Dengesiz kalkınma kapsamında oluşturulan kuramlar, dengeli kalkınma kuramlarının bir alternatifi olarak doğmuştur. Bu görüşü savunan ekonomistler dengeli kalkınma düşüncesinin gerçeği yansıtmadığını savunmaktadırlar. Onlara göre, kalkınma sürecinde, başlangıçtan ileri düzeye geçiş tek aşamada gerçekleşmeyecektir. Bu geçiş, kendi içinde dengesizlikleri, dalgalanmaları ya da sıçramaları da beraberinde getirecektir. Kalkınma dinamik bir süreçtir. Dengeli kalkınma kuramında ise, aksine uyumlu, ılımlı ve statik bir geçiş üzerinde durulmuştur (Manisalı, 1975: 76). Dengesiz kalkınma görüşünü savunan ekonomistlere göre, dengeli kalkınma düşüncesi yeniliklere kapalıdır ve geleneksel bir tarz içermektedir.
Dengesiz kalkınma görüşüne göre, piyasaya dönük planlamaları ve müdahaleleri bir kenara bırakıp, piyasa ekonomisinin işlerliğini sağlamak gerekmektedir. Bazı koşullarda dengesizlik ekonomik büyümeyi hızlandırabilmektedir. Böylece, dengeli kalkınmaya göre daha yüksek bir gelir yaratılabilir. Ekonomik kalkınmayı hızlandırabilmek için bazen dengeden vazgeçmek gerekebilir.
Dengesiz kalkınma üzerine başlıca iki görüşten söz edebiliriz.
2.3.1. A.O. Hirschman ve Dengesiz Kalkınma
Dengesiz kalkınma kuramının kurucularından olan A.O.Hirschman, büyüme sürecinde olan bir ekonominin belli dönemlerde darboğazlara ve kıtlıklara düşmesi olasılığı üzerinde durmuştur. Bu dönemlerde ortaya çıkacak olan fiyatlar girişimcilerin kârını yükseltebilecek ve yatırımları artırabilecektir. Üretim faktörlerini o alana çeken bu ek yatırımlar, diğer alanlarda boşluklar yaratır. Hirschman’a göre, ortaya çıkan yüksek fiyatlar-yüksek kârlar-yüksek yatırımlar zinciri, ekonomide dengeli bir büyümenin gerçekleşeceği duruma kadar sürekli yinelenmektedir (Han ve Kaya, 1999: 237).
Hirschman, ekonomik kalkınmanın sağlanabilmesi için piyasayı dengeden uzaklaştırıcı faktörlerin baskın olması gerektiğini savunmaktadır. Hirschman’a göre, gelişmekte olan ülkelerde irrasyonellik ve bozulma yaratan etkenler şunlardır:
-
Kıtlık ve darboğazlar,
-
Sermaye yoğun endüstrinin ekonomide işgücü fazlalığını artırması,
-
Enflasyon ve ödemeler bilançosu açıklarının karar mekanizmalarına baskı yapması,
-
Yaşamı tehdit edebilen yüksek teknolojinin korunması sorumluluğunun karar mekanizmalarına yaptığı baskı (Rostow, 1990: 390).
Tüm bu sorunların karar mekanizmalarına yaptığı baskı, üretim kaynakları miktarını artırmak için bir dürtü yaratacaktır. Hirschman’na göre, ekonomiyi dengeden uzaklaştırıcı her tür hareket, ekonomik kalkınmayı hızlandıracaktır. Hirschman, ekonomide yatırımların sektörler arasında bir denge gözetilmeden yapılması durumunda, sürdürülebilir bir büyüme sürecine geçilebileceğini savunmaktadır. Bu süreçte ekonominin farklı sektörlerinde eşitsiz bir gelişme ortaya çıkacaktır. Gelişmekte olan ülkelerin kaynaklarının sınırlı olduğu görüşüne Hirschman da katılmaktadır. Bu sınırlı kaynaklarla dengeli ve büyük bir yatırım hamlesi başlatmanın zorluğuna inanmaktadır. O halde, bu hamlenin başarılı olabilmesi için ekonomide öncü olabilecek bir sektörün seçilmesi ve desteklenmesi gerekmektedir. Ekonomide bazı sektörler gelişme sürecinde sürükleyici gücü olan sektörlerdir (İşgüden, 1995: 155-6). Hirschman’a göre, özellikle demir-çelik sanayii iyileştirmeyi isteyen gelişmekte olan ülkeler “akıllıca” davranmaktadır (Kazgan, 1984: 340).
