İnsan gerçEĞİ ve islami hayat


GÜNÜMÜZDE SÖYLENEN ELFÂZ-I KÜFÜRDEN BAZILARI (SÖYLEYENİN KÜFRE GİRMESİNDEN KORKULAN KÖTÜ SÖZLER)



Yüklə 2,48 Mb.
səhifə19/44
tarix27.12.2018
ölçüsü2,48 Mb.
#86677
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   44

GÜNÜMÜZDE SÖYLENEN ELFÂZ-I KÜFÜRDEN BAZILARI (SÖYLEYENİN KÜFRE GİRMESİNDEN KORKULAN KÖTÜ SÖZLER)

Bir terim olarak, kişiyi küfre götüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere “elfâz-ı küfür” denir.

Daha önceden de belirttiğimiz gibi mü’min için en değerli şey imandır. İmanı korumak, kollamak için fiil, davranış ve sözlerimize çok dikkat etmemiz gerekir.

Hele günümüzde küfre götüren tutum, davranış ve sözler gittikçe yaygınlaşmaktadır. Halk müslüman olduğu halde İslâmî öğretiden, kültüründen yoksun yetişmektedir. Böylece müslüman olduklarını rahatlıkla söyledikleri halde İslâm’la bağdaşmayan söz ve davranışları olmaktadır. İslâmî bilgiden mahrum bırakılmış kişiler tabiî ki, bu büyük hatalara düşmektedirler. Bu hatalardan, söylememesi gereken sözlerden dolayı kişinin küfre girmesi söz konusudur. Halk arasında bu çirkin sözler çok kullanılmaktadır. Bir mü’min olarak, bu duruma üzülmemek mümkün değil. Gayr-i İslâmî uygulamalar yaparak, insanların İslâm’a aykırı yetişmelerine sebep olanlar, âhirette cezalarını göreceklerdir. Rabbimiz bu gerçeği şöyle bildirmektedir:

Kötülük yapmakta düzen kuranlar için çetin azap vardır.”870

Küfre sapıp da Allah’ın yolundan (insanları) alıkoyanlar, Biz işledikleri bozgunculuğa karşılık, onlara azap üstüne azap ilâve ettik.” 871 İki kat azap olması; birincisi kendileri küfre girmeleri, diğeri ise başkalarını Allah yolundan alıkoydukları içindir. İslâm’a aykırı yaşamalarına sebep olduklarından dolayı azâbı kat kat olacaktır.

Müslüman kişinin söz ve davranışları İslâm’a aykırı olmamalıdır. Dolayısıyla söyleyeceği sözler, söylenmemesi gereken kötü, çirkin sözler olmamalıdır.

Günümüzde dikkat edilmeden konuşulan sözlerin neler olduğunu; bunların bazılarını açıklayalım ki, bunlara benzeyen sözlerin de söylenmemesi gerektiği bilinsin.

Bazıları diyor ki: 872

Allah Ondan Verdiği Canı Alamıyor.”

Aldığı bir emaneti zamanında veremeyen, geciktiren, vermemek içinmâzeret uyduran kişilerin bu yanlış hallerini anlatmak için kullanılan “Allah ondan verdiği canı alamıyor, ben nasıl ona verdiğimi alayım?” gibi sözler, söylenecek söz değildir. Bunu söyleyen, bilerek veya bilmeyerek, Allahu Teâlâ’ya eksiklik, âcizlik isnat etmiş olmaktadır. Bu sözde “Allah verdiği canı alabilecek güçte değil” mânâsı vardır. Bunu söylemek küfre götürür.

Allah (c.c.)’nın kudret sıfatı vardır. Kudret: Gücü yetmek demektir. Allah’ın gücü her şeye yeter. “O, bir şeye ‘ol’ dedi mi hemen o oluverir.” 873 Müslüman kişinin ağzından çıkan söze çok dikkat etmesi gerekir. 874

Allah’ımı İnkâr Edeyim!...”

Bu söz tabiî ki, İslâmî duyarlılıktan uzak kalmış kişilerin, neyin söylenip neyin söylenmeyeceğine önem vermeyen veya bilmeyenlerin düştüğü büyük hatalardandır. Birisi, birine savunduğu şeyin doğruluğunu ispat etmek için söylediği söz: “Allah’ımı inkâr edeyim!”, ‘söylediğim doğru’ diyor. Bu çok yanlış ve tehlikeli bir sözdür. Söylediği doğru dahi olsa; Allah’ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite alma açısından tehlikelidir. Çünkü Allah’ı inkâr, küfürdür. Küfrün neticesi ise ebedî Cehennemdir. Onun için yemin ederken dikkat edilmesi gerekir. Neye yemin edilir, neye yemin edilmez, bunları bilmek gerekir.

Bir hadis-i şerifte Ebu Hureyre (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre Resulullah (s.a.s.) “Üç şey var ki: hakikati hakikat, şakası da hakikattir; yemin, nikâh ve talak.” 875 buyrulmuştur.

Şaka da olsa bunlardan sakınmak gerekmektedir. Bazıları da şöyle yemin ediyor: “Allah çarpsın, Kur’an çarpsın, ekmek çarpsın, şu veya bu çarpsın!” diyorlar. Galiba çarpılmaya, perişan olmaya çok meraklılar veyahut yemin etmesini bilmiyorlar. İslâmî bilgilerden mahrum olan kişiler, şeytan ve dostları tarafından rahatlıkla kandırılarak gayr-i İslâmî tutum, davranış ve sözlerde bulunmaktadırlar. Onun için hadis-i şerifte buyurulduğu gibi:

İlim öğrenmek, her müslümana farzdır.” 876 Şeytan ve dostlarına aldanmamak için İslâm’ı iyi öğrenmek ve icaplarını yerine getirmek lâzımdır. Zira imtihanı kazanmak için bu, böyledir.877


Bu İş, İnşaallaha Mâşaallaha Kaldıysa Yandık.”

Bu da söylenmemesi gereken bir sözdür. İnşaallah demek; Allah nasip ederse demektir. Başlıktaki söz şu anlama geliyor: “Bu iş Allah’a kaldıysa netice beklenmez, bu iş olmaz” anlamı çıkmaktadır. Allah’ın büyüklüğünden, her şeye gücü yettiğinden şüphe eden kişinin, Allah’ın kudret sıfatını inkâr etmesi söz konusu olmaktadır. Dolayısıyla akla geleni, duyduğumuz bir sözü düşünmeden söylemek değil; doğru olan, söylenmesinde, sakınca olmayan sözleri söylemek gerekmektedir. 878



Allah Baba”

Bu da söylenecek bir söz değildir. Bugünkü hıristiyanlar teslis akîdesine inanırlar. Bu inanışa göre Tanrı -hâşâ- üç tanedir. İzahı da şöyledir. Hâşâ Hz. Meryem Tanrı ile izdivaç yapmış, bu birleşmeden Hz. İsa doğmuş. Böylece Baba, Oğul ve Ruhü’l-Kudüs dünyayı idare ederler. Baba dedikleri Allah, oğul dedikleri Hz. İsa, Ruhu’l-Kudüs dedikleri Cebrâil’dir. Bu Üçe Hıristiyanlar Tanrı derler. Allah’a Hz. İsa’nın babası olarak inandıkları için “Allah baba” derler. Bu düşünce sonradan hıristiyanlar tarafından uydurulmuştur. Bu sapık düşünceyi şimdiki hıristiyanlar da kabul etmektedirler.

Rabbimiz Allah şöyle beyan ediyor:

Yahudiler Üzeyir Allah’n oğludur dediler. Hıristiyanlar Mesih (İsa) Allah’ın oğludur dediler. Bu, onların (uydurdukları) ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar.879 Ülkemizdeki bazı kimselerin de hıristiyanların etkisi altında kalarak bazen şakadan, bazen gerçekten Allah (c.c.)’ya “Allah baba” dediklerine zaman zaman şahit oluyoruz. Bazıları şöyle diyor: “Allah baba görüyor” , “ Allah baba taş eder” , “Allah baba taş yağdırır.” Her ne vesile ile olursa olsun, kim “Allah baba” derse veya diğer ifadelerle Allah’a babalık isnat ederse, o kişi bunun ne anlama geldiğini bilerek söylüyorsa küfre girer. Bazıları da bilmeden söylüyor. Dolayısıyla müslüman kişinin söyleyeceği söz, söylenmemesi gereken söz olmamalı, çok dikkat etmelidir. İslâmî konuları iyi bir şekilde öğrenmek lâzımdır. Dolayısıyla bu tür hatalara düşülmemesi gerekir. 880



Ye Allah ye”

Bu tür sözlerden son derece sakınmak gerekir. Çünkü, bu sözde Allah’ı insanlara benzetme vardır. “Yürü Allah yürü”, “uyu Allah uyu”, “vur Allah vur” gibi sözler insanı küfre götürür. Bir kimse, eğer bu sözlerin ne anlama geldiğini bilmiyorsa, öğrendiği zaman bu tür sözleri kesinlikle ağzına almamalıdır.

Bazıları da şöyle der:

“Seni elimden Allah bile kurtaramaz” (Allah’ın gücü bile yeterli olmaz anlamında).

“Burada Allah yok, peygamber izinde” (karakolda, hapishanede vb. Allah’ın yardım edemeyeceği anlamında).

“Falan kişi, içkicinin, üçkâğıtçının, (hırsızın) kumarcının vs. Allah’ı” (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak anlamda).

“Allah’ın hükmü burada geçmez.” Veya “o eskidendi, şimdi Allah’ın hükmü uygulanmaz, devir değişti.” (Allah’ın hükmünün geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında).

“Tapılacak kadın” (Allah’tan başka tapılacak/ibâdet edilecek mâbut anlamında).

“Futbol, müzik ilâhı, tanrıçası” (Allah’tan başka ilâh kabulü anlamında).

“Allah bizi unuttu” (Allah’ın zorluklarla denemesi konusunda Allah’ı “unutma” gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında).

“Allah’ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?” (Allah, her şeyi takdir edip her şeye hükmünü geçiremez; O’nun dediğinin ve müdahalesinin dışında da işler olur anlamında).

“Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi” (Allah’ın hükmünü beğenmemek anlamında).

(O konuda âyet ve kudsî hadis olmadığı halde)

“Allah şöyle buyurmuştur” demek (Kur’an’da olmayan, ispatlanmayan cümleleri Allah’a isnat etmek, dolayısıyla Allah’a iftira etmek anlamında).

(Allah’ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken)

“Allah’ın ismiyle (Bismillâh)” demek (Allah’la, Allah’ın haram hükmüyle alay etme anlamında).

“Allah’tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etmek”

“Din ayrı, dünya ayrı” demek (Dünyayı dinin dışına itmek, dini dünya işlerine karıştırmamak anlamında).

“Din ayrı, siyaset ayrı” diye kabul etmek (İnsanların yönetiminin dinle ilgisi yok, siyaset dinden bağımsız olmalıdır anlamında).

“İslâm dini akıl dinidir, mantık dinidir” demek (Nakli dışlama, vahyi temel ölçü almama, aklı putlaştırma anlamında).

“Dine bağlı yaşamanın, dindar olmanın zamanı geçti, doğru olursan bu devirde aç kalırsın” demek (Dinin bütün zamanlar için geçerli olmasının reddi anlamında).

“Hayat yalnız bu dünyadadır”(âhireti inkâr anlamında).

“Bu benim özel hayatımdır, kimse karışamaz”, “Demokrasi var, kimse karışamaz, canım ne isterse onu yaparım” demek (Allah’ı, Allah’ın hükümlerini önemsememek ve O’na teslim olmamak, nefsini, hevâ ve hevesini putlaştırıp ilâhlaştırmak anlamında).

“Biz babamızdan, atalarımızdan böyle gördük” (Geleneği, ataların yolunu mutlak doğru olarak kabul etmek, dine ters düşse de atalarının yolunun en doğru yol olduğunu kabul anlamında).

“Paranın açmadığı kapı yoktur” (Parayı putlaştırmak, kapitalizmin her şey olduğu anlamında).

“Demokrasilerde çare tükenmez” (Beşerî bir düzen olan demokrasi (halkın kendi kendisini yönetmesi)nin her konuya çözüm getiren, en üstün idare şekli olduğu anlamında).

“Aşırı dinciler, dinciler, fundamentalistler, İslâmî teröristler”gibi çirkin ithamları gerçek mü’minlere etiket olarak takmak (müslümanları, dolayısıyla İslâm’ı kötülemek anlamında).

İslâm’a irtica, gericilik, taassup vb. sıfatlar takmak. İslâm’a, tesettüre karşı tavır almak veya bu tür dinle ilgili hususlarda düşman olanları desteklemek.

“Eşek cennetini boyladı” (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız bir şeyle vasıflandırmak anlamında).

“ Sensiz Cennet kötü, seninle cehennem bana ödül” gibi sözler (Cenneti ve cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı bunlardan daha önemli kabul anlamında).

Bir insana “meleğim” demek, “Çarli’nin melekleri” ismini vermek, filmlerde melek kılığına girmek (melekleri insan gibi kabul etmek anlamında).

“Azrâil onun canını yanlış yere aldı” “Azrail’le savaşıyor”gibi sözler (Melek olan Azrail’e hakaret, alay etmek, onu eleştirmek anlamında).

“Ben öldükten sonra cesedim ne olursa olsun” (Ölümden sonraki âhiret âlemini inkâr etmek anlamında).

“Ben Allah’la kontrat yaptım, daha 30 yıl yaşayacağım”(Allah’la alay etmek anlamında).

“Cehennem daha iyi, hiç olmazsa orada artistler, şarkıcılar, dansözler var. Orada bol bol eğleniriz.” (Cehennem ceza yeri değil, mükâfat yeriymiş gibi, Cehennemle dalga geçme, hafife alma anlamında).

“Allah yazdıysa bozsun” (Kadere karşı çıkma anlamında).

“Kader utansın” , “Kaderin böylesine yazıklar olsun!” (Kadere isyan anlamında) .

Tabiî ki, bunlar sorumsuzca söylenen sözlerin hazin göstergesidir.

“Anam avradım olsun” demek. Bu sözün de kesinlikle söylenmemesi gerekir. Günümüzde İslâmî kültürden ve ahlâktan mahrum kalmış kişilerin câhillikleri o kadar çok belirgin halde görülüyor ki, ağızlarından çıkan lafları sanki kulakları duymuyor. Ne söylediklerini veya söyleyeceklerini, neyi ifade ettiğini dahi düşünemeyecek kadar âciz hale gelmiş olduklarına istemeyerek de olsa zaman zaman şahit oluyoruz. Halkın büyük çoğunluğu, kendilerinin Müslüman olduğunu belirttiği halde gayr-i İslâmî tutum ve davranış sergilemektedirler, o kadar ki ağızlarından çıkan sözlerin neyi ifade ettiğini dahi düşünmüyorlar. Tabiî ki, bu İslâmî bilgiden ve ahlâktan mahrum olmanın hazin göstergesidir. Nice insanın ağzından çıkan lafların çoğu, kötü, çirkin, pervasızca sarf edilen sözlerdir. Bu şekilde haddi aşmaktadırlar.

Birbirlerine bir şeyi inandırmak için sanki söylenecek başka söz yok da, başlıkta belirtilen ağza alınmayacak o çirkin sözü birbirlerine şu şekilde söylüyorlar:

“Anam avradım olsun, şu işi yaparım” veyahut “yapmadım” gibi sözler hiç söylenecek söz mü? Bazı kişilerin ne anlama geldiğini hiç düşünmeden söylediği bu söz, sorumsuzca sarf edilen ağza alınmayacak sözlerdir.

Müslüman bir kişi, asla böyle sözler söyleyemez; ahmakça, câhilce böyle söz söylenmişse derhal tevbe etmeli, böyle bir sözü kesinlikle bir daha söylememeli, hatta söyleyenleri de uyarmalıdır. “Arkadaş, sen ne söyledin? Bu hiç söylenecek bir söz mü, başka söylenecek söz kalmadı mı?” diyerek bu tür sorumsuzca söz söyleyen kişileri uyarmak lâzımdır. 881



Güzele bakmak sevaptır.”

Zaman zaman bu sözü de duymaktayız. Şu şekilde kullanıyorlar. Meselâ bir erkek, bir kadına çok dikkatli şekilde baktığında birisi onu uyarmak için; “Ne bakıyorsun? Ayıptır, günahtır; vazgeç!” dediğinde bakan kişi de diyor ki:

‘Olur mu? Güzel bir kadın’ “Güzele bakmak da sevaptır” diyor, nâmahrem olan kadınlara bakmanın yanlış olmadığını, hatta sevap olduğunu dile getiriyorlar. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

Mü’min erkeklere söyle gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar.” 882 İbn Kesir, bu âyetin tefsirinde şöyle izah ediyor: “Allahu Teâlâ inanan kullarına gözlerini haramdan sakınmalarını, ancak kendisine bakmayı mubah kıldıklarına bakmalarını, gözlerini nâmahrem yerlerden sakınmalarını emrediyor. Şâyet kasıtsız olarak göz tesadüfen bir harama ilişirse, bakarsa gözünü hemen ondan çevirmelidir. Nitekim Müslim’in Sahih’inde Yunus İbn Ubeyd kanalıyla... Cerir İbn Abdullah el-Beceli (r.a.)’dan rivâyetine göre; o şöyle demiştir. “Hz. Peygamber (s.a.s.)’e bir kasıt olmadan ansızın bir kadına bakmayı sordum. Bana gözümü çevirmemi emretti.” 883 Ebu Hureyre (r.a.)’nın rivâyetine göre Allah Rasûlü Hz. Ali (r.a.) şöyle buyurmuştur:

Bakmanın peşinden, ikinci bir bakmayı ekleme. Birinci bakış (elinde olmayarak) senin içindir; ama sonuncusu senin lehine değildir.” 884

Nâmahrem kadınlara (şehevî arzuyla) bakmanın câiz olmadığı âyet ve hadislerde belirtilmiştir. Dolayısıyla günah olan bir şeye sevaptır denmesi tehlikeli bir sözdür, kişiyi küfre götürür; şaka da olsa söylenmez.

Rabbimiz Allah Kur’an-ı Kerimde bildirmektedir:

Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Kendilerinden görünen kısmı müstesna, üstlerini açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üstüne salsınlar.” 885

Ebû Dâvud ve Tirmizî’nin Zührî kanalıyla Ümmü Seleme’den (r.a.) rivâyet etmiş oldukları şu hadise göre: Ümmü Seleme ve Meymune Allah Rasûlü (s.a.s.) yanında imişler. Ümmü Seleme şöyle anlatıyor:

“Biz Allah Rasûlü (s.a.s.)’in yanında iken İbn Ümmü Mektüm gelip, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yanına girdi. Allah Rasûlü (s.a.s.) ondan kaçınmamızı buyurdu. Ben:

‘Ey Allah’ın elçisi, o kör değil mi? Bizi görmüyor’ dedim.

Allah Rasûlü (s.a.s.):

Siz ikiniz de kör müsünüz? Siz onu görmüyor musunuz?” buyurdu. 886 Kadınların da erkeklere arzulu ve çekici bir şekilde bakmaması gerekir. “Irzlarını korusunlar” âyeti hakkında merhum Mevdudi de şöyle der: “Yani, gizli yerlerini başkalarının yanında açmaktan ve cinsel arzularını gayr-i meşru yollarla gidermekten (zinâdan) sakınsınlar.” Bu konudaki hüküm kadınlar ve erkekler için aynıysa da, avret yerinin sınırları kadınlar ve erkekler için farklıdır. Kadınların, erkekler karşısındaki avret yerleri el ve yüz dışındaki kalan tüm vücutlarıdır. Avret yerlerini açması kocası dışında, kardeşleri ve babaları için dahi doğru değildir. Vücut yapısı ve deriyi ortaya koyacak biçimde ince ve dar giyinmek de câiz değildir. Hz. Aişe (r.a.)’dan gelen bir rivâyete göre bir defasında kız kardeşi Esma ince bir elbise içinde Hz. Peygamber (s.a.s.)’e gelir, hemen yüzünü çeviren Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur:

Ey Esma, bir kadın, ergenlik çağına geldiği zaman yüz ve el dışında vücudunun herhangi bir yerinin açığa çıkmasına izin yoktur. (Ebû Dâvud, Libas, Hds. 4104) 887 “Başörtülerini, yakalarının üstüne salsınlar” âyeti hakkında İbn Kesir, tefsirinde şöyle der: Kadınlar için yapılan ve uçları geniş olan başörtüleri kast edilmektedir. Bunlar câhiliyye devri kadınlarının âdet ve görünüşlerine muhalefettir. Göğüs ve gerdanlıkları örtmek üzere kadınların göğüslerinin üzerine konulur, göğüsler görünmezdi. Câhiliyye devri kadınları böyle yapmazlardı. Aksine kadın, erkekler arasında göğsü açık olarak dolaşır, göğsünü herhangi bir şeyle örtmezdi, açık gezerdi. Saç örgüleri ve kulaklarındaki küpeleri de açıkta bırakırlardı, görünürdü. Allahu Teâlâ Mü’min kadınlara, gerek görünüşleriyle ve gerekse halleriyle örtünüp gizlenmelerini emretmiştir. Nitekim başka bir âyeti kerimede:

Ey Peygamber; eşlerine, kızlarına ve mü’min kadınlarına söyle: Üstlerine örtü alsınlar; bu, onların tanınması ve incitilmemeleri için daha doğrudur.” 888 buyurulurken, burada:

Başörtülerini yakalarının üstlerine salsınlar” buyurulmuştur. Hz. Aişe (r.a.)’nin rivâyetinde, şöyle demiştir: “Allahu Teâlâ ilk muhâcir kadınlara rahmet eylesin. Allahu Teâlâ ‘başörtülerini yakalarının üstlerine salsınlar’ âyeti indirildiğinde onlar, duyar duymaz hemen dışa giyilen elbiselerinin en sık dokulu olanlarını ortalarından böldüler ve bunlarla başlarını örttüler.”889 Mü’min kişiler İslâm’a böyle teslim olmalıdır. İyi bir Mü’min, ancak böyle teslim olmakla olunur. Örtünme dendiği zaman, tesettür gündeme gelmektedir. Kısaca tesettür konusuna değinelim:



Tesettür: Tesettür, sözlükte; bir şeyin içinde veya arkasında gizlenmek demektir. Terim olarak; kadın veya erkeğin, açık bulundurulmaması gereken yerlerinin örtülmesi demektir. İslâm’a göre, ergenliğe ermiş müslümanların, “avret mahalli” denilen yerlerini örtmeleri farzdır. Kadınlar, el, yüz ve ayakları dışında her yerini örtmek zorundadırlar. Bundan maksat, “avret mahalli” olarak bilinen bütün vücut ölçülerini ve hatlarını gösteren, belli eden dar ve şeffaf giysiler örtü sayılmaz. Bu tür örtünme, tesettür hikmetine tamamen zıttır ve şehveti daha çok kamçılar. Kadınların evde yabancı kimselerin bulunmadığı bir sırada mahremlerinin yanında saçını, boynunu, kollarını açması sakıncalı görülmemiştir. (Ancak dikkat edilmesi gerekir.) “Erkeklerin avret mahalli ise, göbekten diz kapağına kadar olan bölgedir.” 890 Kur’an’da tesettürle ilgili âyetlerde, mü’min kadın ve erkeklere, bu vb. konularda haramdan kaçınmaları emredilmiştir.891

Tesettür; kadınların eli, yüzü, ayakları dışındaki vücutlarının bütün organlarını belli olmayacak şekilde örtmesidir. Bu örtünme yabancı erkeklere karşı örtünmedir. Bu çarşaf, bol ve uzun pardesü, manto vs. olabilir. Önemli olan vücut hatlarının belli olmamasıdır. Örtünmenin amacı başkalarının bakışlarından korunmak ve meşrû olmayan cinsel isteklerden sakınmaktır. Tesettür; vücut hatlarının belli olmaması ve câzibeyi gidermek içindir. Zaten tesettür câzibeli, çekici olmamaktır. Güzelliğini dışarı yansıtmak değil, gizlemektir, örtünme budur, tesettür budur, fakat günümüzde bazı kadınlar ve genç kızlar, başlarını örtüyor ancak, pardesü giymiyor, ya dar bir ceket veya bluz, bir de dar pantolon; kendini tesettürlü sanıyor. Vücut hatları belli olmakta, çok çekici elbiseler içerisinde, onları gören tekrar tekrar bakıyor. Çünkü kendine baktıracak kadar câzibeli oluyorlar. Bazıları da makyaj yapıyor, parfüm kullanıyor bu sayede de câzibeli olmayı artırıyorlar. Bu şekilde sadece baş örtmekle tesettür olmaz. Hüseyin Üzümcü kardeşimiz bu konuda şöyle demektedir: “Bazı tesettürlü görünen hanımlar, o kadar câzibeli giyiniyorlar ki eğer başörtülerinin, giydikleri pardesülerin kendilerine yakışmadığını, câzibeli, güzel görünmediklerini bilseler, başörtüsünden vazgeçerler, çıkarırlar. Böyle tesettür olmaz.”

Resûlullah (s.a.s.):

Kadınlar koku (parfüm) sürünmeden evlerinden dışarı çıksınlar” 892 buyurmaktadır.

Kadınların süslenmek için kullandığı boya, krem, pudra, ruj ve parfüm vb. süs maddelerini yalnız evin içinde kocası için kullanması câizdir. Fakat dışarıya çıktıkları vakit erkeklerin dikkatini çekmek için, kadınların kullandıkları süsler haramdır. 893

Cehennem ehlinden bazı kadınlar vardır ki, örtülü fakat çıplaktırlar. Yolda kırıtarak yürürler. Bunlar Cennete giremeyeceklerdir.” 894

Hadis-i şerifteki “örtülü fakat çıplaktırlar” ifadesinin mânâsı şudur:

Onların giydiği elbiselerin örtme vazifesini tam yapamayacak kadar ince ve şeffaf olması demektir.895 İslâm, kadının altındaki tenini gösterecek kadar ince ve bel, kalça, göğüs gibi organları şekil olarak belli edecek kadar dar ve açık elbiseler giyilmesini haram kılmıştır. 896

Eğer Allah’ın emri, İslâm’ın gereği olduğu için örtünmüyorsa zaten hiçbir önemi yoktur

Örtünmek, Allah rızası içinse o zaman câzibeli giyinmek, süslenmek değil; güzelliği, cazibeyi dışarıya yansıtmayacak şekilde giyinmelidir. Giyinmek görünmek için mi, örtünmek için mi? Tabiî ki, örtünmek için olmalıdır.

Bir de başı açık, kısa etekler, dekolte giysiler, dar pantolon giyerek bol makyajlı, yeni model saçlarla; bu şekildeki bayanlar câzibe odağı haline geliyorlar. Böylece erkekleri tahrik ediyorlar, kendilerini ve başkalarını da günaha sokuyorlar.

Bu açıklık saçıklık televizyonlarda, gazetelerde, dergilerde, sinemalarda vs. daha müstehcen şekliyle gözükmektedir. Bu sayede ahlâkın bozulmasına sebep olmaktadırlar.

Okullarda kız talebelerin tesettürlü bir şekilde giyinmeleri, başlarını örtmeleri yasaktır. Müslüman talebelere müslümanlığın gereği olan tesettürün yasak olması, ülkeyi yönetenlerin İslâm’ın prensiplerine önem vermediklerinden kaynaklanmaktadır.

Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor: “Doğru yol Allah’ın yoludur” 897 Keşke bilselerdi. Tabiî ki doğru yol Allah’ın yoludur, Allah’a kulluktur. Doğru olmayan Allah’tan başkalarına kulluk yapmaktır. Onların prensiplerinin yolunda gitmektir. Rabbimiz Allah kendisine kulluk yapmayanlara şöyle buyuruyor:

Bana kulluk yapmaya tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.898

Allah’a kulluk yapmaya gerek duymayanlar, Allah’ın emrettiği İslâm’ın yolunu bırakıp gayr-i İslâmî yoldan gidenleri, bu yol hüsrana, cehenneme götürür. 899



Haram, helâl, ver; Allah’ım senin kulun yer.”

Yani, şu demek oluyor; “ Para, mal, mülk gelsin de haram helâl fark etmez, kabul ederim” anlamında. Bu söz de söylenecek söz değildir. Fakat günümüzde bu tür söylenmeyecek sözleri duyuyoruz. Helâl, Allah’ın serbest ettiği, haram ise, Allah’ın kesin olarak yasakladığı şeylerdir. Bu yasaklardan biri de kendisinin hakkı olmadığı, başka birisinin parasını, malını, başka bir şeyini rızâsı olmadan almak veya faiz parası ve kumar çeşitlerinden elde edilen paralar da haramdır. Buna rağmen para gelsin de nereden gelirse gelsin, haram da olsa fark etmez, ‘senin kulun yer’ diyorsa, haram, helâl konularını önemsemediğinden dolayı âhirette cezasını görür. Bu tür sözler Müslüman’ın söylememesi gereken çirkin sözlerdendir. Bu tür sorumsuzca söylenen sözler çok. 900 Bunlardan bazılarını belirttik. Bu tür sözler kesinlikle söylenmemeli ve söyleyenleri de uyarmalıdır. 901


TEVHİDİ ANLAMAK

Tevhid: Lugatta; birleme, bir Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmak demektir.

Her yerde ve her şeyde Allah’tan başka tesir ve hâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamak. 902

Tevhid, terim olarak; Allah’ın zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde birlemek, O’na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamaktır.

Tevhid kelimesi, “Lâ ilâhe illâllah”tır. Yani “Allah’tan başka ilâh yoktur.”

Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona ‘Benden başka İlâh yoktur. Şu halde Bana kulluk edin.’ diye vahyetmiş olmayalım” 903 buyurulmuştur.

İlk peygamber Hz. Adem (a.s.)’dan, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e kadar gelen bütün peygamberlerin ortak mesajıdır Lâ ilâhe illâllah. Çünkü İslâm dininin esası Tevhiddir. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Bütün insanlar sadece ve sadece O’na ibâdet etmeli ve O’na kulluk yapmalıdırlar.

Hüküm ancak Allah’ındır. O, yalnız kendisine kulluk etmemizi emir buyurmuştur. İşte doğru ve sâbit din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler .” 904

Zaten Allah’tan başka ibâdet/kulluk edilmeye, O’nun dışında mutlak olarak itaat edilmeye ve boyun eğilmeye lâyık kimse yoktur. Dikkat etmek gerekir ki, kelime-i Tevhidi söyleyenler, önce Allah’tan başka bütün ilâhları reddetmeli ve ilâh olarak sadece Allah’ı kabul etmelidir. 905

Mekke’de nâzil olan Kur’an âyetlerinin birçoğu doğrudan tevhidi telkin etmekte, bir kısmı da şirki reddetmektedir. Allah’ı yegâne ilâh, rabb ve otorite olarak tanımak, birliğini ikrar etmek, her çeşit ortağı O’ndan uzak tutmakla gerçekleşen tevhid, İslâm dininin en önemli özelliğidir. İslâm bu özelliğiyle hem câhiliyye putperesliğinden, hem de Mecûsilik’ten ayrılır (onlarla bağdaşmaz). 906

Tevhidin özünde Allah’tan başka ilâh tanınan varlıkların tümünün, inanç dünyasından temizlenmesi, atılması vardır. Bütün güç ve kuvvetin, bütün izzet ve şerefin, bütün egemenlik ve saltanatın yalnızca Allah’ta olduğuna inanç, tevhidin ruhudur. İnsanlık tarihi boyunca peygamberlerin mücadelesindeki biricik hedef şudur: İnsanların insanlar üzerindeki saltanatına son vermek ve yalnızca Allah’ın hükümranlığını kabul. İslâm’ın Tevhid inancı ile kralların, idarecilerin kendilerini hakkın ve halkın üzerinde görme sevdaları son bulur. 907

Tevhid; iman edenlerle küfredenleri, inananlarla inkârcıları kesin çizgilerle birbirinden ayıran İslâm’ın en belirgin vasfıdır. Muvahhidlerin parolasıdır.

Bunun içindir ki, bütün peygamberler, insanları önce Allah’ın birliğine, tevhide çağırmışlardır. Allah’tan başka ilâh tanımamaya ve diğer bütün ilâhları reddetmeye, gelip geçici varlıklar karşısında alçalmamaya, boyun eğmemeye ve eğilmemeye davet etmişlerdir. İnsana lütfedilen yaratılmışların en üstünü olma şerefi, ancak bu Tevhid şuuruyla korunabilir. 908

Tevhid; “Lâ ilâhe illâllah” yani “Allah’tan başka ilâh yoktur” demektir. İlâh kelimesinin karşılığı lugat olarak şöyledir: Birisine ısınmak, alışmak, aşırı sevgiyle yönelmek, düşkün olmak, kulluk etmek, örtünmek, gizlenmek mânâlarına gelmektedir.

İlâh kelimesinin mâbut hakkında kullanılmasına sebep olan faktörler şunlardır: İhtiyaçları gidermesi, amelin karşılığını vermesi, sükûnet bahşetmesi, yüceliği ve hükmü altına alıp koruması. 909

Bir kişi “Lâ ilâhe illâllah” demekle şunları demiş oluyor: Allah’tan başka ibâdet edilecek, tapılacak, çekinilecek, korkulacak, bel bağlanılacak, el açıp yalvarılacak, duâ ve yalvarışlara cevap verip gereğini yerine getirecek, sığınılacak birisi yoktur. 910

Tevhid, Allah (c.c.)’ı zâtında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde birleyerek O’na inanan müslümanların, yaşadıkları sürece ilgi ve dikkatlerini Allah’a yöneltmesi, Allah’a teslim olması, hiçbir yaratığın hiçbir konuda ilâhî özelliklere sahip olmadığını, mutlak muktedirin, yalnızca Allah olduğunu idrâk etmesi, Allah’ın gösterdiği yolda, Allah’ın emrettiği şekilde sadece Allah’a kulluk etmesidir. Nitekim kendisine muvahhid denilenler müslümanlardır. İşte Tevhid gerçeği de, namazda Kâbe’ye yönelindiği gibi, bütün bir yaşamda ilgi ve dikkati Allah’a yöneltme, Allah’a teslim olma vakasıdır. 911

Emperyalist Batı, bunların yerli dostları Aristo mantığını esas almaktadırlar: Allah evreni yarattı ve bıraktı, insanların yaşantısına karışmaz, insanlar yaşamlarının kurallarını kendileri kafalarına göre koyarlar. İslâm dininin bir yaşam biçimi olduğunu kabul etmezler. Allah’ı salt ilk yaratıcı veya hareket ettirici olarak görmek, O’nu evrenden çekip çıkarmak ve sonuçta O’nun Rablığını inkâr etmek demektir.

Rab olarak Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir. Yalnızca insan bu Rablığa karşı çıkabilir; yeryüzündeki tasarrufunu Allah’ın değil, kendi iradesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Yani yeryüzündeki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeye kalkar. Bunun için kendinden kurallar kor; böylece o, kendi arzularını ilâhlaştırmış olur; arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeye kalkınca da yeryüzünde Rableşmiş olur; bunun sonucunda, böylesi insanlara itaat edenler de, Allah’ı değil, bu insanları rab kabul etmiş olurlar.

Kur’an, Allah’ın mutlak Rab olduğunu belirtirken, bazı insanların bilginlerini, rahiplerini, hahamlarını, büyük kabul ettikleri birtakım kimseleri, yöneticilerini rab edindiklerini, yani onların kendi hevâlarından uydurdukları ve yeryüzündeki hayatı düzenleyici kurallara bağlı kaldıklarını da vurgular. Sözgelimi, Hz. Mûsâ, Allah’ın mutlak anlamda Rab olduğunu ilan ederken, Firavun kavmine karşı, “en büyük rabbiniz benim” diye seslenir. Yine Kur’an, insanları birbirlerini rabler edinmeyi bırakıp, yalnızca Allah’ı Rab edinmeye 912 çağırır.913

Rab demek; terbiye eden, yetiştiren, geliştiren,914 çekip çeviren, hüküm ve kanun koyan, derleyen, toparlayan, sözü tutulmaya, hükmü tutulmaya lâyık olan anlamındadır. Şimdi Rasûlullah (s.a.s.) ve ilk müslümanlar kelime-i Tevhidle neyi kastediyorlardı? Onu açıklayalım:

Ey müşrikler! Biz Allah’tan gayri taptığınız, korktuğunuz, çekindiğiniz, sözünü tuttuğunuz, hükmünü tuttuğunuz, hükmetme yetkisine sahip olduğunu zannettiğiniz, sığındığınız, üzerinizde tahakküm hakkı olduğuna inandığınız, hayatınızı derleyip toparlama yetkisine sahip olduğunu zannettiğiniz, itaat edilmesi gerektiğine inandığınız, bütün ilâhlarınızı, putlarınızı, Lat’ınızı, Uzza’nızı, Menat’ınızı, meclisinizi, Darü’n-Nedvenizi, örf ve âdetlerinizi reddediyoruz, tanımıyoruz. Bütün bunların sadece ve sadece Allah’ın hakkı olduğunu kabul ediyoruz. Bütün bu hakların Yaratan’a ait olduğuna, rızk verene ait olduğuna, insanları ve bütün her şeyi yaratan Allah’a ait olduğuna inanıyoruz.

Evet, kısacası bütün Rasûller ve onlara tâbi olanlar “Lâ ilâhe illâllah”ı bu anlamda söylemişlerdir. 915

İbn Abbas (r.a.)’den:

Talib hastalandığı zaman, Kureyş’den bir heyet onu ziyarete gitti. Aralarında Ebu Cehil de vardı. Ebu Talib’e: “Yeğenin bizim ilâhlarımızı reddediyor, kötülüyor. Onu çağırıp da bundan men etsen” dediler.

Ebu Talib, Hz. Peygamber’e adam gönderdi. Hz. Peygamber Ebu Talib’in yanına geldi. Ebu Talib Hz. Peygamber’e hitaben:

“Yeğenim! Bu halk senden niçin şikâyet ediyor? Senin onların ilâhlarını kötülediğini ve onlar hakkında ileri geri konuştuğunu iddia ediyorlar” dedi.

Allah’ın rasûlü söz aldı ve dedi ki:

Amcacığım, ben onların öyle bir kelime üzerinde birleşmelerini istiyorum ki, o sözü söyledikleri takdirde, Arap olmayanlar da onlara cizye verecektir. Heyet, “Eğer mesele bir tek sözden ibaretse, evet; isterse on söz olsun, nedir?” Ebu Talib de “Yeğenim o hangi sözdür?” dedi.

Hz. Peygamber:

Allah’tan başka ilâh yoktur’ sözüdür” buyurdu. Bunun üzerine heyettekiler, kızarak ve yakalarını silkerek kalktılar ve dediler ki: “Birçok ilâhları bir tek ilâh mı yapacak? Bu şaşılacak bir şey! Haydi yürüyün, ilâhlarımıza sahip çıkalım” diyerek gittiler. 916 Açıkça görülüyor ki Mekke’deki halk tevhidin (Lâ ilâhe illâllah’ın) ne anlama geldiğini biliyorlardı.

Onun için “Allah’tan başka ilâh yoktur” sözünü Rasûlullah (s.a.s.) söyleyince, onlar “ne demek istiyorsun?” diye sormadılar. Çünkü ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. Onun için heyettekiler hemen kızıp kalktılar. “Birçok ilâhları bir tek ilâh mı yapacak? Olmaz öyle şey!” diyerek karşı çıktılar. Onlar anladılar ki Allah’tan başka Lat, Menat, Uzza gibi bütün ilâhları reddetmek gerektiğini; onun için işlerine gelmediğinden dolayı karşı çıktılar ve Rasûlullah (s.a.s.)’in dâvetine, Tevhid çağrısına engel olmak için Peygamberimiz (s.a.s.)’in amcası ve koruyucusu Ebu Talib’e giderek kendisine “yeğenini, İslâm dâvâsından vazgeçir, ya da himaye etmekten vazgeç” dediler. Ebu Talib durumu yeğeni Hz. Muhammed’e (s.a.s.) anlatınca o şöyle cevap verdi:

Allah’a yemin ederim ki; ey amca! Güneşi sağ elime, ay’ı da sol elime verseler yine de bu dâvâdan vazgeçmem. Ya Allah’ın dini hâkim olacak yahut bu uğurda öleceğim!” buyurdu. 917 Bunun ardından Mekke’li müşrikler Peygamberimiz (s.a.s.) ve ashabı üzerine zulüm ve baskılarını artırdılar. Bu zulüm sırasında çok sayıda sahâbi işkence ve eziyetten dolayı şehit oldu. 918

Müşrikler Allah’ın Rasûlü (s.a.s.) ve beraberindekilerin haklı dâvâlarından vazgeçmeyeceklerini anlayınca onlarla uzlaşmaya yanaşarak onlara mal, mülk, makam, mevki, para teklif ettilerse de bu tür teklifleri Peygamberimiz (s.a.s.) reddetmiştir. 919

Müşrikler Rasûlullah (s.a.s.)’in Tevhid dâvetine engel olmak için teklif ettikleri maddî imkânları 920 da Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından reddedilince artık ne yapılırsa yapılsın dâvâsından vazgeçiremeyeceklerini anlayınca tevhidi savunanlara karşı mücadeleyi artırdılar, her türlü zulmü, işkenceyi onlara revâ gördüler.

Hz. Âdem (a.s.)’dan Hz. Muhammed (s.a.s.)’e kadar, oradan da günümüze kadar aynı şekilde tevhidi savunanlara bu uğurda gayret edenlere karşı çıkılıyor.

Tarih boyu hak-bâtıl mücadelesinde hakka karşı olanlar, hakkı savunanların etkinliğini kırmak için birtakım iftiralarda bulunarak etkinliğini kırmaya çalışıyorlar.

Hz. Ali (r.a.) diyor ki: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kişi dört şeye inanmadıkça mü’min olmuş sayılmaz: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed olduğuma, beni bütün insanlara hakla göndermiş bulunduğuna şehâdet etmek, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmak ve kadere inanmak.” 921 Osman (r.a.) şöyle dedi:

Rasûlullah (s.a.s.):

Her kim Allah’tan başka İlâh olmadığını bilerek ölürse cennete girer.” 922 buyurdu. Enes İbn Malik (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.): “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet eden her kula Allah muhakkak ateşi haram kılmıştır” buyurdu. Muaz:

“Ya Rasûlallah, bunu insanlara haber vereyim mi ki sevinsinler?” dedi. Rasûlullah:

O takdirde ona güvenirler (iyi amel yapmazlar)” buyurdu. 923

Hadislerden de görüldüğü gibi, tevhidin önemi açıkça belirtiliyor. Tabii ki “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah” demekle iş bitmiyor; aksine iş o zaman başlıyor. Allah’a iyi kul olmak nasıl olur, o gündeme gelmektedir. Tevhide inanmayanlara zaten amel olarak bir sorumluluk yoktur. Onlar sorumsuzca hevâ ve heveslerine göre yaşarlar. Tevhide inanan mü’minlerin ise İslâm’a göre yaşamlarını düzenlemeleri gerekmektedir. Allah ve Rasûlü’nün emrettiklerini yapmalı, yasaklarından sakınmalıdırlar. İnsanlar “Lâ ilâhe illâllah” derse, yani mâhiyetini kavrarsa, gereğinin ne olduğunu, neleri kabul edip, neleri reddetmesi gerektiğini idrak ederse Allah’tan başka bütün ilâhları reddederek Allah’a iyi bir kul olmaya çalışarak yaşayıp bu Tevhid inancıyla ölürse hadiste belirtildiği üzere “cennete girer.” Fakat Tevhidin mânâsını bilmeden, düşünmeden ona uygun bir yaşam biçimini tercih etmeden “inandım” demek yeterli değildir.

İnsanlar (yalnızca) ‘iman ettik’ diyerek imtihana tâbi tutulmadan bırakılıvereceklerini mi sandılar. And olsun, onlardan öncekilerini imtihana tâbi tuttuk, Allah gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. Yoksa kötülüklerini yapanlar Bizden kaçabileceklerini (yaptıkları kötülüklerin cezasını görmeyeceklerini) mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm veriyorlar (düşünüyorlar)!” 924

Görüldüğü gibi iman ettikten sonra da imtihan devam ediyor. “Kim de âhireti diler ve bir mü’min (inanan) olarak kendisine yaraşır bir çaba ile o gün (âhiret) için çalışırsa işte bunların çalışmaları makbuldür.” 925

İman edip sâlih amelde bulunanlar, onlar cennet halklarıdırlar. Orada devamlı kalıcılardır.” 926

İman edip, inanılması gereken şeylere inanıp sâlih amel işlemek, iyi işler yapıp kötü işlerden sakınmak, Allah’ın ve Rasûlü’nün gösterdiği hak yoldan gitmek suretiyle Rabbimiz Allah: “Onlar cennet halkıdırlar, orada devamlı kalıcıdırlar” buyuruyor. Merhum Mevdudi şöyle demektedir: “Lâ ilâhe illâllah” demekle kurtulunmaz. Bu söz ancak Lâ ilâhe illâllah temeli üzerine gerçekleşen bir inanç, düşünce ve yaşantının ifadesi şeklinde ortaya çıkar ve söylenirse asıl anlamı belirlenmiş olur. Eğer bu hadislerden, kişi sözle inandığını söyler ise, cennete girer. Bu sözün arkasından küfrün temsilcisi de olsa, küfre hizmet de etse Allah (c.c.)’dan başka, kendisinde veya başka insanlarda hüküm koyma, kanun koyma yetkisi var zannedenlerin hükmüne boyun da eğse bu böyledir gibi bir sonuca ulaşmak kesinlikle yanlıştır. Yukarıda da belirttiğim gibi bu söz insanı cennete sokar, fakat; inanç, düşünce ve yaşantı bütün yönleriyle bu sözün tezâhürü olduğu halde bu gerçekleşir. Yani bu söz gerçek, olunması gereken şekliyle mü’min olan birisinin, kendi halini tanımlayan en kısa ifade şeklinde olursa, böyle anlaşılırsa aslına uygun olan şekliyle kavranmış demektir.

Yoksa bir kişi küfrün bizzat içinde olsa, küfrün temsilcisi olsa, hayatının her anını küfre göre düzenleyip sonra da kalkıp bir değil, binlerce defa bu sözü (tevhidi) söylese hiçbir yararını görmez. 927 Dolayısıyla mü’minler için tevhid insanın yaşamındaki düşünceden ve hayatındaki her alanına kadar Allah ve Rasûlünün buyurduğu gibi olmalıdır. Merhum Prof. Dr. M. Es’ad Coşan hoca efendi Tevhid gerçeğini şu şekilde belirtmektedir:

Lâ ilâhe illâllah diyenlerin de, Lâ ilâhe illâllah’ı doğru söylemeleri lazım! Lâ ilâhe illâllah dedikleri zaman, Lâ ilâhe illâllah sözünün gereğini yapmaları lâzım! Şu fâni dünyanın, fâni lezzetlerini, eğlencelerini, zevklerini, menfaatlerini tercih edip de, dinlerinin emirlerine aykırı işler yapmamaları lâzım!... Bazı insanlar maalesef, “ben Lâ ilâhe illâllah diyorum, ben müslümanım” filan diyorlar, bu sözü söylüyorlar. Ben onların samimi olduklarını biliyorum, kabul ediyorum, yalancı olduğunu söylemiyorum. Samimi olarak bunu söylüyorlar. Ama, yaşamaları Lâ ilâhe illâllaha uygun olmuyor. Allah’ın emirlerine, yasaklarına uymuyorlar. O zaman Allahu Teâlâ hazretleri (kezzebtüm) “Siz yalancısınız, yalan söylüyorsunuz!” diyor. Lâ ilâhe illâllah sözlerini onlara reddediyor, Lâ ilâhe illâllah sözü onlardan kabul olmuyor. Demek ki, bir müslüman Lâ ilâhe illâllah diyecek, imanını kurtaracak, doğru bir dine girmiş olarak o, dünyayı tercih etmeyecek, dünya menfaatini, keyfini, zevkini, eğlencesini, hırsızlığını, arsızlığını, yüzsüzlüğünü tercih etmeyecek. Dinini tercih edecek, dininin emirlerini, yasaklarını, faziletlerini, dinin kendisine gösterdiği hayat tarzını tercih edecek. 928

Allah katında O’na, O’nun zâtında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde ortağı, benzeri olmadığına, doğmadığına ve doğrulmadığına inanılmadan Tevhid gerçekleşmez.

Aynı şekilde, niyet ve amel olarak, ibâdet ve tâati yalnızca Allah için yapmadıkça, O’na boyun eğmedikçe, O’na yönelmedikçe, O’na tevekkül edip, O’ndan korkup, O’ndan yardım beklemedikçe bu Tevhid yine gerçekleşmez. 929

Tevhid Ne ile Gerçekleşir?



a- İhlâsla, sadece Allah’a ibâdet etmekle,

b- Bütün tâğutları reddetmek, bunlara itaat edenlerden, onları destekleyip dost edinenlerden uzaklaşmak, onları bu anlamda onaylamamak,

c- Şirkin bütün derece ve türlerinden sakınmak, ona giden yolları tıkamak. 930 Demek ki sadece sözle tevhid gerçekleşmiyor; ancak gereğini yapmakla tevhidi bozan durumlardan kaçınmakla gerçekleşiyor.

Câbir (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s.)’in:

Zikrin en faziletlisi ‘Lâ ilâhe illâllah’ ve duânın en faziletlisi de ‘Elhamdü lillâh’ tır buyurduğunu rivâyet etmiştir. 931

Ebu Hureyre (r.a.) der ki: Rasûlullah (s.a.s.):

İmanınızı tazeleyiniz” buyurdu.Ya Rasûlullah! İmanımızı nasıl tazeleyeceğiz?” denildi. “Lâ ilâhe illâllah’ı çok zikrediniz, söyleyiniz. 932 buyurdu.

Demek ki imanı tazelemek, yenilemek, kelime-i tevhidi zikretmekle mümkün, tabiî ki, bu zikir, yukarıda belirttiğimiz gibi tevhidin mânâsını bilerek, düşünerek ona uygun yaşam tarzını tercih ederek olmalı; yoksa anlamını bilmeden, düşünmeden, bu doğrultuda hareket etmeden kelime-i tevhidi çok tekrarladığı halde gayr-i İslâmî uygulamalarından rahatsız olmadan, tevhidin, İslâm’ın doğru bir şekilde öğrenilip yaşanması gibi bir endişesi olmadan, sadece söz olarak “Lâ ilâhe illâllah” diyerek bu sözün şu kadar miktarda söylenmesi, bununla zikir yaptığı söylenilerek övünülmesi, tevhidin mânâsını bilmeden tekrar eden papağanın durumuna düşülmesi demektir. Tabiî ki, zikir yapılmalı, zikir yapmak Kur’an’da ve hadis-i şeriflerde belirtilmiştir. Ancak zikrin şuurlu bir şekilde, söylenen sözlerin neyi ifade ettiğinin bilinerek söylenmesi önem arz etmektedir. Ne söylediğimizi, ne yaptığımızı iyi bilmemiz gerekmektedir.

Yaptığımız işler Allah’ın rızasına uygunsa devam etmeli, eğer yaptığımız işler Allah’ın rızasına, yani İslâm’a aykırı ise hemen terk etmeli ve tevbe etmeli ve kendimizi düzeltmeliyiz. Allah’a kulluk görevimizi iyi bir şekilde yapmak istiyorsak başka çıkar yol yoktur.

De ki, Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim ve ölümüm hepsi, âlemlerin Rabb’i Allah içindir.933 dememizi ve böyle yaşamamızı Rabbimiz Allah buyurmaktadır.



Tevhid Vahdeti Gerektirir

Tevhid, her şeyden önce “vahdet” ile birlikte düşünülmeli, ayrıca “ fırka” , “ tefrika” ve “ ihtilâf” kavramları ile ilişkisine dikkat edilmelidir. Çünkü Tevhid olgusunun iyi anlaşılabilmesi, ancak benzer ve zıt olan diğer kavramlarla mümkündür. Öyleyse tevhidi açıklarken kısaca da olsa vahdet, fırka, tefrika ve ihtilâf gibi kavramların da üzerinde durmak gerekir

Vahdet, sözlük anlamıyla toplu bir birlik demektir. Tevhid ise birleme, tek’e doğru yönelme ve birliğe ulaşmak için çaba harcamak anlamlarına gelir. Dolayısıyla vahdet, sâbit bir olgu; Tevhid ise canlı ve sürekli bir çaba, eylem ve olayı ifade eder. Gerek soyut inanç ve düşünce anlamında olsun, gerekse somut davranış ve eylem anlamında olsun, dağınıklık, çözülme, çokluk ve fırkalardan bir teke doğru yönelişe Tevhid diyebiliriz. Tevhidin sonucunda birlik, yani vahdet meydana gelir. Vahdeti parçalayan, tevhidi bozan her türlü inanç, düşünce, davranış ve eylemlere “tefrika” adı verilmektedir. Tefrikanın sonucunda ise fırkalar ortaya çıkar. İnanç ve düşünce anlamında ihtilâf olarak beliren farklılıklar, davranış ve eylem anlamında tefrika olarak ortaya çıkar.

Kur’an’da ve hadislerde hem tefrika yani ayrılma, anlaşmazlık şiddetle reddedilmekte hem de vahdet ve tevhid emredilmektedir. Rabb’imiz Allah şöyle beyan ediyor:

Allah’ın ipine(Kur’an’a, İslâm’a) sımsıkı yapışın; ayrılmayın.” 934 Âyetteki iki noktaya dikkat edilmelidir. Birisi: “Allah’ın ipine topluca sarılın” şeklinde ifade edildiği gibi, Tevhid veya vahdetin emredilmesi; ikincisi ise “tefrikaya (ayrılığa) düşmeyin.” şeklinde mü’minlerin sakındırılması, ayrılığa karşı uyarılmasıdır. 935 Vahdet, başka âyet ve hadislerde de dile getirilmiştir:

Allah ve rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da devletiniz (gücünüz) gider (başarısızlığa uğrarsınız). Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir ” 936 buyurulmaktadır.

Rasûlullah (s.a.s.) hadis-i şerifte şöyle beyan ediyor:

Size cemaati tavsiye ederim, ayrılıktan da sakının.” “Cemaatte (birlikte) rahmet, ayrılıkta da azap vardır.” 937

Âyet ve hadislerden de açıkça anlaşılmaktadır ki, mü’minlerin birlik-beraberlik içerisinde olmaları ve ayrılıktan kaçınmaları gerekmektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

(Yeryüzünde) fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah’ın oluncaya kadar onlarl savaşın (mücâdele edin)” 938

Bu âyetteki fitne kelimesi farklı bir anlamda kullanılmıştır. Burada kelime Allah yoluna tâbi olmak için gerekli olan özgürlük ve güven gibi şartlara sahip olunamayan bir toplum durumunu anlatmaktadır. Bu nedenle, müslümanlara bu durumu düzeltmeleri, tekrar Allah yolunda barış ve özgürlüğü sağlamaları için mücadeleye devam etmeleri emredilmektedir. Arapça din kelimesinin orijinal anlamının ‘teslimiyet’ olduğuna ve teknik olarak bir kimsenin emir ve düzenlemelerinin geçerli olduğu hayat tarzını anlatmak için kullanıldığına dikkat edilmelidir. Bu nedenle insanın insana hükmettiği ve Allah yoluna tümüyle tâbi olmanın imkânsız gibi zor olduğu bir toplumda, fitne (karışıklık, bozgunculuk) hüküm sürüyor demektir. İslâm’ın mücadeleden amacı, fitneyi ortadan kaldırmak ve insanları İlâhî tebliğe uygun bir şekilde Allah’ın kulları olarak yaşayabilmeleri için, Allah’ın emrini tesis etmektir. 939

Vahdetin gerçekleşmesi için gerekenlerin altını çizmek ve çözüm yolunu özet olarak belirtmek gerekirse, şu hususlara vurgular yapılmalıdır:

Kur’an ve sahih sünnet çerçevesinde birleşmeye vahdet denildiği için, değişik kaynaklar edinen insanların tefrika içinde bölük pörçük olmaları gâyet doğaldır. Kur’an’dan başka bir kitabı mutlak hakikat ve mutlak kaynak edinen her insan, tabiatıyla kaynakları farklı olduğundan vahdete ulaşamaz.

Vahdet her konuda aynı olmak, hiç ihtilâf etmemek, standart bir tip, robot adamlar üretmek, liderlere ve teşkilatlara mâsum damgası vurmak, devamlı baş eğmek değildir. Mü’minlerin dinin esas meselelerinde, Kur’an ve sahih sünnetin kesin olarak hükme bağladığı temel konularda birleşmesi ve bu doğrultuda işbirliği yapması, cemaat ve ümmet olmasıdır. Mü’minler arasında vahdete engel durumlar varsa, bu ya iman sorunundan, ya da âhlak sorunundan veya her iki sorundan kaynaklanmaktadır.

Mü’minler, farklı cemaat mensuplarına gönül ve kucak açmalı, ziyaret etmeli, onları sevdiğimizi ispat edecek yaklaşımlarda bulunmalı, horgörüyü sadece kâfirlere, hoşgörüyü ise hangi gruptan olursa olsun tüm müslümanlara gösterebilmelidir (onlarla iyi geçinmeye çalışmalıdır).

“Ben falan cemaatle veya filanla bir araya gelmem!”, “onun olduğu yerde ben yokum!”, “şu hocanın konferansını, sohbetini dinlemem”, “şu kitabı (gazeteyi, dergiyi, yazarı okumam) okuyanlar şucudur, bunları okuyanlarla iş birliği yapılmaz, onlara yakın olunmaz” gibi örnekleri çoğaltabileceğimiz anlayışla vahdet değil, ancak tefrika ve fitne üretilir Müslümanların birbirini sevmeleri ve ittifak ettikleri konularda birleşip işbirliğine girmeleri, ihtilâf ettikleri konularda birbirlerini mâzur görmeli ve adım adım ümmet birliğine doğru yol almaları gerekmektedir. 940

Mü’minler İslâm’ı kendi fikir ve düşüncelerine göre değil, Tevhid şuuru içerisinde, Kur’an ve sünnete bağlı kalmak suretiyle vahdeti gerçekleştirebilir. İhtilâflar ancak bu şekilde sona erer. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Hepiniz topluca barışa, birlik ve dirliğe (silm’e, İslâm’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” 941


Yüklə 2,48 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   44




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin