Bibliyografya :
BA. Cevdet-Evkaf.nr. 11368, 13683; Ibnül-Arabî, el-Fütûhât, 1-1V, Bulak 1297, tür.yer.; a.e. (nşr. Osman Yahya), I-X1V, Kahire 1972-95, tür.yer.; a.mlf., Fuşiîş (Afîfî), s. 47, 61, 70, 81, 83.91, 144-145. 178. 220; a.mlf.. ef-/câze (nşr. Abdülvehhâb el-Câbî, Iştılâhâtü Şeyh Muhyiddîn b. 'Arabi içinde), Beyrut 1990, s. 23-32; a.e. (nşr. Abdurrahman Bedevî, al-Andatus içinde), XX. Madrid 1955, s. 107-128; a.mlf.. Dîvân, Bulak 1271, s. 47, 57, 78, 205-206; a.mlf.. el-Em-rû'l-muhkem, İstanbul 1315. s.224;a.mlf.. Mu-hâdaratü'l-ebrâr ue müsâmeretü'l-ahyâr, Beyrut 1968, II, 24, 241, 260, 261;a.mlf.. et-Tenez-zülâtü'l-Meuşıliyye, Kahire, ts., s. 7, 66; a.mlf., İ'lâm bi-İşâreti ehli İlham, Haydarâbâd 1943, s. 8; a.mlf., Kitâbü'l-Fenâ' fi'l-mÛşâhede{Re-sâllü İbn 'Arabi İçinde), Haydarâbâd 1943, s. 3, 7-8; a.mlf.. Kltâbû'l-İsfâr'an netâ'ici'l-esfâr (nşr. D. Gril, Le deuo'dement des effets de voy-age içinde), Paris 1994. s. 8-9, 40; a.mlf., el-Fihrist (nşr. Corcîs el-Avvâd. MMİADm. içinde], XXIX (1954], s. 334-359, 527-536; XXX (1955], s. 51-60, 268-280, 395-410; a.mlf.. İnşâ'ü'd-devâ'ir (nşr. H. S. Nyberg, Kleinere Schriften desIbnal-Arabi içinde). Leiden 1919, s. 1,2, 6-7, 15-19,20, 35-36;a.mlf..£(jrâdü7-üsbütiy-ye, İstanbul, ts., s. 1 -43;a.mlf.. fAkidetü ehli't-islâm, Kahire, ts., s. 50;a.mlf., el-Hikemü'l-ilâ-hiyye. Kahire, ts.. s. 154; a.mlf.. Risâletû'l-en-vâr, Kahire 1332. s. 9-13; a.mlf.. er-Risâle İle't-imâm er-Râzî, Kahire, ts., s. 6; a.mlf.. Mevâ-kı'u'n-nücüm, Kahire 1325, s. 72; Cendî, Şerhu Fuşûşi'l-hikem (nşr. Seyyid Celâleddîn-i Âştiyânî), Meşhed 1982; Saîdüddin el-Fergânî. Müntehe'l-medârik, Kahire 1876; Kâşânî, lş(ıtâ-hâtü'ş-şûfıyye; Şerhu Fuşûşi'l-hikem, Kahire 1966; Dâvûd-i Kayseri. Matla'u huşûşi'l-kilem fî me'anî Fuşûşi'l-hikem, Tahran 1991; Ebü'l-Hasan Ali b. İbrahim el-Bağdâdî, ed-Dürrü'ş-şemin fi menâkıbi'ş-Şeyh Muhyiddîn, Beyrut 1959; a.e.: Muhyiddîn İbnü'I-Arabi'nin Men-kabeleri\trc. AbdulkadirŞener-M. Rami Ayaş), Ankara 1972; Ali b. Muhammed et-Türke. Tem-hîdü'l-kavâtd (nşr. Seyyld Celâleddîn-i Âştiyânî], Tahran 1982; a.mlf.. Şerhu Fuşuşi'I-hikem (nşr. Muhsin Bîdârfer), Kum 1999; Süyûtî, Ten-bîhü 'l-ğabî fî tebrikti İbnİ'l-'ArabUnşı. A. Hasan Mahmûd), Kahire 1990; Şeyh-i Mekkî. el-Cânibü'l-ğarbî fî haili müşkilâli'ş-şeyh Muh-yiddin İbn 'Arabi (nşr. Necîb Mâyil-i Herevî), Tahran 1364 hş.; a.e.: el-Faztü't-uehbî fî tercü-meti'l-Cânibi'l-garbUtTC. MirzâzâdeAhmed Ney-lî),Süleymaniye Ktp., üşşâkîTekkesi, nr. 1352; Şa'rânî. el-Kibrîtü'i-ahmer[el-Yeuâkit içinde). Kahire 1369,1, 188;Celâlzâde,Se/fmnâme(haz. Ahmet Uğur- Mustafa Çuhadar). Ankara 1990, s. 209;Makkarî, Nefhu'Hîb, II, 163; Abdullah Salâhı, Jauâii'u menâfııi'l-'ulûm, İÜ Ktp., AY, nr. 3344, vr. lb, 2°; İbnÂbidîn. Reddü'l-muhtâr (trc. Ahmed Davudoğlu), İstanbul 1983, IX, 43; Şeyh Ömer ed-Dımaşki. el-Fethu 'l-mübîn /î reddi ictirâzi'l-mu'teriztn 'ala Muhyiddîn, Kahire 1304; Abdülkâdir el-Cezâirî, el-Meuâkıf, Cezayir 1983; Mustafa Receb Hilmî, et-Burhânü'l-ez-her fî menâkıbi'ş-Şeyhi'l-Ekber, Kahire 1908; Bursalı MehmedTâhir. Terceme-i Hâl ue Fezâit-i Şeyh-i Ekber Muhyiddîn Arabi, İstanbul 1329; M. Ali Ayni, Şeyh-i Ekber'i Niçin Severim, İstanbul 1329; Ömer Ferit Kam. Vahdet-i Vücûd, İstanbul 1331; a.e: Ibn Arabi'de Varlık Düşüncesi (haz. Mustafa Kara], İstanbul 1992; İsmail Fennî Ertuğrul, Vahdet-i Vücûd ue Muhyid-din-i Arabî, İstanbul 1928; a.e.; Vahdet-i Vücûd ue İbn Arabi (haz. Mustafa Kara), İstanbul 1991; M. A. Palacios. Ei İslam Cristianizado, Madrid 1931; a.e: İbn 'Arabi: Hayâtühû vemez-hebüh (trc. Abdurrahman Bedevî], Beyrut 1965; Brockeimann. GAL, 1, 571-582; Stıppt.,\, 791-802; Cavit Sunar. Vahdet-i Şuhûd-Vahdet-i Vü-cüd Meselesi, Ankara 1960; Ebü'l-Alâ el-Afîfî. The Mysticai Philosophy of Muhyid din-Ibnut Arafat,London 1964,s. 163;Özeti: TheTwenty-Nine Pages, Beshara -Scotland 1998; a.e.: Muhyiddîn ibnü't-Arabi'nin Tasavvuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1975; Osman Yahya, His-toireetciassifıcation de l'oeuvred'lbn 'Arabi, Damas 1964; a.e.: Mü'ellefâtü İbn 'Arabi, Kahire 1992; Nihat Keklik. Muhyiddîn İbnü'l-Ara-bt: Hayâtı ve Çevresi, İstanbul 1966; a.mlf.. İbnü 'l-Arabî'nin Eserleri ve Kaynaklan için Mis-dak Olarak el-Fütûhât el-Mekkiyye, Ankara 1990; el-Kitâbü't-TezkârU Muhyiddîn b. 'Arabi, Kahire 1969; H. Corbin. Creative Imagination in theSuftsm of Ibn Arabi (trc. R. Manheim}, Princetonl969; S. A. Q. Husaini. The Pantheis-Üc Monism of Ibn al-'Arabi, Lahore 1970; a.mlf., Sufism and Taoism, Los Angeles 1983; a.e.: İbn Arabi'nin Fusûs'undaki Anahtar-Kavramlar (trc. Ahmed Yüksel Özemre), İstanbul 1998; T. Izutsu. The Concept and Reatity ofExistence,Tokyo 1971; a.e.: İslam'da Varlık Düşüncesi (trc. İbrahim Kalın), İstanbul 1995; a.mlf.. "İbn al-Arabi", ERE, VII, 553; Bakri Aladdİn, Etüde critique, comparatiue sur al-Bulgha Fi'l-Hikma refutation de son attribu-tion â Ibn 'Arabî (doktora tezi, 1971), Sorbonne Üniversitesi; Seyyed Hossein Nasr, Three Mus-tim Sages, Mew York 1976. s. 83-121; a.mlf.. Makaleler (trc. Şehâbeddin Yalçın], İstanbul 1995,1. 101; T. Burckhardt. Mysticai Astrology Accordİng to Ibn Arabi (trc. B. Rauf]. London 1977; Mahmûd Mahmûd el-Gurâb. el-İnsânü'l-kâmil, Dımaşk 1980; a.mlf.. el-Fıkh 'inde'ş-Şeyhi't-Ekber, Dımaşk 1981; a.mlf., Muhyiddîn İbnü'l-'Arabt: Tercümetü hayâtih min ke-lâmîh, Dımaşk 1983;a.mlf., et-Hayâl, 'âlemü'l-berzah ue'i-mişai, Dımaşk 1404/1984; et-Mu'-cemü'ş-şûfî; Ziya Gökalp, "Muhiddin Arabi", Ma/ca/e/er(haz. Süleyman Hayri Bolay), Ankara 1982,11, 14-20; a.mlf., ibnü't-cArabî ve meulü-dü luğa cedîd, Beyrut 1991; Nasr Hâmid Ebû Zeyd, Felsefetü't-te'vtl: Dirâşe fî te'vîli'i-Kur-'ân Hnde Muhyiddîn İbn 'Arabî, Beyrut 1983; Abdülfettâhed-Demâsî, el-Hubbû't-itâht fîşi'ri Muhyiddîn ibn 'Arabî, Kahire 1983; Mustafa Kara, İbn Teymiye'ye Göre İbn Arabi (doktora tezi, 1983), üü İlahiyat Fakültesi; Ali el-Karnî. eş-Şeyhu'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-'Arabt: Şultânü'l-'ârifin, Kahire 1986; Hüseyin Atay, "İlmi Bir Tenkit Örneği Olarak İbn Kemal Paşa'nın Muhyiddîn b. Arabi Hakkındaki Fetvası", Şeyhülislâm İbn Kemal Sempozyumu, Ankara 1986, s. 263-277; Ahmed Avni KonuK. Fu-sûsü'l-Hikem Tercüme ue Şerhi (nşr. Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın), İstanbul 1987-92; a.mlf., Tedbirât-ı llâhiyye Tercüme veŞerhi (haz. Mustafa Tahralı). İstanbul 1991; Şemsed-din Yeşil, Şeyh-i Ekber Muhyeddin-i Arabi Hakikati Nasıl Anlatıyor, İstanbul 1987; Masata-ka Takeshita. Ibn Arabi's Theory ofthe Perfect Man and it's Place in the Hİstory oflslamic Thought, Tokyo 1987; a.mlf.. "An Analysis of Ibn Arabi's İnshâ' al-Dawâir with Particular Reference to the Doctrine ofthe «Third Enti-ty»", JNEŞ, XU/4 (1982), s. 17-27; a.mlf.. "The Homo Imago Dei Motif and Anthropecentric Metaphysics of Ibn Arabi in the inshâ1 al-Da-wâir", Orİent, XVIII, Tokyo 1982, s. 111-128; a.mlf., "The Theory of the Perfect Man in Ibn Arabi's Fusus al-Hikam", a.e., XIX (1982), s. 87-102; Les iltuminations de la Mecque/The Meccan İltuminations (ed. M. Chodkiewicz], Paris 1988; Ahmet Yaşar Ocak. "Osmanlı Tasavvu-fî Düşüncesi", Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1988, El, 186-189; Claude Addas. Ibn 'Arabi ou ta Quete du soufre rouge, Paris 1989; a.e.: Quest For The Red Sulphur: The Life of Ibn 'Arabi, Cambridge 1993; a.mlf., "İbn Arabi: Le Üvre de la filiation spirituelle", Ayn al-Hayât: Quaderno di Studi delia Tartça !İaqsbandiyya, sy. 5, Roma 1999; VVilliam C. Chittick, The Şuft Path ofKnowledge, New York 1989; a.mlf., "Ibn Arabi and His School", Islamic Sprituality: Manifestations(ed. Seyyed Hossein Nasr), New York 1991, s. 49-79; a.mlf.. Imaginal Worlds, New York 1994;a.m!f.. Varolmanın Boyutları (trc. Turan Koç], İstanbul 1997; a.mlf.. The Şetf-Disclosure ofGod, Mew York 1998; a.mlf.. "Notes on Ibn al-Arabi's Inrluence in the Subcontİnent", MW, LXXXIl/3-4 (1992). s. 218-241; a.mlf.. "Ebn al-dArabi", Elr., VIII. 664-670; Mûsâ b. Süleyman ed-Dervîş, Resa'H ve fetavâ fî zemmi İbn'Arabiyyi'ş-şûfî,Me
İtikadı Görüşleri.
İbnü'l-Arabî bilgiyi ilâhî bir mevhibe olarak ele almış ve düşüncesini bunun üzerine kurmuştur. Ona göre bütün bilgiler ilâhî kaynaktan taşıp gelmiştir. Bunun en büyük delili Allah tarafından Âdem'e isimlerin öğretildiğini bildiren âyettir.261 Âlemi görülen {şehâdet) ve görülmeyen (gayb) olmak üzere ikiye ayıran İbnü'l-Arabî, bundan hareketle temelde bilgi edinme yollarını da iki kategoride ele alır. Görülen âlem duyular, hayal, fikir ve akıldan ibaret idrak mekanizması ile algılanırken görülmeyen âlemin bilgisi sadece vahiy ve ilham yoluyla elde edilebilir. Bununla birlikte görülmeyen âlemin bilinebileceğine dair az da olsa bir açıklık bırakır. Vahiy ve ilham İse ona göre şehâdet âleminin bilgisi için söz konusu değildir, çünkü onlarla ancak yüce olan âlemin bilgisine erişilir, halbuki şehâdet âlemi süflî unsurlardan oluşmuştur.
Bilgi elde etme yollarını kesinlik derecelerine göre sıralamak icap ederse ilk sırayı vahiy alırken onu keşif, akıl ve duyular takip eder. Şunu belirtmek gerekir ki İbnü'l-Arabî. ilhamı vahiyden hemen sonraya yerleştirirken aynı zamanda onu aklın ürünü olan nazarî bilginin alternatifi olarak kabul eder ve vahiy bilgisinin yorumunu daha emin bir yol gördüğü keşifle yapar. Çünkü İbnü'l-Arabî'ye göre her ne kadar vahiy peygambere nazil olmuşsa da onu anlama kabiliyeti velînin kalbine yerleştirilmiştir.262 Onun bu görüşü Kur'an'ın bilgi edinme yollarını duyular, akıl, sezgi ve vahiy olduğunu kabul edenlerin görüşleriyle paralellik arzetmektedir.
İbnü'l-Arabî, nebînin bilgisiyle velînin bilgisini ilâhî kaynaklı olması bakımından aynı kabul eder. Kitaplarına verdiği isimler göz önüne alındığı takdirde onun bu telakkileri daha belirgin bîr şekilde kendini gösterir: el-Fütûhâtü'1-Mekkiyye, et'Tenezzülâta'l'leyliyye, et-Tenezzü-lâtü'l-Mevşıliyye gibi. İbnü'l-Arabî, bu adlandırmada vahyi İfade eden "nüzul" ve "inzal" yerine aynı kökten gelen "tenezzül" kelimesini kullanmaktadır.
Ulûhiyyct. Ulûhiyyet konusunda Allah'ın yegâne varlık olduğu, diğerlerinin ise varlıklarını O'ndan aldığı düşüncesinden hareket eden İbnü'l-Arabî, varlığın ne olduğundan çok kaç kategoriye ayrılabileceği sorusuna cevap vermeye çalışır ve varlığı üçe ayırır: "Vücûd-i mutlak", "adem-i mutlak" ve "mümkin". Vücûd-i mutlakla Allah'ı, adem-i mutlakla kelâmcıların "muhal" dediklerini, bazan yerine başka kelimeler kullansa da mümkinle de aslında felsefecilerin "mümkin" kavramını kasteder. İbnü'l-Arabrnin en çok meşgul olduğu alan mârifetullahtır. Ona göre Allah'ın zâtı veya "zât makamında Allah" kesinlikle bilinemez. Bu sebeple O'nu bilmemiz hatta bilmeyi düşünmemiz dinen yasaklanmıştır. Allah ancak ulûhet makamında yani isim ve sıfatlarıyla bilinebilir.
Aslında İbnü'l-Arabî, kullandığı kelime ve kavramlar bir yana bırakılırsa farklı bir görüş İleri sürmemektedir. Çünkü kelâm âlimleri Allah'ın zâtının gereği gibi bilinebileceğini iddia etmedikleri gibi O'na nisbet edilerek kullanılan isim ve sıfatların da O'nu tam olarak anlattığını söylememişlerdir. Nitekim İmam Mâtürîdî, ilâhî isimlerin Allah'ın zâtını zihinlere yaklaştırma görevi icra ettiğini belirtir.263 İbnü'l-Arabî'nin Allah'ın birliği konusunda kullandığı deliller kendine has terminolojisi dışında diğer âlimlerin delillerinin aynıdır. O. devrinde Özellikle tartışılan meselelerde geleneksel bilgiyi kendine göre bazı tercihler ve ayıklamalar yapmak suretiyle olduğu gibi yansıtmakla yetinmiştir. Ancak hemen hemen her konuyu sistemi içinde bütünlük arzetmesi için kavramsal bir birliğe kavuşturmayı hedeflemiş ve bunu da büyük ölçüde başarmıştır.
İbnü'l-Arabî Allah'ın isimlerini ulûhiy-yette "zât makamfndan sonraya yerleştirir; ancak isim ve sıfatları bir bütün olarak ele alır ve kendi içinde sınıflandırmaya gider. İsimleri belli sıfatların altında toplamak suretiyle sayılarını sınırlayan kelâmcıların aksine sıfatları isimlerin bir alt başlığı gibi gören bir eğilim taşır. İlâhî isimlerin ve sıfatların Allah'a ait "nis-betler" olduğunu, yani her bir isim ve sıfatın "izafet" anlamına geldiğini belirten İbnü'l-Arabî'ye göre Allah için zaman ve mekân söz konusu olmadığına göre bu nisbetler onun kıdemine bir halel getirmez. Esasen nisbetin onun düşüncesinde gerçekliği yani zihin dışı alanda bir yeri yoktur, dolayısıyla itibarî bir durumdur. Burada itibari "gerçekliği olmayıp sadece zihnî olarak var olduğu kabul edilen" şeklinde anlaşılmalıdır. Selbî sıfatların bir kısmını haricî gerçeklikleri olmayan itibarî sıfatlar sayan kelâmcılar bulunmakla birlikte sıfatlarda itibarilik durumu onları haller olarak kabul eden Ebû Hâşim el-Cübbâî'nİn ahvâl nazariyesinde görülür. İbnü'l-Arabî'nin isimler ve sıfatlar konusunda Ebû Hâşim'in bu nazariyesinden istifade ettiği anlaşılmaktadır.
İlâhî isimleri doğrudan zâta izafe etmekten kaçınan İbnü'l-Arabî'nin sisteminde zât mertebesinde Allah'ın hiçbir isim ve sıfatı yoktur, zira 0 bu makamda her türlü kayıttan arınmıştır ve mutlaktır. İsimlerin ve sıfatların nisbet edildiği makam ulûhet makamıdır. Bu makam Allah'ın yaratılmışlarla münasebet kurduğu geçiş noktasıdır. Diğer bir ifadeyle ilâh-me'luh ilişkisinin kurulduğu, Allah'ın kendisini kullarına izhar ettiği, bununla birlikte zâtını onlardan ulûhet zarfıyla gizlediği bir makamdır. Böylece Allah kullarına isimler vasıtasıyla bilgi vererek kendisini izhar etmekte, aynı zamanda bu isimlerle zâtını gizlemektedir, çünkü bu isimlerin ötesine geçme imkânı yoktur.264 Ulûhet kelimesi için bazı sarihler tarafından "ulû-hiyyeften farklı mânalar İçerdiği şeklinde izahlar yapılsa da İbnü'l-ArabFde buna dair bir işaret görülmemiştir. Kendisi, eserlerinde ulûhiyyet kelimesini de kullanır, ancak daha çok ulûheti tercih eder. İbnü'l-Arabî, isim-sıfat ilişkisi adı altında ele alınan konuda her ne kadar sıfatları isimlerin bir alt başlığı olarak görse de İs-ferâyînî'ye atıfta bulunarak sıfatları isimleri bünyesinde toplayan küllî isim, kendi ifadesiyle "ümmehâtü'i-esmâ" olarak görür ve yine bunları ilk sıraya yerleştirir. Ümmehâtü'1-esmâ dediği sıfatlar bazı isim farklılığı olmakla birlikte aslında ke-lâmcıların yedi sübûtî sıfatıdır. Farklı olarak kudret sıfatının yaratma boyutu olan "kavi" sıfatından söz eder. Bu da Mâtürî-dîler'in kelâm sistemindeki "tekvin" sıfatını çağrıştırmaktadır.
İbnü'l-Arabî. Ehl-i sünnet'in kabul ettiği mâna sıfatlarından ziyade Mu'tezile'-nin benimsediği manevî sıfatları nazarı itibara alır. Onun sıfatlar konusunda en dikkat çekici yaklaşımı selbî olanlarında görülür. Çünkü İbnü'l-Arabî selb (olumsuzlama) yoluyla Allah'ı tavsif etmenin aklî olduğunu, halbuki aklın sınırlı bulunması hasebiyle bu konunun şeriata havale edilmesi gerektiğini ileri sürer. Allah'ı en iyi yine kendisi bilir ve tanıtır, dolayısıyla naslardaki isimler ve sıfatlar Kur'ânî tabirle en güzel isimlerdir. Bu isimler sübût mânası içerdiği gibi tenzihi mânayı da içerir. Nitekim İbnü'l-Arabî, Allah'ın sadece teşbihî ya da sadece tenzihî olarak tanınmasının eksik olacağını, O'nun mutlak olması hasebiyle her ikisini cemetmek suretiyle tavsif edilmesi gerektiğini belirtir. Burada İbnü'l-Arabî sübûtî sıfatları "teşbih" kelimesiyle karşılar. Bu yaklaşımında felsefecilerin etkisi olabileceği gibi her ne kadar mahiyet farkı olsa da kul ile Allah arasında bir benzerlik olduğu görüşünden de kaynaklanabilir. Ancak teşbihi sübûtî sıfatlarla sınırlamaz, kelâmda haberî sıfat olarak kabul edilen müteşâbih isimleri de bu kavramın kapsamına dahil eder. Bu sebeple kelâmcilann sıfatlarla ilgili temkinli ve ihtiyatlı yaklaşımları yerine İbnü'l-Arabî terminoloji konusunda cesaretli çıkışlar sergiler ve tartışmaya
zemin hazırlayacak teşbih lafzının Allah için kullanılmasında sakınca görmez. İbnü'l-Arabî'nin selbî sıfatları kabul etmemesinin bir diğer gerekçesi de söz konusu sıfatların Allah'ın yaratılmışlarla kıyaslanması sonucu elde edilmiş olmasıdır. Halbuki Allah ile kul arasında bir benzerlik yoktur. Hernekadar İbnü'l-Arabî. bu görüşünde Kur'an'a dayanmak suretiyle haklı görünmeye çalışsa da Kur'an'da hem isbât hem de selb yoluyla Allah'ın tanıtılması yer almıştır. Meselâ onun en çok vurguladığı, "Allah bütün âlemlerden müstağnidir 265 şeklindeki olumlu tenzihî ifadelerin yanı sıra, "Yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı yer ve gök düzenini kaybederdi 266 gibi selbî ifadeler de bulunmaktadır. Nitekim İbnü'l-Arabî1-nin kendisi de teşbih ve tenzih meselesinde Kur'an'ın bütün olarak değerlendirilmesinin gerektiğini söylemektedir.267 İlâhî isimlerin sayısı konusunda sınırlama kabul etmeyen İbnü'l-Arabî, bu isimlerin doksan dokuz olduğunu ifade eden hadisi sahih bulmakla birlikte bunları sayan rivayetleri hadis usulü açısından "muztarib" kabul eder.268
Allah-Âlem İlişkisi. İbnü'l-Arabî'nin âlemi "Allah'tan başka her şey" diye tanımlaması onu İslâm düşünce dünyasının geneli içine yerleştirmektedir. Zira hem kelâmcılar hem felsefeciler âlemi böyle anlamışlardır. Âlemin mümkin oluşundan bahsederken kelâmcıların anahtar terimi olan hudûsü hiç hesaba katmaması onu kelâmcılardan çok felsefecilere yaklaştırmaktadır. İbnü'l-Arabî'nin düşüncesinde âlemi hem ezelîlik hem de hudûs ile nitelemek mümkündür. Zira âlem ve içindekiler. Allah'ın ilminde a'yân-ı sabite şeklinde bulunmaları sebebiyle O'nun İlim sıfatına bağlı olarak ezelîlik vasfı kazanmaktadır. Ancak varlık olarak sadece Allah'ı kabul etmesi, varlık niteliğini Allah'ın aslî. mümkinin arızî sıfatı görmesi ve ademin mümkinin aslî sıfatı olduğunu ileri sürmesi bir nevi hudûsü çağrıştırır. Kelâmcılar, âlemin yoktan var edildiğini kabul ederken bununla Allah ile âlem arasında hiçbir münasebetin bulunmadığını anlatmaya çalışırlar. İbnü'l-Arabî ise Allah'ın varlığı ile diğerlerinin (mâsivâ) varlığı arasında ayniyet ilişkisi kurar. Bu da Allah'ın çeşitli makamlara nüzulü ile o makamlarda bulunacaklara kendi varlığından mevcudiyet vermesiyle gerçekleşir. Dolayısıyla ikisi arasında varlık açısından bir farklılık kalmamaktadır.
Bazı âyet ve hadislere dayanarak bir kısım Yunan filozofunda görülen âlemin içindeki her şeyin canlı olduğu fikrini ileri süren İbnü'l-Arabî'nin âlemi dairesel olarak düşünmesi ve oluşları bununla izah etmesi sebebiyle İhvân-ı Safa felsefesinden etkilendiği sonucuna varılabilir. Nitekim İhvân-ı Safa Allah'ın âlemi küre şeklinde yarattığını, bunun da şekillerin en üstünü olduğunu ileri sürer ve sayılarla âlemdeki nesne ve olaylar arasında ilişki kurar.269 İbnü'l-Arabî de onlar gibi sayılara ve harflere önem atfeder, geometrik izah tarzlarına gider ve ilk yaratılan akl-ı evvel İle başlayan oluş dairesinin son yaratılan insanla tamamlanıp kemale erdiğini belirtir.270
Yaratma konusunda İbnü'l-Arabî kendine has bir çizgi takip eder. Kelâmcıların özenle korudukları "yoktan var etme" anlayışını doğru bulmaz. İbnü'l-Arabî, ne yoktan var etmeyi ne de var olanın yok edilmesini kabul eder. Ona göre bir şey sadece bir halden diğer hale intikal eder. Bu görüş, İbnü'l-Arabî'nin ayân-ı sabite dediği mümkine yüklediği anlamdan kaynaklanmaktadır. Ona göre mümkin varlık vasfını kazanmadan önce de mevcuttur, ancak bu henüz varlık bahşedilmeden önce ilm-i ilâhîdeki durumudur. İbnü'l-Arabî'nin "a'yân-ı sabite" kavramıyla ne kastettiğini anlamak kolay değildir. Zira hariçte bulunan şeylerin Allah'ın varlığının aynısı, mahiyetlerinin ise ilâhî ilimde bulunan a"yân-ı sabite olduğunu iddia eder. İlim sıfatı da onun düşüncesinde zâtın aynı olduğuna göre bu durumda şeyler hem mahiyet hem de varlık bakımından Allah'ın aynısı olmaktadır. Bu ise onu panteist anlayışa yaklaştırmaktadır. Nitekim Seyyid Hüseyin Nasr, İbnü'l-Arabî'nin aşkın T^nrı anlayışını benimsediğini ve kesinlikle panteist olmadığını ısrarla vurgulamasına rağmen onun düşüncesinde Allah'ın kâinatla ilişkisinin esrarlı bir ilişki olduğunu da itiraf eder.271 Bundan dolayı Mustafa Sabri Efendi. İbnü'l-Arabî"yi ve varlık düşüncesinde ona bu zemini hazırlayan felsefecileri şiddetle eleştirmiştir.272
İbnü'l-Arabî, yaratılışın sürekliliği görüşünde olan ve buna "halk-ı cedîd" diyen İbn Hazm gibi 273 şeylerin iki zamanda aynı değil benzer olduklarını, her tecellî ile yeniden yaratıldıklarını ileri sürer ve bunu "teceddüd-i emsal, halk-ı cedîd" tabirleriyle ifade eder.274 Öte yandan onun yaratma yerine kullandığı "tecellî" kavramı ile İhvân-ı Safâ'nın bu anlamda kullandığı "feyezan" kavramı arasında da muhteva benzerliği söz konusudur. Nitekim İhvân-ı safa da şeylerin varlık kazanması ve bunu sürdürmesinin Allah'ın feyziyle gerçekleştiğini ileri sürer ve ilk feyze konu olan varlığın akl-ı faal olduğunu söyler.
Yaratılış süreciyle ilgili olarak İbnü'l-Arabî büyük ölçüde felâsifenin görüşlerinden yararlanmıştır. Meselâ amâ mertebesini yaratılış süreci için hem bir hareket noktası hem de hiçbir şeyin belli olmadığı muğlak bir ortam olarak ele alması. Yunan kozmogonisindeki "âlemin oluş sürecinde düzene girmeden önceki biçimden yoksun, uyumsuz ve karışık durumu" anlamına gelen kaosa benzemektedir. Buradan itibaren belirginleşmeler başlar ve ilk yaratılan akl-ı evvel, sonra nefs-i küllî, bu ikisinin izdivacından tabiat ve heba. bunların birleşmesinden ise cism-i küllî zahir olur. İbnü'l-Arabî akıl. nefis. heba. tabiat ve cism-i küllîyi hariçte gerçekliği olmayan zihnî varlıklar olarak görür. Öte yandan Yeni Eflâtunculuğun kurucusu Plotin'in "bir", "akıl" {zekâ} ve "nefis" (ruh) görüşü ile İhvân-ı Safâ'nın ontolojik hiyerarşi anlayışları neredeyse İbnü'l-Arabî'de aynen tekrarlanmaktadır.
Kader. İbnü'l-Arabî'ye göre ilâhî isimlerin tecellîsi sebepler vasıtası ile gerçekleşir. Sebepler ilâhî İsimlerle şeyler arasındaki nisbetlerdir. İsimlerde değişme olmayacağına göre sebeplerde de bir değişmeden söz edilemez. İlk bakışta İb-nü'1-Arabî'nin determinist bir yaklaşım içinde olduğu görülmektedir. "İnsan kendisi için belirlenen fiili işlemeye mecburdur" sözü de bunu pekiştirmektedir. Bununla birlikte İbnü'l-Arabî efâl-i ibâd konusunda Mâtürîdîler'İn "bir fiile iki kudretin tesiri" görüşüne yakın bir çizgi takip eder. Ona göre bu konuda İnsanı ya da Allah'ı yok saymak hakikati yarım görmek, diğer bir ifadeyle tek taraflı yaklaşım sergilemek demektir. Aslında hem Mu'tezile hem de karşıtları kullandıkları delil açısından haklı görünmektedir. Bu mesele hecâ harflerinden "lâm elif" gibidir, bu harfe elif de lâm da demek yanlış sayılmamakla birlikte eksiktir. Söz konusu harfe her iki yanını birden hesaba katarak lâm elif denildiği gibi efâl-i ibâd konusunda da Allah ile kulun tesirini birlikte düşünmek gerekmektedir. Fiillerin yaratılmasında Allah'a ortak koşma tehlikesine karşı İbnü'l-Arabî Allah'ın şirkten kendisini tenzih ederken bunu hükümranlıkla (mülk) kayıtladığını, kulların fiilleri bu kayda girmediği için burada bir şirk endişesinden bahsedilemeyeceğini ifade eder. İbnü'l-Arabî'nin felsefesine göre varlık tektir, o da Allah'ın varlığıdır. Diğerleri Allah'ın kendilerine varlık bağışlaması sonucu var olmuştur. Bu durumda mevcudiyetleri bile kendilerine ait olmayan mümkinlerin fiilleri nasıl kendilerine nisbet edilebilir? Bu noktada İbnü'l-Arabî Cebriyye'de olduğu gibi kulun fiilinin hakikatte Allah'a, mecazen kula ait olduğu görüşüne meyletmekle birlikte kula bir müessiriyet vermek suretiyle onlardan ayrılarak bir çıkış noktası bulmaya çalışmaktadır. Ona göre fiiller yaratılışları yani Özleri itibariyle iyi ya da kötü olmayıp fiile herhangi bir hüküm izafe edildiğinde o hükme göre iyi veya kötü vasfını kazanır. Allah fiillerin yaratıcısı olmakla birlikte fiiller iyi ya da kötü vasfını bu yaratılma safhasında değil yaratıldıkları mahal olan insanda kazanmaktadırlar. Bunun gibi Allah'ın kulun günahını sevaba dönüştürmesi aynî değil hükmîdir, yani buradaki vasıf değişmekte, fakat öz olduğu gibi kalmaktadır. Ayrıca İbnü'l-Arabî. kulun bu hakikat-mecaz ayırımına takılmayıp kendisini mükellef kabul etmesi ve öylece hissetmesi gerektiğini vurgular.
İbnü'l-Arabî kaderi insan ve cin türlerine hasretmekte, tek bir mertebe için yaratılan diğer varlıklar için kaderin bulunmadığını söylemektedir. Ona göre kader Allah'ın değişmez bilgisidir. Bu tanımlama tam bir cebir anlayışının ürünü olarak görülmekle birlikte İbnü'l-Arabî cebri ikiye ayırır: Mutlak cebir, özel cebir. İnsan da dahil olmak üzere bütün âlem mutlak cebrin kapsamına girer. Ancak mükellef varlıklar olan insanlar ve cinler özel cebrin kapsamı dışında tutulmak suretiyle yükümlülükleri sağlanmıştır. İbnü'l-Arabî kaderi teraziye benzetir. Nasıl ki terazi tartılan şeyin ağırlığını belirliyor-sa kader de kişilerin fiillerini belirlemektedir. Söz konusu ağırlığa terazinin müdahalesi olmadığı gibi kaderin de fiilin belirlenmesinde bir katkısı yoktur.
Vukuundan önce kaderin kesinlikle bilinemeyeceğini ileri sürmekle birlikte İbnü'l-Arabî, peygamberlerin risâlet dolayısıyla değil râsih olmaları sebebiyle bir ölçüde kaderi bilebileceklerini söyler. Ona göre kader Allah'ın bilgisi olduğuna göre kul O'nu bilme ölçüsünde kaderi bilebilir. Bu da kaderin sırrı ve yaratılmışlar üzerindeki tahakkümü çerçevesinde olabilir.
Âlemdeki tezahürlerine bakılarak kader hakkında birtakım ipuçları elde etmek de mümkündür. Ancak her ne surette olursa olsun kaderin sırrına vâkıf olanın onu gizlemesi emredilmiştir. Bu da aslında herkesin bu bilgiye ulaşamayacağını, ulaştığını iddia edenlerin de kontrol edilmesi imkânının bulunmaması dolayısıyla objektif bilgi sayılamayacağını gösterir, İbnü'l-Arabî'nin şu sözü kaderin bi-linmesiyle ilgili görüşlerini destekler mahiyettedir: "Kul kaderin icraatını bilmiş olsa kendisini Allah'a muhtaç olmayan bir müstağni hissetmeye başlar",
İbnü'l-Arabî'ye göre Allah kötülüğün ne olmasını diler ne de yapılmasını emreder; O sadece takdir eder ve hüküm verir. Buradaki hüküm verme şeyin kazandığı niteliği bir anlamda kayda geçirmektir. Bundan hareketle, "Her şeyi Allah yaratmıştır, fakat şeyler bulundukları pozisyona göre Allah'ın iyi veya kötü hükmüne mâruz kalmıştır" tarzında bir hükme varılabilir. Hükmün sebebi Allah'ın dilemesi veya yaratması olmayıp şeyin bizatihi kendisidir. İyilik ve kötülüğün hem akıl hem de şeriatla bilinebileceğini söyleyen İbnü'l-Arabî'ye göre akıl bir şeyin tam ya da eksik, çirkin ya da hoş tabiatlı olmasından hareketle iyi veya kötü olduğuna karar verebilir. Ancak sadece şeriatla bilinebilecek hususlar da vardır.