Hirschman’a göre, gelişmekte olan ülkeler madde ve insan kaynağından yoksun değildir; ancak bunların ortaya çıkarılmayışı ve kalkınmaya aktif olarak katılmayışı söz konusudur. Hirschman’ın vurguladığı diğer önemli nokta, büyüme ve kalkınmanın dengesiz bir sürece göre oluşmasıdır. Büyüme ve kalkınmanın önündeki engel, mevcut tasarrufların verimli yatırımlara dönüştürülememesidir. Benzer düşünce ile, çalışma zamanlarının iyi düzenlenememesinin enerjinin ekonomik faaliyetler dışında harcanmasına yol açtığını söylemek olasıdır. Hirschman’a göre, yoksul ülkeler ekonomik çözümleri seçebilme olanağına sahip değildir. Söz konusu ülkelerin temel sorunu, kaynakların yetersizliğinden çok, kaynakların işletilememesidir (İlkin, 1983: 101).
Hirschman, ekonomik planlamanın gerekli olmadığını savunmaktadır. Piyasa ekonomisinin dürtüleriyle, baskılarıyla, kalkınma için gerekli büyük yatırımları birleştirmeye çalışmak gerekmektedir (Kazgan, 1984: 340).
Hirschman’ın dengesiz kalkınma görüşüne birtakım eleştiriler gelmiştir. Bu eleştirilerden bir kısmı Hirschman’ın kalkınma sürecini gerçekçi bir şekilde analiz edemediğini savunmaktadır. Ayrıca, bu görüşün geniş bir yatırım politikası ortaya çıkardığı ve bunun kaynakları zaten kıt olan gelişmekte olan ülkelerde uygulanmasının çok zor olduğu vurgulanmaktadır (İlkin, 1983: 102).
2.3.2. Paul Streeten ve Dengesiz Kalkınma
P.Streeten, Hirschman’ın dengesiz kalkınma kuramını daha ileriye götürmüştür. Streeten, dengesiz kalkınma görüşünü nicel ve nitel faktörlere dayandırmaktadır. Nicel faktörler bölünemezlikler ve ölçek getirileri gibi faktörlerdir. Nitel faktörler ise, ekonomideki yatırımlar, piyasanın dinamizmi ve yeni buluşlardır. Streeten, kalkınma sürecinde ana unsurun piyasa mekanizması olduğunu ve kamu kesiminin üretimde az bir paya sahip olması gerektiğini savunmaktadır. Streeten, gelişmekte olan ülkelerin durumlarını incelerken nitel faktörleri göz önüne almamıştır. Piyasa dinamizmi ve teknik buluşlar bu ülkelerde zor bulunur faktörlerdir (Manisalı, 1975: 80).
Streeten’a göre, kalkınma bugün dünyadaki başlıca zararlı faktörlerle mücadele edecek şekilde yeniden tanımlanmalıdır: kötü beslenme, hastalık, cahillik, yoksulluk, işsizlik ve eşitsizlik. Büyüme oranları ile ilgili önlem alma konusunda, kalkınma çok başarılıdır. Ancak yolsuzluk, adalet ve yoksulluğun ortadan kaldırılması konusunda yetersizdir ya da çok az başarılıdır (Todaro, 1997: 69).
3. Kalkınma Anlayışlarında Değişim
Bir sosyal bilim dalı olan ekonomi, temel maddi gereksinimler (örneğin, beslenme, barınma, sağlık) ya da maddi olmayan istekler (örneğin, eğitim, bilgi, kendine güven) üzerinde yoğunlaşmak ve bu gereksinimler ile var olan kaynaklar arasındaki en etkili organizasyonu sağlamak durumundadır. Sosyal bilimlerden, doğa bilimlerinde olduğu gibi, katı bilimsel kurallar ve evrensel doğrular beklemek yanlış olur. İnsan davranışları farklı ülkeler, kültürler ve zamanlara göre büyük çeşitlilik göstermektedir (Todaro, 1997: 11). Geleneksel ekonomi anlayışı mükemmel bir piyasa modeli, rasyonel insan tipi, dengeleyici mekanizmaların işlerliğini temel alan bazı varsayımlar üzerine kurulmuştur.
