İKİNCİ baski



Yüklə 1,91 Mb.
səhifə20/40
tarix25.11.2017
ölçüsü1,91 Mb.
#32827
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   40

- Soldan başlama, sağdan başla silmeye...

Eklemişti:

- Sol ayağının üzerine bas da sol iyice ezilsin...

Orada da, aydın öğrenciler öğretmenlerin ve sayıları küçük bir grup öğrencinin baskısı altında.

Gelen bilgilere göre, sağ, tam anlamıyla yurdu yeni bir anarşi ortamına sürüklemek için elinden geleni yapıyor. Yaptı da, hem de geçen dönem yönetimin koruyucu kanatları altında yaptı bunu...

*

Örnekleri vermeye devam edeyim: Ankara'da Fen Fakültesi'nde bir "Ankara Notları"nda "Korkunç yenge" diye nitelediğim bir yönetici var. 12 Mart'tan sonra, öğretmen arkadaşlarını ve öğrencilerini sıkıyönetimlere "ihbar" edip gözaltına aldırmakla tanınmıştı. Şimdi fakültede, öğrencilerin demokratik haklarını kullanmalarını bile engelliyor. Çoğunluktaki öğrencilerin iki kız adayını yönetim kurulu -bahanelerle- kabul etmedi. Fakültede "sağcı" tanınan öğrencilerin adayının ise, tek aday kalıp seçimleri alması için, fakülte yönetimi her şeyi tezgâhlamış durumda. Dekanlık seçimlerini, 12 Mart'tan sonra kazanabilmek için, kendisine oy vermeyecek olanları bile sıkıyönetime ihbar ederek, tutuklattıran "Korkunç yenge"nin öğrenci seçimlerini nasıl yaptıracağını sanırdınız?



Doğramacı'nın Hacettepe Üniversitesi'nde de öğrenci temsilcilikleri seçimleri olaylı geçmekte. Her seçimde, dışarıdan polisler çağrılmakta, gerçekte tedbir de alınmamaktadır. Sosyal ve İdarî İlimler Fakültesi'nde 2.000 kişiyi bulan çoğunluk, fakültedeki 30 kişilik grubun baskıları sonucu oy kullanamamakta. Nasıl çıkarıyorlar olayları bakın, örneğin kız çocuklara takılıyorlar, oy vermek için girene, çıkana "komünist" diye söz atıyorlar. Şimdi, bu fakültede 30 Ocak Çarşamba gününe kaldı seçim. Burada öğrencilere yine oy kullandırılmaz, olaylar çıkarılmak istenirse bunun baş sorumlusu Doğramacı olacaktır. Buradan duyuruyorum...

*

Onbinlerce öğrenci fakültelere, yüksekokullara giremedi. Sokaklarda, kahve köşelerinde yıkıma terkedildi. Çoğu meyhanelere de dadanmıştır ne bileyim. Liseyi okuyup bitirmiş, askerliğini de er olarak yapacak. Okudukça, üstüne baskıların bindiğini de görüyor, anlıyor Hanya'yı, Konya'yı... Birkaç yıl önce lise mezunları ilkokul öğretmeni olabiliyorlardı. Bu hak da alındı ellerinden...



Öğretmenken, evrak memurluğuna atanan F. Fikret Uğur, mektubunda şunları yazıyor:

"1950 yılının Ocak ayının 12'sinde anam beni doğurduğu zaman doğmuşum. İyi ki doğmuşum.

Aradan yıllar geçti, büyüdüm. Okula gittim. Karne aldım. Sınıfta kaldım. Babam öldü, öğretmen oldum. Ve yirmi yaşında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş bölümüne girdim. İyi ki girimişim. Üç yıl resim yaptım. Okudum, çizdim, sildim ve mezun olup resim öğretmenliği diploması aldım. Dört buçuk ay sonra evrak memurluğu görevi verildi bana. Demek ki ben yaptığım o yağlıboya resimleri evrak memuru olmak için yaptım. Demek ki ben, evrak memuru olmak için desen çizdim, psikoloji okudum, sanat tarihi okudum, estetik okudum.

