Kara, beylik arabayla gelen adam, karşılık verdi:
- MİT'teyim. Oylarınızı Başbuğ'a vermenizi sağlamaya geldim.
Yine Ankara'dan gelen bir başka konuk, MİT'ten olduğunu söyleyene karşı çıktı:
- Siz devletten para alıyorsunuz, bunu yapmanız suçtur. Karışamazsınız. Sonra biz Başbuğ maşbuğ bilmeyiz. Sen de o kafayı düzelt.
Kara, beylik arabayla dolaşan, ayrıldı gitti ama, bu kez kendisine karşı çıkan hemşerisi için bilgi toplamaya girişti:
- Kimdir, necidir? Neden Ecevit'i tutuyor? Yoksa solcu mudur?
Ağınlılar, doğrusu çok üzülmüşlerdi. Tadı, tuzu kaçmıştı anlayacağınız. Hakkında gizli mizli soruşturmaya geçilen hemşerilerini uyarıyorlardı:
- Aman, sana bir kötülük yapmasınlar...
*
Bursa'nın Gemlik Lisesi'nde felsefe öğretmenliği yapan Dursun Ergüler'e takmıştı kancayı İlköğretim Müdürü Yusuf Şenocak ve arkasında Kaymakam Namık Kahvecioğlu. İlköğretim Müdürü Yusuf Şenocak -ne ilgisi varsa- lise öğrencilerinden, felsefe hocası ile ilgili -tabii aleyhinde- belge toplama çabasına girişmişti. Öğrencilere:
- Ben MİT'le ilgiliyim. Bana yardım etmeyeni mahvederim... diyordu.
Gemlik Lisesi'nde, 10 Kasım'da düzenlenen anma toplantısında konuşacak olan felsefe öğretmenine, konuşma yaptırılmamış, konuşmaya Kaymakam Kahvecioğlu engel olmuştu. Öğretmenin konuşmasının metni, sonra Gemlik ve Bursa gazetelerinde yayınlandı. Konuşmanın adı: "Atatürkçülük nedir, ne değildir?" başlığını taşıyordu. Bu konuşmaya neden engel olunduğuna, aklı başında olan kimse akıl erdiremedi.
*
Turizm-Tanıtma Bakanlığı'na bir gün MİT'ten bir yazı geldi. "Filân adam, yurtdışı göreve atanamaz" deniyordu yazıda.
Sonra, o adı geçen memur, yurtdışı göreve atandı, yurtdışında göreve başladı. Çalışıyor bile...
Bunu neden yazdım? Her şeye karışır duruma sokulan MİT, yavaş yavaş demek dinlenmez duruma da gelebiliyor. Yahut, işe geldiği zaman vatandaş MİT'e soruluyor da, işe gelmediği zaman ırgalanmıyor.
Vatandaş pasaport mu alacak, sor MİT'e. Pasaport verilmez de vatandaş Danıştay'a mı başvurdu? Danıştay'a gönderilen belge şu:
- Güvenlik düşüncesi söz konusu olduğundan, buradaki belgeler yollanamayacaktır. Bilginize...
En yüksek mahkemeye verilemeyen "güvenlik düşüncesi" ne ki? Aynı vatandaş, bir dönem geçince alır pasaportunu gider yurtdışına ve döner.
*
Sıkıyönetimin en yoğun sıraları. İçerden çıkanlar bir görüşmede anlatılarlar, başlarından geçenleri:
- Sorgu yapılırken, bazı gençlere seni sormuşlar...
- Ne diye? Ne sormuşlar?
- Ekmekçi'yi tanıyor musun diye sormuşlar...
- Eeeeee...
- Tanıyoruz, diyenler çıkmış ama, eklemiş gençler: "Yazılarından tanıyorum..."
Ellerine bir geçirmek için nasıl punt aramışlardır ne bileyim? Beni yazılarımdan tanıdıklarını söyleyen o yürekli dost gençlere, teşekkür bile edemiyorum. Ben de onları tanımıyorum çünkü. Ancak, şunu anlıyorum ki, gördükleri türlü işkenceler karşısında insanüstü dayanıklılık göstermişlerdir. İşkencelere dayanamayıp, gösterilen metinleri imzalamak durumunda kalanları da kimse suçlayamaz. Suçlular, onlara işkence edenlerdir.
MİT bir devlet kuruluşudur. Onun, vatandaşın arkasına adam takarak, telefonları dinleyerek, seçimleri etkileyecek çabalara girerek Türk yönetimine karışması, şuraya buraya âlet olması haddi ve hakkı olmamak gerekir. İnsanlık dışı işkencelere adının karışması, Türkiye'de ve dünya yüzünde Türk adını karalayıcı niteliktedir. Sorumluları, derhal görevlerden uzaklaştırılmalı, askerseler, askerlik görevlerine döndürülmeli, yasalara aykırı davranışta bulunanlar, hemen mahkemelere sevkedilmelidir.
*
Türkiye'de "üç kişiden biri polistir" sözü, artık yadsınmaz, halksözü durumuna gelmiştir. Örneğin ben üç kişinin olduğu yerde dikkatli konuşma zorunu duyuyorum. Dışarıdaki söylentileri MİT'in yöneticileri bilmekte midirler acaba? Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın, Cumhurbaşkanlığı zamanında MİT adına kullanıldığı ileri sürülmekte. Eski Milli Eğitim Bakanlarından Orhan Oğuz'un raporlar verdiği iddia edilmekte. O kadar söylenti içinde, telefonların dinlenmesi, adam arkasına adam takma, Türkiye'de olağan durum sayılmalı.
Halûk Bayülken'in ve Semih Akbil'in istifasını istemiştim bir ara, hiç biri tındı mı?
Nasıl oluyor da, bazı kimseler "MİT"ten olduklarını söyleyerek, işler çevirebiliyorlar. Bir siyasi partinin yararına çalışabiliyorlar? Bu nasıl oluyor? MİT nasıl bir çıkar sağlıyor insanlara ki, vatandaş vatandaşın kurdu olabiliyor?
- Ooooooo, ondan kolay ne var? ille de para ödemek gerekmez. Çok kişi bunu "fahrî" olarak yapar. Ancak, arkasında yine bir çıkarı vardır. Örneğin, dairede müdür yardımcısıdır da, müdürün ayağını kaydırıp, yerine, müdür olmak istemektedir. Yahut, Ankara'dadır da dışarıya yani taşraya sürülmek istememektedir. Bunun için paraya mı ihtiyaç vardır? Buyurun size parasız bir ajan...
- Türkiye'de ne kadar vardır böyle?
- En az üç yüz bin...
Onun için Ecevit'in telefonunun dinlendiği haberini alınca şaşırmadım o kadar. Skandallar ülkeside olacak elbet o kadar...
(14 Aralık 1973)
İŞKENCEYE KARŞI DAYANIŞMA...
Nurettin Ünverdi, Gaziantep'te oturur. Atatürk Bulvarı 59-A'da işkencelere uğramış tutukluların yakınlarını bir "çağrı" ile dayanışmaya çağırıyor, şöyle diyor çağrısında:
"12 Mart'tan sonra siyasi suç isandıyle 12.7.1973 gününden beri Mamak 1 No.'lu As. tutukevi'nde tutulan Hacettepe Tıp Fakültesi 2. sınıf öğrencisi oğlumdan normal mektup alamamaktayım. Her hafta cuma günleri yazmayı alışkanlık edinmişti. Olanak buldukça aksatmıyordu. 23.11.1973 gününden beri ise hiç bir haberini alamıyorum. Böyle, mektuplarının arasının açılması birkaç kez tekrarlandı. Bu gibi fasılalar sonunda gelen mektuplarındaki yazısı ise tanınmayacak derecede çirkinleşiyor ve değişiyor. Bu gibi mektuplarında ismini yazmayı ve imzalamayı unuttuğu da oluyor. Halbuki, yazısı çok güzel, belleği kuvvetli, tertipli ve de saygısıyle çevresinde sevilen (1951 doğumlu) bir gençtir. Bunun nedeni apaçık ortada. Mektupla, dilekçelerle başvurdum, birçok yetkili mercilere başvurdum, feci durumlara son verilmesi için. Değişen bir şey olmadı.
Aynı durumda olan tutuklu yakınlarını: Aramızda "Tanışma ve Dayanışma" adlı ve amaçlı bir dernek kurarak tanışmaya ve yasal haklarımızı birlikte aramaya çağırıyorum. Uluslararası Af Örgütü'nün Paris'te toplandığı şu günlerde sesimizi duymak istemeyenlere duyuralım.
Birimiz kazaya uğrarsak, başka bir yakınımız yüklensin görevi..."
*
Uluslararası Af Örgütü "Amnesty International"ın Almanya grubundan Lothar Bischoff, Nürnberg'den şu mektubu gönderdi:
"Sayın Mustafa Ekmekçi,
Yeniortam ve diğer demokrat basında yayınlanan işkencelerle ilgili haberleri üzüntüyle ve fakat son bulacağı yolunda artan bir ümitle izliyoruz. Bizce, dünyanın neresinde olursa olsun, siyasî tutuklu ve hükümlülere uygulanan hukuk ve insanlık dışı işlemler sadece o ülke insanlarının değil, bütün insanlığın ortak sorunudur.
Amnesty International "İşkenceleri Protesto Yılı" olarak ilân ettiği 1973 yılında bu tür uygulamaların bir son bulması için kendi olanakları içinde ve Uluslararası Hukuk Komisyonu, Birleşmiş Milletler Örgütü, Avrupa Konseyi gibi uluslararası kuruluşlar nezdinde çaba göstermiştir.
Biz, 443 No.'lu Amnesty Grubu, Amnesty International'ın Federal Almanya Seksiyonuna bağlı bir alt kuruluşuz. Kuruluşumuzdan bu yana çalışmalarımızda ağırlık noktası, Türkiye'deki siyasî tutuklu ve hükümlüler ve onlara karşı uygulanan baskılar oldu. Şimdi ise, Federal Almanya'da Türkiye konusunda çalışmalar yapan diğer A-1 grupları arasında koordinatörlük görevini yerine getirmeye çalışıyoruz. Bir süre önce, öncelikle Avrupa Konseyi parlamenterleri ve diğer ilgili kişi ve kuruluşlara gönderilmek üzere Türkiye ile ilgili bir işkence raporu yayınladık. size bu rapordan ilişikte bir adet gönderiyoruz. Bu raporu hazırlarken en fazla yararlandığımız kaynak Yeniortam Gazetesi oldu. En elverişli olmayan koşullarda gazetenizde yayınlanan bu haberleri titizlikle izledik ve raporumuza aldık. Ayrıca sizin gazetedeki köşenizde uzun süredir ısrarla üzerinde durduğunuz tutuklu ve hükümlülerle ilgili haber ve yorumlarınızın sadece Türkiye'de değil, Türkiye dışında da yankılar uyandırdığını belirtmek isteriz.
Kaleminiz aracılığıyla tutuk ve cezaevlerinde bulunan, inançları nedeniyle işkence ve diğer baskılara maruz bırakılan vatandaşlarınıza yalnız olmadıklarını, bütün dünya hümanist ve demokratlarının, insan haklarından yana herkesin kendileriyle dayanışma içinde olduklarını duyurmanızı rica ederiz.
Siyasi tutuklu ve hükümlülere ve diğer bütün mahkûmlara uygulanan her türlü hukuk dışı baskıya son verilene kadar bir Amnesty International kuruluşu olarak elimizden gelen bütün çabayı göstereceğimizi ve bu yoldaki bütün girişimleri elimizden geldiği kadar tüm olanaklarla destekleyeceğimizi duyururuz.
Size ve gazeteniz Yeniortam'a en iyi dileklerimizi gönderir, mücadelenizde başarılar dileriz."
İki mektubu da yayınlamakla yetiniyorum, yorumunu da sizlere bırakıyorum...
(15 Aralık 1973)
İŞKENCECİLER ARAMIZDA DOLAŞIYOR!