1970’li yıllardan itibaren geleneksel kalkınma anlayışının yetersizliği üzerine yorumlar artmaya başlamış; daha çok mal merkezli olan GSMH artışı ve kişi başına gelir düzeyi ile yapılan karşılaştırmaların yetersizliği vurgulanmıştır. Sosyal boyutu içeren, gelirin dağılımı ile ilgili, yoksulluğu önlemeye yönelik ve insanların yaşam kalitesini ve fırsatlarını artırmaya çalışan tartışmalar bu süreç içinde yoğunlaşmıştır. Bu tartışmalar kalkınma literatüründe insan merkezli yaklaşımlar olarak kabul edilebilir.
Büyüme merkezli yaklaşım gelişmekte olan ülkeler üzerinde baskın bir etkiye sahip olmuştur; bu anlayışın uluslararası düzeydeki kabulü 1951 yılında BM’in yayınladığı raporda açıklığa kavuşmaktadır. Söz konusu yıl BM, “Azgelişmiş Ülkelerin Ekonomik Kalkınması İçin Önlemler” adıyla yayınladığı raporda yatırımların devletin yönlendirdiği bir plan çerçevesinde gerçekleştirilmesi gerektiği üzerinde durmuştur. Bu raporda insan sermayesine yer verilmiş olmasına rağmen, insanın, sermaye birikiminin tamamlanmasına hizmet ettiği önemle vurgulanmıştır (Türkay, 1995: 169). Sonuç olarak, uluslararası öneme sahip bu rapora göre ekonomik büyüme merkezde yer almaktadır. İnsan sermayesi ise büyümeyi artırmak için kullanılan bir araçtan ibarettir.
Aynı dönemde BM’in gelişmekte olan ülkeleri iyileştirmek için çalışan, üç uzman uluslararası komisyonu kurulmuştur: Dolaylı olarak kalkınma yardımı sağlayan “Tam İstihdam İçin Ulusal ve Uluslararası Önlem” (1949), gelişmekte olan ülkelere büyük ölçüde resmi borç sağlayan “Az Gelişmiş Ülkelerin Ekonomik Kalkınmaları İçin Önlem” (1951) ve en yoksul gelişmekte olan ülkeler üzerine odaklanan “Uluslararası Ekonomik İstikrar İçin Önlem” (1951) Komisyonu (Rostow, 1990: 377). Bu komisyonlar, gelişmekte olan ülkelere dışardan sermaye akışını artırmanın yanında, temel mal fiyatlarındaki dalgalanmayı azaltmak için destek sağlamaktadır.
Bu dönemde, ülkeler arasındaki ekonomik büyüme oranları farklılığının nedenini sermaye ve emek eksikliğinde arayan sermaye birikimi merkezli yaklaşımın yanında, farklı faktörlere yer veren bazı görüşler de ileri sürülmüştür. Bunlardan biri, 1959 yılında Singer’in beşeri sermaye ile ilgili görüşleridir. Singer, kalkınmayı ilerletmek için önemli olanın zenginliğin yaratılması değil, ülke insanlarının beyin gücünden kaynaklanan zenginliği yaratma kapasitesi olduğunu söylemiştir. Ancak, bu görüş, teknoloji kullanımındaki donanım eksikliğinin dışardan yapılacak teknik yardımlarla giderilmesini savunduğu için, sermaye birikimi merkezli yaklaşımın bir türevi olarak kalmıştır (Türkay, 1995: 170). Bir başka görüş, sermaye birikimini ön plana çıkaran yaklaşımların gelir dağılımını olumsuz yönde etkilediğine işaret etmiştir. Prebisch, 1960 yılındaki çalışmasında kalkınma politikalarında önce birikim, sonra yeniden bölüşüm sürecinin genel olarak kabul gördüğünü belirtmiştir. Ancak, bunun tam tersi, gelişmekte olan ülkelerin kalkınmasında, büyüme sürecinin başlangıcından itibaren yeniden dağılım politikasının yer alması gerektiğini ileri sürmüştür (Türkay, 1995, 170).
Myint, aralarında önemli farklılıklar bulunan gelişmekte olan ülkelerin homojen bir grup olarak değerlendirilmesini ve Batılı ülkelerin yaşadığı özel durumdan hareketle genellemeler yapılmasını eleştirmiştir (Türkay, 1995: 171).
1969 yılında Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organization-ILO), gelişmekte olan ülkelerin büyüme sürecinde başarılı olmalarına rağmen, giderek artmakta olan işsizlik, yoksulluk ve eşitsizliği önleyemediklerini vurgulamıştır. ILO tarafından yoksulluğun işsizlik sorunundan kaynaklandığı savunulmuş; uzun dönemde büyüme ve istihdamın birlikte artırılmasına yönelik önlem alınması gerektiği söylenmiştir. Ancak, kısa dönemde her ikisi arasında bir tercih yapılması gerekiyorsa, istihdamı en çoklaştıracak politikalara öncelik verilmiştir (Türkay, 1995: 179).