Sorup öğrendiğimde hocalarımın değil, bakanlığın beni evrak memuru yaptığını öğrendim. İyi ki yaptılar. Millî Eğitim Bakanlığı'na gittim. İlgililerle görüştüm. Beni çok iyi karşıladılar. Dinlemek zahmetine katlandılar. Sağ olsunlar, onlara öğretmen olmak istiyorum dedim, iddealimdi dedim, dinlemediler, (beraat kararını getir) dediler. Nereli olduğumu sordular, hemşehrileri olsaydım, bir şey düşünürlerdi. İyi ki değildim.

Beraat denince aklıma geldi. Yıl 1972, 4 Mayıs. Okul dışından geliyorum, bahçe kapısına varmadan, biri: "Bu da vardı" dedi. Polis arabasındayım. Oradan öğrenci kavgasının olduğunu, karakol, ifade 25 gün gözaltı, 70 kişiyiz. 70 kişi dört kişiyi dövmüş. Kimsenin burnu kanamamış. Sonra mahkeme, iki yıl sonra beraat... İşte o kararı istiyorlar. Gittim getirdim. "Kesin karar" dediler. "Beraat kararı" dedim. Olmaz dediler. Müdürler görüşecek dediler çıktım. Aradan on beş gün geçti. Hâlâ görüşüyorlar. Adam öldürmedim, halkımı aldatmadım. Esrar kaçakçılığı yapmadım. Anayasayı çiğnemedim. Vazifemi kötüye kullanıp zimmetime milyonları geçirmedim. Atatürk ilkelerine aykırı hareket etmedim. Kısacası kavgada yoktum..."

(28 Ocak 1974)

-Birinci Kitabın Sonu-
GÖZDEN KAÇANLAR...
TRT'ye nasıl MİT elemanlarının doldurulduğunu biliyor musunuz? Bunlar maaşlı da olabilirler, bir iş yapıyor da görünebilirler.

MİT'e sırtını dayadın mı, mevki sahibi, koltuk sahibi de olabiliyordun. Azından, kritik zamanlarda kurtarabbiliyordun kendini...

Belki de, kendi kendine gelin güvey olan bir sürü insan, MİT'i kendi amaçları, emelleri için kullanabiliyordu. "Kışkırtıcı ajan" deyimi, ne zaman çıkmıştır? Filân yerdeki küçük memura kadar, nasıl dal budak salmış bu? Nasıl temizlenecek?

Bir devlet kuruluşunu, bir gizli güç sayar da, burasını partizanların ekmek kapısı durumuna getirirseniz, büyücü çırağının cinleri toplayıp, dağıtamaması gibi çıkamazsınız işin içinden.

MİT'e en son, -telefon dinleme olayı nedeniyle- eski Başbakan Naim Talû hedef olmuştur. MİT, Talû'ya çok ağır bir yazı yazmış, "24 saat içinde açıklama yapmasını" istemiştir. Başbakan'a bağlı bir kuruluş, böylesine ağır bir yazıyı Başbakan'a yazamamalıydı...

Zaman zaman duyardım. Hakkımda da iyi şeyler düşünülmediğini de. Buna boş vermek zorundayım, bir gazeteci olarak. Hakkımda iyi şeyler düşünmeyenlere nasıl şirin görünebilirim ki? Benim de görevim bu. Kusura bakmasınlar, demek isterim...

Kuruluş, görevi olmayan şeylere nasıl karıştırılmıştır? Kimler, kimlerin sırtından yapmıştır bunu? Öyle şeyler duyuyorsunuz ki, kulaklarınıza inanamıyorsunuz.

- AP'ye son giren emekli generaller konusu, rasgele bir şey mi yoksa planlanmış bir şey mi?

- Ne bileyim ben?

- Metin Toker, çuvallara doldurduğu bildirilerle mi yazdı o televizyon programını? Resimleri de mi çuvallara doldurdu? Kim verdi resimleri? İsmet Paşa'nın damadı olmasının etkisi olmasın...

MİT adlı kuruluşun, kamuoyunda bu denli yaralanmasında kendi çıkarlarını ve politikasını düşünen politikacılarla kişilerin büyük rolü oldu bileseniz.

MİT, nerelere kadar el attı? Bunun örneklerini sıralamak ciltler tutar. MİT Müsteşarlığının 16 Mart 1972 tarihinde, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığına yolladığı, şu "gizli" yazı bir başka örnek olsa gerek:

Ankara Sıkıyönetim Komutanlığına,

"Türk Dil Kurumu üyesi Ali Püsküllüoğlu tarafından yazılıp Ekim 1971 tarihinde Ankara Yenişehir Sakarya Cad. No: 8'de bulunan Bilgi Yayınevi tarafından neşrolunan Öztürkçe Sözlük adlı kitapta yer alan bazı ifadelerin TCK'nun 142/1, 159 ve 312. maddelerini ihlâl eder mahiyette olduğu kanaatine varılmıştır.

Adı geçen kitap ve içinde yer alan bazı ifadelere ait bir örnek ilişikte sunulmuştur.

Ali Püsküllüoğlu hakkında 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununun 13 ve 15'inci maddeleri gereğince kovuşturma açılması hususu takdir ve tensiplerinize arzolur.

Nurettin Ersin

Korgeneral

MİT Müsteşarı"
Ekteki belge de evlere şenlik. Belgenin ilk sayfasında şöyle deniyor:

"... Yazar, dil devriminin bütün milletçe benimsendiğini ispat etmek için bazı antikomünist kişilerin muhtelif yerlerde çıkmış yazılardan örnek cümleler aldığını ve bunların diğerlerinden bir bakışta tefrik edilebileceğini beyan etmek suretiyle, bu milliyetçi şahıslara kitabında neden yer verdiğini açıklamaktadır.

Diğer taraftan kitabın tamamında birkaç antikomünist ve milliyetçi yazar hariç, komünist ve anarşist şahısların sözlerine yer verilmiş olması ve dil devriminin toplum yapısını değiştirmek amacına müteveccih olduğu yolundaki beyanlar yazarın komünizm propagandası yapmak ve geniş kitleyi bu yönde bilinçlendirmek gayesiyle hareket ettiğinin delilidir..."

MİT'in hazırlayıp yolladığı "belge"ye göre, sözlükte yazılarından örnek gösterilenler arasında şu kişilerin adları yer almaktadır:

"Celâl Üster, Adnan Binyazar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Mehmet Ali Aybar, Aziz Nesin, Tahir Alangu, Mümtaz Soysal, Emin Özdemir, Çetin Özek, Attilâ Sarp, Fakir Baykurt, Sabahattin Eyüboğlu, Nadir Nadi, M. Rauf İnan, Orhan Hançerlioğlu, İlhan Selçuk, Gülten Akın, Bertan Onaran, Selâhattin Hilav...

... Kitabın toplatılması cihetine gidilmesi uygun bulunmaktadır. Kitabın iç kapağındaki: "Genişletilmiş ikinci basım, Ekim 1971" kaydına göre, bu kitap 1971 Ekim'inin başında tabedilmiş bulunması sebebiyle 5680 sayılı Basın Kanunu'nun 35'inci maddesi gereğince Mart 1972 sonunda suç altı aylık zaman aşımına uğrayacaktır."

Sıkıyönetime başvurma yazısıyla, yollanan uyduruk belge ile Anayasa'nın nasıl çiğnendiğinin farkında mısınız?

Ankara İkinci Ağır Ceza Mahkemesi'nde uzun süren duruşmalar sonunda, Ali Püsküllüoğlu da kitabı "Öztürkçe Sözlük" de beraat etti. Mahkeme kararının bir yerinde şöyle denildi:

"Söz konusu kitabın, dil devriminin getirdiği yeni öztürkçe kelimelerin belgelere dayanan bir dökümü olarak bilimsel nitelikte hazırlanmış olmasından şartlı nazar, tanık cümlelerin yazarları Celâl Üster, Adnan Binyazar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Mehmet Ali Aybar, Aziz Nesin, Mümtaz Soysal, Emin Özdemir, Çetin Özek, Attilâ Sarp, Fakir Baykurt, Sabahattin Eyüboğlu ve Nadir Nadi vs. gibi şahıslar hakkında tanık cümlelerin bulunduğu kitap, dergi ve gazetelerden dolayı herhangi bir soruşturma yapıldığı ve bu sebeple de mahkûm edildikleri anlaşılamamıştır.

