Ö.1618) sonra öncekiler düzeyinde ünlü bir simaya rastlanmaz. Ömer Osman Efendi ise 1581'de Babanakkaş Köyü'ndeki camiyi onartmış, Kütahya ve Konya kadılıklarında bulunmuştur.
19. yy başında Çatalca eşrafından olarak ve vakıf mütevellisi sıfatıyla adı geçen Babanakkaşzade Mustafa Ağa'nın kızı Fatma Şerife Hanım 1926'da ölmüştür. Aileye anneleri tarafından akraba ünlüler arasında Mareşal Fevzi Çakmak (ö. 1950), Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver (ö. 1986), hattat Mehmed Şevki Efendi (ö. 1909), şair Şükûfe Nihal Başar (ö. 1973) ile Yılmaz Öztuna da (d. 1930) vardır.
Bibi. Evliya Çelebi, Seyahatname, VI, İst., 1318, s. 151-152; Ataî, Hadaiku'l-Hakaik, II, 204; Sicill-i Osmanî, II, 328, IV, 113, 709; A. Ünver, "Baba Nakkaş" Fatih ve İstanbul, S. 7-12 (1954); Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 371-372; Y. Öztuna, Devletler ve Hanedanlar, II, Ankara, 1989, s. 584-586; F. Çağman, "Baba Nakkaş", DİA, 369-370.
NECDET SAKAOĞLU
BÂB-I SERASKERÎ
bak. HARBÎYE NEZARETİ BİNASI
BABIALİ
Osmanlı Devleti'nde sadaret makamıdır. Diğer bir deyişle devlet yönetiminin merkezidir. "Yüksek kapı" anlamına gelir. Özellikle 19. yy başından itibaren yaygın kullanılan bir deyimdir.
Sadrazam ya da yezirazamın özel ikametgâhı önceleri resmi daire olarak da kullanılırdı. Bu mekâna kapı denilirdi. 18. yy'ın ikinci yarısından itibaren Babıâli hükümet merkezi olarak biçimlenmeye başladı. Sadrazamların devlet işlerini yönettikleri resmi ikametgâh oldu.
Babıâli tarih yazınında çoğu kez Osmanlı hükümeti anlamına kullanıldı. Nitekim Batı yazınında da Babıâli anlamına gelen "Porte Sublime", "Sublime Porte", "Hohe Pforte" sözcükleri Fransız, ingiliz ve Alman diplomasisinde uzun süre Osmanlı hükümeti anlamına geldi.
Klasik dönemde devlet işleri divan-ı hümayunda görülürdü. Divan ilk devirlerde her gün toplanırdı. 16. yy'dan itibaren bu haftada dört güne indi. Savaş dönemlerinde haftalık toplantı ikiye düşerdi. Nihayet sırf kapıkulu askerlerine ulufe vermek ve sefir kabul etmek üzere divan üç ayda bir toplanır oldu.
18. yy'ın ikinci yarısından itibaren devlet işleri vekil-i saltanat denilen sadrazamın ikindi divanında ve olağandışı görüşmelerde değişik yerlerde toplanan şûrada görülmeye başladı. Böylece kub-bealtı toplantısı ve kubbe vezirleri usulü kalkarak vekiller heyeti oluşmaya başladı. İstanbul'da bulundukları zaman kaptanpaşalar da bu toplantıya katıldılar. Kimi zaman şeyhülislamın konağında yapılan toplantılar nedeniyle zamanla şeyhülislamın da vekiller heyeti bünyesinde yer alması uygun görüldü.
Böylece sadrazamın ikindi divanı devlet işlerini üstlendi. Yeni bir toplantı düzeni kuruldu. Divan-ı hümayunda bulunan kalemler, defterler ve kayıtlar Babıâli bünyesinde yer aldı. Reisülküt-tab ve divan kalemleri, çavuşbaşı ile daire ve maiyeti, teşrifatçı vb Babıâli'ye taşındı. Bunlar sadrazamın maiyeti olan kethüda ve mektupçu ile birlikte hade-me-i Babıâli adını aldılar.
Başlangıçta Babıâli toplantılarının günü ve toplantıya katılan üyelerin sayısı belli değildi. Bazı gizli toplantılara sadrazam, devlet erkânından dilediğini ça-.ğırıyordu; gündem ıslahat üzerine ya da askeri nitelikte ise toplantıya yeniçeri ağasıyla diğer ileri gelen ocak ağaları, kazaskerler ve bunların mazulleri, İstanbul kadısı ve ulema katılırdı.
Olağan görüşmelerde ise hemen her zaman sadrazam kethüdası, reisülküttab, defterdar, çavuşbaşı, nişancı ve tezkireci-ler bulunurlardı. Gerektiğinde darphane emini, tersane emini vb kişiler de davet olunurdu.
Toplantılar önceleri gerektiğinde yapılırdı. II. Mahmud döneminde (1808-1839) toplantıların haftada iki gün, perşembe ve pazartesi günleri olduğu ve bunlardan birinin Babıâli'de, diğerinin
şeyhülislam konağında yapıldığı bilinmektedir. Sadrazam iki günü az görerek cumartesi günleri de toplanmayı padişaha arz etmişse de öneri halk arasında dedikoduya neden olacağı gerekçesiyle kabul görmedi.
1826'da yeniçeriliği kaldıran Vak'a-i Hayriye'den sonra padişah tarafından atanan ve azledilen vekillerden oluşan heyet-i vükela yavaş yavaş belirmeye başladı. Sadrazamın başkanlığında kap-tan-ı derya ve daha. sonra bahriye nazırı adını alan vezir ile eski adı kethüda-ı sadr-ı âli olan mülkiye ya da dahiliye nazırı ve eski adı reisülküttab olan hariciye nazırı ve defterdar ya da maliye nazırı, serasker ve eski adı çavuşbaşı iken sonradan değiştirilen deâvi nazırı vekiller heyetini oluşturdular.
Sonraları şeyhülislam da heyete katıldı. Buna karşılık Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılışına kadar sırf kapıkulu ocaklarına ulufe dağıtım merasiminde divana katılan kazaskerler heyetten düşürüldü. Ana hatlarıyla padişahın arzusuna göre oluşturulan bu yapı Meşrutiyet'in ilanına kadar sürdü. Vak'a-i Hayriye'den sonra Babıâli ve bazı daireler perşembe ve pazar olmak üzere haftada iki gün tatil yapmaya başladılar. Vak'a-i Hayriye'den önce perşembe günü vükelanın toplantı günüydü.
Öte yandan Tanzimat'la birlikte gündeme gelen meclisler de Babıâli'nin yapılanmasında rol oynadılar. 1838'de kurulan Meclis-i Vâla-yı Ahkâm-ı Adliye ile Dar-ı Şûra-yı Babıâli, Osmanlı bürokrasisine yeni bir boyut getirdiler. II. Mahmud döneminde zaman zaman toplanan meşveret meclislerinin yetersiz kalışı üzerine oluşturulan bu iki meclis geniş bir memur kadrosunu gerektirdi. Tanzimat'ın ilanından sonra bu iki meclis birleştirildi (1840) ve Babıâli'deki yeni binasında görev yapmaya başladı. 1854'te tekrar Meclis-i Âli-i Tanzimat ve Meclis-i Ahkâm-ı Adliye olarak ikiye ayrıldı. 186l'de bir kez daha bir araya geldiler. 1868'de Şûra-yı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye olarak son kez ikiye ayrıldılar. Babıâli'nin tek katlı daireleri üzerine bir kat daha eklenerek 1869'dan itibaren Şûra-yı Devlet heyetinin topluca burada çalışması sağlandı.
Babıâli, sadaret makamı olarak biçimlendiği 19. yy başlarında altlı üstlü birçok odadan oluşuyordu. Şimdiki vilayet binasının olduğu yerden itibaren Defterdarlık binası da dahil olmak üzere arkasındaki Tomruk Dairesi'nin olduğu alanı ve önündeki bahçeyi içine alıyordu. Alt katının bir kısmı kagir olarak harem ve selamlık daireleri, ahırlar, ambarlar, silahhane, cebehane, geniş avlu ve bahçelerden oluşuyordu.
