Anarşizm, Milliyetçilik ve Öcalan
Ortadoğu’nun ve hatta dünyanın kaderi ile hangi ulusçuluğun üstün geleceği arasındaki bağdan çok söz ettik.
Bu bağ Orta Doğu’daki, bir kitle temeli olan en demokratik hareketin önderinin Murray Bookchin ile ilişkisi ve ondan esinlenmesiyle daha somut olarak da ortaya çıkmaktadır.
Bu nedenle önce Murray Bookchin’den başlayalım.
Bilindiği gibi Bookchin’in kitapları ve konfederalizm konusunda yazdıkları Öcalan’ın Demokratik Konfederalizm projesine ilham vermekte veya en azından isim babalığı yapmaktadır. Bunlar Görüşme Notları’nda çok açık olarak görülebilir.
Örneğin 16 Mart 2005 tarihli Görüşme Notları’nda görüşmeye elinde Bookchin’in kitabıyla geldiği belirtiliyor:
“(Elinde M. Bookchin’in Ekolojik Topluma Doğru kitabıyla gelerek)”
Bu elde taşınan kitabın aynı zamanda tavsiye olduğu herkes tarafından bilinmektedir.
Ayrıca görüşmelerde Boockin’e ilişkin olarak şu sözler geçiyor:
“Marx’ın değer teorileri bir fecaat. Bu değer teorisi hakkında benim kuşkularım var. Yeni sol buna yeni yaklaşıyor. Çokluk’un yazarları, Wallerstein, Bookchin bunları yazıyorlar. Ama sistematize etmede biz daha ileriyiz, daha pratiğiz. Değer teorisinin kapitalizme karşı bir karşı koyuşu yok....”
Biraz aşağıda yine şu sözler:
“Özgürlüğün Ekolojisini yine okuyorum. Çokluk’un yazarları, yine Wallerstein , Bookchin, analiz okulundan Braudel, bunların düşüncelerini önemsiyorum.”
Bookchin’in görüşleri ve bu bağlamda da Liberter teori, Ortadoğu’daki belli bir örgütsel gücü ve kitle desteğini hala temsil eden en önemli demokratik hareketin önderinin görüşlerini dolayısıyla Ortadoğu’nun geleceğini bir şekilde etkilemektedir. Sadece bu aktüel ve politik öneminden dolayı bile ele alınıp tartışılması gerekir.
Ancak sadece bu görüşlerin etkisi değil; fikirlerin kendisi de ilgiyi hak etmektedir.
Bookchin ekolojik paradigmanın öneminin ilk kavrayanlardandır. Bu bağlamda son yıllarda ekolojik paradigmaya ilginin artmasıyla birlikte okunan bir yazardır. Son yıllarda birkaç kitabı Türkçe’de yayınlanmış bulunmaktadır. Ayrıca birçok makaleleri de yayınlanmıştır ve yayınlanmaktadır.
Kendisinin Marksist bir geçmişi bulunmaktadır. Ve Marksist gelenek içinde de, bir zamanlar onun en otantik savunucularıyla (Troçkist akımla) ilişki içinde olduğu için, en azından olgular hakkında ve bilgi düzeyende Stalinist veya merkezci birçok Marksist’ten bile daha sağlam olgusal bilgilere sahiptir. Bu da konunun ayrıntı ve olgu düzeyinde bir tartışmaya kaymasını engellemek için iyi bir olanak sunmaktadır.
*
Stalinist bir bürokratik diktatörlüğün ve onun ideolojisinin Marksizm olarak bilinmesi nedeniyle, Marksizm yanlış olarak devletçilik olarak anlaşılmaktadır. Marksistler ve Anarşistler arasındaki daha önceki tartışmalar hakkında yüzeysel bilgiler de böyle bir kanıyı güçlendirmiş bulunmaktadır.
Ne var ki, bu baştan aşağı yanlış bir görüştür, Marksistlerle Anarşistler arasındaki fark Marksistlerin devletçi veya hiyerarşik sistemlerden yana, Anarşistlerin devlete ve hiyerarşik sistemlere karşı olmalarında değildir. Bu Stalinizm’in yarattığı bir yanılgıdır.
Otantik biçimiyle Marksizm, anarşizmden daha az devlet ve hiyerarşi düşmanı değildir.
Aksine, Marksistler, Anarşistlerin artık devlet olmadığını söyledikleri şeyin tam da devlet olduğunu söylerler. Örneğin Paris Komünü’nde bir tek Marksist yoktu. O tamamen Anarşistlerin artık devlet olmadığını söyledikleri modele göre oluşmuştu. İşte Marksizm, bizzat anarşistlerin oluşturduğu bu aracın devlet, proletarya diktatörlüğü olduğunu söyler. Bu nedenle Engels, “Proletarya Diktatürlüğü ne midir? Paris Komünün bakın o Proletaryşa diktatörlüğüdür” der. Ve Paris Komününde bir tek Marksist yoktu.
Yani gerçekte devlete karşı olan ve onun yok oluşunun tarihsel ve toplumsal koşulları için mücadele edenler Marksistlerdir. Bu ilişki tıpkı, milliyetçilik karşısında, devrimci demokrasi ve Marksizmin ilişkisi gibidir. Onlar milliyetçiliğin dile, dine, etniye dayanan gerici biçimini milliyetçilik olarak tanımlamakta, bunun aşılmasını milliyetçiliğin aşılması olarak görmektedirler. Aynı şekilde anarşistler de, devletin gerici ve bürokratik biçimlerini devlet olarak tanımlamakta, bunun aşılmasını devletin ortadan kalkması olarak tanımlamaktadırlar.
Marksizm ise, milliyetçiliğin aşılması denenin tam da milliyetçiliğin özü; devletin ve hiyerarşinin aşılması denenin tam da devletin özü olduğunu söyler ve gerçekten onların aşılmasının koşullarını oluşturmaya çalışır.
Devrimci dönemin milliyetçiliği ile anarşizm arasındaki bu yakınlık rastlantısal değildir. Anarşistlerin aslında nasıl da özünde devrimci demokratik milliyetçiler olduğunu Murray Bookchin örneğinde şimdi görelim.
(Ama burada şunu not edelim. Yiğidi öldür hakkını yeme derler. Ulus konusunda Marksizm de Anarşizm de aynı kavrayışsızlığa sahip olmuştur. Marksistler ulus konusuna, önce bütünüyle işçi hareketinin stratejisinin bir unsuru olarak baktıklarından; sonradan ise bizzat kendileri bilinçsizce de olsa gerici ulusçuluğun meşrulaştırıcısı durumuna düştüklerinden; burjuva devrimlerinin Humanist ideallerine bağlılığını sürdüren anarşistler, devlet karşısındaki tavırlarıyla birlikte, milliyetçiliğe karşı daha bağışıklı ve daha tutarlı bir konumdaymış gibi göründüler.
Ne var ki bu görünüş aldatıcıdır.
Anarşizmin milliyetçilik anlayışı, devrimci burjuvazinin milliyetçilik anlayışından başka bir şey değildir; elbette bu milliyetçilik, Marksistlerin, gerici milliyetçiliğe kadar evrim geçiren ve ulusları artık dil; din, etni vs. ile tanımlayan milliyetçiliğine göre çok ileri bir noktadır. Ama bu ileri nokta, aslında Marksizm’in içinde potansiyel olarak bulunan ama geliştirilememiş milliyetçilik açıklaması ve alternatif programa göre burjuva dünyasının ufku içindedir ve en demokratik biçimiyle de olsa milliyetçiliktir. Bu Bookchin örneğinde de somut olarak görülür.)
*
Bookchin de bütün Anarşistler (buna rahatlıkla şimdiye kadarki bütün Marksistler de eklenebilir) gibi, milliyetçiliği, onun gerici biçimleriyle özdeşleştirmekte; onun devrimci biçiminin milliyetçilik olmadığını söylemektedir.
Son derece açık olarak şunu diyor yazısının son cümlesinde:
“Milliyetçilik Aydınlanma’nın ve toplumsal ve kültürel tinselliklerinde açık bir şekilde evrenselci olan onsekizinci yüzyılın büyük devrimlerinin yörüngesi dışında var oldu. Kültürel çeşitlilik ve onun daha hümanist özelliklerini asla görmezlikten gelmeyen, kendi toplumsal aktivitelerinin entellektüel temellerini hazırlayan Aydınlanmacılar gibi zamanın devrimcileri, kendilerini herşeyden önce hiçbir entelektüel, politik ve coğrafi sınır tanımayan laik bir insan topluluğunun “yurttaşları” olarak gördüler.”
Görüldüğü gibi, aydınlanmanın “vatanım yeryüzü milletim insanlık” idealinin, milliyetçilik olmadığını söylemekte, sonraki dile, dine dayanan milliyetçiliği milliyetçilik olarak tanımlamakta ve aydınlanmanın bu ideallerine sahip çıkmaktadır. Yani bizzat kendi ifadesiyle tam anlamıyla demokratik ve devrimci bir milliyetçidir.
Bu aynı bölümdeki şu satırlarda çok daha iyi görülebilir: (Bunlar ayrıca yukarda söylediklerimizin doğruluğunun olgusal olarak bir Anarşist tarafından onaylanması olarak da okunabilir.)
“Karakteristik olarak, bir “Ulus” ve onun daha önceki yöneticileri arasındaki bağların radikal bir değişimini ortaya seren tarihsel dokümanlar yalnızca bir kısım insana değil bir bütün olarak insanlığa yönelik olarak yazılmışlardı. Thomas Jefferson’un Bağımsızlık Bildirgesi “insanın fikirlerine gerçek bir saygının [Amerikalıların] İngiliz monarşisi ile olan bağlarını koparmaya zorlayan şeylerin ne olduğunu bildirmesini gerektirir” diyen dikkat çekici ölçüde radikal sözlerle açılır. Bu iddiayı, Fransız devrimi dokümanlarında olduğu gibi, bunu zorunlu olarak takip eden “tüm insanların eşit yaratıldığı” ve “Hükümetin tüm güçlerini yönetilenlerin kabul eden insanlar arasında kurulduğu” inancına dayandırıyordu.
4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bildirgesi, Fransız devrimcilerine benzer bildirgeler için teorik bir model oluşturacaktı. Milliyetçi ifadelerin çok uzağında, hararetli bir şekilde kozmopolitan ve hedefi tüm dünyaya yönelikti. Thomas Paine’nin ünlü vecizesi, “Benim ülkem tüm dünyadır.”, yalnız Amerika’nın devrimci liderlerine özgü değildi. George Washington “insanlığın büyük bir cumhuriyetinin bir yurttaşı” olduğunu bildirmekte hiç tereddüt etmemişti ve Benjamin Rush devrimin “cumhuriyetin kanunlarına uymayı” sağladığını söyledi. Hararetli bir Aydınlanma ruhuyla ifade edilen bir ifadesinde, John Adams söyle demişti: sömürgelerdeki savaşlara rağmen, “Bilim ve edebiyat hiçbir ulusa ait değildir.” Milliyetçilik ve dar görüşlülükten özgürleşmeleri büyük bir övgü kazanan Fransızlara “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” deyiminin Benjamin Franklin tarafından söylendiği belgelenmiştir. “Özgürlük nerede tehlike altındaysa” diye bildiriyordu 1783’ te “orası benim ülkemdir”.
“Fransız Aydınlanmasının düşünürleri ve propagandacıları ruhen daha farklı değillerdi ve bu ruhu tamamen 1789 devrimine taşıdılar. Montesquieu, Norman Hampson tarafından “Fransız Aydınlanması’nın ilk büyük yapıtı” olarak söylediği Pers Mektupları (1721) nda defterine şöyle not almaktaydı. “Eylemde bulunduğumda ben bir yurttaşım; fakat yazdığım zaman ben bir insanım ve Avrupa’nın tüm halkları ile Madagaskar’da yaşayan birinin olabileceği kadar tarafsız olarak ilgilenmekteyim”. Bu evrenselcilik karakteristik olarak gerçekte, Rousseau haricinde, tüm Ansiklopedistlerde mevcuttu. Rousseau’nun İsviçre kökenliliğini mistikleştirmesi, demokratik fakat sıklıkla gerçek yaşamında asla içinde olmadığı hayali bir kırsallığın şiddetli bir duygusallığını taşıyordu. Fransızcanın eğitimli Avrupalının dili olması tesadüfi değildir: Aydınlanma entelektüellerinin evrensel bakışı, gerçekte, zamanla romantikler, mistikler ve sonunda ırk ve etnik üstünlük iddiasındaki bir ulusçuluk kimliği tarafından törpülenecek olan laik bir cumhuriyetin ilkelerini [letters] yarattılar.”
Milliyetçilerin milliyetçiliğin ne olduğunu anlamamalarının tipik bir örneği karşısındayız. Aynı şekilde bu nedenle de yine milletlere ve milliyetçiliğe karşı, burjuva uygarlığının ufku dışında bir program geliştirememekte; “Yeni bir enternasyonalizm”den başka bir şey önerememektedir.
Bu “yeni enternasyonalizm” ise, aydınlanmanın idealinin bu günkü dünyaya uyarlanmış biçiminden başka bir şey değildir. Aydınlanma döneminin korkunç dil farklarıyla dolu dünyasında, halkın gücü elinde tutmasının aracı olarak, onun aydınlanmasının aracı olanak görülen okuma yazma ve standart bir dile sahip olma vurgusu, bu günün elektronik çağında, iş gücü göçlerinin tüm dünyaya yayıldığı çağda, yerini çok kültürlülüğe terk etmiştir. Yani tıpkı aydınlanmadaki gibi dilin, dinin, etninin, politik olmayan olarak tanımlanması söz konusudur; çok kültürlülük bir bakıma, laisizm gibi, bunların özel ve kişisel olarak tanımlanmasından başka bir şey değildir. Kültür de politik olmayanın diğer adıdır. Çok kültürlülüğü savunmak; tıpkı laisizmi savunmak gibidir. Dilin, kültürel öğelerin, etninin politik olmayan olarak tanımlanmasıdır. Politik olanın ayrılığını, yani milliyetçiliği var sayar: çok kültürlülük milliyetçiliktir.
Yine milliyetçiliğe alternatif olarak “yeni bir enternasyonalizm” namı altında önerilen şu satırlar en saf bir milliyetçilikten başka bir şey değildir:
“Kültürel özgürlük ve çeşitlilik, vurgulamama izin verin, milliyetçilik ile karıştırılmamalıdır. Farklı halkların kendi kültürel kapasitelerini tamamen geliştirmek için özgür olmalarının gerekmesi yalnızca bir hak değil desideratum’dur. Eğer farklı kültürlerin muhteşem bir mozayiği, modern kapitalizmin yarattığı, büyük ölçüde kültürsüzleştirilmiş ve homojenleştirilmiş bir dünyanın yerini almazsa, dünya şüphesiz kasvetli bir yer olacaktır. Fakat aynı şekilde ele alırsak, eğer kültürel farklılıklar dar görüşlü hale getirilir ve görünürdeki “kültürel farklılıklar”, cinsiyetin, ırkın ve fiziksel üstünlüğün biyolojik düşüncelerinde temellendirilirlerse, dünya tamamen bölünecek ve insanlar kronik bir şekilde birbirleriyle karşıtlık halinde bulunacaktır. Tarihsel olarak, şehirlerin kabilelerden daha geniş insani ilişkiler beslemesine benzer şekilde, ulusal sınırlar içinde yaşayan insanların aşikâr olarak yabancılara karşı daha açık olmaları nedeniyle akrabalık toplumlarındaki dar akrabalık temelinden daha geniş bir toplumsal alan üretmelerinden kaynaklanan bir anlayış vardır. Fakat ne kabilesel ilişkiler ne de ulusal sınırlar, zengin fakat harmonize olmuş kültürel farklıklılarla tam bir bütünleşme duygusu yaratacak bir insanlık potansiyeli gerçekleştiremezler. “
Aslında aydınlanmaya sahip çıktığını bu bağlamda da tekrarlamakta ve burjuva uygarlığının ötesinde bir programı olmadığını itiraf etmektedir:
“Daha açıkça konuşacak olursak, milliyetçilikler Aydınlanma’nın uzun zaman önce üstesinden gelmeye çalıştığı gerici atacılıklardır. Bunlar, baskı altındaki insanların silkinerek kurtulmaya çalıştıkları imparatorlukların en kötü özelliklerini taşırlar.”
*
Bu alıntılar, anarşistlerin niçin milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamadıklarını ve anlayamayacaklarını yeterince kanıtlar; çünkü kendileri milliyetçidirler; milliyetçilik olmadığını söyledikleri şey milliyetçiliktir; tıpkı artık devlet olmadığını söyledikleri şeyin devlet, hem de proletarya diktatörlüğü olması gibi.
Anarşizm, son duruşmada, eski toplumun kapitalizme tepkisidir, küçük üretmenin tepkisidir, bu nedenle, kapitalizmin pisliğine tepkili bir duyarlığı temsil eder. Ama aynı zamanda onun ufkunu aşamamayı; aşma yeteneğinde olmayışı da.
Devlet ve ulus karşısındaki anarşist öğreti (ki son duruşmada, devrimci demokratik ideallerin ifadesidir), bunları aşamayarak burjuva uygarlığını aşma yeteneğinde olmadığını göstermektedir.
Kapitalist uygarlığı aşma yeteneğinde bir uygarlığı hala modern işçi sınıfı programlaştırabilir. Somut tarihte Marksist öğretinin yaşadığı geri gidiş ve ulusçuluk tarafından teslim alınma şeklinde yaşadığı geri gidiş; somut tarihteki çarpılmalarından soyutlanmış biçimiyle Marksizm’in ve dolayısıyla İşçi Sınıfı’nın buna yeteneksiz olduğunun kanıtı olarak gösterilemez. Aksine, yine kendini eleştirerek ve aşarak burjuva uygarlığını aşmaya ve karşı bir program geliştirmeye yetenekli biricik sınıf olduğunu kanıtlamaktadır işçi sınıfı Marksizm’in şahsında.
Ancak Marksizm ulusçuluğun yüzündeki peçeyi atıp, bu vampirin yüreğine tahta kamasını sokup onu yok edebilir. Milliyetçilik vampirler gibi ancak karanlıklarda yaşayabilir. Marksist teorik aydınlık gücünü arttırdığında, milliyetçiliğin gün ışığı görmüş vampirler gibi yanıp kül olduğu görülecektir.
İşçi sınıfının onlarca yıl sürmüş olan yenilgisi ve dağınıklığı kimseyi yanıltmamalıdır. Dünya tarihine on ve yüz yılların perspektifinden bakıldığında, işçi sınıfının bu gerileyişinin, Marks’ın dediği, kendi hataları karşısında bir gerilemeden başka bir şey olmadığı da görülür.
Anarşizm veya küçük burjuva sosyalizmleri (ki bunların pek ala merkezcilik denen biçimleri de bulunmaktadır), antik çağların göçebe veya orta barbarlarına benzerler; yıktıkları veya yıkmak istedikleri medeniyeti kapsayacak bir üretim ve kültür temelleri yoktur; ona sadece bir canlılık verirler. Orijinal ve başka uygarlıkları ise, tarımı keşfetmiş, kentten çıkan, bir uygarlığı örgütlemeyi sağlayabilecek manevi ve maddi araçlara sahip yukarı barbarlar kurabilir. İşçi sınıfı Marksizm aracılığıyla milliyetçiliğin, yani burjuva uygarlığının yüzündeki peçeyi atarak, modern çağın orijinal uygarlık kurabilme yeteneğinde kentlileri olduğunu kanıtlamaktadır.
*
Peki Bookchin’in söylediklerinin Öcalan’da bir yankı bulmasının somut anlamı nedir?
İlk bakışka Öcalan’ın Bookchin demesi, Marksizm’den bir gerileme gibi görülmektedir. Birçok Stalinist ve Merkezci de bunu böyle algılamaktadır. Ama yukarıdaki açıklamalar ışığında bakıldığında öyle olmadığı görülür.
Öcalan’ın Marksizm diye bildiği, milliyetçilik ve devletçilik tarafından kirletilmiş, Marksizm’le ilgisi olmayan bir Marksizm, daha doğrusu bir Stalinizm’dir.
Öcalan’ın Bookchin’e sahip çıkmasından demokrasi vurgusuna kadar bütün son yıllardaki teorik ve politik evrimi; aslında gerici milliyetçiliğe göre kendini tanımlamış bir ulusal hareketin; vampir ısırışıyla (Türk milliyetçiliğinin örneği ve baskısıyla) ortaya çıkmış bir hareketin; kökenindeki altmış sekizin demokratik ve devrimci geleneklerine; Kürdistan yoksullarının toplumsal eğilimlerine dayanarak, kendini bir vampir olmaktan kurtarma çabasıdır. Bütün bunlar kendini aşma denemelerinden ve çabalarından başka bir şey değildir.
Marksizm diye bildiğinin kat ettiği yolu tersine kat etmeye çalışmaktadır Öcalan. Marksizm aydınlanmanın devrimci ulusçuluğundan gerici ulusçuluğa, demokratik cumhuriyetten, gerici ulusçuluğu olumlayan, “ulusların kaderini tayın hakkı”na doğru evrim geçirirken; devlet düşmanlığından devletçiliğe doğru evrim geçirirken; Öcalan, o gerici ulusçuluğa göre oluşmuş bir ulusal hareketin önderi olarak, gerici ulusçuluğun sınırlarını zorlayıp; devrimci ve demokratik ulusçuluğa; demokratik cumhuriyete doğru; merkezi devletçilikten konfederalizme doğru evrim geçirmekte, ama bir türlü, tam anlamıyla bu sınırları da aşamamaktadır.
Bu nedenle, Öcalan’ın Marksizm’den uzaklaşması, değer teorilerinde yanlışlar bulması; Kurttan kuştan özün dilemesi, devletsizliği; konfederalizmi savunması vs. burjuva uygarlığının ideallerine el yordamıyla bir dönüş olarak görülmelidir. Bu dönüş kaynağını, orta doğunun ezilenleri korumaya yönelik peygamber geleneklerinde; 68’lerin devrimci demokratik özlemlerinin geleneklerinde; toplumun mesanelerinde yaşamış, komünün kadınlarca binlerce yıl korunmuş ve aktarılmış geleneklerinde; Kürdistan’ın ezilen emekçi kadın ve azınlıklarının demokratik özlem ve eğilimlerinde bulmaktadır.
Eğer bu evrim, dünyada işçi hareketinin yükseldiği, demokratik cumhuriyeti veya daha ötesini programlaştırdığı koşullarda onun etkisi altında gerçekleşseydi, çok daha hızlı ve büyük adımlar atarak bir yol alabilirdi.
Ne yazık ki, sosyalistlerin bile, en alasından gerici milliyetçilere döndükleri bir dünyada ve Türkiye’de gerçekleşmektedir bu evrim. Sosyalistlerin maddi ve manevi bir desteğiyle değil; onların engellemesiyle ve onlara rağmen.
Ama bu evrim aynı zamanda bir şeyi daha da gösterir. Öcalan’ın burjuva ufkunu aşamayan düşünür ve yazarlara ilgi duyması onun dayandığı hareketin ve toplumsal tabakaların sınırlılığının da bir yansımasıdır.
Öcalan büyük ölçüde köylülere dayanan; işçilere dayansa bile büyük ölçüde ruhça ve kültürce köylülüğe hatta aşiret ilişkilerine göre şekellinmiş bir hareketin eğilimlerinin önderidir. Bu hareketin bütün gücü ve güçsüzlüğü Öcalan’da da yansımaktadır.
Bunlar, Küçük burjuvazinin ve köylülüğün, burjuvazinin ufkunu aşamayacağının, onların tıpkı antik çağın göçebe fatihlerinin medeniyet karşısındaki konumları gibi, ayrı bir uygarlık yaratma yeteneğinde olmadığının ama ona bir atılım ve canlanma verebileceğinin de bir ifadesidir.
Ama yine de bir zamanlar Troçki’nin dediği gibi, köylülüğün devrimci potansiyellerini küçümsememek gerekmektedir. Günümüz dünyasında kendi gücüyle ve tüm engellemelere rağmen böyle bir evrim geçirebilen, böyle yoklamalar yapan köylülük, işçilerin tekrar toparlanıp başka bir uygarlık projesiyle tekrar ortaya çıktıkları; ve bunun yan ürünü olarak aydınlanmanın tamamlanmamış projesini de tamamlayacakları bir hareket oluşturdukları koşullarda bütün tahminleri aşan bir devrimci potansiyel gösterebilir.
15 Nisan 2005 Cuma
Dostları ilə paylaş: |