Bu yazarlar arasında anarşist ve komünist olanların mevcut olması ya da bir kısmının bu ithamlarla halen yargılanmakta bulunmaları, dâva konusu kitaba aktarılan cümlelerin de muhakkak surette suç konusu teşkil ettiğine bir karine olamaz.

Her ne kadar dâva konusu olayda mahkhûmiyet kararı verilebilmesi kaynakların ve yazarlarının daha önce mahkûm edilmiş olmalarına vabeste değilse de, kaynaklardan alınan tanık cümlelerin aslında suç teşkil etmedikleri ve hele komünizmi övme niteliği taşımadıkları bilirkişilerce de beyan edildiğinden ve mahkeme kurulu da bu cümlelerde böyle bir nitelik bulamadığından, bu cümleleri lügat kitabına aktarmış olmaktan ibaret bulunan sanığın eyleminde suç unsurlarının tekevvün etmediği neticesine varılmıştır..."

Evet, nerelere ne kadar el attı, kimler? Hacettepe Üniversitesi'nde öğretim üyeleri, nasıl birer, beşer uzaklaştırıldı görevlerinden? Hacettepe yurtlarını bir "otel" diye nitelendiren Doğramacı'nın üniversiteye MİT'te arşiv memuru olarak çalışanı, nasıl doçent, profesör yaptırdığının öyküleri var daha. Gözden kaçıyor gibi geliyorsa, yanlış. Gözlerden kaçanlar bir bir çıkıyor piyasaya..

Mahir Kaynak nerelerdedir, merak etmez misiniz?

(29 Ocak 1974)

İŞKENCECİ DOKTOR...
1963 yılında TİP, emeklemekte olan bir çocuk kadar küçük bir sosyalist partiydi. Fakat her yerden faşizan saldırılara, baskılara uğradı. Partinin Şişli ilçesi o yıllarda, Gültepe gecekondu mahallesinde bir toplantı düzenlemiş, toplantı yapılırken daha faşizan güçlerce basılmış, taş, sopa yağmuruna tutulmuştu. TİP toplantısını basanlar arasında iki tane de askerî tıbbiye öğrencisi vardı. Bunlar, sonradan ortaya çıkarılıp okul yönetimince bir hafta okuldan uzaklaştırma cezası alacaklardı.

Günlerden bir gün, İstanbul Şehir Tiyatrosu'nca oynanan "Sezua'nın İyi İnsanı" adlı oyun, baskına uğramıştı. Baskını yapanların arasında askerî tıbbiye öğrencisinin de olduğu hemen ortaya çıktı. Bundan dolayı da cezalandırılmış mıydı bilmiyorum...

Aradan yıllar geçti. Ankara'da askerî tutukevinde bir doktor yüzbaşı, sanıklara bir doktora yakışır biçimde davranmadığı gerekçesiyle, sanık yakınlarınca "Tabib Odaları'na şikayet ediliyor. Tabib Odaları bu doktor yüzbaşıyı "hekimlik yemini"ne sadık kalmadığı için Onur Kurulu'na sevkediyordu. Bu doktor yüzbaşı, gazetelerde çıkan haberlerle iyi tanınıyordu. Adı: Metin Denli'ydi. Doktor hakkındaki iddialar gerçekten ağırdı. Bunlar, şöyle sıralanabilir:

Askerî mahkemelerce idama mahkûm edilmiş olanlara. "Nasıl olsa öleceksiniz" diye hiç bakmamıştı. Bir takım operasyonları, uyuşturucu kullanmadan yapmış. Örneğin Olca Altınay adındaki sanığın parmağındaki apseyi uyuşturmadan açmış, bu sırada acıdan sanık bayılmştı. İşkenceler sırasında parmakları kırılan bir kızın hastaneye sevkini yapmadığı gibi, "iki el arasında bir fark görmediğini" raporunda belirtmişti. Göğüs kanserinden Kanser Hastanesi'nde tedavi gören bir hastayı kontrol tedavisine göndermemişti. Kadın ise, tutukevine gelene kadar beş yıldan beri tedavi görmekteydi. Ülserli hastalara özellikle aspirin vererek -aspirin kanama yapmaktaydı bu hastalarda- kanamaya yol açıyordu. İşkenceden tabanı patlamış bir tutukluyu, "Senin ayağını ayakkabı vurmuş" diyerek, tututevine geri gönderiyordu. Hastane raporu ile diyete girmesi gereken hastalara diyet uygulatmıyordu.

