(3) Allah'ın ve Kulların Fiilleri :
Eş'arî'ye göre bütün muhdesât Allah'ın fiilidir. Onun irâdesi ve yaratmasıyla meydana gelmiştir. 664
Böyle plduğuna göre kulların bütün fiillerini de yaratan Allah'tır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîmde «Sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır»665buyurulmuştur. Bir başka âyette de «İşte onlar cennetliklerdir. İşlediklerine bir karşılık olarak da içinde temelli kalacaklardır.»666 buyurulmuştur. Mademki ceza (karşılık) onların amelleri üzerine vaki olmuştur. Amellerini yaratan da o (Allah) olacaktır. 667
Buna itiraz olarak, Cenâb-ı Hak bir önceki âyette «siz yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz»668 buyurmamış mıdır? Ve bundan da onların yonttuğu putları kasdetmemiş midir? O halde «Allah sizi de yaptıklarınızı da yaratmıştır»669 âye-tiyle, onların yaptığı bu putları irâde ettiğini ne diye inkâr edersiniz? denebilir. Bu takdirde şu cevap verilir: Sizin bu zannımz hatalıdır. Çünki putlar gerçekte onların sadece yonttuğu şeylerdir. Bu söz Cenâb- Hakkın «Siz yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz» âyetine râcidir. Halbuki «odun» gerçekte onların «ma'mulü» değildir. Bu noktada «sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır» âyetine râcîdir. 670
Bu durumda bir başka itiraz çıkabilir: Kur'ân-ı Kerim'-de «Biz de Musa'ya asanı koyver dedik, o da koyverdi. Hemen onların uydurduklarını yutmaya başladı»671 buyurulmuştur. Ve onların «uydurmaları»nı da irâde etmemiştir. O halde bu âyetle «sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır»672 âyeti nasıl bağdaştırılacaktır? Bunun cevabı şudur: Onların «uydurdukları şeyler» insanları, hareket eden yılanlar diye kandırdıkları örneklerdir. Onların «uydurma» fiilleri ise, bu «kandırmaları»dır. Bu sebeple itiraz edilen âyetle herhangi bir ilişkisi yoktur. Çünki onların yılan diye yutturdukları odunları, sopaları yaratan Allah'tır. Yaratma işi onların esas maddelerine râcidir. 673
Kulların fiilleri mutlak surette Allah'ın irâdesine bağlı bulunmaktadır. Çünki Kur'ân-ı Kerim'de Cenab-ı Hak; «herhangi bir şey için Allah'ın dilemesi dışında «ben yarın onu yapacağım» deme»674 buyurmaktadır"675
İnsanın fiillerinin Allah tarafından yaratıldığının bir delili de insanın arzusuna rağmen fiillerin bu istek istikametinde değil, Allah tarafından tesbit edilen yönde meydana gelişleridir. İnsanın işleri herzaman onun istediği gibi gerçekte vaki değildir. îmanın gerçekte yorucu ve zor olmasına mukabil, bunun kolay olmasını isteyen mü'minin bu arzusuna rağmen îmân daima zor vasfını taşır. O halde fiilleri yaratan insan değil Allah'tır. 676
İnsanların fiillerinin Allah tarafından yaratıldığının bir başka delili de şudur: Iztırârî hareketlerin Allah tarafından yaratıldığının delilleri, iktisap hareketlerinin de yaratıldığı konusunda delildir. Iztırârî hareketin hudûsu mademki onun Allah tarafından yaratıldığına delâlet etmektedir. Bu bapta iktisap hareketi için de durum böyledir. Ve yine ıztırârî hareketin bir zaman ve mekâna ihtiyacı, onun yaratılmış olduğuna delâlet etmektedir. İktİsab hareketi de böyledir. O halde ıztırârî hareketin Allah tarafından yaratıldığına delâlet eden her delil iktisab hareketinin de Allah tarafından yaratılmış olduğunu gerektiren kesin delillerdir. 677
Kulların fiillerinin Allah tarafından yaratıldığım kabul eden Eş'arî'ye göre fiillerin meydana gelişinde insanın kudretinin bir tesiri olmadığını kabul etmek de zarurî bir sonuçtur. 678
Kulların fiillerinin bir kısmının tâat bir kısmının da ma'sıyet olduğu görülmektedir. Diğer bir açıdan bakıldığında bir kısım fiillerin «iyi» (hüsn), bir kısmının ise «kötün (kubh ) vasfını taşıdığını görmekteyiz. O halde bu fiilleri yaratmış olan Allah'a «kötü fiil» nisbet edilebilir mi? sorusu akla gelecektir.
Burada Eş'arî, kulların fiillerinin iyiliği veya kötülüğünün Allah'ın fiili olan «yaratma» (halk) ile ilgili olmadığı ve binaenaleyh Allah'ın fiillerinde iyilik veya kötülük düşünü-lenıiyeceği görüşündedir. 679
Bu .konuda Eş'arî'nin mantığı şöyledir: «Eğer, Allah te-âlâ kullarının zulmünü yaratmış değil midir?, denirse, kullarına nisbetle zulüm olarak yaratmıştır, kendine nisbetls değil, cevabı verilir. Buna karşılık, o halde zalim olduğunu niye inkâr ediyorsunuz?, denirse, bu sefer onlara, zulmü yaratanın zalim olması gerekmez, denir. Çünkü zulmü yaratmıştır ama başkasının zulmü olarak yapmıştır, kendisinin zulmü değil. Bu sebepten dolayı kendisi zalim olsaydı, yarattıkları içinde hiçbir zalim bulunmazdı. Madem ki böyledir. O halde Allah teâlâ başkasının zulmünü yaratmakla zalim olmaz. Tıpkı bunungibi başkasının iradesini, şehvetini, hareketini yarattığı zaman da o irâdenin, şehvetin, hareketin sahibi olmaz.».680
«Nasıl ki zina yapan erkek ve kadın kölelörin yaptıkları zinayı gördüğü ve zinadan tiksindiği halde kendi hallerine bırakan ve fakat bununla birlikte zinayı daha önceden onlara yasaklayan adamın haline baktığımız zaman o adamı zkni olarak vasıflandıramıyacağımız gibi Cenab-ı Hakkın'da daha önce onlara yasakladığı bir fiili işlediklerinden dolayı kötülükle tavsif ,edilemiyeceği muhakkaktım. 681Nitekim başkasına ait bir yalanı söylemekle kişi yalancılık vasfını kazanmaz. Bu misalde zikri eçen adam durumundakilerin «sefeh» (yaptığını bilmezlik) vasfını taşıdığım söyleyen Mutezile'ye karşı Eş'arî şöyle demektedir:
«Onlara denir ki, Allah teâlâ küfrün vukuu zamanında onun kabîh, fasit, mütenâkız ve îmâna zıd olduğunu bildiği halde yine de o küfrü dilediğini niçin kabul etmezsiniz? Eğer, buna «sefeh»i irâde eden «sefih»tir, diye cevap verirlerse, niçin böyle dediniz?, diye sorarız. Cenab-ı Hak, Âdem (a.s.) in oğlundan naklen kardeşine şöyle dediğini haber vermiyor mu: «Beni öldürmek üzere elini bana uzatırsan, ben seni öldür inek için sana elimi uzatmam. Çünki ben, âlemlerin rabbj olan Allah'tan korkarım. Ben hem benim ve hem de kendi günahını yüklenip cehennemliklerden olmam isterim. Zulmedenlerin cezası budur».682 Azab etmemek için kardeşini öldürmemesini irâde etmiş ve kardeşini Öldürürse onun katli günahım ve diğer günahlarını da yükleneceğini ve cehennemliklerden olacağını söylemiştir. Ama kardeşinin katli fiilini işlemesini irade etmiştir. «Kati» fiili ise bir «sefeh»tir. Bununla birlikte kendisi «sefijı» olmamıştır. O halde niçin, Allah teâlânm kullarmdaki se^hi irâde ettiği zaman bu se-fehin kendisine nisbet edilmesi gerektiğini iddia edersiniz?». 683
Böylece Eş'arî'nin, kulların kötü fullerini yaratmaktan dolayı bu fiillerdeki kötülük vasfının Allah'a nisbet edilemi-yeceği konusundaki kanaatlerini görmüş olduk.
Bu noktada itiraza delil olarak gösterilen şu âyetler hakkında da şöyle söylemektedir:
«Kur'ân-ı Kerim'de «Rahman'm bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın»684 âyeti vardır, ne dersin? denilirse, şöyle cevap verilir: Allah teâîâ âyetin başında, biri diğerinin üzerine olmak üzere «gökleri yedi kat üzerine yaratan odur»685 buyurduktan sonra «Rahman'm bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın» buyurmuştur. Yâni «gökleri» kaydetmiştir. Çünki gökleri zikrettikten sonra «gözünü bir çevir bak» demiş ve «bir çatlak görebilir misin?» diye ilâve etmiştir. Yani «çatlak» tan bahsetmektedir. Halbuki küfürde bir çatlak yoktur. Sonra yine buyurmuştur ki «bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir, bak» yani göklerde ve yerde. «Ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer».686 Burada Allah teâlâ ne küfürden, ne de kulların fiillerinden söz etmemiştir. O halde bu âyetler Kaderiyye için delil teşkil edemezler.». 687
Eş'arî'ye göre irâde ancak Allah'ın mutlak irâdesi, kudret, Allah'ın mutlak kudreti olduğu ve fiillerin de Allah tarafından yaratıldığı gerçeğinden hareket edildiği zaman ortaya çıkan cebir tablosundan nasıl kurtulunacağı bir problem olmaktadır. Bu noktada Eş'arî, uzun uzun izahlara girdiği «Kesb» formülü ile çıkış yolu aramaktadır.
Eş'arî'nin kelâm sisteminde çok önemli yer tutan «Kesb» meselesindeki görüşleriyle, kendisini takib edenlerin görüşleri arasında da farklar vardır.688
Bizzat Eş'arî'de de vuzuha kavuşmamış, müphem bir karakter taşıyan bu konu, bu karakterlerinden dolayı darb-ı mesel haline gelmiştir. Çapraşık, içinden çıkılamayan, ince, teferruatlı meselelere «Bu mesele Eş'arî'nin kesbinden bile ince» demek âdet hâlini almıştır. Bununla birlikte biz, «Kesb» konusunu bizzat Eş'arî'nin nasıl ele aldığını göstermeğe çalışacağız.689
(4) Kulların Fiilleri ve Kesb :
Eş'arî'ye göre «kesb, muhdes bir kuvvetle müktesipten vaki olan şey»dir. 690el-Cürcânî, ise et-Ta'rîfât'mda «Fayda temin etmek, yahut zararı önlemek istikametindeki fiildir» demekte ve «Allah'ın fiilinin kesb olarak vasıflandırılamıya-cagmı, çünkü Allah teâlânm menfaat temini veya zararı önlemek gibi şeylerden münezzeh olduğunu» ilâve etmektedir. 691
Allah'tan başka hiçbir yaratıcı bulunmadığına göre gerçekte «Allah'tan başka hiçbir fail yoktur». Fakat bu gerçek aslında «kesb» den ibaret olan kulun fiilinin «kâsib»inin de Allah olduğu manâsına gelmemektedir. 692Bu noktadan hareketle «o halde neden o fiillere Allah'tan başka kadir olan yoktur gerçeğini de ifade etmesin?)» denirse, verilecek cevap şudur: «Gerçek manâsıyla Allah'tan başka fail yoktur ve gerçekteki hüviyetiyle onu yaratmağa Allah'tan başka kadir olan. da yoktur»693
Eş'arî'nin buradaki mantığına göre, gerçek manâsıyla fiil Allah'ın fiilidir ve bu bir yaratma, «halk» dır. Bu manâda tabiidir ki Allah'tan başka gerçek fail ve yaratıcı olmayacaktır. Ama kulun fiili nedir? Buna verilecek cevap «KESB» tir. Hemen ortaya çıkan bir itiraz şudur: Nasıl oluyor da kulun fiilinin gerçekte «kesb» olması, yine gerçek manâsıyla «müktesib» in Allah olduğu manâsına gelmiyor? Eş'arî buna şu cevabı veriyor:
«Fiillerin gerçek manâsıyla bir failinin bulunması gerekir. Çünkü hiçbir fiil, faiîsiz meydana gelemez. Cisim o fiillerin gerçek faili olamıyacağma göre, gerçek failin, Allah te-âlâ olması lâzım gelir. Halbuki bir fiilin faili gibi, gerçek manâsıyla bir müktesibinin de bulunması gerekmez ki «kesb» olan fiilin gerçek müktesibinin Allah olması lâzım gelsin».694
Eş'arî bu düşünceyi takviye sadedinde şöyle devam etmektedir:
«I2tırârî hareketler Allah teâlâmn, gerçek manâsıyla o hareketlerin faili olduğuna delâlet etmektedir. Bununla beraber hakikatte hareket edenin Allah olduğunu göstermemektedir. Ama yine de o hareketin gerçek faili Allah'tır. Iz-tırârî hareketi yapanın", gerçek manâda o hareketi yapması, gerçek fail olmasını gerektirmez. Nitekim «müteharrik», «hareketin kendisine hulul ettiği kişi» manâsına gelir. Bu ise Cenab-ı Hak için düşünülemez. «Kesb», fiilin gerçek failine delâlet ettiği halde bu fiilin gerçek failinin o fiilin müktesibi olduğunu göstermediği gibi gerçek müktesibin de gerçek fail olduğunu ifade etmez. Müktesibin, bir şeyi muhdes bir kudretle kazanıp yüklenen bir kişi olduğu noktasından hareketle Cenab-ı Hakkın da herhangi bir şeye muhdes bir kudretle kadir olduğu düşünülemiyeceği içindir ki «kesb» in mevzuu, fiilin her ne kadar gerçek faili ise de «müktesib» i olduğu düşünülemez»695
«Tıpkı bunun gibi, «küfrü iktisab etti» cümlesi, «muhdes bir kudretle küfretti» manâsına gelir. «îmânı iktisab et-ti»nin manâsı da yine «muhdes bir kudretle imân ettbdir. Fakat bu fiillerin gerçek faili yine de Cenab-ı Hakdır. Hareket ile ilgili açıklamalar aynen bu konuda da geçerlidir».696
îktisab hareketinin de ıztırârî hareket gibi Allah tarafından yaratılmış olduğunun izahı daha Önce geçmişti. 697 Burada insanın fonksiyonunun fiillerini iktisab etmekten Öteye geçmediğini görmekteyiz.
tktisab hareketi ile ıztırârî hareketin her ikisinin de aynı mütalaa edilmesi, yani bir hareketin ıztırâri olduğu kabul edildiği takdirde diğerinin de ıztırârî kabul edilmesi, bunun aksi, birinin kesb hareketi olarak kabulü halinde diğerinin de kesb olarak kabulü gerekir şeklinde bir itiraz vukuunda Eş'arî şu cevabı vermektedir:
«Böyle bir mecburiyet yoktur. Çünki zaruret ile iktisab birbirinden ayrı şeylerdir. Zaruret, bir şeye yüklenen, onu zorlayan, kurtulma çabasına, isteğine rağmen onu mecbur eden bir vasıftır ki bundan kurtulması ve ayrılması imkân dahilinde değildir. Bu zaruret vasfını taşıyan hareket, meselâ felçli, yahut yüksek ateşli bir kimsenin titreme hareketi bu nevi bir harekettir. Bu vasfı taşımayan bir hareket ise ıztırârî bir hareket değildir. Çünki insan, gitmesinde gelmesinde, ileri geri yürümesinde, hastalıktan titreyen kimse gibi zor durumda değildir. Ve iki hareket arasındaki bu farkı insan, kendi nefsinde de başkasında da görür ve bilir ve bunda da şüpheye düşmez. Bu iki halden birinde bulunan acze mukabil diğerinde hadis bir kudret mevcuttur. Acz her iki halde de müşterek bulunsaydı, bu takdirde insanın her iki hareket karşısındaki durumu da aynı olurdu. Böyle olmadığına ve hareketlerden birinde kudret bulunduğuna göre bu vasıftaki hareketin kesb olması gerekir. Çünki kesbin esas manâsı «muhdes bir kuvvetle müktesipten vaki olan şey»dir. Her iki hareketin birbirinden farklı şeyler olması bunu göstermiştir. Hareketlerin bir nev'i ıztırârî hareket, diğerinin ise iktisab hareketi olduğu ortaya çıkmıştır. Iztırârî hareketin yaratılmış olduğu konusundaki deliller iktisab hareketinin de aslında yaratılmış olduğu konusunda geçerlidir».698
Burada da açıkça görüldüğü gibi «kesb» in bulunması, «muhdes kudretle bağlıdır. Eş'arî bu konuda şöyle demektedir:
«Hayat yoksa, kudret de yoktur. Kudret olmayınca kesb de yoktur».699
Bizdeki bu kudreti yaratan yine Allah teâlâdır. «Allah'ın kesb için bizde bir kudret yaratması, kendisinin o fiil için daha şümullü bir kudrete sahip olduğunu gösterir. Nitekim bizde bir ilim yaratır. Halbuki kendisinin ilmi bize nazaran daha şümullüdür. İşitme fiili de böyledir. Durum böyle olduğuna göre iktisab hareketi için Allah bizde bir kudret yaratınca o kudreti bizde bize nisbetle kesb olarak yaratmış olur. Bizde yapmaya kadir olduğu fiili bizde kendisine nisbetle kesb denecek şekilde yapmamış, bize nisbetle kesb denecek şekilde bırakmıştır. Bizim için kesb olacak şekilde bıraktığına. göre bizim gerçek manâda, kendiliğimizden «müktesib» olmamız da muhal olur. Buradan açıkça ortaya çıkar ki biz, ancak Allah teâlâ bizde kesb yaratırsa müktesib olabiliriz».700
Bu açıklamadan sonra şöyle bir sual akla gelebilir:
insanın kesbi, bir «yaratma» (halk) mevzuu olduğuna göre, insanın kesbinin yaratıcısının da yine kendisi olması lâzım gelmez mi? Eş'arî bunu da. şöyle cevaplandırmaktadır:
«Biz «kendi kesbimiz, bizim yarattığımız şeydir» deme-mişizdir ki bu konudaki kanaatimiz bizi bağlasın ve kesbimi-z'-u yaratıcısı olalım. Bizim sözümüz, kesbimizin bizden başkasının yarattığı şey olduğudur. Başkasının yarattığı şeyin, ben nasıl yaratıcısı olabilirim? Aslında kesbimin yaratıcısı Allah olduğu halde, «hâlık» vasfını ben taşımış olsaydım, ıztırârî hareketin de yaratıcısı Allah olduğu halde müteharrik olanın da Allah olması lâzım gelirdi. Bu düşünülemez. Çünid o hareketi başkası için yaratmıştır. Tıpkı bunun gibi bizJ nisbetle «kesb» olan şey, Allah'a nisbetle «yaratma» dır».701
Eş'arî'nin, buraya kadar örneklerle izah edilen «kesb anlayışından şu neticeyi çıkarmak mümkündür:
«İnsanın fiilinin oluşumunda dört ana unsur vardır:
a - Önceden var olan yaratılmış bir irâde.
b - Muhdes (yaratılmış) bir kudret.
c - Yapılmış bir fiil. Kudretle aynı anda, birlikte bulu; nur.
d - Kudretle fiil arasındaki bağıntı. İşte kesb, bu irtibat olmaktadır. Bu da kudretin makdura taallukudur».702
Eş'arî'nin kudret-istitâat ve insanın fiillerinin yaratılışı konusundaki açıklamalarına bir göz gezdirirsek, kudretin fiil üzerinde doğrudan etkisi olmadığı kanaatinde olduğunu görürüz. Meydana gelen fiille bu fiili meydana getirenin birbirleri üzerinde herhangi bir etkileri yoktur. Burada fail, muhdes kudret ve fiilin mahallidir. Fiil ve kudret de Allah tarafından yaratılmıştır. 703
Eş'arî'de kudretin ve fiilin sadece bir yönde geçerli olduğu, zıddı için ayrı bir kudret gerektiği, bu durumun irâde için de böyle olduğu göz Önüne alındığı takdirde, bu görüşün «mutlak cebir» görüşünden farkı kalmamaktadır. İnsanın fiillerinin takdir edicisi ve yaratıcısının Allah olduğunu göstermek suretiyle, Mutezile'ye muhalefet endişe ve gayreti sonucu savunduğu fikirlerin cebre düşmesinden kurtulmak için insana sorumluluk yüklemek yolunu seçmiş ve bunu temellendirebilmek için de «kesb» formülünü bulmuştur. Ama kesbi hazırlayan bütün unsurlar gibi bizzat kesbin kendisi de Allah tarafından yaratılmaktadır. Bu durumda kesbe, manasında müphemiyet perdelerinin kaldırılamadığı ve hangi yönüyle, insana sorumluluğunun temeli olacak hürriyeti verdiğinin anlaşılamadığı, kapalı bir formül nazarıyla bakmaktan öte birşey yapılamamaktadır.
Bizce Eş'arî'yi mutlak cebirden kurtaran eklektik formül «kesb» değildir. Dikkat edildiği takdirde görülecektir ki Eş'arî, ıztırâri fiil ile, iktisab hareketini birbirinden ayıran vasıfları anlatırken, belli belirsiz bir noktaya temas etmektedir. O nokta da, insanın gitme, gelme, yürüme, oturma gibi hareketlerinde kendisinin, zarurî titreme hareketinde olduğu gibi bir mecburiyet altında olmadığını hissetmesi ve başkalarında da bu hali müşahede etmesidir. Demek ki gerçekte bizim hareketlerimizdeki hürriyetimizi temellendiren şey Eş'arî'de de bir şuur halinden ibarettir. Felsefede hürriyet ve. irâde problemini incelerken bol bol örneklerini gördüğümüz bu tarz bir düşünceyi Eş'arî'de de bulmaktayız. Allah tarafından yaratılan tek yönlü bir irâde, yine Allah tarafından yaratılan ve sadece tahsis edildiği şeye geçerli olan kudret, Allah tarafından yaratılan bir fiil ve yine Allah tarafından yaratılan kesb...Bu durumda ne irâde ve ne de fiil hürriyetinden söz etmek mümkün değildir. Ama bu cebri, işte Eş'arî «insanın kendini hareketlerinde,hür bilmesi» şeklinde ifade ettiği «şuur hâli» düşüncesiyle yumuşatmaktadır. Kanaatimizce Eş'arî'nin bu konuda İslâm kelâm dünyasındaki orijinal yönü de budur.
Hürriyet ve irâde problemini nçözümünde Eş'arî'nin temel görüşü olan «kesb» den sonra kaza ve kader konusunda neler düşündüğüne de temas gereklidir. 704
(5) Kaza ve Kader :
Eş'arî, kader tariflerine girmemiş, kulun yaratılışında «sa'îd», «şakî» olduğu, rızkının ve ecelinin tesbit edilmiş bulunduğu hususunu âyet ve hadislere dayanarak nakli delillerle açıklamıştır.705
Eş/arî kader meselesinde, Kaderiyye-Mutezile'ye cephe almıştır. Hatta «Kaderiyye» isminin kime verileceği konusunda şöyle bir muhakeme yürütmektedir:
«Bize niçin Kaderiyye ismini veriyorsunuz diyenlere şöyle cevap veririz: Çünki siz, kesblerinizi kendinizin takdir ettiğini, onları yaradanınızm haricinde kendinizce takdir edilmiş olarak işlediğinizi iddia ediyorsunuz. «Kaderi» ismi, bu . kaderi kendine nisbet edene verilir. Nitekim kuyumcu ismi, başkasına mücevher yaptırana değil, bizzat kendisi mücevher îmal edene, marangoz ismi de başkasına doğrama yaptırana değil, doğramacılığı bizzat yapana verilir. «Kaderi» de fiillerini rabbi değil de kendisi takdir edene denir. Çünki onun iddiasına göre rabbi onun iktisabına ait hiçbir şeyin faili değildir»706
Bu durumda şöyle bir itiraz olabilir: «Bu söz esas sizi bağlayıcıdır ve sizin adınızın «Kaderiyye» olmasını gerektirir. Çünki siz «kader»i kabul ediyorsunuz.» Buna cevaben şöyle deriz: «Biz kaderi, takdir işini kendimize değil Allah'a nisbet ediyoruz ve diyoruz ki amellerimizi takdir eden ve onları bize takdir edilmiş olarak yaratan Allah'tır. Kaderi Allah'a nisbet edip de, fiiller Allah'ın takdirleridir, diyen bir kimseye «kaderi» denemez. Nitekim kuyumculuğu ve marangozluğu başkasına yaptıran kimsenin kendisine kuyumcu ve marangoz denemiyeceği gibi. Eğer biz, Allah fiillerimizi bizim için takdir edilmiş olarak yapıyor, dediğimiz için kaderi olacaksak, onlar da, Allah teâlâ fillerini kendisi için takdir edilmiş olarak yapıyor, .şeklindeki kanaatlerinden dolayı kaderî olmuşlardır. Bizim, Allah ma'sıyetleri takdir etmiştir, sözümüz kaderî olmamız sonucunu doğuruyorsa, onların da, Allah tâat-leri takdir etmiştir, sözleri bu ismi onlara verdirir. Bu mantık geçerli değilse, onların iddiaları da yersizdir».707
Bu düşünce tarzından açıkça anlaşılmaktadır ki Eş'arî, «amellerin önceden takdiri ve yaratılması» manasıyla «ka-der»i inkâr eden Mutezile'ye karşı bulunmakta ve Kaderiyye isminin onlara daha uygun düştüğünü savunmakladır.
«Kaza» kelimesinin Kur'ân-ı Kerirn'de yer yer «haber verme», «bildirme» manâlarında kullanıldığını söylemekle beraber «kader» i, ezeldeki ilm-i ilâhî ile birlikte mütalâa etmektedir.
İrâde ile emrin ayrı ayrı şeyler olduğu düşüncesi708 Kaza -kader konusunda da kendini göstermektedir.
el-Lüma' da Eş'arî şöyle demektedir;
«Biri tutar da Allah teâlâ ma'sıyetleri kaza ve takdir etmiş mi4ir, derse, ona, evet diye cevap veririz. O, ma'sıyetleri yaratmak, yazmak ve olacağım haber vermek suretiyle kaza ve takdir etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur: «İs-railoğuliarma kitapta, doğrusu yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacak ve kibirlendikçe kibirleneceksiniz, diye kaza ettik»709Yani buradaki «kaza ettik», onlara «haber verdik», «bildirdik» manasınadır. Yine başka bir âyette «bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık. Yalnız karısının geride kalanlardan olmasını takdir ettik»710 buyurulmuştur. Burada geçen «takdir» ile Cenab-ı Hak «biz ona yazdık ve ona geride kalanlardan olmasını bildirdik» manâsını kasdetmektedir. İşte böylece biz Allah teâlânın kaza ve kaderinin burada «emir»i demek olmadığım ifade ediyoruz».711
Burada Eş'arî'nin Kur'ân-ı Kerim'deki kaza ve kader kelimelerine verdiği manâlar ile Mutezile'nin verdiği manâlar arasında benzerlik vardır. 712Şu farkla ki Eş'arî bu manâlara bir de «önceden takdir» manâsını eklemekte ve «emir»den ayrı mütalâa etmektedir.
Allah'ın kazası nak mıdır? şeklindeki bir soruya verdiği cevapta şöyle demektedir: «Allah'ın kazasının şümulü içinde, tâatler örneğinde olduğu yasaklamadığı ve «hak» mahiyetinde yarattığı şeyler vardır. Ve yine «kazâ»nın şümulü içinde yarattığı öyle şeyler de vardır ki bunlar, küfür ve ma'sıyetler gibi, cevr (zulüm-kötülük) mahiyetini taşırlar. Çünki Allah'ın yarattıklarının bir kısmı haktır. Bir kısmı da batıldır. «Emir» olan «kaza» ile «haber verme», «bildirme» ve «yazma» olan kazanın her iki çeşidi de haktır. Çünki bunlar «kaza edilen» (el-Makdî) nin gayrıdırlar».713
Burada «kaza» fiili ile «kaza edilen şey» arasındaki ayrılığa sarahatle işaret eden Eş'arî'ye göre tıpkı irâde-emir ayırımında olduğu gibi, Allah kötülüğü de takdir ve yaratma manâsında «kaza» ettiği halde «emir» etmemektedir. Ama tâatler gibi «iyi» olanları ise aynı zamanda emretmektedir. İşte kazanın bu nev'inin «emir» manâsına alınmasında da bir mahzur görmediği anlaşılmaktadır.
Eş'arî kaza ile makdî arasındaki farkı daha iyi belirtmek için şu örnekleri vermektedir:
«Dostlarımız içinde Allah'ın, ma'sıyeti ve küfrü kazası konusunda fikir beyan edenler vardır. Onlar ma'sıyet ve küfrün bâtıl olduğunu söylemektedirler, yoksa mücerred «kaza» bâtıldır dememektedirler. Çünki Allah'ın kazasının bâtıl olduğunu söylemek tıpkı kırık tahta parçasını görüp de «tahta» lafzının kırık olduğunu söylemek gibidir. Halbuki «kırık tahta» Allah'ın bir delilidir. Bunun içindir ki «tahta» lafzının da kırık olduğu söylenemez. Çünki bu takdirde Allah'ın delilinin aslı olmadığı gibi bir intiba uyandırır. Bu örnekte olduğu gibi küfür bâtıldır ve küfür, Allah'ın yaratması manâsında, kazasıdır. Bu durumda biz, Allah'ın kazası bâtıldır, diyemiyoruz. Çünki böyle bir söz, Allah'ın kazasının aslı astan yoktur, intibaını uyandırır. Nasıl ki biz, «kâfir, büyüye, putlara inanandır» diyoruz da, sadece «inanandır» deyip susmak suretiyle gerisini müphem bırakmıyoruz. Ve yine diyoruz ki «Peygamber (s.a.) büyüye, putlara inanmıyandır». Böyle diyoruz da «inanmıyandır» sözünü mücerred söyleyerek gerisini susarak müphem bırakmıyoruz».714
Eş'arî'nîn «kazaya rıza» konusundaki fikirleri de şöyledir:
«Biz Allah'ın küfrü kabîh vasfıyla kaza etmesine, fasit
vasfıyla takdir etmesine rıza gösteririz. Ama buna inanmayarak kâfir olmaya rıza göstermeyiz. Çünki Allah teâlâ bizi bundan nehyetmiştir. Biz rızayı sadece «kaza» fiiline bağladığımız zaman, aynı rıza «küfür»ün kendisine de geçerli değildir». 715Bundan sonra Eş'arî, fikri delilleridirmek için yine «kırık tahta» misalini vermekte ve «biz rızayı, kaza ve kadere nisbet ederiz. Küfrün kendisine değil»716 demektedir. Eş'arî'-nin daha önce belirttiğimiz gibi «kaza» fiili ile «k^zâ edilen şey» (makdî) ayrılığı prensibinden hareket ettiğini görmekteyiz. Tabiidir ki bu noktada da «emir ile irâdenin aynı şey» olduğu görüşüne sahib olan Mutezile'ye muhalefet etmiş olmaktadır.
Eş'arî'nin kendisinin de katıldığı bir fikir şudur:
, «Biz Allah teâlânın kaza ve kaderine rıza göstermekle emrplunmuşuzdur. O halde bu emre ittibaen kaza ve kadere raız olmak durumundayız. Çünkü kaza ve kader, ne bizim gözümüzün önüne serilmiştir ve ne de onunla karşı karşıya gelmişizdir. Bu tıpkı bizim, peygamberlerin (a.s.J devamlı hayatta kalmalarına razı olmamız, ölümlerine razı olmamamız; şeytanların bakâsına razı olmamamız gibidir. Ama yine de bu durumların hepsi âlemlerin rabbi olan Allah'ın kazası ile meydana gelmektedir. 717
Yaratılan her şey Allah tarafından yaratılmış olduğuna göre, hayır ve şer de Allah tarafından yaratılmıştır. Fakat burada edebî bir nükte olarak, hiç sebep yokken tutup da «Şer Allah'tandır» demenin bir manası yoktur. Eş'arî kendisine «pekiyi siz şer Allahtandır, demiyor musunuz»? diyenlere meseleyi şöyle açıklıyor:
«Dostlarımız içinde, bilcümle herşey Allah'tandır, diyenler vardır. Bunlar tutup da özellikle «şer Allah'tandır» demezler. Tıpkı umumî manâsıyla «bilcümle herşey Allah'ındır» dedikten sonra detaylara inerek «zevce ve çocuk da Al-lah'indır» denemez. Bir başka örnekde şudur: Biz «Allah'tan başka bilcümle herşey zayıftır» deriz, ama teferruata geçip "Allah'ın dini zayıf Um demeyiz».718
Bu açıklamadan sonra Eş'arî kendisinin ise «Şerrin Ce-nab-ı Hakkın kendisi için değil de başkası için şer olarak yaratılması manasında «şer Allah'tandır» dediğini ilâve etmektedir.719
Eş'arî'nin kaza ve kader anlayışında bunu Allah teâlânın ezeldeki ilmi ile birlikte mütalaa ettiğini daha önce arzet-mistik. Önceden takdir ve yaratma manâsıyla kaderi kabul etmeyen Kaderiyyeye ecel meselesinde itiraz olarak Eş'arî şöyle bir mantık yürütmektedir:
«Kaderiyyeye şöyle sorulur: Cenâb-ı Hak şöyle buyur-mamışmıdır: «Vakitleri (ecelleri) dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler». 720Bir başka âyette de «Bir canın eceli gelip çatınca Allah onu asla geri bırakmaz, Allah işlediklerinden haberdardır.» 721 buyurulmamış mıdır? Buna evet, demek zorundadırlar. Soruya devam edilir: O halde bize söyleyiniz bakalım, zâlim bir katilin öldürdüğü adamın durumu nedir? O adamın öldürülmesi ecelinde nıi olmuştur, (yahut) eceli geldiği için mi öldürülmüştür? Bu soruya evet cevabını verirlerse doğruyu söylemiş ve kaderi inkâr görüşlerini terketmiş olurlar. Eğer, hayır, derlerse, «bu maktulün eceli ne zamandır?» diye sorulur. Derlerse ki, onun eceli, Allah'ın ilminde Öyle bir vakittir ki o adam öldürülmeseydi Allah tarafından o adamın karısı olarak bilinen bir kadınla evlenecekti. Her ne kadar bu evlenmeye yetişe-mediyse de, öldürülmeseydi, böyle olacaktı. (Ve ondan sonra tabiî ecelinde ölecekti. Yanî katil o adamın tabiî ecelini keserek öne almıştır.) Bunun üzerine ben de şöyle derim: Pekiyi, yine Allah tarafından bilinmekteydi ki öldürülmeseydi de yaşasaydı küfredecek ve cehennemlik olacaktı. Şimdi nasıl böyle birşey düşünülemezse (yani ölmemesi o adamın iyiliğine -salâhına- olmadığı için Mutezileye göre ölmesi gerekir) adamın erişemediği bir vaktin kendisi için ecel olması da düşünülemez ve «ecelleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirle!» 722 âyetinden anladığımız manaya itiraz teşkil edemez»723
Bu noktada bir başka itiraz hatıra gelebilir ve denebilir ki, katil o adamı öldürmemeye muktedir midir?. O adam yaşayabilir mi? Diğer bir ifade ile eceli kesmeğe, öne almağa veya geciktirmeye kadir midir? Eş'arî böyle bir meselede Mutezilenin, insan ecelini öne alabilir, geciktirebilir veya tabiî eceline terkedip ruhu çıkıncaya kadar hayatta kalmaya gücü yetebilir, görüşünün dinde ilhad demek olduğunu söylemektedir. 724
Dikkat edildiği takdirde görülecektir ki Eş'arî, kaza ve kader konusunda da yine kullara hür irâde tanımamaktadır. Bu durumda insanın mesuliyetinin ne olacağı sorusuna verilecek cevap yine « k e s b » meselesine râci olacaktır.
Hürriyet ve irâde probleminin çözümünde Ehl-i sünnet ilm-i kelâmının kurucusu kabul edilen îmâm Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'nin ('Alî b. İsmail 324/936) görüşleri şüphesizdir ki, selefin meseleye bakışından çok farklıdır. Fakat bir çok yönleriyle vuzuha kavuşamamış, müphem kalmış açıklamaların müteahhir Eş'arî âlimlerince ; işlendiğini, çeşitli yorumlar getirildiğini ve böyleec sistematik bir ekol hüviyetiyle Ehl-i sünnetin doktrinal teolojisinin ieessüs ettiğini görmekteyiz.
Eş'arl'nin hürriyet ve irâde problemini ele alış tarzını incelersek şu neticeye varmamız mümkündür: Meseleye Allah teâlânm irâde ve kudreti açısından baktığı zaman, mutlak tevhid, tenzih tavrını muhafaza etmekte ve adeta mutlak cebirden hiç farkı olmayan kanaatler serdetmektedir. Bu durumda, ortaya çıkacak olan insanın sorumluluğu problemi karşısında da meseleye insan açısından bakmak ve bu sorumluluğu temelleridirmek zorundadır. İşte bunu yaparken de Mutezilenin düştüğü, bütün unsurlarıyla kaderi inkâr durumuna da düşmekten şiddetle kaçınmaktadır. İşte bu iki endişe arasında bocalarken Eş'arî, gergin bir yayın boşalma hareketi gibi, önce sahib olduğu Mutezile fikirlerinden kopar kopmaz, soluğu cebir ucunda almış, bilahara bu uçtan da kurtulmak istiyerek bulduğu «kesb» formülü ile görünürde, cebir ve tefviz arasındaki bir noktada karar kılmıştır. Eş'arî eklektizminin bu karar noktası, görünüşte, tefvize nazaran cebre daha yakın olduğu içindir ki buna, «cebr-i mutavassıt» (mutedil cebir) denmesi âdet olmuştur.
îslâm dünyasında Ehl-i sünnet kelâmını, Eş'arî ile aynı yıllarda yaşamış bulunan İmâm Ebû Mansûr el-Mâtürî-dî (333/944) nin bir başka bölgede kurarak temsil ettiğini görmekteyiz. 725
e) Mâtürîdî'de Hürriyet ve İrâde Problemi:
Ehl-i sünnet ilm-i kelâmını hicrî üçüncü yüzyılın son yarısı ile dördüncü yüzyılın ilk çeyreği içinde Mâverâünne-hir taraflarında tesis edip yayan Semerkand'lı îmâm Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (333/944), içinde yetiştiği Hanefî mezhebinin imâmı İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (150/767) nin daha önce özel bahsi içinde belirttiğimiz akaid görüşlerinden hareketle kelam metodunu kullanmak suretiyle bir sistem geliştirmiştir. Zaman ve metod bakımından Eş'arî hareketinin ikiz kardeşi manzarasını taşıyan bu faaliyet içinde hürriyet ve irâde problemine hangi çözüm yolları arandığı, ne gibi formüller bulunduğu, tezimizin esas konusunu teşkil etmektedir. Tezimizin üçüncü bölümünü tahsis ettiğimiz ve o bölüm içinde detaylarıyla arzetmeye çalışacağımız bu konuya, burada, sadece bu kadar temas etmekle yetiniyoruz.
Hicrî dördüncü asra kadar îslâm dünyasındaki fikir hareketlerinde, doğrudan felsefeyle meşgul olan filozofların da önemli rol oynadıklarını görüyoruz. O halde bu zaman diliminin hürriyet ve irâde problemine hangi açılardan yaklaştığını anlatırken, bu devir içinde İslâm felsefesini temsil eden isimlerden de söz etmek gerekecektir. 726
3. İslâm Felsefesinde Hürriyet ve trâde Problemi:
İlkçağ felsefesinin bellibaşlı isimlerinden Eflâtun (427-347) ve Aristo (384-322) nun fikirleri, daha ziyade Plotinus (204-270) un anladığı ve yorumladığı şekliyle Süryâ-nîlerin tercümeleri vasıtasıyla islâm düşüncesine metod bakımından tesir etmiştir. Bu hususu tezimizin birinci bölümünde zikremiştik.727
Hellenistik kültürün bu tesir mekanizmasında, Süryânî kilisesine ilâveten İran zerdüştîliğinin ve Harran paganlarının da rol sahibi bulunduklarını ilave etmek gereklidir. 728
Halife Me'mun (786-833) zamanında başlayan tercüme faaliyetleri ile Aristo'nun fikirleri ve neoplatonist sarihlerin yorumları daha iyi anlaşılmaya başlamış ve hatta doğrudan Yunanca metinler ile Süryanîlerin tercümeleri karşılaştırılmak suretiyle aslına daha uygun anlayışlara doğru gidilmiştir. 729
îlk Mu'tezile ricalinin başlatıp yürüttükleri ve bilahara Eş'arî ve Mâtürîdî ile sünnîleşen kelâm metodunda İslâm akaidi konuları felsefî metod ve izahlarla ele alındığı halde yine de Kur'ân-ı Kerimin ve hadislerin verdiği bilgiler asıl kabul edilmekte ve bunların umumi çerçevesi dışına çıkılma-ması esas alınmaktaydı. «Mütekellimler» adını verdiğimiz bu zevatın dışında bir de doğrudan doğruya felsefe ile iştigal edenlerin bulunduğunu ve bunların felsefe ile müşterek olan akaid konularını, felsefeyi esas hareket noktası kabul ederek ele aldıklarını görmekteyiz. Yunanca «philosop-hos» kelimesinin arapça telaffuzu olarak «feylesof» (çoğulu felâsife) veya zaman zaman «hakîm» (çoğulu hukemâ') adı verilen bu kişilerle mütekellimler arasında, başta bu metod farkı olmak üzere diğer bazı konularda, sonucu yer yer tekfire kadar varan, fikir ayrılıklarının bulunduğunu müşahede etmekteyiz. İşte bu dönemde İslâm dünyasında felsefe ile meşgul olan ilk isimler arasında el-Kindî (258/872) yi, bilahara el-Fârâbî (339/955) ve İbn Sînâ (428/1037) yi görmekteyiz. Birer asır ara ile yaşamış bulunan bu üç filozof ile İslâm felsefesi teessüs etmiştir.
Hicri dördüncü asra kadar olan bölümde karşımıza çıkan isimler el-Kindî ile el-Fârâbî olmaktadır. Aslında Farâ-hî'nin fikirlerini şerhederek düzene sokmuş bulunan Ibn Sına ise hicrî dördüncü asrın son çeyreği ile beşinci asırda yaşamış bulunduğundan çizdiğimiz zaman çerçevesinin dışında kalmaktadır. 730
a) Ya'kûb el-Kindî:
Özel hayatı hakkında pek az bilgi sahibi olduğumuz Ebû Yûsuf Ya'kûb b. îshâk el-Kindî (258/872) Kinde kabilesine mensub güney araplarmdandır.731 Mu'tezile ricali arasında yetişmiş ve hatta görüşleri itibariyle bazılarınca bir filozoftan ziyade bir Mu'tezile kelamcısı olarak itibar edilmiştir. 732
Felsefe ile meşgul olan ilk kelâma sıfatıyle «Ebu'1-huke-mâ'» diye; islâm filozofları içinde soyu itibariyle arap olan yegâne şahıs olması itibariyle de «Feylesûfü'l-'arab» diye isimlendirilmiştir. 733
el-Kindi, süryânîce ve yunancaya da vakıf olduğu içindir ki Aristo'dan yapılmış birçok tercüme ve şerhleri asılları ile karşılaştırarak gözden geçirmiş ve tashihler yapmıştır. Hatta bu noktada o derece ileri bilgiye malik idi ki Aristo'ya nisbet edilen «Kitâb er-Rubûbiyye» (Esolocya, Theolo-gie) nin Porphyrius (234-305) tarafından yapılmış şerhinin 'Abdü'l-Mesîh b. 'Abdullah en-Nâimî el-Hımsî ( ? - ? ) nin arapçaya tercümesini734 halife Mu'tasım (227/842) in emriyle gözden geçirmiş ve bu eserin hakikatte Aristo'nun olmadığım tesbit etmiştir. Plotinus'un Enneadlar'ının son üç kitabının bir hulasası olan bu eseri muhtemelen el-Kindî, Enneadlar'm metni ile de karşılaştırarak, ıstılahları, ve fikirleri bakımından Aristo'ya ait olmadığını anlamıştır.735
îşte bu ölçüde felsefe ile meşgul olan el-Kindî, yer yer Aristo felsefesinde ayrı fikirlere sahib olmuş, Eflâtun ile Aristo'nun fikirlerini bağdaştırmağa çalışmış ve bilhassa Plotinus'un neoplatonist fikirlerini yeni bir anlayışla yorumlayıp geliştirmeğe çalışmıştır. Böylece yüzdeyüz bir taklitçi olmaktan uzak bulunmuştur736
Dînî akidelerin bazılarım Plotinusçu, neoplatonist bir açıdan izaha kalkmış olması onun bir kelâmcı hüviyetinin yanında bir, feylesof vasfını da taşımasını sağlamıştı. 737
Zamanında geçerli bütün aklî ve felsefî ilimler konusunda eser vermiş olan el-Kindî'nin ne yazıktır ki bugün pek azı elimizde bulunmaktadır.
Şimdi el-Kindî'nin hürriyet ve irâde hroblemi ile ilgili görüşlerine geçmeden önce şu noktaya işaret etmekte fayda vardır. İstitaatin, kudretin fiilden önce mi sonra mı olduğu konularında daha ziyade Mu'tezile gibi düşündüğü görülen el-Kindî'nin, Mu'tezileye destek olan Abbasî halifeleri zamanında itibar gördüğünü, fakat halife el-Mütevekkil (248/861) zamanında, Ehl-i Sünnet mezhebine dönüş hareketi sırasında, bu yüzden uzun bir süre kütüphanesinden mahrum bırakıldığını el-Kıftî (646/1248) ve İbn Ebî Üsay-bi'a (668/1270) zikretmektedir. 738Bununla birlikte biz el-Kindî'nin elimizde bulunan eserlerinden bazı görüşler tes-bit etmeğe çalışacağız.
Pek iyi anlamadığını gördüğümüz, hareket, zamanmekan konusundaki Aristo fikirlerini739 filozofumuz muhtemelen Aristo'nun Metafizik'inin yunanca metnfnden okumuştur.740 el-Hamse ilâ ustukussât risalesinde madde, suret, hareket, zaman ve mekân fikirlerini ele alır ve izah eder:
1) Madde : Madde diğer cevherleri kabul eder; fakat kendisi bir araz olarak kabul edilemez. Eğer madde kaldırılacak olursa diğer dört cevher de zaruri olarak ortadan kalkar. 741
2) Suret : Suret iki türlüdür. Cinsin esası, temeli olup, maddeden ayrılması gayr-ı kabildir. Ve Aristo'nun on kategorisi, cevher, kemmiyet, keyfiyet, nisbet, mekân, zaman, hal, varlık, tesir ve teessür, şeklinde tezahür eden şeyi tavsife yarar. Bu suret, şekilsiz bir maddeden bir şeyi meydana getiren melekedir. Ateşin, kuruluk ve sıcaklığın uyuşmasından elde edilmesi gibi. Madde kuru ve sıcak olunca, suret ateş haline gelir. Suret olmaksızın madde mücerred fakat gerçektir. Suret haline inkılab ettiği zaman o bir «şey» olur742
3) Hareket : Hareketin altı çeşidi vardır: İkisi cevherin değişimleridir. Bunun neticesi ya oluş (kevn) ya da yok oluş (fesâd) tur. Diğer ikisi artma veya eksilme şeklinde kemmiyette olan değişimlerdir. Geriye kalanlardan biri keyfiyette diğeri de halde olan değişikliktir. 743
4) Zaman : Hareket tarafından miktarı belirtilen, parçaları sabit olmayan müddettir. 744Zaman bizatihi harekete yakındır. Fakat daima ve sadece bir cihette vaki olur. O her ne kadar ona yakınsa da hareket değildir. Zira hareket cihet ayrılıkları gösterir Zaman sadece «önce» veya «sonra» nisbetine göre cihet ayrılıkları gösterir. Muayyen bir ölçüde düz bir hat üzerindeki hareket gibidir ve bu sebeple devamlı bir sayı serisi olarak ifade edilebilir745
5) Mekân : Cismin bittiği yerdir. Kuşatan ile kuşatılan cismin temas halinde bulunduğu satıhtır.746 Mekân bazılarınca bir vücut olarak farzedilmiş fakat bu görüş Aristo tarafından reddedilmiştir. Mekân daha ziyade vücudu ihata eden satıhtır. Vücut uzaklaştırıldığı zaman mekan varlığını kaybetmez. Zira boşluk (halâ) derhal diğer mevcutlarla dolar, satıh olduğu gibi kalır. 747 Kelamcılar tarafından benimsenmeyen bu görüş Aristocu (Peripatosçu-Meşşâî) fi-lozoflarca kabul edilmektedir. Kelâmcılara göre boşluk (halâ) vardır. Atomlar da vardır. (Yalnız bu atom görüşü Demokrit'in atomundan farklıdır). Meşşâîlere göre ise boşluk da yoktur, atom da yoktur. 748el-Kindî'nin zaman ve mekanı bir araz kabul eden görüşü yanında zamanın hareketle ölçülebildiğinin ifade edilmesi yine de mekanizmden kurtulamadığını göstermektedir. Çünki hareket mekân içinde meydana gelir. Bu da zamanın mekan tarafından belirlendiğini ifade eder. Mekanda geçerli olan da mekanizmdir.
Tıpkı Aristo gibi el-Kindî de zamanı bir kemmiyet olarak ele almıştır. Aristo'nun dairevî bir akış olarak kabul ettiği zamana mukabil el-Kindî'nin düz bir hat üzerindeki hareket gibi ve devam eden sayılar serisi olarak izaha çalıştığı zaman anlayışında, «geri çevrilemeyen zaman» düşüncesinin temelleri görünüyorsa da bu pek belirgin değildir. Ama yine de el-Kindî'nin insan hürriyetinin psikolojik temeli olan, şuur hallerindeki «geri çevrilemeyen zaman» mefhumuna yaklaşan bir sezgi içinde olduğunu söylemek mümkündür.
el-Kindî kelâmcı hüviyetiyle Allah'ın varlığını isbat ederken Allah teâlâya fiilî sıfatlar, tedbir, irâde, hikmet, it-kan isnad etmektedir. 749 Burada İ'tizal temayülü açıkça görülmektedir. Nitekim diğer sıfatlar konusundaki görüşleri de Mu'tezile görüşleridir. 750
el-Kindfye göre mutlak manada fiil ile amel arasmda fark vardır:
Fiil, tesire kabiliyetli bir mevzuda (failde) meydana gelen tesirdir. Hareket edenin kendisinde meydana gelen harekettir, diye de tarif edilir751
Amel, fikir ile yapılan fiildir. 752Burada ameli mutlak manadaki fiilden ayıran şey fikirdir. Hatta daha geniş manada şuur ve irâdedir de diyebiliriz.
İrâde, iki şeyden birini tercih gücüdür. 753
İhtiyar ise, tercih manasında, düşünceyi takib eden ifâdedir. 754
«İrâdenin illeti «hatır» (akıl, zihin) dır. Hatırın illeti de «sânih» (zihinde doğan fikir) dir.
Mahlukun irâdesi, sânihaden doğan ve «isti'mâl»e meyleden ruhî güçtür. Bu kuvveti «isti'mabe meylettiren «sâniha» dır.
«İsti'mâl» ise, irâde onun illetidir. Istfmâlin kendisi ba-zan başka «hâtır»lann da illeti olur. Bu, zincirleme devreden bir hüviyete sahiptir. Ve her zaman Allah teâlânm fiilinden ibaret olan bütün bu illetlerle birlikte bulunur. Bunun içindir ki biz «Allah teâlâ mahlukatının bir kısmını diğer bir kısmının «sâniha»sı olarak, bir gurubunu diğer bir gurubu ortaya çıkarıcı olarak, bir bölümü de diğer bir bölümün hareketini sağlar hüviyette yaratmıştır» deriz».755
Burada el-Kindî'nin psikolojideki «irâde hareketi» açıklamalarına benzer izahlar yaptığını müşahede etmekteyiz. Bununla birlikte mahlukatın zincirleme olarak birbirlerinin illeti durumunda olmaları ve sonuçta bütün illetlerin gerçek manada Allah teâlânm fiili bulunması, gibi görüşleri onun bir manada determinist bir görüş sergilediğini ifade.etmek tedir,
el-Kindî'nin, Aristo'nun De Anima'sı istikametinde, ruh ve akıl nazariyelerinde Aphrodıas'lı Aleksander'm De Anims II sine dayandığı görülmektedir. el-Kindî'ye göre «heyet-i umumiyesi ile dünya ezelî ve ebedi olarak faal olan bir illetin faaliyeti, birçok şekiller altında yukarıdan aşağıya doğru intikal eden ilâhî bir aklın eseridir. Allah ile bedenler âlemi arasında eflâk âlemini yaratan «âlem nefsi» vardır. İnsan nefsi bu âlem nefsinden sudur eder. Bedene bağlı kaldığı müddetçe, bu insan nefsi eflâke tabidir. Fakat aklî menşei ve zatı itibariyle serbesttir. Çünki «hürriyet» ve «ölmezlik» yalnız «akıl âleminde» vardır. Bu takdirde en yüksek hayra ulaşmak istersek, aklın ezelî hayırlarına teveccüh etmemiz, Allah'tan korkmamız ve kendimizi bilgi ile hayırlı işlere vakfetmemiz gerekir».'Bu ifadeler el-Kindî'nin Nagy tarafından bastırılan De întellectu adlı risalesinde bulunmaktadır ve İslâm dünyasında neoplatonist-peripatetist (Yeni Eflâtuncu-Aristocu) düşüncenin ilk örneğini vermektedir.756
Bu noktada da el-Kindî'nin insan hürriyetini psikolojik ve aklî bir temele dayadığı açıkça görülmektedir. Bunun dışında el-Kindî'de hakim görüşün determinizm olduğu söylenebilir.
el-Kindî ile başlayan İslâm felsefesi bir asır sonra bu temeller üzerine Ebû Nasr el-Fârâbî'nin kurduğu sistem ile kendini belirgin haîe getirmiştir. 757
b) Ebû Nasr el-Fârâbî :
el-Kindî ile başlayan felsefî çalışmalar sonucunda kelâm ilminde de etkilenmeler olmuş, bilhassa Allah'ın sıfatları gibi konularda en çok kullanılan isbat ve deliller, tabiat temaşasından ziyâde, mantıktan, mantığın kıyas bahsinden alınmağa başlamıştır. İşte bu fikir hareketleri içinde hicri üçüncü asrın son çeyreği ile dördüncü asrın birinci yarısı, İslâm âleminde felsefenin bir sistem halinde kurulduğuna şahid olmaktayız. Bu da Fârâbî sayesinde olmuştur. Felsefe nasıl Sokrat ile ahlâkî ve avâmî bir mefhum olarak, Eflâtun ve Aristo'da kemalini ve fikri değerini bulmuş ise Fârâbî'-den evvel el-Kindî'de Aristo'nun meşşâî felsefesine doğru başlamış olan fikir cereyanı da asıl Fârâbî tarafından tam bir sistem haline getirilmiştir".758
Muhammed b. Muhammed b. Tarhan Ebû Nasr el-Fârâbî (339/950), her ne kadar De Boer fârisî asıllı olduğunu söylüyorsa da, aslen türktür, Balasagun yakınlarında Fâ-râb yahut Otrar'da doğmuştur. Birçok seyahatlerden sonra Bağdad'a gelmiş, arapça öğrenmiş ve tahsil görmüştür. Tahsilini Bağdad, Şâm ve Mısır'da sürdürmüş, bilahara tekrar Şam'a dönerek hayatının sonuna kadar orada kalmıştır. 759
Yaşlı bir hristiyan doktor olan Matta b. Yunus*tan ve bilahara hristiyan feylesof Yuhanna b. Haylan'dan mantık tahsil etmiştir. 760
Tahsili sırasında Aristo'nun De Anima'sını ikiyüz defa Fizik'i de kırk defa okumuştur. 761
Fârâbî'nin tıp, mantık, felsefe ve hatta musikî sahasında bir çok eseri vardır. Bu eserlerinde Fârâbî Aristo'cu ve Eflâtun'cu fikirleri esas itibariyle birbirlerine uygun fakat .sadece teferruat ve ifade tarzlarında birbirlerinden farklı kabul eden neoplatonist bir görüşü benimsemiştir. Kitâb el-cenV beyne re'yeyi'l-hakîmeyn bu maksatla yazılmış ve Eflâtun ile Aristo'nun fikirleri bağdaştırılmak istenmiştir. 762
Fârâbî, üstadları Aristo ve Eflâtun'un motamo taklitçisi bir kişi olmaktan ziyade orijinal buluş ve görüşleri olan bir filozoftur. 763
Fârâbî'nin çok geniş felsefî sistemini açıklamak, tezimizin planı içindeki çerçevesini aşmaktadır. Bu bakımdan biz Fârâbî'nin sadece insan hürriyeti ve irâde konusundaki fikirlerine temas etmekle yetineceğiz.
Hareket Fârâbî'ye göre kesin tarifle beiirtilemez. Fakat (fbilkuvve olanın fiil haline gelmesi»dir şeklinde açıklanabilir. 764
Kuvvetler, melekeler ve iradî fiillerin ne demek olduğu kendisine sorulduğunda şu cevabı vermiş:
«Kuvvetler, melekeler ve iradî fiiller insanda hasıl oldukları zaman, insanın âlemdeki varlığından beklenen gayenin husulüne mani oluyorlarsa, bunlar insanî serlerdir. Kuvvetler, melekeler ve iradî fiiller insanda hasıl oldukları zaman, insanın âlemdeki varlığının gayesini tahakkuk etti-riyorlarsa, insanî hayırlardır. îşte insanî hayır ve şerrin haddi (tarifi) budur».765
İrâde ile ihtiyar arasındaki fark sorulduğu zaman da cevabı şu olmuştur:
«însan buna mümkün olan şeyleri seçer, ihtiyar budur. Bazan da insanın irâdesi mümkün olmayan şeyler üzerine düşer. Meselâ insan ölmemeyi dileyebilir. İrâde, ihtiyardan daha umumi bir mana taşır. Her ihtiyar bir irâdedir ama her irâde ihtiyar değildir. 766
Dinine çok bağlı olan Fârâbî, fikirlerinde daima Aristo, Eflâtun gibi ûstadlardan hareket ettiği halde Kur'ân'm hükümlerini de itirazsız kabul etmekte ve bu filozofların fikirleriyle bağdaşmaz görünümde olan hükümlerin bulunmadığını, bu fikirlerin hepsinin de Kur'ân'a uygun olduğunu kabul etmektedir.767
Fârâbî'ya göre nefsin kuvvetleri, hey'et-i umumiyesi ile ya temayüller veya irâdeden ibarettir. Dışardan alınan ihsaslar vasıtasıyla nefis ya duyulan varlığa meyleder veja ondan uzaklaşır. Bu, temayüllerin duyarlık ile ilgili yönüdür. Temayüller bazan mütehayyile ile de ilgilidir. Natıkada olduğu gibi temayüller, temayül kuvvetiyle meydana gelirler. Temayül kuvveti ise bir şeyi arzu eden yahut istemeyen güçtür. İşte bu güç iledir ki irâde meydana gelir. İrâde bir temayüldür ki bununla idrak edilen şeye meyledilir veya ondan uzaklaşılır. Bu idrak, ya duyularla, veya muhayyile ile ya da natıka kuvveti ile meydana gelebilir. Yeter ki bu idrak kabule yahut redde layık olabilsin. 768
Fârâbî'nin de el-Kindî gibi irâdeyi psikolojik açıdan ele aldığını görmekteyiz. Burada irâdenin idraklerle belirlendiğini dikkat nazarından uzak tutmamak gerekir.
Fârâbî'nin irâde anlayışında hayvanlarla müşterektirler. Ancak ihtiyar sadece insanlara mahsustur. Çünki ihtiyar fikirlerle kâimdir ve saf akıl sahasında geçerlidir. îhti-yâr, fikirle bağlıdır ve sanki ihtiyar ile ıztırar aynı anda söz konuşudurlar. Çünki akıl aslı itibariyle ilm-i ilâhînin takdirinde mevcut bulunmaktadır, insanın ihtiyarı bu manada ele alındığı zaman onun arzularının önüne ancak nakıs bir şekilde geçebileceği ortaya çıkar. Çünki madde kendi kanunlarına tabidir. Böyle olunca nefs-i natıkanın madde bağlarından tamamen sıyrılıp, akıl haline gelmesi gerçekleşmedikçe hürriyetten söz edilemez. 769
Fârâbî hürriyeti akla bağlamıştır. Fakat bu konuda Fârâbî tam bir determinizme inanmış bulunmaktariır. Oııa göre «madde şekilden şekle geçerken faal akıldan aldığı surctler ile, yani bu illetler ile taayyün eder. Bazı hadiseler gayr-i. muayyen (indetermin) görünürse de bu zahirî bir haldir. Onların da mutlaka sebepleri ve illetleri vardır. Fakat biz bilmiyoruz. Yavaş yavaş öğrenip bildikçe hepsinin birer sebep ve illetinin var olduğunu göreceğiz».770
Fârâbî'de insan hürriyeti akıl ve bilgi ile ilgilidir. Ona göre en v yüksek fazilet bilgi olduğundan, yüksekten gelmiş olan ve bilgi veren akıl elbette hareketlerimize dair hüküm vermek imkân ve kuvvetine sahiptir. Ruh kendi tabiat ve mahiyeti iktizası olarak arzuya maliktir. İdrak etmek dolayısıyla bir de iradesi vardır. Ve o irâdenin aklî teemmüller üzerine kurulmuş olduğunu bilen insan, hür irâdeye sahiptir. Saf fikir, hürriyet dairesi içinde bulunur. Böylece, düşünce ve tefekkür neticesinde husule gelen hürriyet, aynı 2amanda zaruridir ve nihayet ancak Allah'ın aklî mahiyeti ile muayyeniyet kazanır».771
«Bir insanda, salim düşünüş neticesi olarak, düşündüğü şeyi meydana getirmek için irâde kuvveti varsa, o insan hakkı ile hür insandır. Açık, salim ve iyi düşünüş ile irâdeden mahrum olan ise, behîmî insandır. Bir de salim düşünüş olup da, irâdesi yoksa o insan köledir. İlim ve felsefe ile uğraşanlardan bazılarının kölelikte diğer insanlardan aşağı kalmadıkları görülüyor. Bunların ilimlerinden fayda olmadığı gibi kendileri de diğer âlimler için âr ve hicab sebebi teşkil ederler».772
Fârâbî'nin sergilediği spiritüalist-entellektüalist773 görüşlerde biz insan hürriyetinin el-Kindî'de olduğu gibi psikolojik bir temele dayandığını, bunun dışında tam bir determinist görüşün hakim bulunduğunu müşahede etmekteyiz.
Fârâbî ile teessüs eden İslâm felsefesi bir asır sonra İbn Sînâ (428/1037) ile kuruluşunu tamamlamış ve Endülüslü îbn Rüşd (595/1198) ile bambaşka boyutlara ulaşmıştır. Tezimizin planında hicrî dördüncü asra kadar olan görüşler ele alındığı içindir ki, İslâm felsefesinin geliştirilmiş, iyice detaylara inilmiş sistemlerini ortaya koyan bu filozofların^ çerçeve dışında bırakmak zorunda kalmış bulunuyoruz. 774
4. Tasavvufta Hürriyet ve irâde Problemi:
Hürriyet ve irâde probleminin hicrî dördüncü asra kadar İslâm dünyasında ele almışını incelerken temas edilmesi gereken bir nokta da Tasavvuftur. Bilindiği gibi gerek hel-lenistik felsefe ve gerekse Hind ve İran felsefeleri, İslâm dünyasındaki tesirlerini ya doğrudan felsefe şeklinde sürdürmüş veya azçok değişen oranlarda İslâmî prensiplerle bağdaşarak yeni yeni kompozisyonlar şeklinde kelâm sahasında gösterdiği gibi buna paralel bir başka sahada, tasavvuf sahasında da göstermiştir. Ancak ne var ki tasavvufta felsefe gerek metod ve gerekse görünüm itibariyle bambaşka bir hüviyet kazanmış, adeta müstakil bir saha karakterine bürünerek süregelmiştir. Kullanılan ıstılahlarıyla, meselelerin özel yorum tarzlarıyla, hürriyet ve irâde probleminin tasavvufta nasıl ele alındığı hususu başlıbaşına bir tez konusu olacak ve hatta birkaç tez olarak işlenebilecek mahiyet ve boyutlara sahiptir. Bunun içindir ki biz sadece kelam ve felsefe açısından ele aldığımız tezimizde bu konuyu plan dışı bırakmış bulunuyoruz, 775 .
B. Hicrî Dördüncü Asra Kadar t s 1 fimi n Hürriyet ve İrâde Problemine Bakışının Karakteristiği:
Başlangıçtan itibaren hicrî dördüncü asra kadar îslâm dünyasında kelam ve felsefe açısından hürriyet ve irâde probleminin nasıl ele alındığını belli başlı isimlerin- görüşlerini serdetmek suretiyle işlemiş bulunuyoruz. Buraya kadar arzettiğimiz malûmata yeniden göz atıldığı takdirde görülecektir ki mesele İslâm dünyasında herşeyden önce Allah'ın sıfatlan açısından ele alınmaktadır. Gerek selefin ve gerekse diğer gurupların probleme bakışlarında görülen müşterek karakter bu olmaktadır
«Cebir de yoktur, tefviz de. ikisinin arasında bir orta yol vardır» formülüyle dile getirilen, kaza ve kader konularında Kur'ân ve hadiste ne varid olmuşsa hiç münaka-şasız, olduğu gibi kabul edip tafsilata girişmeyen ve bu yüzden problemin çözüme kavuşturulması istikametinde herhangi bir endişesi ve çabası bulunmayan selefin bu «en salim» görüşü istisna olarak kabul edilmelidir.
Hürriyet ve irâde probleminin çözümünde şüphesizdir ki en büyük çabayı Mu'tezile göstermiştir. İnsanın hürriyetini mutlak tefviz istikametinde temellendirirken meseleyi yine Cenâb-ı Hakkın sıfatları açısından ele almışlar ve «'adi» prensibi ile bağdaşacak yorumlara gitmişlerdir. Ne var ki bu çabalan sonunda elde ettikleri neticenin probleme gerçek çözüm getirecek başarıda olduğunu söylemek mümkün değildir. İlâhî zaruretlerle insan varlığı ve sorumluluğunun ilişkilerini mantıkî izahlarla ortaya koymağa çabalarken Mu'tezile'nin yer yer tutarsız ve zayıf noktalara dayandığını müşahede etmişizdir.
Mu'tezile kulun güç yetiremiyeceği (teklif mâ la yutak) j şeyi teklif etmenin Allah teâlâ için düşünülerniyeceğini söylerken 776bu görüşün neticede cebir görüşüne götüreceğini j fark edememiştir. Şöyle ki:
Teklif mâ lâ yutak caiz değildir derken bu cümlenin bir mânâsı da şudur; «Allah teâlânm kulun yapmaması için kudret vermediği bir şeye «onu yapma» demesi muhaldir.» O halde mesele şöyle de ele alınabilir:
1- Allah teâlâ kula yapabileceği şekilde kudret verdiği bir şeyi yapmasını emreder. Bu da iyilik vasfı taşıyan mevzularüadır, ve kul da bu «iyi» leri işler.
2 - Allah teâlâ, kulun terkedebileceği şekilde kudret verdiği bir şeyi yapmamasını emreder. Bu da şer vasfı taşıyan yasaklar hakkında geçerlidir. Kul bu serleri işlemez.
Neticede kul, yapabileceği hayır ve terkedebileceği şer konusunda Allah'ın ona verdiği kudret sayesinde fiil sahibi olur. Kul hayır işlediği zaman bu, Allah'ın ona hayır fiili için verdiği yeterli kudretle gerçekleşir, ama şer işlediği zaman yine Allah'ın verdiği kudretle işlemiştir ve fakat bu kudret kulun işlediği şerre mani olmağa yetmemiştir. Peki bu durumda kulun günahı nedir? Bu görüş nasıl olur da «'adi» prensibi ile bağdaşabilir.-Bu düşünce son tahlilde «cebir» görüşüne müncer olmaz mı?'.777
Mu'tezilenin insanlardaki hür irâde ve hür fiil anlayışları ile Allah'ın fiillerindeki Salah-Aslah, lutûf ve tevfik anlayışları arasında, kaza-kader konularında, ezeldeki ilm-i ilâhî ile, ecel, hidayet-dalâlet meselelerinde hem kendi aralarında görüş birliği bulunmamakta ve hem de tutarsızlıklar görülmektedir.
Mutezilenin böyle sonuçlara ulaşmasındaki sebeplerden biri de hiç şüphesiz onların Çebriyye ve Eş'ariyye'ye karşı görüşlerini isbatlarken mutlaka âyet ve hadislere dayanma-, lan ve bütün bunları kendi görüşleri istikametinde yoruma tabi tutmalarıdır. Problemin dînî hudutlar çerçevesinde halle kavuşturulması mecburiyeti ve bunun için de her hâl-u kârda nakli delillere dayanmak zarureti bazan çok uzak tevillere götürmüş ve bu da tabîî olarak birçok noktanın zayıf kalması sonucunu doğurmuştur. Diğer kelâm mezheplerine nazaran daha sık başvurdukları aklî istidlaller bile onların çabalarmdaki bu görüntüyü silememiştir.
Mu'teziîe, hürriyet ye irâde problemini incelerken kulların fiillerinde sebep-sonuç ilişkileri de dikkatlerini çekmiş ve tevlid-tevellüd meselesindeki görüşleriyle determinizme kail olmuşlardır. Bir yandan, insanın fiillrinde tam bir hürriyet görüşünü benimserken, diğer yandan tevlide inanmak, geniş plânda hürriyetin inkârına giden determinizme inanmak, Mu'tezilenin çelişkili tutumunun bir başka örneğidir.
Mu'tezilenin hürriyet ve irâde problemi ile meşgul olurken istikrarlı, muvazeneli, belli prensipler çerçevesinde araştırma yaptığını da söylemek zordur. Çünki onlar bu konuda cedel yolunu seçmişlerdir. Görüşlerine uygun âyetleri almak, uymayanları tevil etmek suretiyle giriştikleri mubahaseler-de cedel ve münakaşaların verdiği hırs ve heyecanla, her hal u kârda hasmı mat etmek gayretiyle çoğu kere ölçüyü kaçırdıkları görülmüştür. Hatta bazan hasmın tekfirine varan bu ifrat tutum karşısında, insan ister istemez gayenin gerçeği aramak, doğruyu bulmak değil de sadece cedel olduğu hissine kapılmaktadır. Tabîî bu tavır içinde tam manasıyla istikrarlı, tutarlı bir sistem görüşünün varlığından söz edile-miyeceği muhakkaktır. Sırası gelmişken hemen kaydetmek gerekir ki, cedel metodunun doğurduğu bu sonuçtan,: diğer kelâm mezheplerini de istisna etmek mümkün değildir. Eş> arîve Mâtürîdîlerin de, değişik oranlarda olmakla birlikte, hasımlarıyla yaptıkları cedellerde zaman zaman aynı ifratlara düştükleri görülmektedir.
Mu'tezilenin cedel sınırlarım aşarak çok daha derin ve şümullü araştırmaya girmemiş olmaları onların mücerred felsefeye nazaran daha sınırlı çerçevede görüşler ortaya koymalarına sebep olmuştur.
Mu'tezüenin tam karşısında yer alan Cebriyyenin görüşleri ise cedel metodu bakımından farklılık göstermemekle birlikte vardığı sonuçların çok basit, daima kolayına kaçan karakteriyle, ve meseleyi ele alış tarzı itibariyle, problemin ciddiyetiyle bağdaşır mahiyette görünmemektedir. 778
îlâhî irâdenin her şeye hâkim olduğu ve hatta kulun irâdesine de hakim bulunduğu tarzındaki Çebriyye görüşün de, bu durumda, kulun irâdesinin ne manası kalacağı soru-! su cevapsız kalmaktadır.
Cebriyyenin, insan sorumluluğunun temellendirümest konusunda da hiçbir gayretleri bulunmamaktadır.
Oebriyye'nin vardığı cebr-i mutlak sonucu, bazı yeni vej yakın çağ filozoflarının, karmaşık fikir sistemleri içinde yaptıkları ince araştırmaların götürdüğü mutlak cebir sonucu gibi ciddi bir çalışma olarak kabul edilmemelidir. Onlar meseleyi çok sathî ve basitinden görmüşler ve hemen hemen cedelin dıışnda bir gayret sarfetmemişler ve bu yüzden sağlam esaslara dayanmak ve fikri, bir sistem şeklinde geliştirmek lüzumunu da hissetmemişlerdir41'.
Hürriyet ve irâde probleminde Cebriyyenin ne Mu'tezilenin fikirlerini red ve cerh ettiklerini ve ne de mutlak cebir. istikametinde bir çözüm getirebildiklerini söylemek mümkün değildir.
Hicrî dördüncü asra kadar İslâm dünyasında farklı yönleriyle kendini gösteren Şia'nın ise hürriyet ve irâde probleminde getirdiği yeni bir görüş mevcut bulunmamaktadır. Bazan selef görüşlerinin, zaman zaman cebriyyenin ve çoğunlukla Mu'tezilenin fikirlerini benimsemiş bulunan Şîanın bu konudaki fikirleri o fikirleri temsil eden mezheplerin görüşleriyle aynı değerlendirmelere tabi bulunmaktadır.
Mutlak tefviz ve mutlak cebir uçlarının hürriyet ve irade probleminin çözümünde vardıkları sonuçlar itibariyle konunun çözümlenemezliğinde bir değişiklik meydana getiremediklerini ifade ettikten sonra bu neticeye,Eş'arî. eklektizmini, diğer bir tabirle cebr-i mutavassıt görüşünü de iştirak ettirmek gerektiğini söylemeliyiz. Bu noktada tbn Rüşd (595/1198) ün şu sözlerim nakletmekte fayda mütalaa etmekteyiz:
«Bu meselede iki taraftan birine kail olan kimsenin de Mu'tezile ve Cebriyye fırkaları gibi hataya düşeceği anlaşılır. Eş'ariyye fırkasının ileriye sürmek suretiyle hak sahibi olmak istediği «mutavassıt» şekle gelince bunun da asla vücudu yoktur. Zira bunlar insanda «iktisab» namına, elin bir titremeye uğramak yüzünden titremesiyle, insanın onu kendi ihtiyarıyla titretmesi arasında idrak ettiğimiz farktan başka birşey görmüyorlar. Onlar, bu hareketlerin her ikisi de bizim tarafımızdan değildir, deyince bu farkı kabul etmelerinin de manası kalmıyor. Zira bu hareketler, bizden sadır olmuyorsa onlardan kaçınmağa da kudretimiz yok demektir. Şu halde işlemek zorundayız. Neticede «titreme» hareketiyle «kesbî» namını verdikleri hareket, mana itibariyle pek basit bir şeyden ibaret kalır, aradaki fark da sadece lafza münhasır bulunur. Lafızdaki ihtilaflar ise mahiyetler hakkında bir hükmü gerektirmez. Bütün bunlar kendiliğinden aşikâr şeylerdir».779
Eş/arî'nin görüşlerinde hakim olan cebir kanaatini, net olarak izahı mümkün olmayan «kesb» formülüyle yumuşatması meseleye çözüm getirmemiştir.
Eş'arî'nin kaza ve kadere rızayı temellendirmek için bu kaza ve kaderin tarafımızdan bilinmemesini780 bir sebep ola-| rak göstermesi dikkat çekicidir. Bu nokta da göz önüne alın-' mak suretiyle Eş'arî'nin «insanın kendi hareketlerini hür bilmesi»781 şeklinde ifade ettiği görüş birlikte mütâlâa edildiği takdirde onun insan hürriyetinin psikolojik temellerini sezdiği ve neticede hürriyeti bir «şuur hali» olarak kabul ettiği görülecektir. Ki Eş'arî'nin bu yönü kelâm sahasında ori-. jinaldir ve bizce «kesb» formülünden daha açık ve anlaşılır! mahiyettedir.
tslâm filozoflarının meseleye bakış açıları ise daha başı ka karakterdedir. Neoplatonist bir anlayışla Eflâtun ve bilhassa Aristo'nun görüşleri istikametinde düşünen bu filozoflar îslâmî esaslarla bağdaştırmaya çalıştıkları felsefî görüşlerinde, hicrî dördüncü asra kadar, istikrar kazanmış ve bütün detaylarıyla belirginleşmiş bir felsefî sistem ortaya koyamamışlardır.
el-Kindî'nin hürriyet ve irâde problemi konusunda genel hüviyetiyle Mu'tezile gibi, felsefî yönüyle de hellenistik kültürün tesiri altında düşündüğünü ve fakat hürriyetin temellendirilmesinde, bilahara Eş'arî'de de gördüğümüz gibi, psikolojik yöne ağırlık verdiğini müşahede etmekteyiz.
el-Fârâbî de hemen hemen aynı kategoride mütâlâa edilebilecek fikirlerin daha düzenli ifadelerinin sahibidir.
Hürriyet ve irâde probleminin izahı çabalarında orta-. ya çıkan mûsikilerden en önemlisi, hiç şüphesizdir ki, ezeldeki ilm-i ilâhî ile kaza ve kaderin, kulun irâde ve fiillerindeki serbestliği ile bağdaştırılmasıdır. Hadiselere zaman çerçevesinden bakan ve her şeyi zaman ve mekân içinde görmeğe ve düşünmeğe mecbur olan insanın zaman ve mekândan münzzeh olan ilâhî mefhumları idrak ve izah etmesinin imkansızlığı ortadadır. Buna rağmen insanoğlu bu kısırlığına bakmadan bu konulara dalmıştır ama i sonuç ya Allah teâlâ-nın bazı sıfatlarını, kaza ve kaderi inkarla sonuçlanmış veya insanı ilâhî kanunların kumanda ettiği bir robot haline getiren inkârla, insan irâde ve hürriyetinin inkârıyla neticelenmiştir.
Birinci bölümde örnekleriyle izah ettiğimiz gibi çağlar boyunca felsefe ve psikolojide durum bu olmuştur. Bu durum sonuç itibariyle îslâm dünyasında da farklı olmamıştır. Çünki «cebir ile irâde, ıztırâr ile ihtiyar arasında başka bir mefhum yoktur»782 gerçeği, tezâd halde bulunan bir gerçektir. Şıklardan her ikisinin birden kabulü ancak agnostik bir izah ile mümkündür. Çünki aklı başında olan hiç bir insan kendi varlığında müşahede edip durduğu, ve hayatına şekil verdiğini gördüğü irâdesini inkâr edemez. Ama bunun yanında Allah'a iman eden bir mü'min olarak da Yüce Allah'ın âlemşümul irâde ve kudretini, her şeye hakim olan varlığını da kabul edip tereddütsüz îman etmek zorundadır. İşte bu durum karşısında ortaya çıkan cebir ve tefviz görüşleri, bu tezad görünümlerine rağmen taraftar toplamışlardır. Hicrî dördüncü asra kadar îslâm dünyasında da böyle olmuştur. Ya meselenin cebir yönü veya tefviz yönü galip gelmiş, her iki yönü telif etme istikametindeki eklektik çabalar ise lâfız münakaşaları ve izahlarından öte gidemeye-rek neticede taraflardan birine müncer olmuştur. 783
Hicrî dördüncü asra kadar İslâm dünyasında sevgili peygamberimizin (s.a.) ümmeti için çok büyük bir hikmetle uygun gördüğü agnostisizmi aynen benimseyen selefin bu «en salim» tutumu istisna edilerek bir çözüm gibi kabul edilebilirse, meselenin mahiyetinden geîen çözülemezliğin ortadan kaldırılmasında bir merhale katedilememiştir, O halde problem çözülememiştir..
Mü'min günlük hayatta ve Allah'ın emirleri karşısında hem sorumluluğuna ve bunun için de irâde hürriyetine sahip olduğuna inanacak, hem de kadere îman edecektir. Problem kıyamete kadar ilâhî bir sır olarak kalacaktır.
Tezimiz içinde özel bölüm ayırdığımız, İmâm el-M&türi-rtî'nin hürriyet ve irâde anlayışına geçmeden önce yapa tek şey, birinci bölümü bitirirken Ziya Paşa'nm meşhur beytini tekrar etmek olacaktı .
Halletmediler, bu lugazin sırrını kimse Bin kafile geçti hukemâdan fudalâdan. 784
Dostları ilə paylaş: |