- İşkenceyi nerede yapıyorlardı, hiç hatırlamıyor musun?
- Gözün bağlı götürüyorlar. Araba döne döne, viraj ala ala bir yere gidiyor. Bir binanın alt katı olduğu anlaşılıyor. Bana işkence yaptıkları yerden bir tren düdüğünü duyuyordum. Bir de üst katlardan caz ve şuh kadın kahkahaları geliyordu.
- Neresi olabilir bu?
- Bilmem, bir Marmara otelinin alt katı diyorlar, bir Muhabere Okulu'nda yapılıyor işkenceler diyorlar.
- İşkence yapanların yüzlerini gördün mü, gözlerin bağlı mıydı?
- Ben gördüm. Gözlerim bağlı filân değildi.
- Dışarda görsen tanırsın o halde?
- Tabii, geçenlerde birini Mülkiyeliler Birliği'nden çıkarken gördüm. Birini de Tarım Bakanlığı'nın önünde. Gördüğüm gece, sabahlara kadar uyuyamadım.
- Yakasına yapışmadın mı? "Gel buraya, bana işkence yapan sen değil misin?" demedin mi?
Güldü. Saflığıma gülmüş olmalı. "O dönemde miyiz?" gibisine.
Aramızda dolaşıyor demek işkenceciler...
Çoktandır görmemiştim, yakın arkadaşımdı. Fakültelerden birinde öğretim görevlisi olacak. İşkence boyunca altı kilo zayıflamış.
- Ne soruyorlarsa, verseydin cevabını. İşkence yapmazlar mıydı acaba?
- Verdim. Örneğin "Hayatını yaz" dediler. Yazdım. üstümde bir don, gömlek var. Geldiler, "Masal yazma, hayatını yaz dedik sana be..." diye küfrettiler. Sonra işkenceye başladılar. Bir ara, kendilerine doğru söylediğimi, isterlerse Devlet Bakanı olan İlhan Öztrak'tan sorabileceklerini, onun beni tanıdığını söyledim. İlhan Öztrak'a da sunturlu bir küfür savurdular.
- İşkenceyi nasıl yapıyorlar?
- Cereyan veriyorlar. Her yerinden veriyorlar cereyanı... Cereyan verilirken çıkardığım sesten kendimde ürküyordum. Sesim, üst kattan gelen caz ve şarkı seslerine karışıp gidiyordu.
- Nerelerinden verdiler cereyanı?
- Her yerimden. Göbeğimden cereyan verdiklerinde, vücudumun havaya fırlayıp gittiğini hissediyordum. Dile anlatılamaz bu...
- Peki, ne biçim insanlar bunlar? Bunların da karıları, çolukları, çocukları yok mudur?
- Vallahi bunlar sadist, insandan başka bir şey...
insan, inanılmayacak şeylerle karşılaşınca, sormaktan alamıyor kendini. Bir don, gömlekle bıraktıkları aydın kişiye, gence neler yapabildiklerini nasıl anlatmalı?..
- Üstünde don, gömlek bırakıyorlar dedin...
- Evet. Bazılarına pijama da veriyorlarmış.
- Yemek?
- Yemek veriyorlar işkence safhasında ya, nasıl yiyeceksin?
Sonrasını hep biliyoruz. Baskılarla alınabilen ifadeler, sıkıyönetim mahkemelerine gönderiliyor...
"Yankı" dergisi sahibi Mehmet Ali Kışlalı'nın Başbakan Naim Talû ile yaptığı bir konuşma Yankı'nın bugün çıkacak sayısında yer alıyor. Başbakan Naim Talû, işkenceler konusuna eğilen tek Başbakan oldu. "MİT" konusundaki soruyu şöyle cevaplıyor:
- Bu iddiaları büyük bir üzüntü ile ben de okumaktayım. Ben kendi devrem hakkında açıklıkla konuşayım. İşe başladığım gün verilmiş sarih direktifim vardır. MİT kendi görevi dışında hiç bir şeyle uğraşmayacaktır. İddia edildiği gibi faaliyetler içinde olmadıklarını size kesinlikle sarahaten ifade edebilirim. Bu konuda zaten açıklama da yapacağım. MİT ile ilgili her iddia ortaya atıldığında hemen gerekli soruşturmayı yapmışmıdır. Ve MİT'in söylentilerle ilişkisi olmadığını tespit etmişimdir.
Başbakan Talû, bu sözleri CHP Genel Başkanının telefonunun dinlenmesi, kışkırtıcı ajan kullanılması ile ilgili iddialara ilişkin olarak söylüyor. Talû'nun konuya, işkenceler konusuna eğilen ilk Başbakan olduğunu söyledim. Konudan elde edilecek sonuca göre, yargımızı yeniden değerlendireceğiz o zaman. Nihat Bey'le, Ferit Bey, zamanlarında olup bitenler için hep inkâr yoluna saparlardı. Talû, bunu değil, araştırma ve inceleme yolunu seçti.
Aramızda dolaşan işkencecilerden söz MİT'e gelmişken, ben de önerimi söyleyeyim. MİT, devlet içinde devlet niteliğinden çıkarılmalıdır. Vatandaşın gizli dosyalarının tutulduğu gizli yerler olmaktan çıkmalı, doğru dürüst devlet kuruluşu haline getirilmelidir. Gelmiş geçmiş yeteneksiz ve niteliksiz bakanlar, orasını akılları sıra kullanacaklarını sanmışlar, siyasî amaçları için silâh yapmak istemişlerdir. Büyücü çırağı masalında olduğu gibi, topladıklarını dağıtmamışlar, sonra da ağızlarına, yüzlerine bulaştırıp çekip gitmişlerdir. Şimdi bir köşede "politikacı" arkasına sığınıp yazılar yazmak isteyen biri de böyledir. Gerçek sorumluların, işkenceyi yapanlar kadar, o dönemlerde görev, sorumluluk alanlar olduğu açıktır. "Benim sözüm geçmiyordu", "Bunalımlı dönemlerden geçiyorduk" gibi özürler, devlet adamlığı iddiasında bulunanları kurtarmaz, kurtaramaz. 11'ler nasıl çekti gitti, siz de çekip gideydiniz.
Aramızda dolaşıyor işkenceciler, dikkat!..
(17 Aralık 1973)
KİM VERECEK BU İNEĞE OT?
Annesi Eylem'i ayaklarında uyutmaya çalışıyordu. Masal anlatıyordu:
- Bir varmış, bir yokmuş.. Pire berberken, deve tellâlken, ben babamın beşiğini tıngııır, mıngııır sallarken,
- Dedemin beşiğini mi?
- Evet, hadi uyu artık...
Dışarda lâpa lâpa yağarken, birden sulu sepkene çeviriyor kar. Özlem çoktan uyudu. Eylem de uyursa, bir lokma yemek yiyeceğiz oturup. Dışarda köpek havlaması...
- Bak, Mişka geliyor, hadi uyu artık. eylem...
Mişka, Altan Beyler'in, İrinaların köpeği. Mişka Rusça'da "ayıcık" demek. Eylem ayıcığı- oyuncak ayıcığı- seviyor da, nedense Mişka'yı gördü mü, sesini duydu mu korkuyor. Mişka'nın sesini duyunca sağ başparmağını emmeye başladı. Sol ikinci parmağıyla da göbeğiyle oynuyor. Uyudu, uyuyacak.
Çankaya sırtları gecekondudur boydan boya. Korutürk'ün köşkünün hemen arkası, boydan boya gecekondudur. Basın sitesinin arkaları da, İş Bankası bloklarının arkası da. Yer yer gecekondular yıkılıp, koca koca apartmanlar dikiliyor. O zaman, gecekondular, daha daha uzaklara çekiliyorlar.
Bizim Binali, Vedat Dalokay'ın belediye başkanı oluşuna ne sevindi. Bir ara yıkımcılar gelip rüşvet istemişlerdi. İki bin liraydı rayici. Dört yüz lirası vardı Binali'nin. Onu verdi. kalanını vermeyecek ya, giden dört yüz lira ne olacak?