Binaya Soğukçeşme tarafındaki büyük kapıdan geniş bir avluyla giriliyordu. Bu avludan Naili Mescit yanındaki Babıâli yokuşuna çıkılan bahçe kapısına ulaşılıyordu. Bu bahçe gibi meydanda çavuşbaşı, tevkii, telhisçi daireleri ile divanhane ve bunun merasim kapısı vardı.
Naili Mescit denilen caminin etrafı aynı adı taşıyan bir mahalleyi oluşturuyordu. Buradan dar bir geçit ile belirtilen kapıların açıldığı meydanlığa geçilirdi. Vezir teşrifatına mahsus Bâb-ı Asafi ve binek taşı buradaydı.
Beşir Ağa Camii ve binek önündeki dar ve çıkmaz bir sokak harem kapısı olan Tomruk kısmının arka kapılarını oluşturuyordu. Naili Mescit tarafından da Tomruk'a girilirdi. Aynı alandan çavuşlar, kavaslar ve seyisler dairelerine açılan ve aile ve maiyetin geçmesi için değişik kapılar vardı. Harem ile selamlığın birleştiği yer olan zülveçheyn sofalar buradaydı.
Vezir dairesi bu kısmın üzerindeydi. Dairenin buradan Ayasofya'ya uzanan kısmı reis ve kethüda dairelerini içeriyordu. Şengül yokuşuna ve Fatma Sultan Mektebi Sokağı'na, sebil ve camiye ve kütüphaneye karşı olan kısımlarda sokağa bakan şahnişinler vardı.
Alay Köşkü'nün karşısında "Bab-ı Kebir" de denilen görkemli kapı bulunuyordu. Bunun üzerinde kethüda-i sadr-ı âli'nin makam odası vardı. Odanın, kapı üzerinde oluşturduğu şahnişin ve altındaki payanda ve direklerin araları boştu. Kalem memurları, hacegân ve diğer daire reisleri deniz tarafındaki kısımda is, görürlerdi. Dairenin altında sarnıç, mahzen, izbe, bodrum ve tünel gibi birçok mekân bulunuyordu.
Sadrazam, Babıâli'nin batı tarafında Babıâli yokuşu kısmında Ebussuud Caddesi'ne kadar uzanan fevkani bir pavyondaki resmi odalarda çalışırdı. Buradan özel selamlık dairesi olan Naili Mescit tarafındaki divanhaneye ulaşılırdı. Yatmak için ise harem dairesinin bulunduğu Tomruk kısmına geçilirdi.
Tomruk Dairesi iki kısımdan oluşuyordu: Doğusunda harem dairesi, batısında mutfaklar, sekban koğuşları, ahırlar, kışlalar vardı.
Babıâli odalarının en ünlüleri divanhane, arzodası ve hü'at giydirilen kürk odasıydı. Divanhane, sadrazamın divanı topladığı salondu. Arzodası kabul ve merasim salonuydu; vezirler ve sefirler bu odada kabul edilirdi. Önemli toplantılar da arzodasında yapılırdı.
Kethüda bey odası, reis efendi odası, âmedi odası, beylikçi odası, mektupçu odası, büyük efendi (tezkire-i evvel) odası, küçük efendi (tezkire-i sani) odası, tahvil kalemi odası, rüus kalemi odası, mühimme odası, çavuşbaşı odası, mektubi kalemi odası, kethüda kâtibi odası, kapıcılar kethüdası odası, teşrifatçı odası, çavuşbaşı abdest odası, kapıcılar bölükbaşısı odası, kethüda kalemi odası, hünkâr köşkü, sarık odası, hazine odası, yatak odası ve Havuzlu Köşk Babıâli'nin divanhane, arzodası ve kürk odasının dışında başlıca mekânlardı. Selamlık kısmını oluşturan bu odaların altında mutfak, kahve ocağı, muhzır ve yoldaşlarının yerleri, uşak ve kavas odaları, sadrazamın maiyetinin koğuşları, ahırlar bulunuyordu.