ILO’nun bu saptamasını ve temel gereksinimler tanımlamasını takip eden dönemde, kalkınma süreci üzerindeki düşünceler, mal ve hizmet arzının artırılmasının ötesinde, malların insanlar arasındaki dağılımına ve özellikle, gerektiği ölçüde, adil dağılımına önem vermeye başlamıştır. Filozof John Rawls, ilkel malların elde edilebilirliğinden yoksunluk ya da rasyonel bir insanın istediği mallardan yoksunluk üzerine bir tanımlama yapmıştır (Griffin, 1990: 9).
1970 yılında A.O.Hirschman kalkınma iktisadının eski canlılığının yok olduğunu ve yeni düşüncelerin üretilemediğini savunmuştur. Hirschman, genelde modernleşme yaklaşımının özelliklerine işaret etmiş, özelde ise kalkınma ekonomistlerinin gelişmekte olan ülkelerin sorunlarına Avrupa merkezli bir yaklaşımla dışarıdan bakmalarını eleştirmiştir. Hirschman’a göre, sahip oldukları tutarsızlıklar ve gerilimle birlikte gelişmekte olan ülkelerin içinde bulundukları gerçeklikler karşısında yetersiz kalan kalkınma ekonomisi çöküş sürecine girmiştir. Bu bağlamda, gelişmekte olan ülkelerin özelliklerinin, kalkınma yolunda bir engel oluşturmadığını, birlikte yaşanabilir, hatta olumlu değerler olduğunu söylemiştir (Türkay, 1995: 185).
W.A.Lewis, ekonominin 1970’li yıllardaki durumunu değerlendirerek, Hirschman’ın görüşlerini eleştirmiştir. Lewis, ekonomide bir verim düşüklüğü olduğunu kabul etmekte, ancak, bir dönem yeni kuramlar üretilememesinin kalkınma ekonomisinin terk edilmesine yol açmaması gerektiğini vurgulamaktadır. Lewis ve Hirschman’dan farklı olarak gelişmekte olan ülkelerin deneyimleri ile ilgilenmemiş ve eleştiriye sıcak bakmamıştır. Lewis, 1970’lerin sonunda kalkınma ekonomisini değerlendirirken genel olarak eksikliklere dikkat çekmiştir; ancak, bu eksikliklerin yarattığı sonuçlarla ilgilenmemiştir (Türkay, 1995: 187). Lewis’e göre, gelişmekte olan ülkelerin gerçekleştirdikleri büyüme oranları büyüme karşıtı yaklaşımların geçerliliğini ortadan kaldırmıştır. Ancak,, bu iddia büyüme merkezli yaklaşımlara yönelik eleştirilere yeterli bir yanıt oluşturmamaktadır (Türkay, 1995: 188).
1980’lerden sonra ekonomik büyüme merkezli kalkınma ekonomisine karşı geliştirilen eleştiriler yoğunlaşmıştır. Bu bağlamda, Seers ve Hirschman kalkınma ekonomisinin ortadan kalkacağını savunmuşlardır. Lewis ise kalkınma ekonomisinin yalnızca bir duraklama dönemine girdiğini söylemiştir (Türkay, 1995: 190).
Sonuç olarak, kalkınma disiplinin kendi içinden gelen bu eleştiriler büyüme merkezli kalkınma yaklaşımının iyi bir alternatifi olmasalar bile bazı sorunlara dikkat çekmek açısından çok önemli olmuştur. En azından Batılı örneklere uygun bir biçimde hazırlanan ve evrenselleştirilen bir kalkınma kuramının, bütün ülkelerde geçerli olamayacağı ve özellikle, gelişmekte olan ülkelerde devam etmekte olan sorunlara bir çözüm getiremediği anlaşılmıştır.
