BABIÂLİ
522
523
BÂBIÂIİ BASKINI
Günümüzde Babıâli ve çevresi eski görünümünü bir ölçüde korumaktadır.
Ali Hikmet Varlık, 1993
Bâbıâli'ye adını veren Alay Köşkü karşısındaki kapının 19. yy sonlarındaki görünümü. Erkin Emiroğlu fotoğraf arşivi
kü'ne baktığı ve 1808'e dek üstünde sadr-ı âli kethüdalarının dairelerinin konumlandığı geliyor. Bu kapıyla Alay Köşkü arasında genişçe bir meydanlığın bulunduğu ve ona, büyük olasılıkla kumla kaplı olduğundan Kum Meydanı denildiği de anlaşılmaktadır. Topkapı Sarayı tarafındaki bu bölge sadrazam sarayının harici kesimini oluşturmaktaydı. Doğrulanamayan bir bilgiye göre, 1808' de yanmadan önce Babıâli bürolarının önemli bölümü deniz ya da Hocapaşa tarafındaydı. Sarayın dahili bölümünün-se Cağaloğlu'na doğru uzanan alanda, kabaca bugünkü Vilayet Konağı'nın konumunda olduğu biliniyor. Bu iki ana bileşeni dışında, sarayın varlığından haberdar olunan mutfak ve ahır gibi donatılarının yeri de meçhuldür. Babıâli, Mel-ling'in kitabının sonundaki bir haritada üzerinde "Vesir Serai ou la Porte" yazılı bir komplesk olarak betimlenmiştir. Ancak, biri ahır olarak nitelenmiş ortası avlulu iki birimi içeren bu şematik haritanın gerçek durumu ne oranda yansıttığı kestirilemiyor.
Bugünkü Babıâli kompleksi içinde 1839 öncesinde yapılmış tek bir yapı vardır. Aslen Babıâli'ye ait olmadığı halde, 1826 veya 1844'teki yeniden yapımlar sırasında arsa çevreye doğru genişletilir-ken, bu yapı da kompleksin sınırları içinde kalmıştır. Tek kubbeli ve almaşık duvarlıdır ve üzerindeki yazıta göre 971/ 1563-64 tarihli Şah Huban Hatun Medre-sesi'nin dershanesi olmalıdır. Adı geçen medresenin faaliyetini 1856 ile 1914 arasındaki bir tarihte durdurduğu bilinir. Dolayısıyla, medresenin 1826 ya da 1844 sonrasında burada değil, başka bir yapıda etkinlik gösterdiği düşünülmelidir.
Babıâli'nin 1839 yangını sonrasındaki yeniden yapımı öncekilerden köklü biçimde farklı olmuştur. Bu döneme dek kompleks hem sadrazam konutu, hem de devlet dairesi olarak ikili işlev görmektedir. Oysa, 6 Rebiülevvel 1260/26 Mart 1844'te yeniden kullanıma açılan yapı, artık yalnızca bir resmi bürodur. Yaklaşık iki yüzyıllık bir evrim süreci nihai sonucuna varmış ve çağdaş bürokrasilerin ana özelliği olan noktaya ulaşılmıştır: "Profesyonel" yöneticinin kişisel ve evsel yaşamı kamusal yaşamından özerk olacaktır.
Stefan Kalfa adlı bir mimarın ürünü olan yeni Babıâli, eskilerden kat döşemeleri hariç, kagir oluşu nedeniyle de ayrılmaktadır. Söz konusu yapı çeşitli değişiklik ve yıkımlara karşın, ana hatlarıyla bugün de varlığını sürdürüyor. Ancak, eski mekân düzeni yalnızca bugün Vilayet Konağı olarak kullanılan eski Sadaret Dairesi tarafında korunabilmiştir. Özgün halindeyken yapı, birbirlerine ku-zeybatı-güneydoğu doğrultusunda bağlı geniş sofalar çevresinde dizilmiş odalardan oluşuyordu. Yaklaşık 220 m uzunluğundaki bu kitlenin iki ucunda alçak, ortadaysa yüksek bir bölüm yer almaktaydı. Söz konusu alçak kitlelerden kuzey-batıdakinde Sadaret, güneydoğuda Hari-
ciye Nezareti, ikisi arasındaysa, Şura-yı Devlet daireleri yerleşmişti.
Mimari açıdan eski Babıâli'den farklı-laşsa da yeni yönetim merkezini var eden ana ilkelerin büyük oranda eski yaklaşımla bağlantılı oldukları kesindir. Örneğin, klasik dönemden beri daima devletin merkezi mali yönetimiyle mülki yönetimi birbirinden özerk, ama kendi içlerinde adeta "monolitik" iki büyük bürokratik kitle oluşturmuştu: Bâb-ı Defteri ve Bâb-ı Âsafi. Batılılaşma döneminin başlaması ve yeni Babıâli binasının yapılması, bu örgütlenme ve onun bazı mimari yansımaları açısından oldukça az şeyi değiştirmiştir. Her şeyden önce, yeni Babıâli'nin de önceki gibi bir bakanlıklar kompleksi olmadığı görülür. Yapı, eski örgütlenmede olduğu biçimde harici ve mülki işlevleri ve sadrazamlığı birbirinden bağımsızlaşmamış nitelikte yürüten "monolitik" Bâb-ı Âsafi düzenini sürdürmektedir. Bu bürokratik örgütlenme, yapının, örneğin, Dolmabahçe Sara-yı'na benzeyen hareketli, ancak tekil bir kitlesel ve işlevsel bütün oluşturan mimarisinde de ifadesini bulur.
İç işleyiş mekanizması açısından eskiyle bağlantılı olsa da yeni Babıâli'nin kentsel konumu eskisinden tümüyle farklıdır. Her şeyden önce, varlığını yüzyıllardır sürdürebilmiş olan küçük Kum Meydanı, söz konusu yapımda Babıâli bahçesinin içine alınarak yok edilmiştir. Alay Köşkü artık özgün işleviyle kullanılmamaktadır; dolayısıyla, bir meydanlığa bakması gerekmemektedir. 1259/1843-44 tarihli anıtsal kapı bu eski meydanın ortasında konumlanıyor.
Öte yandan, 1844'e dek kompleksin ana kapısı daima Alay Köşkü tarafında olmuşken, yenisinde artık güneye, Ca-ğaloğlu tarafına açılan kapılar da ağırlık kazanmıştır. Topkapı Sarayı'mn işlevini yitirişi o yöndeki bağlantının ikinci plana düşmesine yol açmış olmalıdır. Bunu bütünleyen bir diğer nedense, 1868 Ho-
capaşa yangını sonrasında açılan bugünkü Ankara Caddesi'nin, çevrenin tüm ulaşım bağlantılarını farklılaştırmış oluşudur. Yine de bu değişim, yapının ilk inşa edildiği yıllarda gerçekleşmiş değildir; en az yarım yüzyıllık bir süreç içinde belirmiştir. Öyle ki, 20. yy'ın başına gelindiğinde, kuzeydeki girişler adeta kullanılmaz olmuş ve mimarının 1844'te belki de hiç amaçlamadığı biçimde güney cephesi ana cephe haline gelmiştir. Bugün de öyledir.
Sonraki yıllarda Babıâli alanı içinde söz konusu ana kitleden başka sadece iki önemli yapı gerçekleştirilecektir. Bunlardan birincisi, muhtemelen 1846'dan başlayarak İsviçreli-Italyan mimar Gaspa-re Fossati(->) tarafından tasarlanıp yapılmış olan arşiv binasıdır. Aynı yıl, o güne dek Babıâli'nin kagir bodrum katlarında torba ve sandıklar içinde tutulan ve yüzyıllar boyunca yangınlardan korunması için büyük çaba harcanan belgelerin daha çağdaş koşullarda saklanmasını örgütlemek üzere Hazine-i Evrak Nezareti (sonra müdüriyeti) kurulmuştur. Fossa-ti'nin duvarları kagir, kat döşemeleri, merdiven, kapı ve pencere kanatlan demirden olan ve istanbul Tersanesi'nde üretilmiş bulunan binası, bu yeni örgütün nüvesini barındıracaktır. Yapının diğer bir özelliği de Türkiye'deki ender Palladyen tasarımlardan biri oluşudur. Şah Huban Hatun Medresesi'nden artakalan yapı, büyük olasılıkla o dönemden beri aynı kurumun deposu olarak kullanılmaktadır. Fosatti'nin bu yıllarda Sadaret Dairesi tarafındaki bir salonu da yeniden dekore ettiği bilinir. 1910'larday-sa, komplekse Ankara Caddesi tarafında konumlanan ve yine arşiv tarafından kullanılacak, I. Ulusal Mimarlık Akımı çizgisinde küçük bir yapı daha eklenmiştir.
Ana Babıâli yapısı 1844'teki yapımının ardından iki büyük yangın daha geçirmiştir. 21 Cemaziyelevvel 1295/23 Mayıs 1878'de ortada Şura-yı Devlet'i
barındıran kesimin ve güneydoğu ucunun bir kesimi yanmış ve hızla onarılmıştır. Orta kesim 6 Saf er 1329/6 Şubat 1911'de bir daha yanacak ve artık ona-rılmayarak ortadan kaldırılacaktır. Böylece tek bir kitle yerine birbirinden bağımsız iki ayrı yapı ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet döneminde eski Sadaret Dairesi kesimi Vilayet Konağı olarak kullanılmaya başlanır. 1930'larda cephelerindeki neoklasik bezemeler soyularak yalın bir biçimde sıvanıp sözde yenilenen bu yapı, 1980'lerin sonlarında yeniden eski görünümüne kuvuşturul-mak üzere bir inşaat etkinliğine sahne olur. Diğer kitleyse İstanbul Defterdarlığı olarak kullanılırken, bir yangın daha geçirecek ve 1970'ler boyunca süren çok başarısız bir restorasyonla yeniden kullanılır hale getirilecektir.
Modern Türkiye tarihinin bu belki de en önemli resmi yapısı belgesel önemi nedeniyle hak ettiği tarihsel, mimari ve resmi dikkate 1923 sonrasında hiçbir zaman hedef olmamıştır. Oysa, çağdaş Türkiye'yi var eden değişimler dizisini siyasal rolüyle olduğu gibi, mimarisiyle de örnekleyen bu kompleks, kısmi yeniden yapım çalışmaları da dahil olmak üzere, çok daha kapsamlı bir ilgiyi gereksinmektedir.
Bibi. Evliya, Seyahatname, I, 323; Subhi, Ta-rih-i Subhi, îst., vr 172b-173c; Tarih-i Şâni-zade, I, 146, 339; Tarih-i Vâsıf, I, 43, 66; Si-lahdar Tarihi, II, 299; Müri'i't-Tevârih, I/A, 95, 182; Tarih-i Lutfî, V, 138, VII, 79, 85; d'Ohsonn, Tableau, VII, 158; (Konyalı), Abideler, 14; T. Gökbilgin, "Babıali", lA, II, 174-177; İSTA, IV, 1746-1750, 1762-1765; Cezar, Yangınlar, 337-341; Baltacı, Osmanlı Medreseleri, 434; C. V. Findley, Bureaucratic Reform in the Ottoman Empire: The Sublime Porte 1789-1922, Princeton, 1980; S. Eyice, "Fossati, Gaspare ve Giuseppe", İSTA, IX, 5818-5823; ay, "Mimar Gaspare Fossati ve istanbul", Arredamento-Dekorasyon, S. 43 (Aralık 1992), s. 128; ay, "Babıâli", DİA, IV, 386-389.
UĞUR TANYELİ
BABIÂLİ BASKINI
İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından 23 Ocak 1913 günü düzenlenen hükümet darbesi.
Arnavutluk'ta çıkan isyan bastırılırken İttihatçılara muhalif "Halaskar Zabitan" grubu dağa çıktı. Bu kesimin İstanbul' daki yandaşları hükümete verdikleri muhtırada meclisin dağılmasını, Kâmil Paşa başkanlığında yeni bir hükümet kurulmasını istediler. İttihatçılar boyun eğdi. Gazi Ahmed Muhtar Paşa başkanlığında yeni bir kabine kuruldu (22 Temmuz 1912); ancak güvenoyu alamadı. Sadrazamın isteği üzerine padişah meclisi feshetti.
O sırada Balkan Savaşı başlamıştı. Siyasi istikrarsızlığın hüküm sürdüğü bir dönemde ordu savaşa hazır değildi. Rumeli'nin büyük bir kesimi Osmanlı Dev-leti'nin elinden çıktı. Alman yenilgiler Gazi Muhtar Paşa'yı istifaya zorladı. Kâmil Paşa kabinesi kuruldu (29 Ekim 1912).
Bulgar ordusu Trakya'da ilerledi ve Çatalca önlerine vardı. Osmanlı ordusunda şiddetli bir kolera salgını hüküm sürüyordu. Rumeli'den kaçan binlerce göçmen İstanbul sokaklarında sersefil dolaşıyorlardı. Her gün açlıktan ve hastalıktan birçok insan ölüyordu.
Osmanlı hükümeti Balkan devletleriyle Londra'da masaya oturdu. 1878'de imzalanan Berlin Antlaşması'mn 23. maddesini öne süren büyük devletler, bir Osmanlı eyaleti olan Bulgaristan'ın işlerine açıktan açığa karışmayı hak görüyorlardı. Büyük devletler Babıâli'ye bir nota vererek Edirne'nin Bulgaristan'a ve Ege adalarının kendilerine bırakılmasını istediler. Dolmabahçe Sarayı'nda toplanan ve ileri gelen devlet adamlarının katıldığı Şûra-yı Umumi durumu görüştü. Balkan Savaşı'nın ilk evresinde alınan yenilgiler ertesi Kâmil Paşa hükümeti Londra Konferansı'nda önerilen
Midye-Enez sınırını kabule yanaşıyordu. Osmanlı ordusunun Lüleburgaz ve Kırklareli'nde de yenilişi hükümeti büsbütün çıkmaza sokmuştu.
Bu sırada İttihatçılar iktidarı tekrar ele geçirmek için harekete geçtiler. Balkan Savaşı'ndaki yenilgileri ve Edirne'nin Bulgaristan'a terk edilişini fırsat bilerek hükümete karşı darbe planladılar. Baskın cemiyet merkezinde hazırlandı. Enver Bey (Paşa), Talat Bey (Paşa), Hilmi, Sapancalı Hakkı, Midhat Şükrü (Bleda), Yakup Cemil, Mustafa Necip, Kara Kemal ve Ömer Naci baskını düzenleyen önde gelen kişilerdi.
23 Ocak 1913 günü Enver Bey ve İttihatçı fedailerden Yakup Cemil'in başı çektiği grup, cemiyetin Nuruosmani-ye'deki merkezinden ata binerek Babıâli'ye yöneldi. Bu arada Talat Bey de bir grup İttihatçıyla Babıâli'ye gitmişti. Ayrıca Babıâli binası civarındaki önemli noktalara altmış kadar İttihatçı yerleştirilmişti. Yol boyunca toplanan halkın da katılımıyla ellerinde bayraklarla tekbir getiren kalabalık Babıâli'ye vardı.
Kabine toplantı halindeyken Enver Bey ve yanındakiler Babıâli'ye girdiler. Sadaret yaveri Nafiz Bey müdahale etmek istediyse de öldürüldü. Harbiye nazırının yaveri Kıbrıslızade Tevfik Bey de vuruldu. Bu arada Tevfik Bey'in tabancasından çıkan kurşunla İttihatçılardan Mustafa Necip öldü. Vurulanlar arasında kapıyı bekleyen polis komiseri Celal Bey de vardı. Harbiye Nazırı Nazım Paşa baskıncılara karşı direnip "ne oluyor" demeye kalmadan Yakup Cemil tarafından alnından vuruldu. Silah sesleri üzerine kabine üyeleri dağılmıştı. Enver Bey Sadrazam Kâmil Paşa'nın makamına girerek sert bir ifadeyle milletin kendisini istemediğini ve istifa etmesini bildirdi. Kâmil Paşa asker tarafından gelen teklif üzerine istifaya mecbur kaldığını padişaha hitaben yazdı. İttihatçılar buna "ahali" sözcüğünü de ilave ettirdiler. Böylece istifa gerekçesi "ahali ve asker tarafından" gelen teklife dönüştü. Bu sırada İttihatçıların ünlü hatiplerinden Ömer Naci Babıâli önünde toplanan kalabalığı coşturuyor "Yaşasın millet!.. Yaşasın İttihat ve Terakki!" diye bağırtıyordu.
Kısa sürede İstanbul İttihatçıların denetimine geçti. V. Mehmed (Reşad) İttihatçıların isteği üzerine Mahmud Şevket Paşa'yı kabineyi kurmakla görevlendirdi. Böylece iktidar tekrar İttihatçılara geçti. Aynı gece Cemal Bey (Paşa) İstanbul muhafızlığım, Azmi Bey polis müdürlüğünü ve Halil Bey (Paşa) (Kut) merkez kumandanlığını ele geçirdiler. Talat Bey dahiliye nazırı vekili unvanını kullanarak vilayetlere çektiği telgrafta Kâmil Paşa hükümetinin, Edirne vilayetini tamamen ve Ege adalarım kısmen düşmana bıraktığım ve bu kararım sorumsuz bir meclise tasdik ettirdiğini kaydediyor ve bu nedenle milli galeyan sonucu devrildiğini bildiriyordu.