BABIÂLİ
520
521
BABIÂLİ
' '"^'^"x^f~V'^-s^fV " Jj« Subiimeijl^rjjfe. ' ^Nts^/f''sa™H£s:
£? .; 'F^r2-^8» '
Z^TJ^.
Babıâli binalarının 1911'de yanmadan önceki durumu (arka cephe). Afife Batur koleksiyonu
Babıâli'nin düzeni, binalar Alemdar Olayı'nda(->) yanmadan önce bu şekildeydi. Yangından sonra binalar yeniden yaptırıldı ve dönemin padişahı Mah-mud-ı Adli diye bilinen II. Mahmud'a izafeten Bâb-ı Adi ya da Bâb-ı Adli dendi. Ancak 1820'lerin ikinci yarısında Babıâli deyimine dönüldü.
1826'da yeniçeriliğin kaldırılması ertesi Babıâli, sadrazamların ikametgâhı olmaktan çıktı; resmi bir devlet dairesi oldu. Ancak nazırların ayrı daireleri yoktu. Sabahlan kâtipleri ve defterleriyle selamlık dairesine geliyor, iş görüyorlardı. Tanzimat'ın ilanından (1839) sonra Dahiliye Nezareti, Hariciye Nezareti, Adliye Nezareti ve ardından Şûra-yı Devlet buraya taşındı. Böylece Tanzimat bürokrasisi Babıâli'yi mesken edindi.
Babıâli gerçek kimliğini Tanzimat döneminde kazandı. II. Abdülhamid'le birlikte iktidar odağı Yıldız Sarayı'na kaydı. II. Meşrutiyetle (1908) birlikte Babıâli tekrar güç kazandı.
Babıâli hükümet merkezi olarak Osmanlı Devleti ile birlikte tarihe karıştı. Bir süre Büyük Millet Meclisi Hüküme-ti'nin istanbul Temsilciliği'ne verildi. Sonraları istanbul vilayet binası olarak kullanılmaya başlandı. Hariciye kısmı ise defterdarlık oldu. Bugün Babıâli'nin simgesi olan bina Vilayet diye bilinmektedir. Cumhuriyet yıllarında Babıâli sözcüğü farklı bir anlam kazanmaya başladı. Uzun yıllar Babıâli denince basın-yayın dünyası anlaşıldı. Babıâli Yokuşu da bu anlamda kullanıldı. Ancak günümüzde basın dünyasının bellibaşlı kuruluşları ve matbaaların sur dışına göçü sonucu sözcük bu anlamını da giderek yitirmekte ve tarihsel bir içerik kazanmaktadır.
Bibi. Ahmed Şuayb, Hukuk-ı idare, I-II, İst., 1910-1913; Roderic H. Davison, Reform in the Ottoman Empire, 1856-1876, Princeton, 1963; Carter V. Findley, Bureaucratic Reform in the Ottoman Empire: The Sublime Porte
1789-1922, Princeton, 1980; A. Heidborn, Manuel de droit public et administratif de l'Empire Ottoman, I, II, Vienna-Leipzig, 1908-1912; Uzunçarşılı, Merkez ve Bahriye ; "Babıâli", ISTA, IV, 1740-1754; "Babıâli", 1KSA, II, 939-944; M. T. Gökbilgin, "Babıâli", ÎA, II, 174-177; M. Ipşirli-S. Eyice "Babıâli", DlA, IV, 378-389.