Eski ve yeni düşüncelerin günümüzde bir yorumu yapılacak olursa bazı genellemelere ulaşılabilir. Öncelikle tarihi boyut önemlidir. Gelişmiş ülkelerin 19. yüzyıldaki sanayileşme sürecinin bir kopyasını, bugün için beklemek her ne kadar yanıltıcı olsa da, tarihi deneyimler büyümenin ekonomide nasıl paylaşılacağı yönünde ipuçları sağlayabilir. Ekonomilerde sanayileşme süreci içinde, tarım sektörünün diğer dallara göre öneminin azalması ekonomideki yapısal dönüşümün çarpıcı bir örneğidir. Amartya Sen ve Paul Streeten gibi ekonomistler, insan merkezli kalkınma kavramı üzerinde çalışmalar yapmışlar ve gelişmekte olan ülkelerde, gücün ve kaynakların bir merkezde toplanmasını önlemek için yerinden yönetimi ve katılımcılığı ön plana çıkarmışlardır. Bununla birlikte, son yıllara kadar kalkınma ekonomistlerinin çok az tartıştığı sürdürülebilir kalkınma taleplerine yanıt verilmesi ve çevrenin korunması yönünde önemli ilerlemeler kaydedilmiştir (Ingham, 1993: 1803-4).
Bu bağlamda, Dünya Bankası’nın yayınladığı “1991 Dünya Kalkınma Raporu”nda şunlar vurgulanmıştır: Kalkınma yaşam kalitesinin iyileştirilmesi demektir. Özellikle, dünyanın yoksul ülkelerinde, daha iyi bir yaşam kalitesi daha yüksek gelir anlamında düşünülmektedir. Ancak, yaşam kalitesi çok daha fazlasını diğer bir deyişle, daha iyi eğitim, daha yüksek sağlık ve beslenme standartları, düşük yoksulluk, temiz çevre, daha çok eşitlik ve olanaklar, daha büyük bireysel özgürlük ve daha zengin bir kültürel yaşam amaçlarını da içermektedir (Todaro, 1997: 15). Ekonomik büyüme kuramlarının kalkınmayı açıklamakta yetersiz kaldığı yönünde giderek yoğunlaşan tartışmalardan Dünya Bankası’nın da etkilendiği ve politikalarını bu ve benzer tanımlamalar ışığında değiştirdiği anlaşılmaktadır.
Son yirmi yıl içinde kalkınma ekonomisinde yeni politikalar, projeler ve programlar uygulanmış ve bu faaliyetlerle dünyanın daha iyi bir yer olması ve özellikle, yoksulluğun azalması yönünde çalışılmıştır. Geleneksel görüşe bir miktar kişisel boyut ekleyen bu tür faaliyetler, kalkınma ekonomisi literatürüne birçok yeni sözcük eklemiştir. Bu yeni sözcükleri bölümlere ayırarak aşağıdaki şablonu oluşturmak mümkündür.
Çizelge 4. Yeni Kalkınma Sözcükleri
İnsani Boyut
|
kapasiteler(capabilities), yoksunluk (deprivation), var olma hakkı (entitlement), geçim (livelihood), yoksulluk (poverty), yaralanabilirlik (vulnerability), iyi yaşam (well-being).
|
Organizasyon, güç ve ilişkiler
|
hesap verebilirlik (accountability), tüketici (consumer), yerinden yönetim (decentralisation), güçlendirme (empowerment), mülkiyet (ownership), katılım (participation), ortaklık (partnership), yöntem (process), şeffaflık (transparency).
|
Alanlar, boyutlar
|
sivil toplum (civil society), çevre (environment), küreselleşme (globalization), yönetişim (governance), piyasa (market).
|
Değerler
|
demokrasi (democracy),çeşitlilik (diversity), eşitlik (equity), cinsiyet (gender), insan hakları (human rights), çoğulculuk (pluralism), sürdürülebilirlik (sustainability).
|
Kaynak: Robert Chambers, 1997, “Editorial: Responsible Well-Being A Personel Agenda for Development”, World Development, Vol.25, No.11: 1745.
Daha çok kişisel anlam taşıyan bu kavramların hiçbiri yirmi yıl önce bugünkü kadar belirgin bir şekilde kullanılmamaktaydı.
Geleneksel görüşe, göre hızlı ekonomik büyümenin beraberinde refah artışı getireceği beklenmelidir. Ancak, uygulamada birçok ülkenin bu görüşün tam tersi birtakım göstergelere sahip olduğu dikkat çekmiştir. Özellikle, gelişmekte olan ülkelerde hızlı nüfus artışları, işsizlik, yaygın bir şekilde görülen sağlık sorunları, eğitimsizlik, yoksulluk gibi birçok sosyal sorunla karşılaşılması, soru işaretlerini artırmıştır. Yüksek büyüme oranlarına rağmen söz konusu ülkelerin sosyal sorunlarını çözemediği kolaylıkla belirlenmiştir. Bunun üzerine daha sistematik bir biçimde düzenlenen alternatif kalkınma yaklaşımları oluşturulmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır:
Dostları ilə paylaş: |