"Hipokrat antı" yahut, "hekimlik antı" denilen ve doktorların okuldan çıkarken, içtikleri ant ise şöyledir:

"Irk, milliyet, cins ve renk gözetmeksizin hastalarıma bakacağıma namusum üzerine yemin ederim."

*

Geçen bir dönemin, toplumda, insanlarımızda bıraktığı izler kolay kolay silinemeyeceğe benzemektedir.



Diyarbakır'da bir askerî mahkemede karar günüdür. Mahkemenin daha önce öğretmenler hakkında verdiği karar, Askerî Yargıtay'da bozulmuş, yeniden mahkemeye gelmiştir. Olayı Yeniortam okuyucuları anımsayacaklar. Sanıklardan biri, Ankara'da, Kızılay'da dolaşırken kendileri hakkında mahkûmiyet kararı veren ve sonra, Ankara'da bir göreve atanan yargıcı görür. Yargıç aşağı yukarı şöyle der:

- Aman, bizim verdiğimiz kararı temyiz edin. Askerî Yargıtay, kararı kesinkes bozacaktır...

Zaten temyiz edilmiştir karar. Fakat öğretmenin içinde bir şeyler yıkılır. "Öyleydi de, neden bizi mahkûm ettiniz?" der mi, demez mi bilmiyorum şimdi. Fakat o sıralar, "Ankara Notları"na yazmıştım bu olayı.

Askerî Yargıtay kararı bozduktan sonra, yeniden duruşma başlar. Bu kez, yeni yargıç sanıklardan birine sorar:

- Mustafa Ekmekçi'ye o haberi sen mi verdin?

- Evet...

Bunu öğrendiğimde sordum, kendisine:

- Hocam, neden öyle dediniz? Basın Ahlâk Yasası bizim, bize verilen haberlerin kaynağını açıklamamızı yasaklar. Siz neden açıkladınız, durduk yerde başınıza da dert açabilirdiniz?

- Yargıcın gerçekten bilebileceğini düşündüm. Mektubumun fotokopisi alınmış olabilirdi. Hem olmuş bir şeyi açıklamaktan çekinmedim...

Böylesine dürüsttü, yıllarca inletilen öğretmen...

Yargılamalar, sorgular, tutukevinden yargılamaya nasıl götürüldüğü insanların, bunlar üstüne bir gazeteci olarak izlenimlerim, duyduklarım vardı. Bir gün askerî savcıya ifade vermeye gitmiştim. Koridorda savcının gelmesini bekliyorum. Soruşturma konusu Nihat Erim'in başvurması üzerine olacak, "işkence"yle ilgili. Kafamda savcıya ne diyeceğimi sıralıyorum. Dönem, Talû dönemi. Üst kata çıktım. Orada -hangi duruşma olduğunu bilmiyorum- gencecik çocukların duruşmaları sürüyor. Bir er yaklaştı yanıma, "Burada duramazsın" dedi, daha ötede beklememi söyledi. Elinde cop mu vardı, kalmamış aklımda. Fakat, tutukluları götürüp getirenlerden biri olduğunu anladım. Bulunduğum yerin alt katının -bazı tutukluları yola getirmek için zaman zaman kullanıldığını- çok sonraları duydum arkadaşlarımdan.

İşkence görmüş insanı karşısına alıp, yargılayabiliyorsa o yargı yaralanır. Mahkemelerin kovuşturmaları gerekirdi iddiaları. Öyle sanıyorum ki, mahkemelere hakaret suçlarının işlenmesinde, sanıklara yapılan insanlık dışı işkencelerin büyük payı oldu. İşkenceden duruşmaya -hem de nasıl?- getirilen sanık, belki de kendini tutamadı..

*

"Yansıma" dergisi, Ocak ayında açtığı "faşizme karşı muhalefet" konusundaki soruşturmasını, Şubat sayısında da sürdürüyor. Dergi, soruları bana da yolladı. Yanıtlayacak zaman bulamadım. İlginç yanıtlar var. Ocak sayısını da bulup okumalı herkes. Yeniortam'ın geçen güç dönemde verdiği savaşı unutmamış, değerlendirmiş soruşturmaya katılanlar. Öbür ilerici gazeteleri de. Necati Yıldırım, "Yeniortam, Cumhuriyet, Yenigün gazeteleri de kendi alanlarında yüklendikleri sorumluluğu, başarıyı sürdürdüler. Yeniortam'da Mustafa Ekmekçi'nin "Ankara Notları" ise yaşadığımız son birkaç yılın belgesi olacaktır" demiş. Şöyle devam ediyor Necati Yıldırım:



"Geri kalmış ülkelerde, faşizme karşı halk muhalefetinin yaratılması için sanata, sanatçıya büyük görevler düşmektedir. Böyle konuşmakta bir önyargı aramak gerekir mi? Çünkü, ülkelerin faşist dönemlerinde sanatçılar baskı altına alınmak istenmiştir. Birinci sırada, Şili örneği önümüzde. Askerî yönetim Neruda'nın evini gözaltına almış, eşyalarını dağıtmış, kitaplarını yakmıştır. Sanatçılarımızın, yazarlarımızın, aydınla-rımızın "balyoz hareketi"ndeki durumları da unutulmamıştır sanıyorum.

Ülkemiz halkı, son yıllarda ekonomik yönden baskı altına alınırken, bir yandan da siyasal baskı altına alınmak istenmiştir. Ama egemen çevrelerin "dikensiz gül bahçesi" hazırlama oyunları umdukları gibi çıkmadı. Seçimlerdeki kamuoyunun tutumu, ekonomik ve siyasal baskıya karşı -belirli bir ölçüde- halk muhalefeti sayılabilir. Ülkemiz halkının seçimlerdeki tavrını almasında sanatçıların, yazarların emekleri olmuştur. Birçok sorunların tartışılıp konuşulmasında, siyasal örgütlerin "sosyal adalet" ilkesini -sözde de olsa- benimsemelerinde gözleri tehlikeye giren Çetin Altan'ların etkisi yok mudur?

Sanatçılar, yazarlar, eleştirmenler "sen-ben" kavgasının bataklığına saplanmamalıdır bence. Neye yarar hem? Kişisel sürtüşmeler haklı ırgalar mı? Yazara düşen görev, toplumla bütünleşmek, ona değişebilecek bir dünyayı göstermek, değiştirebileceğine inandırmak olmalıdır. Sanatçılar, yazarlar olayları ele alınan sorunları "dün-bugün-yarın" diliminde yorumlayarak yaşamın değişebileceğinin tohumunu ekmelidir hak tarlasına".

(5 Şubat 1974)

ÖZGÜRLÜK VE BARIŞTAN YANA...
Karı-koca gelmişlerdi evimize. Yanlarında Öğretmen Gürses ile eşi ve Danıştay'dan Gülsevin Taşbaş arkadaşımız da vardı. İrikıyım, uzun boylu idi Mehmet Ertan. İlhami Soysallara uğramışlar, onları evde bulamayınca "Hadi Ekmekçilere uğrayıp oturalım biraz" demişler, gelmişlerdi. Yeni tanışıklığın etkisi mi ne, önce tutmamıştı gözüm Mehmet Ertan'ı Ancak, açılıp konuşmaya başlayınca içimde ona kırk yıllık dost yakınlığı uyandı. Saatlerce konuşmuştu. Yıllar, yıllar önce, Bursa'da öğretmendi. Nâzım Hikmet de o zaman Bursa Hapishanesi'nde. Bir gün arkadaşları ile -aralarında Rauf Mutluay da var- Nâzım Hikmet'i bir ziyaret etmek, hiç değilse uzaktan görmek isterler. Bir arkadaşları -yeni tanıdıkları biri-, "Siz hiç merak etmeyin, ben sizi Nâzım'a götürürüm" der. Giderler de galiba. Fakat sonra öğrenirler ki, Nâzım'a götüren kişi sivil polistir. Mehmet Ertan, o sivil giyinmiş polisi üstelik bir de komiser giysileri içinde görür. Rauf Mutluay'a fısıldar:

- Rauf, böyle, böyle...

- Rauf Mutluay nasıldı o zamanlar?

- Sorma, içimizde bir sigara tiryakisi o vardı. Hiç bir zaman da sigarası bulunmazdı. Ben koşardım ona sigara bulmaya. Yolda bekler, birinden sigara ister getirirdim Rauf'a. O da keyifle tüttürürdü...

Mehmet Ertan -her öğretmen gibi- kıyıma uğramıştı. AP'li Bakan Orhan Dengiz'in "dehşetengiz" kıyımları gelip bu kadar yıl hizmet görmüş bu adamı da bulmuştu. Kayseri'ye sürülmüştü. Danıştay'a başvurmuştu, karar nasıl olsa iptal edilecekti. Fakat, Danıştay da eski Danıştay değildi ki. Süleyman Bey ve "balyoz" dönemi, bağımsız Anayasa kuruluşu bırakmamıştı ki.

İlhami Soysal'ın öğretmeniymiş Mehmet Ertan. Pazartesi günkü "Yeniortam"da, "Giden Gidiyor" başlıklı yazısı benim birkaç saatlik tanışım olan öğretmeniyle ilgiliydi. İzmir'e çocuklarını görmeye gitmişler, oradan sürgün yeri olan Kayseri'ye gitmeyi kararlaştırmışlardı, karı- koca. O gece İzmir'de deprem oldu ve depremde, bu karı-koca öğretmen öldüler. Öldükleri gün de Danıştay'dan "yürütmeyi durdurma" kararı çıkmış diye duydum...

Öğretmenlerin başlarına gelenler "kıyım"la anlatılıyor ya, "zulüm" sözü bile anlatamaz yapılan eziyeti...

Giden gidiyor ya, sorunlar, yaralar duruyor orta yerde. Geçenlerde, eski Anayasa Mahkemesi Üyesi Fazlı Öztan öldü. Tanımışlığınız var mıydı? Ben yargıç ona derim...

*

Yüzlerini hiç görmediğim, yolladıkları mektuplarla tanıştığım çok dostum var. Belki yakından tanısalar, bu kadar sıkı dost da kalamayız. Dostlarımızla sert tartışmalara girdiğimiz, aramızın açıldığı yok mudur? Ancak, uzakta olsalar da, kafalarıyle, yürekleriyle size en yakın olanlar öyle değildir. Aynı amaç, barış ve özgürlük için ölebileceğiniz insanlar...



Bunlardan Eser-Erol Şaylıman çiftinin yolladığı bir mektubu güle güle okudum. Mektuplarına, okullarda, şurada burada konferanslar veren bir budalanın broşüründen, faşist cümleleri kapsayan bir fotokopiyi de eklemişler. Mektup şöyle devam ediyor:

"... Espriler bir tarafa sizi devamlı okuyan, yer yer kınayan, fakat yine de okumayı tutku haline getirmiş bir çiftiz. Uzun süredir tanışmayı arzu eder dururuz. (Bunun için müşterek dostlar bile bulduk) hatta eşim gazetedeki ilan üzerine mütercim olarak -fahri- çalışmak için telefonla sizi aramış, bulamamış. İşin İstanbul'da olduğunu öğrenmiş. -Halen bu tür işlerde fahri olarak çalışmayı düşünür.- Yolladığımız broşür tekrar elimize geçince (epeydir kayıptı, bir kitabın arasından çıktı) eğer daha önce görmedinizse, şu sıkıntılı günlerde biraz gülersiniz diye kaleme sarıldık.

Kişiyi yazıları ile -fizik olarak- tanımak olanaksız. Geçenlerde bir yazınız üzerine karımla konuşurken aşağıdaki anı geldi aklımıza, epey güldük. Dayım, -sanırım 1933'te- Bursa Cezaevi'ndeyken -Nâzım Hikmet'le birlikte- bir gün Nâzım'a ziyaretçisi olduğu haber verilir. Kalkar gider Nâzım. Gelen, elinde bir kutu lokum, bir genç kızdır. Nâzım'ı görünce bir ünlem koyuverir:

- Aaaaaaa...

- Hayrola, ne oldu? der Nâzım.

- Beni, der kız, bir arkadaşım gönderdi, kendisi çok sıkılgandır. Onun için gelmedi. Fakat, o sizi daha iriyarı palabıyıklı biri olarak düşünüyordu...

Nâzım, bir an bakar kıza. Anlar böyle bir arkadaşı olmadığını. Ve şöyle der:

- Kızım, sen o arkadaşına söyle. O beni dediğin gibi düşünseydi, böyle lokum değil, iki kalem esrarla bir saldırma gönderirdi.

Biz pek severiz bu anıyı. Sizi de yer yer böyle düşünmemek elde değil. Sağlık, mutluluk dileklerimizle. Eylem ve Özlem'e kızımız Elif'ten selâmlar...

*

Program görüşmeleri sırasında ilk en en uzun konuşmayı Süleyman Bey yaptı Meclis'te. Günlerdir merak ettiğim tek şey onun konuşması ve tutumuydu. Af konusunda ne yapacak bakalım, diyordum. Söyledi söyleyeceğini. O konuşurken, bende bıraktığı izlenim şuydu:



- Süleyman Bey, Demirellerden başka hiç bir şeyi düşünmüyor. Ne özgürlük, ne barış umurunda değil artık onun.

Af sözü geçince, Cumhuriyetin bir ellinci yılını bile düşünmüyor. Kara gözlükleriyle seyrederken onu, neler düşündüm?

Türk siyasal hayatından silindi, silinecek. Çırpınışı ondan mı? Grubunu bir kez af görüşülürken tam takım, ya getirir ya getiremez. Bir seçim olur da seçmen karşısına çıkarsa, iyice biter artık. Yiter. Halkın gönülden dilediği "genel af"a karşı çıkabilen bir Süleyman Bey'in, halktan alacağı ne kalmıştır? Şimdi, Senato'da komisyonlarda affı engelledikçe engelleyecek anladığım. Hem de can havliyle... Kamunun isteklerine karşı çıkarak ne sağlayacak ki? Halk çoğunluğu giderek daha iyi anlıyor: Kim barıştan ve özgürlükten yana, kim değil. Takke düşünce, böyle zamanlarda ortaya çıkıyor bu.

(6 Şubat 1974)


ALATÜRÜN İFADE...


Cüneyt Arcayürek, Faik Türün'ün ifadesini almış, okudum. İfade alış biçimi alatürün olsaydı, ne konuşurdu acaba Türün? Yani, kendi anlattığı gibi, ayakları demirli, gözleri kapalı bantlı, elleri arkasından bağlı bir Türün yapılanları anlatsaydı. Soru soranları görmeseydi, nereye götürüldüğünü bilmeseydi, arada bir konuşmalardan, seslerden bir şey çıkarmak, sorguya çekenlerin kim olduklarını anlamak isterdi elbet. Yani, sorumluluğu altında bulunanların sorguya çektikleri gibi sorguya çekilseydi, gazetede çıkanları söyleyebilirmiydi? Konuşma, Hacettepe'de gördüğü tedaviden önce mi, sonra mı yapılmıştı bilmiyorum...

Arcayürek'e, sözde inkâr ederken, satırların arasındaki doğrulamalarını okuyanlar -yüzleri kızarmadan- okuyamamışlardır kuşkusuz. Eziyet, işkence ettikleri insanlara hiç değilse sonradan kendi kendilerini yargılayıp saygılı olabilirlerdi. Kardeşiyle ilgili, basında çıkan iddiaları okumuş olmalıdır. Türün, o konularda ne düşünürdü acaba, alatürün ifadelerde buna hiç rastlayamıyoruz. Karanlıkta kalıyor bazı iddialar, doğrusu. Acaba, bu iddiaları da komünistler mi ortaya atmışlardır?


Yüklə 1,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin