C. Sosyopolitik Süreç: Akidenin Kelâmlaşması Ve Yeni Ekollerin Ortaya Çıkışı
Hz. Ebu Bekir ve Ömer dönemlerinde egemen olan sükûnet, birlik ve beraberlik Hz. Osman'ın hilafetinin ilk altı yıllık döneminde de devam etmiştir. Ancak ikinci altı yıllık dönemde selefin çizgisinden uzaklaşılmaya başlanmış, yönetimde atılan yanlış adımlar sebebiyle huzursuzluklar baş göstermiş ve geleneğin dışına çıkıldığı, Resûlullah'ın sünnetine uyulmadığı, dolayısıyla yönetimin gayri meşru duruma düştüğü şeklinde iddialar ortaya atılmış, yönetim sorgulanmaya ve sivil itaatsizlik olarak isimlendirilebilecek başkaldırılar ve karşı koymalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Sükûnet yerini karışıklığa, itaat yerini başkaldırıya, birlik ve beraberlik fitne ve tefrikaya bırakmıştır. Muhalifler yöneticilerin yaşantılarını, uygulamalarını, hatta din anlayışlarını sorgulamaya başlamışlardır. Tırmanan terör ve' anarşi halifenin müdafaasız ve muhakemesiz bir şekilde öldürülmesi noktasına ulaşmıştır. Hz. Osman'ın trajik bir şekilde öldürülmesi olayı (35/656), müslümanları çeşitli gruplara ayırıp birbirleriyle mücadele etme dönemini başlatmış, yarım kalmış projelerin tamamlanmasını sekteye uğratmıştır. Meydana gelen fitne ve kargaşa ortamında insanlarda yasaları çiğneme ve büyük günah işleme temayülü baş göstermiştir. Bu olay müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğe darbe vurmakla ve anarşiye yol açmakla kalmamış, eskiden beri süre gelen Hâşim oğulları ile Ümeyye oğulları arasındaki rekabeti kamçılamış, Resûlullah'ın bin bir uğraşı ile kurduğu dengeleri bozmuş ve İslâm kardeşliği konusunda soru işaretlerinin oluşmasına neden olmuştur. Mekke ve Medine'deki dayanışma duygusu, Bedir, Uhud, Hendek savaşlarındaki kardeşlik ruhu tereddütle karşılanmaya başlanmıştır. Hz. Ali dönemi (35/656-40/661) bu fitne ve ihtilafların gölgesinde geçmiştir. Bu dönemde vuku bulan Cemel (36/956) ve Sıffîn (37/657) savaşlarında büyük kayıplar verilmiş, birçok müslümanın temiz kanı akmış, İslâm dininin yasakladığı birçok cürüm pervasızca işlenmiştir. Hakem olayında Amr b. As ve müvekkili Muaviye'nin tutumları ahlâkî bakımdan sorgulanmış ve bir müslümanm tasarladığı bazı hedeflere ulaşabilmek için bu tarz davranıp davranamayacağı tartışılmıştır.
Bu çalkantılı ortamın gündeme getirdiği yeni sorunlar, müslümanların dünyevî hayatları kadar dinî düşünceleri üzerinde de etkili olmuş ve insanlar din anlayışlarını sorgulamaya başlamışlardır. İnsanların fiil ve günahlarını, bunların kaderle ilişkisini sorgulama şeklinde başlayan bu tartışma, daha sonra Allah-âlem ilişkisini, ilâhî sıfatları ve bunların niteliklerini tartışılır hale getirmiştir. Bütün bu gelişmeler karşısında insanlar bulundukları politik, kültürel, etnik, coğrafî ortama göre yeni tavırlar geliştirme durumunda kalmışlardır. İşte bu gelişmeler sonunda çeşitli fırka ve mezhepler oluşmuş, farklı dini yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.
İslâm'ın ilk döneminde yaşanan bu talihsiz olaylar sonucu Sebeiyye 245, Havariç 246, Şia 247, ve Selefiyye 248, gibi İslâm düşüncesini derinden etkileyecek olan yeni akımlar ortaya çıktı. Bunların bir kısmı naslara bağlı kalmayı, selefin formel çizgisi dışına çıkmamayı ve hâkim anlayışı devam ettirmeyi savunurken bir kısmı da selefin uygulamasında bir benzeri olmayan görüşler ileri sürmüşlerdir. Sebeiyye ve Şia gibi gruplar dış kültürlerin etkisinde kalırken, önceleri yabancı kültürlerin etkisinde kalarak Kur'an ve Sünnetten ayrılanları hedef alan muhafazakâr gruplar zamanla ileri giderek nasları tevil edenlere ve aklî deliller kullananlara cephe aldılar, onları bid'atçılıkla itham ettiler, eskileri taklit etmeyi en büyük meziyet addettiler. Ebû Hanîfe'ye yöneltilen ithamlar bu türdendir. Nitekim o, selefin yapmadığı şeyleri yaptığı için kendini bid'atçı olarak itham edenlere karşı şu savunmayı yapmaktadır: Hz, Peygamber'in ashabı kelâmla uğraşmadılar çünkü onlar, karşılarında savaşan kimse olmadığı için silah taşıma ihtiyacı duymayan kimseler gibiydiler. Biz ise, bizi öldürmek isteyen ve kanımızı helal gören kimselerle karşı karşıyayız. Bu ortamda kimin hatalı, kimin isabetli olduğunu araştırmamak, aile efradımızı savunmamak gibi bir tutum içinde olamayız. Biz bugün bir savaşla karşı karşıyayız ve silaha muhtacız. Ayrıca insan, karşılaştığı ihtilaflı konularda dilini tutsa bile düşünce olarak birini tercih eder veya hepsine muhalefet eder. 249 Muhafazakârlar, değişen şartlara göre yeni düşünceler geliştiren Ebû Hanîfe gibi alimlerin karşısına Malik b. Enes'in (ö. 179/795) agnostisizmi yücelten şu sözleri ile çıktılar: “İstiva meçhul değildir, keyfiyetini anlamak ise mümkün değildir, ona inanmak vacip, hakkında soru sormak ise bid'attır.” 250
Selefiyye'nin düşünce koordinatlarını oluşturan takdis (Allah Teâlâ'yı O'nun sözlerini, kendisine yakışmayan sıfatlardan tenzih etme), tasdik (nasları olduğu gibi kabullenme), acz-i itiraf (nasları yorumlama gücünün olmadığını kabul etme), sükût (susma), imsak (konuşmama), kef (nasların zahirinden anlaşılanı yeterli görme), teslim (nasların zahirî anlamına teslim olma) gibi kavramların tümü düşünceyi dondurmak ve yeni bilgiler üretilmesinin önüne geçmek için konulmuş engellerdir. Halbuki gerçekleştirilen fetihler neticesinde çok uluslu ve çok kültürlü hâle gelen İslâm toplumuna Arap yarımadasında olup bitenleri muhafazaya indirgenmiş bir din anlayışı ile hâkim olmak mümkün değildi. Vahyin din haline gelişi bir süreç olduğu gibi dinin diyanet haline gelişi ve yaşam şekline dönüşü de ayrı bir süreçti ve her iki süreçte de insanların anlama kapasitesi ve ihtiyaçları yarımda siyasî, kültürel, coğrafî ve sosyal faktörlerin etkisi söz konusuydu ve vahiyden anlaşılan mesajlar muhatapların anlayış seviyelerine göre değişmekteydi. Zaten evrensel olduğunu söyleyen bir din için bu durum kaçınılmazdı. Çünkü böyle bir din, avamın, orta tabakanın ve havassın manevî gıdası olmak durumunda olduğu gibi; farklı ırk, dil ve coğrafyalara mensup insanların da esin kaynağı olmak durumundaydı. Bu nedenle dinî mesajlar yoruma açık, muhatapların anlayış seviyelerine göre anlaşılabilecek konumda ve her mertebede insanı doyurmaya muktedir bir şekilde gönderilmiş olmalıdır. Bazı meselelerin açık ve yalın ifadelerle, bazılarının ise teşbihlere baş vurularak anlatılması da bundandır. Bu söylediklerimizden birbirine aykırı din şekillerinin bulunduğu değil, ilahî mesajdan herkesin kendi kabiliyet ve anlayışı ölçüşünce faydalanabildiği anlamı çıkarılmalıdır.
Yaşanan olaylardan büyük üzüntü duyan ve çıkış yolları arayan bazı din bilginleri yeni yeni değerlendirmelerde bulundular. Bunların üzerinde en çok durdukları konuların başında büyük günah (kebire) işleyenlerin durumu gelmekteydi. Ehl-i kebairin, işledikleri günahlardan sonra da müslüman olarak kalıp kalmadıkları, bu fiilleri gerçekleştirirken ne ölçüde hür oldukları, imanın tek başına yeterli olup olmadığı, amellerin iman üzerindeki etkisi, ilâhî adalet ve sıfatlar gibi konularda sorular sorulup cevaplar verildi, bu çerçevede değerlendirmeler yapıldı. Bu değerlendirmeler büyük günah işleyen bir kimsenin müslüman olarak kalamayacağını söyleyen Haricilerden, amellerin esasa ilişkin konulardan olmadıkları, dolayısıyla bir kimsenin müslüman olarak tanımlanması için iman sahibi olmasının yeterli olduğu ve büyük günah işleyenler hakkındaki hükmü ahirete erteleme iddiasında bulunan Mürcie'ye 251 kadar farklı ekollerin oluşması sonucunu doğurdu. Bunun sonucunda olabildiğince idealist ve rAdlkal tavır sahiplerinden, dinî aldırmazcılık ve ahlâkî gevşekliğe kadar değişik tavırlar sergileyen insan ve gruplar ortaya çıktı. Bu tartışmalar başlangıçta Pratik hayattan alınan örnekler üzerinde yapılıyordu ancak bu usûl problemlere neden olunca değerlendirmeler soyut ve teorik alana kaydırılmaya başlandı. Bütün fiillerin etkin failinin Allah mı yoksa insan mı olduğu, imanın amelden bir cüz olup olmadığı, Allah'ın sıfatlarının zatının aynı mı yoksa gayrı mı olduğu gibi konular tartışılmaya başlandı. Emevîler siyasî merkezi Şam'a taşıyınca başta Süryanîler olmak üzere Hıristiyan ye Yahudi kökenli mühtedilerin katkıları gündeme geldi. Abbasîlerin İktidara gelmesinden sonra siyasi merkez Şam'dan Bağdat'a taşındı. Şam'da hıristiyanların, yahudilerin ve filozofların etkisi söz konusu iken yeni merkezde İran, Hint ve doğu hermetizmi devreye girdi. Böylece Şam, Bağdat ve Mısır gibi merkezlerde büyük kütüphaneler kuruldu, hoşgörü ve hürriyetin egemen olduğu bir anlayış içinde dinî ve felsefî birçok mezhep ve ekol ortaya çıktı. Bunların bir kısmı sadece coğrafî olarak değil, ruh olarak da merkeze uzaktılar. Her biri Kur'an ve Sünnetle ortaya konan akidenin felsefesini yaptıklarını söylüyorlardı. İşte akidenin kelâmlaşması dediğimiz süreç budur. Bütün bunların sonucunda yukarıda koordinatlarını çizdiğimiz din anlayışı ihmal edildi; teorik, dengesiz ve taklitçi dindarlık öne geçti. Zamanla burada da durulmayarak mezheplere ait kelâmî görüşler akîde haline getirilip, İmamiyye'nin imamet prensibinde olduğu gibi mezhebî görüş âmentünün bir parçası haline geldi. 252
Dostları ilə paylaş: |