ONALTINCİ BÖLÜM
Mevsimlere Göre Rûhâniyyet ya‘ni Rûh İçin Gıdâ Tertîbi Beyânındadır
Bilesin ki, muhakkak gıdâ her bir gıdâlananın devamlılığı için konulmuş ilâhî bir sebebdir. Ondan onun için ihtiyâç dışı kalmak yoktur. Ve bizim ile tabîatçılar arasında eşyâda ancak yeterli miktarda alınması gereken gıdâ ihtiyâcı hakkında fark kaldı. Şimdi biz bir şekilde hayâtın tabîatı olan rutûbet ve sıcaklığın devamlılığı sebebiyle gıdâlananda hayâtın devamlılığıyla berâber, aylarca ve senelerce onun yokluğunu ve kullanımının terk edilmesini câiz görürüz. Bundan dolayı Hak onu gıdâlandırdıkça ve onda hayât halk ettikçe bâkî kalır. Onlar ise indlerinde olan yemekleri hayâtın varlığına sebep görürler. Ve bu bölüm bu konu hakkında muhâlif olanlarla tartışmaya muhtaç değildir. Çünkü tasavvuf yolu muhâlefet edenlerle mücâdele üzerine dayalı değildir. Çünkü tasavvuf yolunda olanlar cem‘ ayn’ında ya’nî “Hakk’ın ahadiyyet ayn’ında olan” bir toplayıcılık içinde olup, bu onlara nasıl lâyık olursa, kalbleriyle o şekilde Allah ile meşgûldürler.
Bilesin ki, muhakkak ilkbahar mevsimi rutûbetli sıcaklıktır; ve o hayâtın tabîatıdır. Ve muhakkak nefis onda hareket etmek ve gezmek, dolaşmak ve ferahlamak ve bulunduğu yerden biraz uzaklaşmak için kuvvet bulur. Çünkü bu bütün hayvânât ve bitkiler hakkında tabîî hareket zamânıdır. Bundan dolayı hayvânî nefs bunun sebebiyle haz duyar. Mürîd ona benzerse hatâ eder.
Ey kerîm efendi, Allah’dan sakın! İçinde bulunulan zamânın tabîatıyla bir şey verdiği ve sen memleket ehlinin ba‘zısının tabîatını buna benzer gördüğün vakit, sen onu tabîatına bırakma! Yardımcın olan akla emret! Fikir hizmetkârına emretsin ki, Hak Teâlâ’nın “inne fî zâlike le ibreten li ulil ebsâr” ya’nî “Muhakkak ki bunda basîret sahipleri için elbette ibret vardır” (Nûr, 24/44) sözü ve “fe izâ enzelnâ aleyhel mâehtezzet ve rabet ve enbetet min külli zevcin behîcin” ya’nî “Fakat ona su indirdiğimiz zaman hareketlenir ve kabarır ve bütün güzel çiftlerden bitkiler yetiştirir” (Hacc, 22/5) sözü ve “hattâ izâ ehazetil ardu zuhrufehâ vezzeyyenet” ya’nî “Tâ ki yeryüzünde türlü bitkiler biter ve zemîn bezenir” (Yûnus, 10/24) sözü gibi şer’î işlerden onun indindeki şeyi hâfıza kuvvetine alsın! Ve bunu onun hayâtı kıldı. Böyle olunca nefsin hareketi ilkbahar mevsiminde bu zamâna uygun olan gıdânın talebinde olur. Bundan dolayı nefis bu oluşumların sırlarından kendisinde nefis için bu şiddetli mücâhedeler olmayan şeyi alır. Şiddet ve sıkıntı olmaksızın nefis, bu i‘tibârlara ve san’atkârâne yapılan şeyler üzerine tefekkür edip, ve bunlar üzerine göz gezdirdiğinde, Sâni‘ üzerine basîret gözüyle bakış gibi, kendisine yüksek makâmlar bahşeden sünnetlere ve şer'î işlere başlar. Bu bakış ile tahakkuk ettiğinde, gezip ferahlamaya ve nehirlere ve yeşilliklere ve daha önce görmediği yerlere ve dağlardaki çiçeklere ve ormanlara gitme konusunda aldırış etmez. Şimdi o, çiçekler âleminden ve verimli arâzî ve sahrâlardaki ve nehirlerin kenarlarında gördüğü şeyin çokluğu üzerinde dâimâ i‘tibâr ve fikir ve basîretli olmanın meyvelerini toplar. Ve cennet hakkında ve onda Allah Teâlâ’nın evliyâsı için hazırladığı şey hakkında tefekkür eder. Çünkü bahar zamânı onun zamânıdır. Ve o gerçek hayât yurdudur. Şimdi o, rutûbetli sıcaklık olan hayâtın tabîatıdır. Bundan dolayı bunda ve bunun hepsinde tefekkür ettiği zaman, onu sâlih amellere teşvîk eder. Ve onun zorluğu, Allah indindeki dâim olan ni’metlenmeden umduğu şeyin azametinden dolayı, onun üzerine kolay gelir. İşte bu gençlik ve yönelme zamânıdır. Ve onun sonbaharı ilkbaharı gibi değildir.
Bu on altıncı bölüm senenin ilkbahâr, yaz, sonbahar ve kış mevsimlerinden ibâret olan dört bölümünde, cisim nasıl ki mevsime uygun çeşitli gıdâlar ile takviye edilirse, bu mevsimlerde rûh için de her bir mevsime göre çeşitli gıdâlar tertîb edilmesi gerektiğini beyân eder.
Bilesin ki, muhakkak cisim için gıdâ, her bir gıdâlananın devamlılığı ve yaşaması için Hak Teâlâ tarafından konuşmuş olan bir sebeptir. Bu sebebin konulması da Hakîm şerefli isminin gereğidir. Çünkü mâdemki insanda açlık dediğimiz bir hâl vardır, eğer böyle bir sebep olmasa idi, insan kendisinde böyle bir hâl ortaya çıkınca, bunu ne şekilde def’ edeceğini bilemeyip hayrette kalır idi. Fakat acıktığı zaman, açlığını gidermeye sebep olan gıdâyı bilişi yönüyle, bu sebebe teşebbüs eder. Ve acıkan kimse bu âlemde gıdâdan yana ihtiyâçsız olamaz.
Ve bunun olmayışı zâhir âlemde her bir grubun ve bilhassa tabîatçıların bakışında sâbittir. Fakat bizim ile, ya'nî tasavvuf ve hakîkat ehli ile, bakışları âlemin dış görünüşüne yönelmiş olan tabîatçılar arasında, eşyânın yeterli miktarda gıdâya olan ihtiyâcı hakkında bir fark vardır. Bize göre gıdâ adî bir sebebden ibârettir. Bundan dolayı biz deriz ki, gıdâlanan aylarca ve senelerce gıdâ kullanımını terk etmiş olsa bile yaşayabilir. Ve gıdâlanan cisimde bir şekilde hayâtın tabîatı olan rutûbet ve sıcaklık da devamlı olarak kalır. Ya'nî yeme ve içme olmaksızın onun vücûdunda rutûbet ve normal vücûd ısısı bulunur.
Çünkü hayâtın devâmı gıdâdan değil, belki Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin gıdâ ismi arkasında hayâtı halk buyurmasındandır. Bundan dolayı Hak Teâlâ onu gıdâlandırdıkça ve onda hayât halk ettikçe gıdâlanmış olan kimsenin cisminde hayât bâkî kalır. Ve böyle bir kimse gıdâ kullanmaksızn yaşar. İşte bu hüküm tabîatçıların havsalasına sığmaz. Bunu hayâl ve efsâne zannederler. Fakat bu şekilde ömür geçirmiş olan hakîkat ehlinin menkıbeleri yaygındır. Ve bu hâl hakîkat ehli indinde zevkan ya’nî bizzât yaşanmasıyla sâbittir. Tabîatçılar bu yaygın olan menkıbelere de inanmazlar. Onlar indlerinde olan yemekleri hayâtın varlığına sebep görürler. İşin hakîkati ise böyle değildir. Nitekim Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ra) efendimiz kendi yüksek hâllerini beyânen şöyle buyururlar: Beyt:
Tercüme: “Hak Teâlâ alîmdir ve Resûlullah da şâhiddir ki, benim kuvvetim ve rızkım Allah Teâlâ tarafından gelir. Şimdiye kadar kırk yıl geçti ki ben yemeğe muhtâc olmadım. Mâdemki bende “Rabb’imin indinde gecelerim” hadîs-i şerifinin sırrı gözükmüştür. İşte bu sırrın oluşmasının netîcesi olarak Allah Teâlâ’nın yemeği benim canıma ulaşmıştır.” Ve yine diğer bir beyitlerinde buyururlar:
Tercüme: “Gece ‘Kābe kavseyn’ meyhânesinde olan kimsenin sırf nûr olan gözünün içi kuvuşmanın mahmûrluğudur. O meyhânenin adı “Rabb’imin indinde gecelerim”dir ki, Peygamber’imiz Efendimiz (sav) “Beni yedirir, içirir” hakîkat kelâmının nişânı ile nişân vermişlerdir. Çünkü onlar hadîs-i şerîflerinde “Ben Rabb’imin indinde gecelerim. Beni yedirir ve içirir” buyururlar.”
Ve insanın gıdâ ile yaşamasıyla, gıdâsız yaşaması bahsini îzâh ve isbât için muhâlifler ile uzun uzadıya mücâdeleye lüzûm görmeyiz. Çünkü tasavvuf ve hakîkat yolu muhâlifler ile mücâdele usûlünü kabûl etmez, belki ondan men' eder. Çünkü tasavvuf ve hakîkat yolunda olanlar çoklukları Hakk’ın ahadiyyet ayn’ında cem' edip, gereği gibi kalbleriyle Allah ile meşgûldürler. Bundan dolayı onlar ne gıdâyı ve ne de gıdâlananı görmezler. Belki her bir görünme yerinde Hakk’ı görürler.
Bilesin ki, ilkbahâr mevsimi hem sıcak ve hem rutûbetlidir. Ve sıcaklık ile rutûbetlilik hayâtın tabîatıdır. Ve insanın hayvânî nefsi muhakkak ilkbahârda hareket etmek ve gezmek ve kırlarda dolaşmak ve ferahlamak için kuvvet bulur. Ve bu hâli herkes ilkbahârda kendi vücûdunda hisseder. Çünkü bu haller bütün hayvânât ve bitkiler hakkında tabîî hareket zamânıdır. İşte hayvânî nefs tabîî hareket zamânı olan bahâr sebebiyle haz duyar. Mürîdin hayvânî nefsi bu zamanda, eğer bahârın tabîatına benzerse hatâ eder. Çünkü mürîd hayvâniyyet ve tab‘iyyet mertebesinden insâniyyet ve hakîkat mertebesine yükselmeye niyet etmiştir. Eğer bahâra benzerse fiili niyetine aykırı olur ve süflîlikte kalıp yükselemez.
Ey kerîm efendi olan rûh! Vücûda getiricin olan Allah Teâlâ’dan sakın; ve vücûda gelme sebebini iptâl etmeye kalkışma! Zamânın kendi tabîatı ile sana bitkisel ve hayvânî sıfatlardan bir şey verdiğini ve kendi memleket ehlinden, ya'nî kuvvetler ve a'zâ ve organlardan, ba'zılarının tabîatını bahârın tabiatına benzer gördüğün vakit, sen hayvânî nefsini ve kuvvetlerini ve a'zâ ve organlarını bu tabiatlarına bırakma! Yardımcın olan akla emret; kendisine hizmetkâr olan tefekkür kuvvetine, hâfıza kuvvetinde nakışlı ve muhâfazalı olan şer'î işleri almasını emretsin! Örneğin hâfıza kuvvetinde bahârın tabiatının hilkatindeki sır ve hikmeti beyânen Hak Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de buyurduğu şu âyet-i kerîmeler muhâfazalıdır
-
“inne fî zâlike le ibreten li ulil ebsâr” (Nûr, 24/44) ya’nî “Bunda basîret sâhibleri için ibret vardır”;
-
“fe izâ enzelnâ aleyhel mâehtezzet ve rabet ve enbetet min külli zevcin behîcin” (Hacc, 22/5) ya'nî “Fakat ona su indirdiğimiz zaman hareketlenir ve kabarır ve bütün güzel çiftlerden bitkiler yetiştirir”;
-
“hattâ izâ ehazetil ardu zuhrufehâ vezzeyyenet” (Yûnus, 10/24) ya'nî “Tâ ki yeryüzünde türlü bitkiler biter ve zemîn bezenir” ve daha buna benzer nice Kur’ân âyetleri.
Aklın emriyle, hizmetkârı olan fikir bunları hâfıza kuvvetinden alır ve bahâr mevsimindeki genele dönük ilâhî tecellîyi iyice düşünür. Ve böyle bir genel tecellî ile, ölü mesâbesinde olan yeryüzünü Hakk’ın nasıl dirilttiğini ibret bakışı ile görür. Ve “Fenzur ilâ âsâri rahmetillâhi keyfe yuhyil arda ba’de mevtihâ, inne zâlike le muhyîl mevtâ, ve huve alâ külli şey’in kadîr” (Rûm, 30/50) ya'nî “İlâhî rahmetin eserlerine bak ki, öldükten sonra yeryüzünü nasıl diriltir? İşte bunun gibi elbette ölüleri de diriltir. Ve O herşeye kadirdir” âyet-i kerîmesinin yüksek ifâdesinden kıyâmet gününde yeryüzünün değişiminden sonra ölmüş olan insanların genel bir tecellî ile nasıl diriltileceğine intikâl eder.
İşte Hak Teâlâ bu tefekkürleri, insânî nefs-i nâtıkanın bahâr mevsimindeki hayâtı kıldı. Bundan dolayı tabîî hareket zamânı olan ilkbaharda nefs-i nâtıkanın hareketi bu bahâr mevsiminde, bu zamâna uygun olan ma'nevî gıdânın talebinde olur. Ve netîcede nefis bir takım zorlu ve ağır mücâhedeleri tercîh etmeye gerek kalmaksızın, edeblenip bu oluşumlardaki sırlardan bir çok şeyler öğrenir. Örneğin nefis şiddetli mücâhedeler ve zorlu riyâzât olmaksızın, var edilenlerin sûretlerine ibret bakışıyla bakmayı ve ilâhî san’atkârlık üzerinde tefekkürü ve bu san’ât eserlerine baktığı vakit, onların meydana getiricisi olan Hak Teâlâ hazretlerinin sıfatlarına ve isimlerine intikâli alışkanlık edinir. Nitekim Hz. Mısrî Niyâzî buyurur:
Âdeme eşyâda esmâ görünür
Cümle esmâdan müsemmâ görünür
Bu Niyâzî’den de Mevlâ görünür
Âdem isen “semme vechullâh”ı bul
Kande baksan ol güzel Allâh’ı bul
Ve nefs-i nâtıka bu hâli alışkanlık edinince, kendisine yüksek makâmlar bahşeden Risâlet-penâh (s.a.v)’in değerli sünnetlerine ve şer‘î işlere başlayıp, onların hükümlerine tâbi’ olmaktan ayrılmamaya gayret eder. Bu bakış ile tahakkuk edince, artık bahâr mevsiminde hayvânî nefslerinin hareketiyle seyir yerlerinde koşan hevâ ehli insanlar gibi ferahlama ve nehirlerin akışını seyretme ve yeşillikler ve daha önce görmediği yerler ve dağlardaki çiçekleri seyir ve ormanlara gidip gezmek arzûsundan kesilir. Ve mesîre yerlerine gitmekten yana aldırış etmez. Ve çevresindekilere uyarak veyâ başka zorunlu bir sebeble çıksa bile, o çiçekler âleminden ve verimli arâzîdeki ve sahrâlardaki ve nehirlerin kenarlarındaki san’atkârca yapıldığını gördüğü şeylerin çokluğu üzerinde dâimâ i‘tibâr ve fikir ve basîretli olmanın meyvelerini toplar.
Ve Hak Teâlâ’nın ilkbahardaki cemâlî tecellîlerini görüp cennet hakkında ve Allah Teâlâ’nın evliyâsı için cennette hazırladığı şeyler hakkında tefekkür eder. Çünkü bahar zamânı cennet zamânıdır. Ve cennet gerçek hayât yurdudur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve mâ hâzihil hayâtüd dünyâ illâ lehvun ve laibun, ve inned dârel âhirete le hiyel hayevânu, lev kânû ya’lemûn” (Ankebût, 29/64) ya‘nî “Bu dünyâ hayâtı dünyâ ancak oyun ve eğlencedir. Ve âhiret yurdu için muhakkak hayat vardır. Eğer bilseler!...” Ya‘nî bu dünyâ hayâtı gelip geçici bir uğraştır. Ve çocukların oyunu gibi ondan bıkılır ve son bulur bir şeydir.
Varlıksal sûretlerden her hangi birisine gönül bağlansa zamânın geçmesiyle bozulur; ve bozulmasıyla gönlün ilgisi gider; ve dünyâ hayâtının tekdüzeliği dolayısıyla usanılır. Fakat âhiret yurdu böyle olmayıp, onun sûretleri dünyâdaki gibi çeşitli unsurlardan oluşmayıp, âhiret âleminin basît cevherine uygun bir rûhânî maddeden mahlûk olduğu için fenâ bulmaz. Ve tecellîlerin sürekliliği sebebiyle bir görülen bir daha görülmediğinden bıkmak ve usanmak da onlara bulaşmaz. Bundan dolayı cennet ebedî hayât mahalli olup ölüm ve fenâ yoktur.
İlkbaharın tabîatı rutûbetli sıcaklık olan hayâtın tabîatıdır. İşte ilkbahâr mevsiminde gördüğü şeyin hepsinde bu şekilde tefekkür ettiği vakit, bu tefekkür, tefekkür edenin nefsini sâlih ameller yapmaya teşvîk eder. Ve sâlih amellerin zorluğu ve nefsin hazlarından mahrûmiyyeti, Allah Teâlâ hazretlerinin “Ben sâlih kullarım için gözün görmediği ve kulağın işitmediği ve beşer kalbine gelmeyen şeyler hazırladım” mübârek sözü gereğince dâim olan ni’metlenmeden umduğu şeyin azametinden dolayı, o tefekkür edenin üzerine kolay gelir.
İşte bu ilkbahâr mevsimi gençlik ve yönelme zamânıdır. Ve onun âhiri olan sonbaharın hâli evveli gibi, ya'nî ilkbahar gibi değildir. Çünkü ilkbahar görünme ve sonbahar gizlenme zamâmdır. Ve görünme gizlenme gibi değildir. Ve insânî vücûdda ilkbahârın karşılığı gençlik ve sonbaharın karşılığı ihtiyarlıktır. Ve hiç şübhe yoktur ki gençlik ihtiyârlığa benzemez. Gençlikteki kuvvet ve kudret ihtiyârlıkta gider.
Ve yaz mevsimi zamânına gelince, o kuru sıcaklıktır; ateşin tabîatıdır. Ey efendi, bu mevsimde ihtiyârlık hâli ve yaşlılıktan dolayı gücünün yetmeyeceği amellerden yana zayıflık hakkında düşün; ve Hak Teâlâ’nın “Ve izel cahîmu su’ıret” ya’nî “Ve cehennem kızıştırıldığı zaman”(Tekvîr, 81/12) âyetindeki sözüne bak; ve cehennem ve şiddeti ve kızgınlığı hakkında düşün; ve kıyâmetin sıcaklığını ve onun susuzluğunu ve insanların havuzdan uzaklaştırılmasını ve terlere gark olmayı tefekkür etmenin senin üzerine gâlib olması sana yakışır. Bunun benzerlerinin bu mevsimde nefsinin gıdâsı olmak gerekir. Çünkü saâdet âlemine katılman için ona bunlar uygun olur. Ve bu güzel, sâf ve pâk bir hâldir.
Ya'nî ilkbahardan sonra yaz mevsimi gelir. Ve bu mevsim sıcak ve kuraktır. Ve sıcaklık ile kuraklık ateşin tabîatıdır.
Ey efendi olan rûh! Bu yaz mevsiminde dışarıdaki halleri bırakıp bineğin olan madde bedenine bulaşacak olan ihtiyarlık hâlini düşün, ve yaşının ilerlemesi sebebiyle bu madde bedene gelecek olan zayıflığın, âhiret hayâtına faydası olacak olan sâlih amelleri yapmaya engel olacağını tefekkür et!
Ve Hak Teâlâ’nın Tekvîr sûresindeki “Ve izel cahîmu su’ıret” (Tekvîr, 81/12) ya'nî “Cehennem kızıştırıldığı vakit” âyetindeki mübârek söze bakıp cehennemi ve onun şiddetini ve kızgınlığını düşün! Ve kıyâmet gününde yeryüzünün değişmesini ve güneşin yakınlaşması sebebiyle olacak olan sıcaklığın şiddetini; ve o sıcaklık sebebiyle cisimlere gelecek olan susama husûsunu; ve o esnâda susuzluğun giderilmesinin, ancak bir havuzla sınırlandırılıp ve kötü amelleri dolayısıyla bir takım insanların o havuzdan melekler tarafından uzaklaştırılmasını ve bu sıcaklık yüzünden insanların tepeden tırnağa kadar terlere gark olmasını tefekkür et!
Çünkü yaz mevsimi, bu hâlin yüz binde birini zevkan ya’nî bizzat kendinde yaşamayı görmen için konulmuş olan bir mevsimdir. Bundan dolayı bu mevsimde bu gibi tefekkürler senin üzerine gâlib gelsin. Ve bunlar bu mevsimde nefsinin gıdâsı olsun. Çünkü bu gibi tefekkürler seni dehşete düşürüp nefsini sâlih amellere sevk eder. Ve bu ameller nefsinin âhiret yurdunda saâdet âlemine katılması için ona uygun olur. Eğer bu mevsimde bu tefekkürlere dalar isen güzel ve sâf ve pâk olan bir hâl içinde olursun.
Şimdi ey muhterem okuyucu! Bu nasîhatlar kıyâmete ve onun hallerine ve ürküntü veren durumlarına îmân edenleredir. Buna îmân etmeyenlere hitâb mümkün değildir. Çünkü bu inkârcılar hem kendi nefislerinden hem de dışarıdaki hallerden gâfil ve habersizdirler. Onlar kendi vücûdlarının, babalarının vücûdunda var olan küçük bir canlı olup, nutfe ile anne rahmine aktarıldığını ve anne karnında yavaş yavaş gelişerek cenîn hâline geldiklerini; ve daha sonra a'zâları tam bir halde annenin vücûdundan çıkıp dünyevî hayâta karıştıklarını; ve daha sonra yavaş yavaş olgunlaşarak bilmediklerini öğrendiklerini; ve ondan sonra kemâle gelip kiminin şâir, kiminin yazar, kiminin mühendis ve kiminin mi'mâr olduğunu; ve bunların hepsinin bir takım değişmelerden ibâret olup bundan sonra yine o değişmelerin devâm edip gideceğini tefekkür edemeyen düşünceleri sınırlı kimselerdir. Onların sınırlı düşüncelerine bu değişmelerin öldükten sonra dahi devâm edeceğini ve güneş sistemimizin de hâlen değişimde olduğunu aktarabilmek mümkün değildir. Çünkü onlar dünyevî ilimlerde ne kadar görünüşte zekâlarını gösterseler bile yine ahmaktırlar. Çünkü geçerli bir ayırt edicilik sâhibi değildirler. Bildikleri şeylerden geçerli netîceleri çıkaramazlar. Mesnevi:
Tercüme: “Böyle bir kimse her ne kadar mutlak zekî olsa bile, mâdemki bu ayırt edicilik yoktur, ahmaktır.”
Ve sonbahar mevsimine gelince, o üçüncü mevsimdir. O kuru ve soğuktur. Bu da ölümün tabîatıdır. Bu mevsimdeki gıdân da, ölüm ve onun sarhoşluğu ve gamları; ve tevhîd ile mi, yoksa şirk ile mi sonlanacağın; ve düşmanın tarafından sana ne şey nakledileceği ve temiz mi, yoksa pis olarak mı meleğin rûhunu çekip alacağı; ve ona semâ kapısının açılıp açılmayacağı; ve ölümü indinde İlliyyîn’de mi yoksa Siccîn’de mi olacağı hakkındaki tefekkürün senin üzerine gâlib olması gerekir. Çünkü bu, âhiretteki doğuştan ilk mevtındır. Ve muhakkak dünyâ şu an sana hâmiledir. Ve bu cisim, doğacak olan için rahim gibidir; ve ölüm ile bu doğum gerçekleşir. Ve işte bunun için Hak Teâlâ “Vallâhu ahreceküm min butûni ümmehâtiküm lâ ta’lemune şey’en” ya’nî “Bir şey bilmez olduğunuz bir halde sizi ananızın karnından çıkardı” (Nahl, 16/78) buyurur. Ve sen âhiret ilimlerinden sana açılacak şeye izâfet ile şu an böylesin. Ve sen onu ve Allah Teâlâ’nın kulları için va’d ve vaîd ya’nî tehdîtten hazırladığı şeyi gözünle görürsün. İşte sonbahar mevsiminde bunun benzeri olan düşünceler sana gâlib olsun!
Ya'nî sonbahar mevsimine gelince, bu zaman üçüncü mevsimdir. Ve bu mevsimin tabîatı kuruluk ve soğukluktur ki, ölümün tabîatı da böyledir. Çünkü ölüm hayvânî vücûddaki normal vücûd ısısının sönmesiyle gerçekleşir. Ve damarlardaki kanlar donup cesede kuruluk gelir.
Şimdi ey rûh! Bu mevsimdeki gıdânın aşağıda beyân edilen tefekkürler olması uygun olur:
-
Ölüm hâlinin verdiği şiddetli elem dolayısıyla gelecek olan sarhoşluk.
-
Ve ölümün gamları, ya‘nî vücûdda oluşturduğu sıkıntı.
-
Ve bu sarhoşluk ve sıkıntı içinde tevhîd ile mi, yoksa şirk ile mi sonlandırılacaksın? Ya‘nî ölüm elemleri içinde düşüncen Hak ile mi, yoksa gayr ile mi meşgûl olacaktır? Çünkü bu ıztırâblar içinde vücûda gelen elemler ile meşgûl olmaktan vazgeçip Hakk’ı ve Hakk’ın huzûrunu tefekkür etmek, eğer Hakk’ın inâyeti olmazsa gâyet zordur.
-
Ve bu can çekişme hâli içinde düşmanın olan İblîs tarafından seni Hak düşüncesinden çevirmek için ne gibi şeyler aktarılacaktır? Çünkü vehmî vücûdlara alâkası olan insanın, sâdece bu alâkası sebebiyle İblîs’in nakledeceği bozuk ve bâtıl düşünceler pek çoktur. Cenâb-ı Hakk’a sığınırız.
-
Ve rûhunu çekip almaya me’mûr olan melek onu cesedinden temiz veyâ pis olarak mı çekip alacaktır?
-
Rûhun çekip alındıktan sonra ona semâ kapısı açılacak mıdır, yoksa açılmayacak mıdır? Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de “İnnellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ lâ tufettehu lehüm ebvâbus semâi” (A'râf, 7/40) ya‘nî “Âyetlerimizi yalanlayıp onlardan kibirlenen kimselere semâ kapıları açılmaz” buyrulur. Ve mâsivâya alâka ise hâlen Hak’tan yüz çevirmek ve kibirlenmektir. Neûzü billâh!
-
Ölümü indinde çekip alınan rûh İlliyyîn âleminde mi, yoksa Siccîn âleminde mi olacaktır? Çünkü kişinin kendi vehmî vücûduna ve çevresindeki vehmî mevcûdlara olan alâkası rûhu için kuvvetli bir bağ olduğundan, tabîat âleminden ibâret olan Siccîn âleminde kayıtlanıp kalır. Tabîatın ötesinde olan hakîkat âlemine yükselemez. Mesnevi:
Tercüme: “Ey oğul, alâkâların bağlarını kopar, âzâd ol! Ne zamâna kadar gümüş ve altın kaydında olacaksın?”
İşte ölümü haber veren sonbahar mevsiminde bu gibi tefekkürler sana gâlib gelsin. Çünkü bu ölüm;
-
Âhiretteki doğuştan ilk mevtındır ki, rûh berzâhta zâhir olur.
-
Ve daha sonra ikinci mevtında zuhûr eder ki, bu da cismânî ba’s olunmadır.
-
Daha sonra mîzân ve hesâb ve sırât ve cennet ve cehennem mevtınlarına intikâl eder.
-
Bundan dolayı şimdiki hayâttaki hâlinde dünyâ sana hâmiledir.
-
Ve bu cisim âhirette doğacak olan rûhun için bir rahim gibidir.
-
Öldüğün vakit doğum gerçekleşir; ve rûhun berzah âlemine doğar.
-
İşte bundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri “Vallâhu ahreceküm min butûni ümmehâtiküm lâ ta’lemune şey’en” “Vallâhu ahreceküm min butûni ümmehâtiküm lâ ta’lemune şey’en” (Nahl, 16/78) ya'nî “Sizi bir şey bilmediğiniz halde ananızın karnından çıkardı” buyurur.
-
Ve sen âhiret ilimlerinden sana açılacak şeye izâfet ile şu an böylesin. Ya‘nî sen cenîn hâlinde iken dünyevî hayâtta türlü lezzetler ve elemler bulunduğunu bilmez ve idrâk etmez idin. Ne zamanki dünyâya doğdun, bunları vücûdunun durmaksızın devâm eden değişimleri içinde peyderpey bizzat yaşayarak bildin ve gördün. Şimdi dünyâda rûhun cenîn hâlindedir. Âhiret hayâtındaki lezzetleri ve elemleri bilmez bir haldesin. Ne zamanki ölüp âhiret âleminde doğarsın, oradaki elemleri ve lezzetleri dünyâda gördüğün ve bizzat yaşadığın gibi görür ve bilirsin.
-
Ve sana nebîlerin ve evliyânın haber verdikleri halde inanmadığın hallere vâkıf olursun.
-
Ve bu âlemde Allah Teâlâ’nın kulları için va‘d ve vaîdden, ya‘nî ni'met ve azâbdan, hazırladığı şeyleri gözünle görüp müşâhede ederek, dünyevî hayâta aldanıp bunları yalanladığına ve inkâr ettiğine pişmân olursun. İşte sonbaharda bu gibi fikirler sana gâlib olsun!
Kış mevsimi zamânına gelince: O rutûbetli soğukluktur; ve o berzâhın tabîatıdır. Bu zamanda berzah hakkındaki düşüncelerin senin gıdân olması gerekir. Şimdi sen iki menzil arasındasın. Acabâ sen Firavun’un âilesi gibi sabah ve akşam ateşe arz olunan kimselerden misin, yoksa kendilerine cennetler arz olunan kimselerden misin ki, mü’mînler gibi cennet bahçelerine bağlanırsın ve onlardan dilediğin mekâna inersin. Ve berzahta ya muhâlefet ettiklerin veyâ mubâh olanlarla harcadığın nefeslerinden ve vakitlerinden ziyân ettiğin şey üzerine seninle berâber olacak hasret hakkında tefekkür et ki, sen bu anda, Allah Teâlâ’nın seni dünyâya geri göndermesini temenni edersin. Ve bu temenni ise sana faydalı olmaz; ve Allah Teâlâ seni geri göndermez. Bundan dolayı hasretlerin çoğalır; ve durmaksızın içini çekersin. Şimdi doğru düşünce ve sağlam ilim ile böyle bir hasret ve aldanma vaktinin olduğunu ve fayda vermediğini bu dünyâda iken tam olarak anladığın vakit hasret çekersen hasretin; ve tövbe edersen tövbenin; ve pişmân olursan pişmanlığın, fayda verecek olan dünyâ hayâtında, bu berzah vakti hakkında seni çok çalışmaya ve gayrete sevk eder. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât” (Furkân, 25/70) ya‘nî “Tövbe eden ve inanıp sâlih amel işleyen kimseler müstesnâdır. İşte Allah Teâlâ onların fenâlıklarını güzelliklere dönüştürür.” Ve yine Hak Tealâ buyurur: “Ve leysetit tevbetu lillezîne ya’melûnes seyyiâti, hattâ izâ hadara ehade hümül mevtu kâle innî tubtul’âne” (Nisâ, 4/18) ya'nî “Fenâlık işleyen kimseler için tövbe değildir ki, onlardan birisinin ölüm vakti geldiğinde, şu an tövbe ettim, diye!” Çünkü dünyâ hayâtından olan bu cüz’ aslında ondan değildir. Ve ancak dünyâda işlediği şey kendisine fayda vermeyen yurdun cinsinden olan bir berzâhtır.
Dostları ilə paylaş: |