Mişka viyaklayarak girdi içeri. Gece gezmesi bitti demek Mişka'nın. Eylem de uyudu. Gecekondulardan köpek sesleri geliyor. Arada bir, balkonun önünde bir arabanın farları parlıyor. Sıkıyönetim dönemlerinde ne heyecanlanırdık.
- Bir araba durdu, içinde üç kişi var. Öyle oturuyorlar.
Yazın İlhami Soysal'ın penceresinin tam karşısında dururdu biri. İlhami de içerde kendi kendine çalışırdı. Ne yapsaydı yani? Ötekiler takmışlardır âleti, izle babam izle...
MİT telefonları dinliyor mu, dinlemiyor mu diye boşuna tartışıyor herkes. MİT telefonları hem dinliyor, hem de boşuna dinlemediğini göstermek için belki de dinlediği telefonları değerlendirerek mensuplarına ders yapıyor bildiğimiz ders. Örneğin, bir telefon dinlendi,tabe ediliyor, yani kağıda geçiriliyor, dinlenen konuşma sonra çoğaltılıyor, orada kurs mu, ders mi ne görenlere dağıtılıyor birer birer.
- Sizce ne olacak bu durumda? Ne demek istiyor telefon konuşmasında bay senatör?
Üstüne yorumlar yapılıyor. Kafa çalıştırılıyor, kafa
Bundan sonra, nereye gidiyor bu çalışmalar bilemem.
Başbakan Talû, tınmadığını söylemek istiyor telefonların dinlendiğine. İsterse, -elbette senatörün iznini alarak- dinlenen telefonda konuşan senatörle kendisini görüştürebilirim. Kurs görenlerden biri bir gün senatöre şöyle demiş:
- Biz sizin telefon konuşmanızla ders yaptık bugün...
Sabah doktora gitmem gerek. Kan tahlili de yapacaklar. Ya gerçekten sarılıksam? O zaman bakalım iki ay dinlenme cezası iyi mi? Siyasal olaylar da öyle yoğunlaşıyor ki, dünyada dinlenmek istemem.
Kızkardeşimden, yeğenim Perihan'dan, eniştemden mektup aldım. "Arı kovanını bilmez, yeğen dayısını bilmez. Ne biçim dünya bu? Ne olur kalkın gelin birkaç gün için de olsa" diyor. Evde iki inek, bir eşek varmış. Bakacak kimse olmadığı için onlar gelemezler. Ama bize de hak veriyor. "Çocuklarınız küçük, siz de gelemezsiniz..." öyle diyor. Perihan resmini de yollamış: "Halit Dayımı hiç bilmiyorum" diyor, "Bana bazı soruyorlar, dayılarını tanıyor musun? diye, tanımıyorum derken utanıyorum. Ne olur gelin dayı. Eylem'le, Özlem'i de tanımıyorum, onları da getirin..."
Ceyhun Atuf Kansu'yu bir daha mı arasam? Kalp krizi geçirmişti, iyileşti. Ama olmaz, adam yatıyordur. Kalp krizi geçirmeyen de yok gibi, baksanıza çevrenize...
Parti mecilisi toplantısı devam ediyordur herhalde. Dışarıdan toplantı izleme de ne zor. Telefon ediyorsunuz?
- Toplantı devam ediyor. Ne zaman biteceğini bilemeyiz ki..
Biraz sonra bir daha arasam. Aradım da, kimse yok...
- Eeee, ne yapacağız şimdi?
- Vallahi evlerine gitmelerini bekleyeceksiniz. On dakika sonra evlerinden ararsanız bulursunuz...
O da biliyor gazeteciliğin yollarını...
Düş kuruyorum, kendi kendime:
Bu koalisyon olur arkadaş. Şöyle olur, böyle olur ama olur. Ne diyor CHP?
"Kargadan başka kuş tanımam,
seçimden başka iş tanımam."
AP'yi erken seçime yanaştırdıktan sonra, neden girmeyeceksin koalisyona? O zaman, her şeye "hayır" diyen kişinin durumuna düşmüş olmaz mısın?
Doğrusu CHP, son çıkışıyla bir puan daha aldı. Erken seçim koşuluyla Talû'nun kuracağı hükümete girebileceğini bildirdi. Kimse, şimdi Karaoğlan'a "Sen zot, ben zot kim verecek bu ineğe ot?" diyemeyecek. Hükümet neden kurulamıyor tartışmasında boşlukta kalmaycak anlayacağınız CHP. Hele, CHP'nin seçime gidilirken hükümette bulunmasının önemini küçümsememeli. Süleyman Bey, iktidarda seçime gitmenin az mı yararını gördü? Hükümette olmasaydı, bu da gelmezdi. Hükümette olmasalar, Ferit Bey Van'dan gelebilir miydi bakalım? Hele üç tane milletvekilini getirebilir miydi? Ne bileyim Van'da çok kişi Ferit Bey'i yine Başbakan olacak biliyordur. AP ondan Karaoğlan'a Başbakanlık göstermek istemiyor bir dahaki seçime kadar. Hem, Karaoğlan'ı kendi durumuna getirinceye kadar yeni ve erken seçime de gitmek istemiyor gönüllü olarak.
Fakat, şimdi gerçekte Karaoğlan "şah" demiştir. Restini çekmiştir. süleyman Bey köşeye sıkışmış gibi...
Karaoğlan, kendi önerisi olan "erken seçimli milli koalisyon" düşüncesine de "hayır" diyebilir miydi? Demeli miydi? işte o zaman, suçlanabilirdi de. Şimdi Süleyman Bey'e denecekler o zaman Karaoğlan'a denirdi:
"Sen zot, ben zot kim verecek ineklere ot?"
(18 Aralık 1973)
MO'LARIN DİLİ...
Eylem'e annesi bir parçacık dili bir türlü yediremiyordu.
- Amma Eylem, bu mo'ların dili.
- Bize süt veren mo'ların mı? Hani görmüştük.
- Tabii...
İştahla yemiş ondan sonra Eylem.
Eylem'le Özlem'in arada bir "Ankara Notları"na konuk olmalarından yakınanlar çoğalmıştı. Yolda, sokakta rastlayanlar:
- Ekmekçi kızları bizden önce satacak vallahi, propagandalarını yapıyor, demeye başlamışlardı çoktan.
Olur, yazmam ben de, derken, Eylem'le Özlem'e bir yılbaşı kartı gelmez mi? İstanbul'da bir anneden. Kızı iki yıldır, tutukevinde bulunan anne, şöyle yazıyor:
"Sevgili küçükler Eylem ve Özlem'e,
Babanızın ekmek kadar ihtiyaç duyduğumuz, günlük yazılarının birinde, annenizin sizleri dizinde uyuttuğu, salladığı yazısından esinlenip, bu yazımı sizlere ithaf ettim. Unutmayın ki ben de çocuğumu sayın annenizin size yaptığı gibi dizlerimle sallayarak uyuttum. Ona kitaplar aldım, öyküler söyledim. Elinden tutup her şeyi yeterince öğretmeye çalıştım. Bugün iki seneye yakındır o benim yanımda yok. Tel örgülerin ardında güzel yüzünü, o tatlı mavi gözlerini buğulanan gözlerimle zorlukla görebiliyorum. O üzülmesin iye isteğimce ağlayamıyorum bile. Ona daha doyamadan bütün dikkatimle yüzünü seyrederken "Haydi artık yeter, görüşme bitmiştir" diyen bir ses beni yavrumdan ayırıyor. Acı içinde hıçkırıklarımı göğsümde boğarak kendimi o bitmez, tükenmez yollara vurup hayalimde onun tatlı çocukluk yıllarını yaşatmaya çalışarak, avunuyorum. Hele ayacıklarında o tahta takunyalarla onları görünce... Çünkü görüşme yerinden cezaevine giderken arkalarından bakıyoruz, bütün analar, babalar, hasretli gözlerle onları süzüyoruz. İşte o vakit, yeşil çorapcıklarıyle hepsinin ayaklarında o takunyaları gördüm. Neler oldum? Size anlatmak mümkün değil. Bu duygumu ancak, şimdi sizi bin bir emekle büyütmeye çalışan anneniz ancak benim neler düşünebileceğimi takdir eder. O narin vücutlar, ne zamandır yeni bir şey giymediler. Ne üstlerine, ne de ayaklarına... Gelen bayramlardan uzakta onlar. Biz de onlarsız acaba bayram mı kutluyoruz, ne gezer? Onlarsız bir dünya bize haram olsun...
Tüm ailece analı, babalı mutlu yıllar ve bayramlar dilerim. Dünyanın bütün mutlulukları sizlere olsun, sevgili çocuklar..."
*
Eylem'le Özlem'e sakladım bu mektubu. Gece düşlerime girdi içerdekiler. Sorgularında zebanilerle boğuşuyorlardı. Bir Karaoğlan'ı gördüm, -Süleyman Bey'i görmüyorum bu sıralar- bir İsmet Paşa'yı. Boğuşanları gömleksiz çoban'a benzetiyordu birinin anası. Ayaklarında takunyalar vardı. Karanlıklarda, aydınlığın tadına varmış gibiydiler. En karanlık günlerde, aralarında şarkılar, türküler söylüyorlardı. Şarkıları çığlıklara karışıyordu. Yiğittiler, dayanıklıydılar. Gönüllerinde insanlık ve kardeşlik vardı. Belki bunlar daha dayanıklı yapıyordu insanı.
Önümüz yılbaşı, önümüz bayram. Yeni yıllar bir küçük bebek olarak gösterilir hep. Geçmiş yıl da yaşlanmış bir sakallı. Yeni yıllar umut getirirler, nedense. Öyle sanılır...
Geçmiş dönem politikacıları, eski akıllarla Türkiye'yi yönetemeyeceklerini artık anlamalılar. Günlerdir, koalisyonu nasıl kuralım da dümenimize bakalım diyenler, Türkiye'de baş sorunun ne olduğunu getiriyorlar mı hiç akıllarına? "Yahu, her şeyden önce yurtta barış havasını kuralım, boşaltalım cezaevlerini, Cumhuriyetin ellinci yılının gereğini getirelim yerine" diyorlar mı? Çıkarılacak afla adlî yanlışlıklar da örtülür, tutuklulara, hükümlülere yapılanlar -belki- unutulur diyorlar mı? Artık gözümüzü ülkenin sorunlarına çevirelim diyorlar mı? Yerleşmişler Ankara'lara, köşklere. Tutmuşlar yüklerini, umurlarında mı dünya öyle ya...
(25 Aralık 1973)
KIRIP SARMA TOPLANTISI!
- Karaoğlan'ın böylesine kazanmasında Amerika'nın büyük rolü olduğunu biliyor muydun?
- Ne gibi?
- Amerika, Türkiye'de afyonu yasaklatınca halk uyuşukluktan kurtuldu, uyandı. Uyanır uyanmaz da oyunu Karaoğlan'a verdi...
Bir arkadaşım var, adı Dursun. Televizyonu var. Televizyon gecelerinin sabahında telefon eder:
- Süleyman Bey, çok neşeliydi dün gece televizyonda...
- Yaaa, demek canlanıyor yeniden Süleyman Bey?
- Bilmem artık orasını.
Bir başka gün, yine telefon:
- Süleyman Bey çok bozuktu azizim. Çok da kötülemiş, zayıflamış. Neredeyse boynu ip gibi olacak?
Hımmmmm... Ben de yüzlere bakıp, yargıya varacakmışım gibidüşüncelere dalıyorum. Süleyman Beyin yüzü neden neşeli, yok neden asık onu araştırmaya başlıyorum.
Çaktırmadan, erken seçimlerin Ekim 1974'te yapılmasını mı istemiştir. O zaman neşeli olmalı ve kurnaz kurnaz bakmalıdır. Çünkü, Karaoğlan 1974'ün Ekim ayının Ramazana rastladığını nereden bilecek? Bunun çakıldığını anladığında da bozulmuş olmalı harita...
Dostları ilə paylaş: |