Nübüvvet. İbnü'l-Arabî'ye göre insanlar, akılları ile ulaşabilecekleri son nokta olan Allah'ın varlığı ve birliğine vâkıf olduklarında O'nun hakkında daha çok bilgi verecek ve O'nunla kendi aralarında irtibat kuracak bir aracıya ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyacın giderilmesi ancak O'nun tarafından görevlendirilmiş bir elçi ile mümkün olabilir. İbnü'l-Arabî'nin nübüvvet anlayışıyla ilgili olarak farklılık arze-den yönü nübüvvetle velayeti özdeşleştirme gayretidir. Temelde nübüvveti nü-büvvet-i âmme ve nübüwet-i teşri" şeklinde ikiye ayırır. Nübüwet-i âmmeyi peygamberler de dahil olmak üzere "Allah dostu" dediği herkesi kapsamına alabilecek genişlikte tutarken nübüvvet-i teşrii melek ve vahiy vasıtasıyla dinî hüküm koyucu ve icra edici bir görevle yükümlü kılınan kişilerle sınırlandırır. Bunun dışında şer'î nübüvvet nebinin varlığı ile sınırlı iken umumi nübüvvet peygamberin varlığı ile sınırlı olmayıp tevarüs yoluyla süreklilik arzeder. Meselâ Hz. Peygamber'in vefatı ile teşrîî nübüvvet son bulmuş, ancak umumi nübüvvet devam etmektedir.275
İbnü'l-Arabî, umumi nübüvvete velayet adını vermekle birlikte velînin nebî veya resul diye adlandırılmasına karşı çıkar. Her ne kadar velî. nübüvvet mirasından pay almak ve bir nevi nebinin suretiyle sûretlenmek noktasında onun özelliklerini taşıyorsa da hüküm koyma vasfının olmaması sebebiyle nebî ya da resul isimlerini almayı hak etmemiştir. Esasen her velî, bağlı bulunduğu peygamberin şeriatı ile yükümlü olması dolayısıyla tâbi konumundadır.276 Velîler peygamberlerin kurduğu merdivenden tırmanan kimselerdir, merdiven kurma gibi bir görevleri yoktur.
Resul, nebî ve velî özelden genele doğru giden üç ayrı kavramdır. Resul en hususi, velî ise en umumi olanıdır. Bu durumda resul hem nebî hem de velî iken nebî sadece nebîlikve velîlikvasıflarını, velî ise diğer ikisi hariç bir tek velayet vasfını taşır.277 Resul ve nebî arasında da farklılık gözeten İbnü'l-Arabî nebiyi, "Tevrat'ın indirilmesinden Önce İsrail'in kendisine haram kıldığı şeyler dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrâilo-ğullan'na helâldi 278 mealindeki âyetten hareketle "sadece kendi milletine hüküm koymakla görevli olan kimse" şeklinde tanımlarken resulü "kendi kavmi veya etrafı ile sınırlı kalmayan bir teşri vazifesiyle yükümlü olan peygamber" olarak tarif eder.279
Teşrîî nübüvvet Hz. Peygamberle birlikte son bulmuştur, fakat umumi nübüvvet ona göre son velî olan îsâ ile son bulacaktır. Hz. îsâ iki ayrı zamanda iki sıfat taşımaktadır, bundan dolayı da iki defa haşredilecektir. Birincisi Hz. Peygam-ber'in ümmeti olarak velî sıfatıyla, ikincisi İsrâiloğullan'na gönderilen peygamber olarak gerçekleşecektir. İbnü'l-Arabî hatm-i velayeti de iki kısma ayırır: Hz. îsâ'nın şahsında gerçekleşecek olan velayet, Hz. Muhammed'den tevarüs edilen velayet. Bu ikincisinin son temsilcisinin kendi zamanında olduğunu ve kendisine 595 (1199) tarihinde tanıtıldığını söylemekle birlikte açık kimliğini vermez.280 Dolayısıyla bu kişinin İbnü'l-Arabî'nin kendisi olup olmadığı konusunda hayli tartışmalar mevcuttur. Nebî ile velî arasındaki efdaliyet konusunda ise İbnü'l-Arabî, ne-bînin aynı zamanda velî olması sebebiyle velayetinin nübüvvetinden üstün olduğunu söyler. Ehlüllah dediği sûfîlerin, "Velî nebîden üstündür" sözlerinin iki sıfatın aynı şahısta toplanması itibariyle söz konusu olabileceğini, aksi takdirde hiçbir velînin nebîden üstün olamayacağını vurgular. İbnü'l-Arabînin nübüvvet ve velayet konusunda büyük ölçüde Hakim et-Tirmizfnin etkisi altında kaldığı görülür. Nitekim Tirmizî de nübüvvet ve risâletin Hz. Peygamberle birlikte son bulacağını, velayetin ise ancak âlemin son bulmasıyla nihayete ereceğini belirtir, hatmü'l-evliyânin Allah'ın hücceti, velîlerin efendisi ve hakimlerin hakîmi olduğunu ifade eder.281
İbnü'l-Arabî, zahir ve bâtın itibariyle nebîlerin bütün hal ve hareketlerinde Allah'ın koruması altında olduğunu, zira onların "sâri'" vasıflarının bulunması sebebiyle bu korumanın gerekli ve tabii bulunduğunu söyler. Velîlerin ise kalplerine gelen ilham konusunda "mahfuz" olduklarına, ancak bu iki kavram arasında farklılık bulunduğuna dikkat çeker. Nebî bütünüyle bir genel koruma altında iken velî sadece kalbine gelen ilham konusunda bir korumaya sahiptir. Ancak sonuç itibariyle nebilere has olan ismet sıfatı velîlere de verilmektedir.
Sem'iyyât Konulan. İnsanların ve cinlerin ibadet etmek üzere yaratıldığını bildiren âyetten hareketle 282 İbnü'l-Arabî, sadece "sakaleyn" denilen insanlar ve cinlerin "âbid" sıfatıyla nitelendirildiğini, bu iki varlık dışında isyana mütemayil başka bir varlığın bulunmadığını söyler. Meleklerin ise isyan etmelerinin kesinlikle mümkün olmadığını, zira onların emredileni yerine getirmenin dışında bir özelliklerinin bulunmadığını belirtir.283 Bu görüşünden hareketle de mutlak anlamda melek türünün insan türünden üstün olduğunu söyler.
İbnü'l-Arabî, şeytanı İnsanın kalbine kötülük ilkâ eden varlık ya da kötülüğün kendisi olarak algılar ve onu hissî ve manevî olmak üzere iki gruba ayırır. Hissî şeytanı da her peygambere insan ve cin şeytanlarının musallat edildiğini ifade eden âyete 284 dayanarak insan ve cin şeklinde ikiye ayırır. Mânevi şeytan ise hissî şeytanlar tarafından insanın kalbine atılan kötü düşüncenin daha sonra çeşitli şekillerde ortaya çıkmasıdır. Diğer bir ifadeyle buradaki şeytan hissî bir varlık değil bizzat kötülüğün kendisidir.285 Öyle görünüyor ki İbnü'l-Arabî şeytanı hakiki anlamda değil ahlâki anlamda ele almakta ve bu yönde birtakım değerlendirmelere gitmektedir.
Âhiret hayatının cismanîliğini ve dünyevî hayata benzeyeceğini kabul etmekle birlikte İbnü'l-Arabî insanın oradaki beden yapısının ve mizacının farklı olacağını söyler. Göz, kulak, burun, ağız ve ayaklardan oluşan suret aynı olsa da şartları farklı yeni bir neş'etin meydana geleceğini belirtir. Suretin değişmemesini de şu anki insan suretinin en mükemmel şekilde olduğu tezine bağlar. İbnü'l-Arabî'nin cehennem azabı konusunda kendisine mahsus görüşleri vardır. Allah'ın rahman sıfatının bir gereği olarak cehennem ehline orada kalmaları şartıyla nimet bağışında bulunacağını belirtir. Bu nimet onların cehennemde sürekli bir uykuya daldırılmaları ve rüyalarında hoşlarına gidecek şeyler görmeleridir. Kaldıkları yer cehennem olmasına rağmen gördükleri rüya onları mutlu edecektir. İbnü'l-Arabî bu düşüncesini, "Kim rabbine mücrim olarak varırsa ona içinde ne öleceği ne de yaşayacağı bir cehennem vardır 286 mealindeki âyete dayandırır ve şöyle bir misal getirir: Hasta olan ve son derece rahatsız edici yatakta uyuyan bir kimsenin yüzünde mutluluk belirtileri müşahede edilirse onun rüya gördüğü kanaatine varılır. Halbuki haline ve yatağına bakıldığında azap içinde olması gerekir.287 Bu durumda cennet nimeti hakiki nimet iken cehennem nimeti yalancı ve hayalîdir. Cehennemde olan kimse ne tam azap ne de nimet içindedir, ne hayattadır ne de ölüdür. Buna karşılık cennette insanlar gerçek nimetler içinde yaşarlar. İbnü'l-Arabî'nin bu görüşü, mahiyet farklılığı dışında Ehl-İ sün-net'in cennet ve cehennemin ebedîliği yönündeki görüşlerine ters düşmez.
İbnü'l-Arabî, çeşitli eserlerinde temas ettiği akaid konularında bazı orijinal yaklaşımlar sergilemekle birlikte genellikle bunların kendisine ait yeni buluşlar olmadığı anlaşılmaktadır. Onun yaptığı şey, daha önce oluşan felsefî-kelâmî kültürü yeni bir terminolojiyle kendi içinde tutarlı bir biçimde sunmaktan ibarettir. Bunun yanı sıra kullandığı üslûp sayesinde düşüncesine mistik bir hava katmasını başarmış ve bu yönüyle kendisinden sonra gelen pek çok âlimi etkilemiştir.
Bibliyografya :
İbnü'l-Arabî, el-Fütühât, II, 251; IV, 201-203, 269, 278-279, 327-329; X, 285; XI, 251, 259, 290; XII, 120-122, 136, 185, 317-318; a.mlf.. Fu?ûş,s.50,62,70,81, 103, 135, 147, 155-156; a.mlf., Kitâbü^Anka'i muğrib. Kahire, ts., s. 27; a.mlf., İnşâ'Ct'd-deuâ'ir, Leiden 1336, s. 20; a.mlf., er-Resâ'İlü'I-uücûdİyye, Kahire, ts., s. 2-4; a.mlf.. en-Nûrü'l-esnâ bi-münâcât!tlâhi bi-esmâ'ihi'l-hüsnâ. Kahire 1398/1978; a.mlf., et-Tenezzülâtü'l-leyliyyefi't-ahkâmi'l-itâhİyye, Kahire, ts., s. 21-23; a.mlf., Kitâbü'l-Hak, Necip Paşa Ktp., nr. 151, vr. 15'; a.mlf., Risâletü kısmi'l-İlâhl {Resâ'ilü İbn 'Arabi içinde). Hay-darâbâd 1367/1948, s. 3; Hakîm et-Tirmizî, Hatmû'l-euliyâ1, s. 336, 344, 346; Mâtürîdî. Kitâbü'L-Teufytd, s. 93-94; İbn Fûrek. Mücerre-dü'l-makâlât, s. 319-320; İbn Hazm. et-Fa$t,V, 55; Isferâyînî, et-Tebşlr (Kevserî). neşredenin girişi, s. 3;Cüveynî, eş-.Şâmı7|nşr. Helmut Klop-fer), Kahire 1988-89, s. 30; İhvân-ı Safa. Re-sâ% Beyrut, ts., III, 190, 200-211; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî. e/-'/\uâ$tm (Tâlibî), s. 189; İbn Haldun. Şifâ'ü's-sâ'İl, s. 61, 69; Abdülkerîm el-Cîlî, Şerhu müşkllâ ti 'l-Fütûhâti't-Mekkiyye{nşr. Yûsuf Zeydân). Kahire 1992, s. T48; Şa'rânî. el-Ye-oâkit oe'l-ceuâhir, Kahire 1378/1959, I, 80, 141 -143; jmâm-ı Rabbânî. el-Mektûbât, Mekke 1317, I, 346; III, 18; Abdüllatîf Harpûtî. Tenki-hu'l-kelâm, İstanbul 1330, s. 180, 181; İzmirli, Yeni llm-i Kelâm, II, 89, 91; Mustafa Sabri.Meu-kıfü'l-'akl |baskı yeri yok|, 1369/1950 (el-Mek-tebetü'l-İslâmiyye). III, 85-86, 149-159; Hiimi Ziya Ülken, Varlık ue Oluş, İstanbul 1968, s. 134, 147; Ebü'l-Alâ el-Afîfi, "el-Atyânü-ş-sâbİte fi mezhebi İbni'l-'Arabi ve'1-maMûmât fi mezhebi'1-Mu'tezile", et-Kitâbü't'Tezkari: Muhyiddin b. 'Arabi, Kahire 1969, s. 209-220; Ömer Ferruh, Ihuânü'ş-Şafâ1, Beyrut 1401, s. 96-99; Hüseyin Atay, Kur'ân'da Bilgi Problemi, İstanbul 1982, s. 35-36; a.mlf.. Farabi ue İbn Sina'ya Göre Yaratma, Ankara 1974, s. 103-104;Yu-suf Şevki Yavuz, Kur'ân-ı Kerîm 'de Tefekkür ue Tartışma Metodu, Bursa 1983, s. 196; a.mlf., Ahvâi", DlA, II, 190; Nasr Hâmid Ebü Zeyd, Felsefetü't-te'uİt: Dirâse fi te'uîli't-Kur'ân 'inde Muhyiddin İbn 'Arabi, Beyrut 1983, s. 158, 172; İrfan Abdûlhamîd. Dirâsât fı'l-fırak ue'l-'akâ'idi'l-İslâmiyye,Beyrut 1404/1984, s. 126; 5eyyid Hüseyin Nasr, Üç Müslüman Bilge (trc. Ali Ünal), İstanbul 1985, s. 117, 119; Bekir To-paloğlu. Kelâm ilmi: Giriş, İstanbul 1985, s. 181-183; a.mlf.. "Allah", DİA, II, 483; Ahmet Avnİ Konuk. Fusûsü 't-hikem Tercüme ue Şerhi (haz. Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın), İstanbul 1987,1, 11, 16; Enver Uysal. ihuân-t Safâ'-da Tanrı ue Tann-Alem ilişkisi (doktora tezi, 1990), ÜÖ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 105, 108, 109-110; Cağfer Karadaş, İbn 'Arabi'nin itikâdi Görüşleri, İstanbul 1997; Suâd el-Hakîm, "el-Velâyetü'ş-şüfîyye", et-Türâşü'l'Arabl,sy. 35-36, Riyad 1409/1989, s. 179.
İslâm Düşüncesindeki Yeri.
İslâm top-lumunda başlangıçtan beri dünyevî kaygılardan, siyasî ve içtimaî sosyal çalkantılardan uzak kalarak Kur'an ve Sünnet çerçevesinde, iddiasız, gösterişten uzak, takvaya dayalı bir hayat tarzını İlke edinen zühd hareketi, 11. (VIII.) yüzyılın sonlarına doğru tasavvuf adıyla anılmaya başlanmış, Gazzâlî'ye gelinceye kadar 300 yıl zarfında en olgun ürünlerini veren Sünnî tasavvuf döneminde pratiğin yanı sıra kavramsal düzeyde yorumlar da devam etmiştir. Bu çerçevede marifet, tevhid, muhabbet, fena ve beka gibi bazı tasavvuf terimleri üzerinde yoğunla-şılarak farklı görüşler ortaya konulmuş-sa da bunlar hiçbir zaman felsefî doktrin düzeyinde olmamıştır. Gazzâlî ile altın çağını yaşayan Sünnî tasavvuftan sonra VI-VII. yüzyıllarda Şehâbeddin es-Sühreverdî, Muhyiddin İbnü'l-Arabî ve İbn SebTn gibi sûfî filozoflar kanalıyla tasavvuf felsefî bir görünüm kazanmıştır. Bunlar, kendi tasavvufî zevk ve eğilimlerini aklî düşünceyle mezcedip İslâm'ın yanı sıra yabancı felsefe ve kültürlerden aldıkları birçok motifi daha ziyade sembolik bir dille işleyerek felsefî bir tasavvuf kurmuşlardır. Büyük ölçüde seçmeci (eklektik) olan bu hareket, metot olarak keşif ve ilhamı temel aldığı için saf bir felsefe olarak kabul edilemeyeceği gibi iç arınmanın yanı sıra varlığın sırrını keşfetmeyi ve kâinatı kendine has bir sıra düzeni içinde yorumlamayı amaçladığı için de halis bir tasavvuf sayılmaz. Bu arada İslâm dünyasında felsefî tasavvufun başlıca temsilcilerinden biri olan İbnü'l-Arabî'nin. ortaya atıldığı zamandan itibaren yoğun tartışmalara konu olan vah-det-i vücûd doktrinini temellendirirken naslar üzerinde yaptığı ve çeşitli spekülasyonlara yol açan te'villeri, yaratanla yaratıkları arasındaki kesin ayırımı ortadan kaldıran yaklaşımları, Hz. Peygamber'e beşer üstü bir mahiyet tanıması, Şiî-İs-mâilîler'den aldığı bazı ilkelerin yanında eski Mısır, Yunan ve Hint kültüründen gelen kavram ve problemleri tasavvufa taşıması, nihayet sisteminin bütünü itibariyle dinler ve inanışlar arasında âdeta fark gözetmeyerek dinler üstü bir dini savunduğu İzlenimi uyandıran hoşgörüsü gibi sebeplerle İslâm düşünce tarihinde en çok tartışılan, lehinde ve aleyhinde en fazla fetva verilen bir düşünür olmuştur. Nitekim yapılan bir araştırmaya göre yalnız Arapça literatürde onun aleyhinde yazılan esersayısı otuz dört, savunma amacıyla kaleme alınanların sayısı yirmidir: aleyhinde 238. lehinde ise otuz üç fetva verilmiştir.288 Her ne kadar bunların çoğu dinî-ilmî olmaktan çok konjonktürel veya hissî birer tepki şeklinde algılansa da bu durum, İbnü'l-Arabî'nin tarihte ne kadar büyük yankı uyandırdığını göstermesi bakımından yine de önemlidir.
İbnü'l-Arabî'nin, sistemini kurarken faydalandığı kaynak ve doktrinlerin çok farklı oluşu ve İslâmî olup olmayışına bakmadan kendi görüşlerine uygun düşecek her kaynağa başvurmakta bir sakınca görmeyişi de tenkit edilmekle birlikte onun sisteminin İslâm eksenli olduğunda şüphe yoktur. Nitekim kaynaklan arasında Kur'an ve hadis başta gelmektedir. Ancak te'vile elverişli olsun veya olmasın, dil ve gramer kurallarına uysun veya uymasın, siyak ve sibakı dikkate almadan, sebeb-i nüzule itibar etmeden âyetleri vahdet-i vücûd felsefesi doğrultusunda bâtını yorumlara tâbi tutar. Bu yöntemle İbnü'l-Arabî, müteşâbih veya muhkem âyetlerden istediği sonucu çıkarmakta güçlük çekmez. Gerçekte kendisi te'vile karşı olduğu halde 289 bazan âyetlerin lafzı ve medlulü ile bağdaşması mümkün olmayan te'viller yapar.290 Bu durum karşısında AfîfTnin dediği gibi, "Bazan Kur'an Yeni Eflâtuncu bir sistem haline gelir, bazan da bir başka felsefe türüne bürünür; fakat genellikle anladığımız şekliyle Kur'an'ı bulmamız güçleşir.291 Bu durum hadisler için de söz konusudur. Genellikle tasavvuf literatüründe yer alan çoğu zayıf hadisleri kendi görüşleri doğrultusunda kullanmakta da bir sakınca görmez.
İbnü'l-Arabî'nin, kendi dönemine kadar gelişip şekillenen tasavvuf akımlarının ortaya koyduğu zengin literatürden büyük ölçüde faydalandığında şüphe yoktur. Doğup yetiştiği Endülüs'te yaygın olan İbn Meserre okulu ile onun uzantısı mahiyetindeki Meriyye okulunun egzotik, gnostik ve vahdet-i vücûdcu öğretilerini İbnü'1-Arif, Ebû Medyen, Ebü'l-Kâsım İbn Kasî ve İbn Berrecân gibi sûfîler kanalıyla yakından tanımış, hatta İbn Ka-sî'nin Hal'u'n-na'Jeyn adlı eserine bir şerh yazmıştı. ed-Tedbîrâtü'1-ilâhiyye ile MevdfaVn-nücûm'u da orada iken kaleme almıştır.292 Bu durum onun, tasavvufa dair zihnî ve ruhî disiplinini Doğu İslâm ülkelerine seyahate çıkmadan önce Endülüs'te aldığını göstermektedir. Ancak bu iki tasavvuf okulunun öğretileri büyük ölçüde, İskenderiyeli filozoflarca ortaya konan Pisagorcu ve Yeni Eflâtunculuktan mülhem gnostik fikirlerin hâkim olduğu sahte bir Em-pedokles felsefesinden ibaretti.293 Bunun yanı sıra Doğu'da gelişmiş olan tasavvuf hareketlerini yakından tanıdıktan sonra özellikle Bâyezîd-i Bistâmî ve Cüneyd-i BağdâdTnin vahdet-i vücûdu hatırlatan yaklaşımları ile Hallâc-ı Mansûr'un sisteme kavuşturamadığı bâ-tınî görüşlerinden de büyük ölçüde yararlanmış, bu arada Hz. Muhammed'in ezelde varlığını dile getiren "hakîkat-i Muhammediyye" kavramı başta olmak üzere felsefesinin temelini oluşturan birçok kavramı içeriğini değiştirerek kendi sistemi içinde başarıyla kullanmıştır.294 Ayrıca Hal-lâc'ın Kur'an'ı bâtınî te'villere tâbi tutmasının da İbnü'l-Arabryi bu yönde cesaretlendirdiği söylenebilir. Birçok müellif gibi onun için de Gazzâlfnİn İhyâ'ü ulûmi'd-din'inin emsalsiz bir kaynak teşkil ettiğinde şüphe yoktur.
Öte yandan İbnü'l-Arabfnin kelâmcıla-rın başvurduğu cedel (diyalektik) yöntemini de başarılı bir şekilde kullandığı özellikle Fuşûşü'l-hikem ile el-Fütûhâ-tü'1-Mekkiyyeûe görülmektedir. Onun varlığa ilişkin temel tezlerinden biri olan tecellî nazariyesi gereğince âlem her an yeniden var olmaktadır. Bu görüşün, Eş'arî kelâmcılannın "arazların iki zaman biriminde aynı kalmayarak sürekli yenilendiği" (halk-ı cedîd) fikrinden mülhem olduğunu söylemek gerekir. İlâhî sıfatlar hakkındaki görüşü ile yokluğu (adem) bir gerçeklik (şey) olarak kabul etme düşüncesi de Mu'tezile kaynaklıdır.
İbnü'l-Arabî'nin çeşitli felsefe ve antik kültürlerle ilişki kurmasında vasıta rolü oynayan en önemli kaynak İhvân-ı Safâ'nın Meşşâî, Yeni Eflâtuncu. Maniheist. Hermetikve gnostik karakterli bilim, felsefe ve kültürlerin sentezini içeren Resâ'ilü İhvâni'ş-Şafâ' adlı ansiklopedik eserleridir. Felsefesinde ağırlıklı olarak görülen Yeni Eflâtuncu etkilere Fârâbî ve İbn Sî-nâ'nın eserlerinden ziyade bu risaleler kanalıyla ulaşmıştır. Zira onun gibi seçmeci bir doktrin kuran kimse için bu risalelerden daha zengin ve daha elverişli bir kaynak olamazdı. Ancak İbnü'l-Arabî, buradan aldığı malzemeyi farklı üslûp ve sembolik ifadelerle işleyerek kendi felsefesine uyarlamada çok başarılı olmuştur. Onun nasları felsefî-fikrî unsurlarla işleme ve onları te'vil etme metodu İhvân-ı Safa ile aynıdır. Fakat kozmik varlığın oluşum ve işleyişini inip çıkan dönme dolap gibi tasarlayıp iniş ve çıkış sürecini çeşitli mertebelere ayırması ve onlara birer fonksiyon tanıyarak küllî bir evren tasavvuru sunması hususunda İhvân-ı Sa-fâ'dan ziyade Plotin'e yakındır. Şu var ki Plotin'İn sudur sistemindeki ilk aklın (nous) yerini İbnü'l-Arabî'de hakîkat-i Muhammediyye, diğer kozmik akılların yerini de tecelliler almıştır. Bu konuda her iki sistemdeki mertebe veya hiyerarşide görülen farklılıktan ziyade, varlığın ilâhî- ruhanî menşeli olup gelişim ve tekâmülünü tamamladıktan sonra tekrar menşeine döneceği fikri önemlidir. Fârâbî ve İbn Sînâ felsefesinde nihaî sisteme kavuşmuş olan bu kâinat modelini alıp daha çok derinlik ve ruhaniyet kazandırmak amacıyla onu tasavvufa adapte eden İbnü'l-Arabî olmuştur.
Diğer taraftan İhvân-ı Safâ'nın bütünüyle âlemi canlı bir organizma şeklinde telakki etmesi, nefsin mahiyeti, İnsan nefsini küllî nefsin bir hali ve bir yansıması olarak görmesi, beşerî nefsin gayesinin küllî nefse dönmek olduğu ve nefsi yeryüzünde Allah'ın halifesi şeklinde algılaması, nihayet bâtınî bilgiyi bir doktrin olarak kabul etmesi, masum imam hakkındaki düşüncesi, ayrıca kökleri Stoa felsefesine dayanan küçük âlemle büyük âlem arasında kurduğu benzerlikle ulaşmak istediği ideal insan anlayışı 295 tamamen İbnü'l-Arabî'nin sistemine yansımıştır.
İbnü'l-Arabî'nin Hermetizm ve Yeni Pİ-sagorculuk'tan gelen sayı ve harf sembolizmine dair görüşlerinin de İhvân-ı Sa-fâ'dan kaynaklandığı görülmektedir. Tabiatı ve anlayışı gereği sansasyona elverişli her bilgiye ilgi duyan İbnü'l-Arabî "evliya ilmi" dediği 296 sayı ve harfler metafiziğine de çok değer verir. Kâinattaki oluşum ve olayların şifresi saydığı harfleri çeşitli kategorilere ayırarak anlamlandırmaya çalışır.297 Şiî İsmâilîler'in Ca'fer es-Sâdık'a izafe ettikleri bu sanal ilim, gizli ilimler adı altında cefr ve vefk tablolarının hazırlanmasında bir anahtar rolü üstlenmiştir. Şüphesiz eski dünyanın bu tür köhne fikirleri, manevî birer otorite olarak kabul edilen şahsiyetler kanalıyla İslâm kültür dünyasında yaygınlık kazanarak halkın metafiziğe (gayb) karşı duyduğu yakın ilginin de istismarına yol açmıştır.
İbnü'l-Arabî'nin üslûbunun zor ve kapalı oluşu da başlıca tartışma konusudur. Bu durumun, sûfîlerin yaşadığı iç tecrübeyi ve son derece değişken olan duygu dünyalarını günlük dille ifade etmenin güçlüğünden ileri geldiği söylenebilir. Fakat İbnül'l-Arabî için daha önemli olan husus, kelimelere kendi vahdet-i vücûdcu anlayışına uygun düşecek tarzda ve birden çok anlam yükleyerek doktrinini sembollerle örmüş olmasıdır. Onun bu sembolleri kullanırken her zaman aynı tutarlılığı gösterememesi, felsefe ve kelâma dair birçok terimi Kur'an ve hadis terimleri yerine kullanması da zihinlerin karışmasına yol açmaktadır. Meselâ Eflâ-tun'un "hayr"ı. Plotin'İn "bir"i, Eş'arî kelâmcılannın "cevher"i. müslümanlann anladığı mânadaki Hak ve Allah kelimelerini İbnü'l-Arabî aynı anlamda kullanmaktadır. Bir başka husus Kur'an'da geçen kalem, Origenes'teki hakikatler hakikati, Hallâc-ı Mansûr ve diğer sûfîlerin dilindeki hakîkat-i Muhammediyye terimleri ona göre eş anlamlıdır.298 Öte yandan daima aklının önüne geçen ve fevkalâde gelişmiş olan hayal gücü sayesinde onun düşüncesini ortaya koyarken şairane bir üslûp kullanarak sık sık mecaz ve istiareye başvurması da anlama konusunda bir başka güçlük doğurmaktadır.
Bu hususlardan başka İbnü'l-Arabî'nin çeşitli din, felsefe ve kültürlerden derlediği zengin malzemeyi kendi sistemine uygulamasının ve böylece seçmeci bir felsefe kurmasının beraberinde getirdiği güçlükler de buna eklenince üslûp daha da ağırlaşmaktadır. Bu sebeple felsefe ve kültür tarihinden haberdar olmayan biri için İbnü'l-Arabî gerçekten anlaşılması zor bir müelliftir. Ayrıca buna. vahdet-i vücûda dair düşüncelerini belli bir eserinde veya eserinin bir bölümünde derli toplu olarak temellendirmeyip genellikle dağınık bir halde satır aralarına serpiştirmesi de eklenince anlaşılması daha da güçleşmekte ve bu sebeple okuyucu onu ya reddetmekte ya da anlaşılamaz ve aşılamaz bir otorite sanarak her söylediğini doğru kabul etmektedir. Gerçi her iki grup da onun eserlerinde kendi görüşünü destekleyici metinler bulmakta güçlük çekmez. Birisinin İslâm'a aykırı bulup reddettiği te'villeri öbürü, "Zahir ehli bunu anlayamaz, o hâtemü'l-evliyâ olup her sözü keşif ve ilhama dayanmaktadır" diyerek kabullenebilir. Böyle düşünenler için gerekçe çoktur: meselâ Hz. Peygamber İbnü'l-Arabî'nin rüyasına girer ve ona bir kitap uzatarak, "Bu Fuşûşü'l-hikem'dir bunu al, insanların istifade etmeleri için yay" der.299 Bu durum karşısında Resûl-i Ekrem eliyle sunulup takdis edildiğine inanan ve gnostizmin cazibesine kapılmış olan bir okuyucuya, bu kitaptaki bazı bilgilerin İslâm'la bağdaşmadığını anlatmak farklı fikirde olan biri için gerçekten zordur.
İbnü'l-Arabfden sonra, başta onun felsefesinin esasını oluşturan vahdet-i vü-cûd öğretisi olmak üzere ulûhiyyet. nübüvvet, velayet, hayır, şer, âhiret ahvâli ve din telakkisine ilişkin görüşleri tarih boyunca tartışılagelm iştir. İbnü'l-Arabî'-ye yöneltilen eleştiriler için de en büyük payın vahdet-i vücûd telakkisine ait olduğu şüphesizdir. Onun bu telakkisinin panteist bir nitelik taşımadığı kanaatine sahip olanların yanında 300 Ebü'1-Alâ el-Afîfî gibi konunun uzmanı sayılan bazı âlimler, vahdet-i vücûd öğretisinin bir panteizm, İslâm'ın meşru olmayan bir uzantısı olduğunu ileri sürmüşlerdir.301 Yalnız bu konuda İbnü'l-Arabî'nin birbirinden farklı o kadar çok ifadesi vardır ki yorumcular bunun materyalist veya idealist bir panteizm olduğu ya da panteizmle hiç ilgisinin bulunmayıp bir monizm sayılması gerektiği hususunda değişik düşünceler ortaya koymuşlardır. Afîfî bunu manevî ve İdealist bir panteizm diye niteler ve varlığı, yüce bir hakikatin kendini gölge şeklinde dışa vurması olarak yorumlar.302 Ancak İbnü'l-Arabî, bir ile çok (Allah-âlem) arasındaki ilişkiyi bazan materyalist panteizmi hatırlatan benzetmelere başvurarak anlatır ve. "İlâhî zât cisim, çokluk onun organları veya O sayıların kendisinden çıkıp çoğaldığı bir yahut O, birçok görüntüyü (suret) yansıtan ayna ya da O kabaran deniz, duyu algılan ise O'nun dalgalarıdır" der.303
Vahdet-i vücûd teorisi üzerinde ne kadar iyimser yorum yapılırsa yapılsın sonuçta yaratanla yaratılan arasındaki farkı bu dereceye indirgeyen böyle bir anlayışta bir "tanrı insan" kavramı ortaya çıkacak ve bu durum hak-bâtıl, sevap-günah, dindar-dinsiz, hatta din farkının ortadan kalkmasına ve peygamberlik kurumunun anlamsız olduğu fikrine yol açacaktır. İbnü'l-Arabî'ye yöneltilen eleştiriler de en çok bu nokta üzerinde yoğunlaşmaktadır. Nitekim geleneksel Batı görüşüne göre de o İslâm panteizminin ya da monizminin temsilcisidir ve bu gibi mo-nistik kuramlar ile İslâm'daki canlı ve etkin bir güç olan Allah düşüncesini yıkmış, gerçek İslâm dinsel hayatının çökmesinde büyük etkisi olmuştur.304 İbnü'l-Arabî'nin yaşantısında ve dinî emirlere olan bağlılığında hiçbir sapma ve gevşeme görülmezken öteden beri zındıkça fikirlerin ve dinî hayatta görülen lâubaliliklerin genellikle onun felsefesinden beslendiği gerçeği de bunu doğrulamaktadır.
İbnü'l-Arabî'nin kurup idealize ettiği vahdet-i vücûd felsefesi ve geriye bıraktığı yüzlerce eseriyle İslâm toplumunun dinî, ahlâkî ve içtimaî hayatına ışık tutacak fazla bir şey verdiği söylenemezse de evliya ve keramet kavramlarını bir kült haline getiren menkıbecilerle Hz. Peygamber'i aşırı derecede idealize edip onu beşer üstü bir varlık sayma hatasına düşenlere ve bu arada şairlere zengin bir malzeme bıraktığında şüphe yoktur. Gerçekten de metafiziğe namütenahi açık olan bu idealist felsefe özellikle şairlerin arayıp da bulamadığı bir hazine gibidir. İslâm milletlerinin dinî-tasavvufî edebiyat alanında ortaya koyduğu başarılarda bu felsefenin payı büyüktür.
Bibliyografya :
İbnü'l-Arabî, el-Fûtûhât, I, 253-361; II, 51-54, 206-210; MI, 196-224; a.mlf., Fuşûş(Afîfî}. tür.yer.; ayrıca bk. neşredenin girişi, s. 18-19; İhvân-ı Safa. er-Resâ'il, Beyrut 1376-77/1957, III, 25-28; IV, 107-117,120,153,178, 180,190, 221-222; İbn Haldun. Şifâ'u's-sa'il, s. 58-59, 110-111; Plotinus. Tâsûcâtü't-Eflû(în (trc. Ferid Cebr), Beyrut 1997, s. 407,444,457-459,481-494; Ebü'1-Alâ el-Afîfî. et-Taşavvuf: Şevretün rühiyye fi'i-İslâm, Kahire 1963, s. 196-197; a.mlf.. Muhyiddîn İbnü'l-Arabî'nin Tasauuuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ), İstanbul 1998, s. 75, 182-186; Abdülkâdİr Mahmûd. et-Felsefe-tü'$-şüftyye ft'l-İslâm, Kahire 1946, s.494-521; A. G. Palencia, Târlhu'1-fıkri'l-Endelü.sîiUc. Hüseyin Munis), Kahire 1955, s. 329; Yahya Hü-veydî, Târihu felsefeti'l-lslâm fi'l-kârreti't-İfrl-kıyye, Kahire 1965, s. 320; İbrahim Beyyûmî Medkûr, "Vahdetü'l-vücûd beyne İbn cArabî ve İsbînûzâ", el-Kitâbü't-Tezkârî: Muhıyiddln b. 'Arabi. Kahire 1969, s. 367-380; İbrahim Hilâl. Nazariyyetü't-ma'rifeti'l-İşrâkıyye, Kahire 1977, I, 66-73; a.mlf., et-Taşauvufü'l-lstâmt beyne'd-dîn ve't-felsefe. Kahire 1979, s. 145-231; Cemâl Merzûki, et-Vücûdue'i-'ademfifel-sefeti İbn cArabiyyi'$-$ürıyye, Kahire 1979; M. Asin Palacios. IbnüV'Arabi, hayâtühû oe mezhebüh{tTC. Abdurrahman Bedevî), Beyrut 1979, s, 274;Schimmel. Tasauuufun Boyutları, s. 230; Nasr Hâmid Ebû Zeyd. Felsefetü't-te'uît; Dirase /T te'ulli't-Kur'ân 'inde Muttyid-din İbn 'Arabi, Beyrut 1983.
Dostları ilə paylaş: |