ZAFER TOPRAK
Mimari
"Kapı" gerek Doğu'da, gerekse de Ba-tı'da çok uzun bir süre boyunca devletin yönetim işlevleriyle bazen somut bir biçimde, bazen de simgesel olarak bağlantılı bir kavram olmuştur. Örneğin, geç antik çağda saray kapısının bu simgesel önemi belirgindir. Japon ve Çin geleneklerinde de benzer bir yaklaşım görüldüğü öne sürülmüştür. İran'da ise devletin yönetim işlevleriyle saray kapısı arasındaki ilişki en azından daha Sasani döneminden başlayan bir gelenek oluşturmuştur. Bu gelenek İlhanlı egemenliği çağında Türk-Moğol pratikleriyle de uz-laşabilmiştir. Sözgelimi, toplantı çadırı kapısı biçimindeki anlamıyla "bâb-ı kir-pas" terimi o dönemin yönetimini nitelemiştir. Osmanlı dönemindeyse terimin anlam içeriği, sıralanan dönem ve uygar-lıklardaki eşdeğerlerini aşan bir genişlik kazanmıştır. Önceleri yalnızca sultan sarayını ve onu merkez alan örgüt bütününü niteleyen "kapu" sözcüğü, giderek yüksek devlet görevlilerinin yönetim bürosu işlevini de taşıyan konutlarını ve sonuçta da devlet dairesi kavramını karşılamaya başlamıştır. İlk (dar) anlamıyla sözcük "kapıkulu", "kapıya çıkmak", "kapı ağası", "Bâb-ı Hümayun", "Bâbüs-saade" vb terimlerde görülür. Anlamı genişledikçe vezirazam sarayına "Paşa Kapısı", defterdarlık dairesine "Defterdar Kapısı", yeniçeri ağasının konutuna "Ağa Kapısı" denmiş, aynı yaklaşımla "Bâb-ı Meşihat", "Bâb-ı Âsafi" ve "Bâb-ı Zaptiye" gibi tamlamalar da oluşturulmuştur.
Babıâli'nin bir yönetimsel ve mimari gerçeklik olarak doğusuyla sonuçlanacak olan gelişmeler doğrudan doğruya Osmanlı merkezi bürokrasisinin evrimiyle ilintilidir. 15. ve 16. yy'larda devletin "kalemiye" diye anılan "sivil" bürokrasisi ve onunla bağlantılı örgütler çok küçükken, bunlar için özel bir yapı ya da yapı topluluğu inşa etmek gerekmemiştir. Henüz tüm yönetim sisteminin odağını "Divan-ı Hümayun" oluşturmakta, merkezi yönetim işlemlerinin çok ağırlıklı bir kesimi onun aracılığıyla yapılan yazışmalardan ibaret bulunmaktadır. Divan, Topkapı Sarayı'nda(-0 toplanır, onun ilgi alanının dışındaki tüm yönetimsel işlevlerse, özel olarak tahsis edilmiş resmi bir daire yerine, sadrazamın kişisel sarayında yürütülürdü. Dolayısıyla, sadrazamın konutu tüm merkezi bürokrasiyi barındıran bir resmi daire gibi de işlev görmekteydi. Bu sistemin egemen olduğu sırada, tüm devlet mekanizmasının kesin bir mimari çerçevesi ve sabitleşmiş bir görsel imajı bulunan tek öğesinin Topkapı Sarayı oluşu doğaldı. Resmi işlerin yürütüldüğü diğer yapılar sahiplerinin görev süresiyle kısıtlı bir ömre sahiptiler. Başka kültürlerdeki benzerleri gibi, Osmanlıların da hükümdarlık sarayından bağımsız bir yönetim mimarisi geliştirmedikleri anlaşılıyor.