Kurulan yeni hükümet Ali Kemal ve Rıza Nur gibi muhalifleri tutukladı. Şad-
BÂBIÂIİ CADDESİ
524
525
BÂBIÂIİ CADDESİ
lanmadan, bölgeyi "dekorsuz, kulissiz, perdesiz bir ortaoyunu meydanı"na benzetir ve sınırlarını oldukça geniş tutarak "Sultan Mahmud Türbesi'ndeki Çemberli-taş Hamamı bitişiğindeki kitapçı Celil'den sonra Cağaloğlu istikametine inilir, kitapçılar ve gazete idarehaneleri arasından ilerlenip Ebussuud Caddesi'nin altına ve karşısındaki postane tarafındaki sokaklara varılır" diye çizer.
Bu "Matbuat Meydanındaki kalem ehlinin 1880'lerdeki sınıflandırılması
razam Kâmil Paşa, Şeyhülislam Cemaled-din Efendi, Maliye Nazırı Abdurrahman Bey ve Dahiliye Nazın Reşid Bey ülke dışına çıkarıldılar. Savaşa girmek ve savaşı beceriksizce yönetmek gerekçesiyle Gazi Ahmed Muhtar Paşa ve Kâmil Paşa kabineleri aleyhine tahkikat açıldı.
Darbe cephede pek değişikliğe neden olmadı. 30 Mayıs 1913 günlü Londra Antlaşması'yla Edirne- Bulgaristan'a geçti. Ağır barış koşullan kabul edildi.
Babıâli Baskını'nın ilginç yönü hükümetin böyle bir baskının yapılacağından haberdar olmasıydı. Ancak, bu tür ihbarlar pek önemsenmiyordu. Nitekim İstanbul Muhafızlığı'ndan Babıâli'ye bir bölük asker getirilmesiyle yetinilmişti. Bu bölük de baskın sabahı eğitime çıkma bahanesiyle Babıâli'den uzaklaştırılmıştı. Yerlerine Anadolu rediflerinden yeni silah altına alınmış bir müfreze görevlendirilmişti. O nedenle İttihatçılar pek fazla direnişle karşılaşmaksızın Babıâli'ye girdiler. Babıâli Baskını'nın diğer bir boyutu İttihatçıların önceden Alman ve Avusturya elçiliklerini de haberdar etmeleridir. Nitekim Alman Elçiliği baştercümanı ile Anadolu Bağdat Demiryolu Genel Müdürü Huguenen baskın sırasında Babıâli'de bulunuyorlardı.
Babıâli Baskını İttihatçıların muhalefeti sindirerek ülkeyi fiilen tek parti yönetimine sokmalarına neden olan olaydır. Kaba kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirme yöntemlerinin tarihteki kalıcı bir örneğidir.
Bibi. F. Ahmad, İttihad ve Terakki (1908-1914), ist., 1971; S. Aksin, Jön Türkler ve ittihat ve Terakki, ist., 1980; Y. H. Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, II, I. Kısım, Ankara, 1943; A. F. Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara, 1984; Tunaya, Siyasal Faniler, I, III.
ZAFER TOPRAK
BABIÂLİ CADDESİ
Cumhuriyet dönemi öncesinde, Sirkeci Meydanı'ndan başlayıp Cağaloğlu'na doğru dik bir yokuşla yükselen ve Nu-ruosmaniye Sokağı'yla kesiştiği noktaya kadar devam eden yoldu. Cumhuriyet' in ilanından sonra, Sirkeci'den İran Konsolosluğu'na, Türk Ocağı ya da eski adıyla Çifte Saraylar Sokağı'na kadar uzanan bölümüne Ankara Caddesi, oradan Divanyolu'na kadarki bölümüne de Babıâli Caddesi dendi.
Babıâli sözcüğünün Osmanlı'nın yönetim merkezi anlamı dışında Türkçe basın merkezi anlamını da kazanması 1870'lerden sonraya rastlar. Deyim, giderek sadece gazeteleri ve basımevlerini değil, basın alanında çalışan bütün emekçileri, onların yaşamını, tüm basın dünyasını içeren bir kavram haline geldi.
Fransızca başta olmak üzere, yabancı dilde gazete ve yayınların merkezinin Galata-Pera olmasına karşılık, Babıâli Caddesi ve Cağaloğlu, 1870'lerden sonra Türkçe basının merkezi oldu. Bir görüşe göre, Türkçe basının burada kümelenmesinin nedeni, hükümetin, sayıları birden artmaya başlayan gazeteleri
ve diğer yayınları kontrol altında tutabilme amacıyla bunları Babıâli'ye yakın bir yerde toplamağıydı. Bir başka görüşe göre, Levanten kültürünü temsil eden Galata-Pera'yı "karşı taraf olarak niteleyen Müslüman Osmanlı kesim, kendi kültürel kimliğini yerli bir ortam içinde koruyabilmek amacıyla Babıâli çevresinde kümelenmişti.
B
1870'ten sonra bu bölgede çıkan Türkçe gazetelerin ve çalışanların sayısı giderek arttı. Ahmet Rasim, Babıâli adını kul-
B
İ
İ
D D
Şimdi elli altmış yıl evvelki Babıâli Caddesi'ndeyiz. Buradaki hayat büsbütün başka bir şeydi o çağlarda.
Babıâli Caddesi'nde o zaman orta kaldırım yoktu, parke, mozayık filân. İki yanda eciş bücüş, çaştak çuştak, eğri büğrü, kırık dökük, kanbur zanbur Malta taşlarından yapılmış, sözümona yaya kaldırımı vardı ki çamurlu, yağmurlu havalarda bunların üstünden yürümek, hele yürüyenleri seyir ve temaşa etmek hem eğlenceli, hem acıklı olurdu. Çünkü taşları gelişigüzel dizilmiş, hayranlığı çeken bir hokkabazlık maharet ve el çabukluğu kerametiyle çimentosuz, kumsuz, harçsız bastırılmış, yani efendim tükürükle yapıştırılmış, her parçası ayrı ayrı oynar, gerçekten şakrak, oynak, fıkırdak bir kaldırım olduğundan, aralarına, altlarına yağmur sulan, çamurlar girer, çıkar, birikir. Üstünden geçenler bu taşlara bastı mı? bastı. Taşlar hiddetlenir, gazaba gelir, isyan eder, ayağa kalkar, yahut yere gömülür, çamurlar fışkırır, gelip geçenlerin üstlerini, başlarını tepeden tırnağa serpme ve serpilme kirletir, leke içinde bırakır.
Arabalara, atlara, eşeklere, köpeklere, öküzlere, ineklere, koyun keçi sürülerine, ördeklere, tavuklara, hindilere, kazlara, hamallara... Ve damatlara mahsus orta kısım ise güya, hani, odur o! çapından şose müsveddesi gibi bir şeydi. Evet şose gibi bir şey ama yalnız toprakla yapılmış. Halis muhlis yerli malı. İlâç için de ötesine berisine o günkü Şehremaneti bir iki avuç çakıl atmış.
Yaya kaldırım ile şose arasındaki kenarlara seller için hendekler açılmış ama yağmurlar ve seller bu hendeklerin güzelliğini bozmamak, estetik durumunu kırmamak, yoksa bunları taciz etmemek için midir, nedir? şosenin ortasından, yaya kaldırımların üstünden şarıl şarıl akar, şosenin binbir yerinde hendekler, tepeler, çukurlar, dağlar, dereler, yarlar, uçurumlar yapar ve yakalayabildiği kadar taşları, toprakları sallasırt edip götürür. .Sirkeci istasyonu önünde ehramlar kurardı.
Şu halde yaya kaldırımları kıyılarındaki sel hendekleri neye yarardı?., diyeceksiniz. Yarardı, îştaynbiruh, Kafkasya birahanelerinde, veya Sirkeci meyhanelerinin birinde kafayı fazla tutan, fitil olan, zom olan, yolunu kaybeden gazete muharrirlerinin yan gelip yatmasına. Kaç muharriri sabahları bu sel yalaklarında sızmış kalmış buldular bilseniz!
Gelgelelim o zaman buralarda yer tutmuş gazetelerle, matbaalara, bunlarla ilgili yerlere o şeylere. Kafamda kalanlar:
Bugünkü Adliye postahaneden, yahut postahaneli adliyeden Babıâli Cadde-si'ne (Ankara Caddesi) gelirken Halk Sandığı olan bina (Âlem Matbaası, Ahmet İhsan ve Şürekâsı, Servet-i f ünün), Babıâli Caddesi'ne köşeyi dönün, İkbal Kü-tüphanesi'nin üstünde (Sucu Kosti'nin dükkânı), Sucu Kosti'nin dükkânı o günlerin şairleri, edibleri, gazetecileri için bir mahfildi, bir harabat sarayı. O devrin matbuat hayatiyle bu dükkân kadar ilgili yer pek azdır. Bunun karşısında, caddenin solunda Mihran Matbaası, Sabah gazetesi, şimdiki Tan Matbaası, yukarı doğru çıkınız. Vakit matbaa ve gazetesinin biraz altındaki handa İkdam Matbaası, Ikdam gazetesi. Şimdiki Vakit'in üst tarafındaki büyük bina (Tahir Bey Matbaası) Baba Tahir'în. Ve Malûmat, Servet, Musavver Fen ve Edeb, Irtika, Arapça el-Malûmat, Fransızca Servet gazeteleri. Geri dönünüz, Meserret apartmanının yanından Ebussuud Caddesi'ne giriniz. Sağda (Kırkanbar Matbaası) Tercüman-ı Hakikat, Mecmua-i Edebiye, solda biraz ilerde Hanımlara Mahsus Gazete ile Çocuklara Mahsus Gazete.
İkdam Ahmed Cevdet'indi. Servet-i Fünun Edebiyat-ı Cedide Mektebi'ni kurmuştur. Kırkanbar Ahmet Mithat Efendi'nindir. Hanımlara Mahsus Gazete ile Çocuklara Mahsus Gazete 'yi İbnülemin Tahir Bey çıkarırdı. Bunların dışında da gazete ve risaleler vardı. Tarik, Maarif, Mektep, Hazine-i Fünun, Pul Mecmuası, Terakki... O günlerin diğer bellibaşlı tabileri de Asır Kütüphanesi sahibi Kirkor Faik, Kitapçı Arakel.
Sadri Sema, Eski İstanbul'dan Hatıralar, İst., 1991 (ilk basımı 1952), s. 80-82_
şöyledir; Meşhur edipler ve mümtaz şahsiyetler, meşhur şairler, başmuharrirler, muharrirler, makale yazarları, müellifler, mütercimler, mecmuaların kadrosu, edebiyatımıza müntesip görünenler, şark edebiyatı taraftarları, garp edebiyatı taraftarları, kalem erbabının meşhurlarını tanıma iddiasında bulunanlar, umumi olarak gazetelerin mensupları, muhabirler, musahhihler, imzasız yazı yazanlar, başkalarının yazılarını kendisininmiş gibi gösterenler, her yerde ceplerinde okunacak şiir bulunanlar, bir başkasına tercüme, yine başkasına tashih ettirdikten sonra meydana gelen metni benimseyenler, uydurmasyoncu-lar, meşhur eserlerin hamalları, ezberciler, lügatçiler, çeşitli kitaplardan bilgi toplayanlar, ıskatçılar, piyesçiler.
Bunlardan başka, bir ikinci grup daha vardır ki küçük farklarla bazen bunlara katılır, bazen ayrılırlar: Asker ve molla yazarlar, meyhanelerde oturanlar, dervişler, tasvirciler, nazire, kıta, tahmis, tesdis söyleyenler, manzume ve kasidelerin şerh edicileri, eski tarz nesir yazarları, tarih düşürenler, senebaşı şairleri vb. Bunların da altında gazete idarecileri, mürettipler, baskıcılar, hamallar, mü-vezziler bulunur.
Ahmet Rasim bu kalabalığın mahşeri andırır şekilde karışık yaşadığını; içlerinde, ülkedeki Müslüman unsurun her birinden kimseler bulunduğu gibi, Rum, Ermeni, Musevi, Süıyani, Keldani, Katolik, Levanten, Leh, Macar, Alman, Fransız ve İtalyanlara rastlandığını ekliyor. Bu da, Tanzimat'ın önerdiği Osmanlılık tezinin en çok uygulanma şansı bulunduğu yerin Babıâli olduğunu gösteriyor.
Bu değişik kökenli insanlar, bölgenin kahvehane, kıraathane ve birahanelerinde bir araya gelir; ortak şakaları, ortak düşünceleriyle bir arada yaşarlardı. Kalem ehlinin en üst düzeyini oluşturanların dışındakiler az parayla çok keyfe dayanan bir "gazeteci hayatı" sürerlerdi. Ailesini tamamen terk edip kendisini Babıâli yaşamına kaptırmış kimseler görülürdü. Gazeteci simit ve çayla yaşar düşüncesi, bunlar gibilerin hayatından yayılmış olmalıdır.
1922'de Osmanlı Devleti'nin tarihe karışmasıyla, Babıâli deyimi siyasi içeriğini kaybedince, sözcüğün salt basını ifade eden anlamının yaygınlığı daha da arttı. Babıâli Yokuşu ve daha sonra Cağaloğlu Yokuşu ve nihayet "Bizim Yokuş" deyimleri kullanılmaya başlandı. "Cağaloğlu" ve "Yokuş" deyimleri, belli bir yöreyi anlatmak için çok kullanıldı. Rıfat İlgaz Yokuş Yukarı, Hikmet Feridun Es Bir Yokuşun Romanı, Yusuf Ziya Ortaç Bizim Yokuş adlı eserlerinde Babıâli'deki yaşamı anlatmışlar. Babıâli deyimi ise giderek bütün Türk basınını ifade etmeye başladı.
II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar, yeni gazeteler ve önemli basımevleri yine bu bölgede açıldı. Gazeteci yaşamı da, eskisinden az farklarla devam etti. Yapısal değişmenin başlangıcı, çokpartili
Babıâli Caddesi, 1910'lar
İstanbul Ansiklopedisi
BABIÂLİ MESCİDİ
526
527
BADOER, GIACOMO
^^,^/^,^^^^ , c*" «r^
%^**r*t
^ift^ 4^,' -C.»: ^^f*^ b^^,ta;
i^illİSMi^^l
rejime geçilmesiyle makale gazeteciliğinin yerini haber gazeteciliğinin alması oldu. Ülkenin her yanında sabahın erken saatlerinde satışa sunulmak yarışı, her şeyden evvel sayfa bağlanmasını gece yarısından akşam saatlerine geriletti; bunun sonucunda, gazetede sabahlayan gazeteci tipi yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Haber, resim ve baskı teknolojilerinde beliren yemlikler de yeni gazeteci tipinin ortaya çıkmasına yol açtı.
Babıâli'nin kadroları köklü bir değişime girerken, basının daha 1950'lerden itibaren Babıâli'den uzaklaşmasının başlaması, Babıâli deyiminin basınla özdeş-letirilmesi anlayışını etkiledi. Yeni istanbul basımevini Tepebaşı'nda kurarak bu alanda ilk adımı attı (1949). Ardından Tercüman 1950'li yıllarda Beşiktaş'a yerleşti, daha sonra tesislerini Topkapı'da kurdu. Son Havadis ve Milli Gazete de o bölgeye gittiler. Sabah ise 1980'lerin ortasında Mecidiyeköy'e yerleşti. Bütün bunlar, "Babıâli dışında kurulan gazete yaşamaz" inancım sona erdirdi. Öte yandan, turizmin gelişmesi, tarihi istanbul'un bu bölgesinin yapı değiştirmesine katkıda bulundu. Eskiden Sirkeci bölgesinde, taşradan gelenlerin yerleştiği ucuz otellerin yerini daha kaliteli turistik oteller, turistlere hizmet veren lokanta ve hediyelik eşya mağazaları aldı. 1980'lerin son yıllarında Dalan'ın belediye başkanlığı döneminde, büyük tirajlı gazeteleri şehir dışına çıkarmak için bunlara İkitelli bölgesinde arsalar tahsis edildi. Hürriyet, Milliyet, Sabah gazeteleri muhteşem tesislerle buralara taşındı. Bu Babıâli'nin kabuk değiştirmesinin son aşaması oldu. Basın Sarayı ile Basın Müzesi, bugün Babıâli ve Babıâli Caddesi'nin geçmişteki işlev ve anlamını hatırlatacak tek tuk örnekler olarak varlıklarını sürdürüyorlar. DOĞAN KOLOĞLU
Dostları ilə paylaş: |