17. yy'dan başlayarak, adım adım yeni "kalem"ler ve çok daha karmaşık bir bürokratik işlemler dizgesi belirince, eski yönetim düzenine bağımlı mimari-me-kânsal düzenin aynen sürdürülebilmesi artık olanaksız hale gelecekti. Ancak Babıâli'nin sadrazamın sürekli resmi konutu ve bürosu olarak kullanılan bir yapı topluluğu olarak ilk kez ne zaman ortaya çıktığı konusu tartışmalıdır. Bugünkü Babıâli'nin konumlandığı alandaki ilk yapıdan Evliya Çelebi söz eder. İstanbul'a ilişkin bilgileri 1630'dan başlayarak topladığı anlaşılan yazar, "Alay Kasrı kur-bunda" (yakınında) bir Sokollu Mehmed Paşa Sarayı'mn varlığını haber vermektedir. Adı geçen paşanın ölümünden yaklaşık elli yıl sonrasına ait olan bu bilgi başka hiçbir kaynakta yinelenmez. Evliya belki de burada inşa edilen ilk sarayın sahibinin Sokollu olduğunu belirtmektedir. Yapının 1620'lerin sonundaki sahibiyse, Halil Paşa (1560 P-1629) olmalıdır. Ancak, Naima, yaklaşık on beş yıl sonra, Kemankeş Mustafa Paşa'nın 10537 1643'teki idamından söz ederken, paşanın sarayının burada olduğu sonucuna varmayı sağlayan veriler sunar. Anlaşılan, saray oldukça kısa bir süre içinde ve nasıl olduğu bilinmeyen bir biçimde onun eline geçmiştir. Benzer durumlarda sık sık yapılageldiği gibi, onun idamının ertesinde ise, mülkü müsadere edilerek devlet malı haline getirilmiş olmalıdır. Çünkü l654'te IV. Mehmed'in aynı yapı topluluğunu onartarak yararlıkları nedeniyle Derviş Mehmed Paşa'ya armağan ettiği bilinir. 24 Temmuz 1660 büyük yangınında ortadan kalkan yapılardan söz eden dönemin özgün kaynakları sa-
Babıâli'nin
Sadaret Dairesi
olan bugünkü
Vilayet binası.
Hazım Okurer,
1993
rayın adını anmazlar. Oysa, Babıâli bölgesinin kentin çok önemli bir kesimini tahrip eden o yangından kurtulamadığı bilinir. Yapının bu yangında adı bile anılmayacak kadar önem yitirmesi, belki de sadrazamlık kurumunu güçlendiren ve saygınlık kazandıran Köprülü Mehmed Paşa zamanında hiç kullanılmamış oluşundan ötürüdür. Ancak, sarayın 1660-1082 arasında yeniden inşa edilip "miri" statü kazandığı anlaşılıyor. Silah-dar Taribi'nden derlenen bu bilgiye göre, 1093/l682'de Alay Köşkü(->) önünde sadrazamlar tarafından kullanılagelmekte olan bir "miri" saray vardır.
O tarihten 1740'a dek bu yapı topluluğundan söz eden bir kaynak yoktur. Ancak, "miri" olmakta devam etmesine karşın, sarayın 1740'ta Paşa Kapısı olarak işlev görmediği kesindir, Çünkü, aynı yılın şubat ayının sonlarında çıkan bir yangında yanan kompleks bugünkü Babıâli değil, o sıralarda Paşa Kapısı olarak kullanılan eski Maktul İbrahim Paşa Sara-yı'dır.^Cağaloğlu makamı ve konutu, dönemin kaynaklarında "eski Paşa Kapısı" olarak nitelenen şimdiki yerine taşınır. Böylelikle Babıâli'nin bugüne dek ardışık yıkım ve yapımlarla süren kesintisiz yaşamı başlamaktadır. Ne var ki, sadece on beş yıl sonra, 30 Eylül 1755'te bir başka yangın, bu yapı topluluğunun ortadan kalkmasına neden olacaktır. Yenisi yapılana dek Paşa Kapısı, Kadırga'da Esma Sultan Sarayı'na geçici olarak yerleşir ve 1169 Muharrem'i/Ekim-Kasım 1755'te Babıâli'nin yapımına başlanır. Yalnızca sekiz ay sonra; 6 Şevval 1169/3 Temmuz 1756'da yapımı bitirilen kompleks sultan tarafından resmen açılacaktır.
1740'tan başlayarak Babıâli'nin yeni bir anlam ve işlev kazandığı kesindir. O döneme kadar sık sık sadrazam konutu
ve bürosu olarak kullanılmakla birlikte, Paşa Kapısı'nın burada konumlanmasının bir kural olmaktan uzak bulunduğu anlaşılıyor. Oysa, 1740 sonrasında kompleks ancak belirgin fiziksel engeller belirdiği zaman geçici olarak kullanım dışı kalacak, sorun çözüldüğünde, yeniden aynı işlevi yüklenecektir. Örneğin, 27 Ramazan 1223/16 Kasım 1808'de Alemdar Olayı(->) sırasında yeniçerilerin kuşatması altında kalan saray bir kez daha yanar. Sadrazam Beyazıt'ta Yusuf Ağa' mn konağına taşınır. 10 Muharrem 1125/ 15 Şubat 1810'da ise yeni Babıâli kompleksinin temeli atılır. Bu yapım da bir yıldan az sürede bitirilip yapı 31 Aralık 1810'da -kullanıma açılır. Ancak, sadece on altı yıllık bir ömrü bulunan kompleks 2 Ağustos 1826 yangınında yeniden yerle bir olarak sadrazamı Süleymaniye'deki Ağa Kapısı'na(->) taşınmak zonanda bırakır. Yeni kompleksin yapım işlemleri, bu gibi durumlarda adeta gelenekselleşmiş olan bir hızla yürütülerek, 22 Ekim 1827' de tamamlanacak ve sadrazamın konuluyla büroları yeni yerleşim alanına bir kez daha nakledilecektir. Üstelik, bu yapım sırasında çevrede istimlakler yapılarak, Babıâli arsası da büyük oranda genişletilmiştir. Ne var ki, bu da kısa ömürlü bir yapı topluluğudur. 5 Zilkade 1254/ 20 Ocak 1839'da çıkan yangın onu da yeryüzünden siler. Sadrazam ve onunla birlikte devletin merkez örgütünün önemli bir bölümü tekrar geçici barınma alanlarına taşınırlar. Yeni bina yapılıncaya dek çok kısa bir süre Vezneciler'deki Necib Efendi Konağı'nda ve ardından da Defterdar Kapısı'nda yerleşeceklerdir.
1839 yangını Babıâli'nin tarihinde kesin bir dönüm noktası oluşturur. O döneme dek bu kompleks tüm yeniden yapımlara karşın, 17. yy'dan beri sürdü-
rülen mimari çerçevesini fazla zorlama-mıştır. Hattâ, eldeki kısıtlı sayıda veriden anlaşıldığı kadarıyla, 16. yy sadrazam saraylarında da aynı mekânsal-mimari düzen egemendir. Saray, harici ve dahili ya da harem diye nitelenen iki kesimi içermektedir. Dahili kesim sadrazamın özel konutu olarak kullanılır. Harici kesimse, sarayın resmi işlevlere tahsis edilmiş bölümüdür ve 18. yy'ın sonlarında sayısı 130-200 kadar olan bir memur kitlesinin çalışma alanıdır. Bu kesimde bulunan ve "kalem" diye adlandırılan büroların yine 18. yy sonlarında nasıl bir görünüme sahip olduğu da kabaca bilinir. Kalem odaları dönemin üst sınıf konaklarındaki odalardan pek az farklıdır. Onlar gibi, bir giriş (pabuçluk) ve ondan bir basamak yükseltilmiş bir oturma bölümünü içermektedirler. Oturma bölümünün üç tarafı sedirlerle çevrelenmiştir. Bu sedirlerde ve onların önünde ikinci bir sıra oluşturan minderlerde memurlar oturur. Sedir ve minder dizisinin arasındaysa, küçük hattat rahleleri dizilidir. Kalemin şefi olan görevli, odanın simetri ekseni üzerinde konumlanır, sağ ve solda ondan uzaklaştıkça hulefa ve şakırdan olarak kıdemlerine göre pabuçluğa dek diğer görevliler sıralanır. Harici bölümün kalemler dışında bir de arzodasım (belki de arzodalarını) içerdiği, bu mekânın devlet ricalinin resmi toplantıları için kullanıldığı ve hattâ, içinde ziyafetler de verilebildiği anlaşılıyor.
Dahili ve harici kesimler bodrum ve zemin katlan dışında tümüyle ahşaptandır ve saray tek bir yapı kitlesinden değil, farklı işlevlere hizmet eden çok sayıda yarı bağımsız yapıdan oluşur. Bu mimari ilkelerin Babıâli özelinde nasıl so-mutlaştığıysa bilinmez. Bilinenlerin başında, sarayın ana kapısının Alay Koş-
Dostları ilə paylaş: |