D. Özgür İrade Ve Akılcılığın Yükselişi: Mu'tezile
İlk dönem İslâm dünyasında düşünce alanında farklı çizgide akımlar ortaya çıkmış olup bunlar içinde mutlak hakikatin naslarla bilineceğini, dolayısıyla insan aklının verdiği bilgilere güvenilemeyeceğini söyleyen nasçılardan, aklın ulaştığı sonuçlara tam güven ile iman değerlerinin geçersiz sayılmasını iddia eden tabiatçı filozoflara; dinî değerleri halk için sembol ve istiare, bilge için ise akılla kavranabilir gerçeklerin parıldadığı sonuçlar olarak gören rasyonalist filozoflardan, inanç ile aklî araştırmanın kademeli bir şekilde sentezinin yapılabileceğini savunan düşünürlere kadar farklı yapılarda olanları bulunmaktadır. Mu'tezile bu akımlardan sonuncusuna dahil edilebilir.
Kelâm tarihi Mutezile'ye gelinceye kadar çeşitli aşamalardan geçmiştir. İlk aşama Mutezilîlik öncesi kelâm devresi olup bu dönemde teşbih, cüzî irade, büyük günah işleyenlerin konumu gibi itikadî konularda tartışmalara girenler, kendi görüşlerini savunurken Kur'an ve sünnetten deliller getirmenin yanında belli bir akıl yürütme metodunu da kullanmışlardır. Söz konusu akıl yürütme metodu kıyas olup fıkıhtan ödünç alınmıştır. Fakihler kıyası pratik hayatla sınırlandırıp nesneleri birbiri ile karşılaştırmak için uygularken, kelâmcılar onu gaibin şahide kıyası şekline dönüştürmüşlerdir. Bu dönemde naklî bilgiden hareket etme ve şahit ile gaip arasında benzerliğin bulunduğunu kabul etme iki temel çıkış noktası olarak görülmektedir. Kelâmın ikinci devresi felsefi olmayan Mu'tezile dönemidir. Bu dönem Vasıl b. Atâ (131/748)'dan Me'mun devrine (198/813) kadar geçen süredir. Bu dönemde de Mu'tezile kelâmın eski kıyas metodunu kullanmıştır. Kelâmın üçüncü devresi ise felsefi Mu'tezile dönemi olup Me'mun'un felsefî kitapları tercüme ettirmesiyle başlar. Mu'tezile bu dönemde felsefeden sadece bazı teorik düşünceleri değil, Aristo'nun kıyas metodunu da almıştır. Bilindiği üzere Aristo'nun kıyasında felsefi verilerden sonuca gidilirken kelâmda dinî verilerden sonuca gidiliyordu.
Ayrıca felsefi kıyasın kullanılışı nispetlerin eşitliği esasına dayanırken kelâmı kıyasın kullanılışı sadece şeyler arasındaki benzerliğe dayanıyordu. Mutezililer felsefeden aldıkları akıl yürütmeyi ya kıyas metodunun yerine koyup felsefi verilerden yine felsefi bir yöntemle faydalandılar ya da onları kelâmın kıyası ile karıştırarak dinî verilerden felsefî bir usûlle sonuç çıkardılar. 253
Sonuç olarak Mu'tezile hiçbir zaman dinden bağımsız bir felsefe oluşturmayı düşünmemiştir. Bu nedenle onların “Hür düşünürler” olarak nitelendirilmesi doğru değildir. Çünkü onlar hasımlarının diyalektik materyallerini inanç sistemlerini savunmak için kullanma yoluna gitmişlerdir. Tabir yerinde ise onlar önce din bilgini, sonra filozofturlar. 254
1. Mu'tezilî Düşüncenin Referans Çerçevesi
Her düşünce akımının bir referans çerçevesi vardır. Bu çerçeve tabiî ve sosyal şartlar, gelenekler, kültürel değerler gibi olgular bütünüdür. Bir hareketin bu çerçevesini tespit etmeden onu doğru bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir. Mu'tezile de kendine has koşullar içinde ve hareketin temel görüşlerini belirleyen bir referans çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Şimdi bu çerçeveyi ana hatları ile tanımaya çalışalım. 255
a. İç Referanslar
Bazı Mu'tezilî yazarlar, bu öğretiyi Hz. Peygamber'e kadar götürmekte ve Hz. Ali, Muhammed b. Hanefiyye, Ebû Hâşim Abdullah tarikiyle Vasıl b. Atâ'ya intikal ettiğini söylemekte iseler de 256, genel kabul bu yönde olmayıp, mezhebin doğuşu ile ilgili çeşitli senaryolar ileri sürülmektedir. Mes'ûdî (ö. 345/956), Abdülkahir el-Bağdâdî (ö. 429/1037) ve Şehristânî (ö. 548/1153) gibi mezhep ve fırkaların tarihini yazan müellifler Mu'tezile'nin doğuşunu Vasıl b. Atâ'nın, büyük günah işleyen hakkında “Ne mümindir ne de kâfirdir; bu ikisi arasında bir yerdedir” diyerek hocası Hasan el-Basrî'nin (ö. 110/728) meclisinden ayrılması üzerine Hasan'ın, “Vasıl bizden ayrıldı” anlamında “Kad i'tezele annâ'l-Vasıl” sözünü göstermişlerdir. 257 Benzer bir senaryoyu tekrar eden İbn Hallikan (ö. 681/1282) ise Hasan el-Basrî'nin meclisinden ayrılan kişinin Vasıl değil Amr b. Ubeyd (ö. 144/761) olduğunu kaydetmekte ve a'ma olan Katade'nin (ö. 118/736) Hasan el-Basrî'nin meclisi diye Amr b. Ubeyd'in meclisine yaklaşıp onları dinledikten sonra bunların, Hasan el-Basrî ve taraftarları olmadıklarını anlayınca “Bunlar Hasan'dan ayrılanlar” anlamına gelen “Hum mu'tezile ani'l-Hasan” ifadesini kullanmasını göstermektedir. 258 Bazıları ise Mu'tezile'nin, Hz. Hasan'ın Muaviye (ö. 60/680) lehine hilafetten ayrılması üzerine taraftarlarından bir grubun siyasetten ayrılarak kendilerini inanç ve ibadete vermeleri ile ortaya çıktığını ileri sürmektedir. 259 Ünlü müsteşrik Goldziher (1850-1921) de Mu'tezile'nin bu ismi zahidane tavırları dolayısıyla aldığını kaydetmektedir. 260 A. Von Kremer (1828-1889), T. J. De Boer (1866-1942), Dozy (1820-1883), M. Teodorus Houtsma (1851-1943) gibi bazı müsteşrikler ise Mu'tezile'yi Kaderiye. 261 fırkası ile irtibatlandırmaktadırlar. 262 Son asrın önemli düşünürlerinden olan Ahmed Emîn (ö. 1373/1954) ile müsteşriklerden H. S. Nyberg (1889-1958) ve Nallino (1872-1938) ise Mu'tezile'nin doğuşunu siyasî nedenlere dayandırmaktadırlar. Bunlara göre mu'tezile tabiri Cemel ve Sıffîn savaşlarında ortaya çıkan husumet ve düşmanlıklardan uzak durmaya çalışan insanlara verilmiş bir addır. 263 Mu'tezile'nin doğuşu genel olarak Vasıl b. Atâ'nın Hasan el-Basrî'nin ilim meclisinden ayrılarak kendisine yeni bir halka oluşturması ile başlatılır. Mu'tezile'ye karşı, düşman ve hasım olanlar onlara Mu'tezile yanında Kaderiyye, Cehmiyye, 264 Vaîdiyye,265 Havariç, Muattılla, 266 Seneviye, 267 ve Mecusiyye, 268 gibi adlar verirken; Mu'tezile kendilerini çoğunlukla Ehlü'1-Adl ve't-Tevhîd diye isimlendirirler. Adl ile insanın kendi fiillerini kendisinin yarattığını ve insan fiillerinin Allah'a nispetinin caiz olmadığını, dolayısıyla Allah'ın şer fiillerden tenzihinin gerekli olduğunu; tevhîd ile ise Allah'a kAdlm mânâlar halinde sıfatlar verilmesinin' doğru olmadığını, tevhidin oluşabilmesi için sıfatların Allah'a, zatının aynı veya hadis olarak nispet edilmesi gerektiğini söylemektedirler. 269 Bunlar, ayrıca kendilerini Mu'tezile, Ehlü'1-Hak (hak yanlısı), el-Fırkatü'n Nâciye (kurtulmuş mezhep) gibi isimlerle isimlendirirler. Hasımlarını ise Mücebbire (kaderciliği ve cebri kabul eden), Kaderiyye (kadere inanan), Mücevvize (günah işlenmesini caiz gören), Müşebbihe 270 ve Haşviyye, 271 diye isimlendirirler.
Diğer İslâm mezhepleri gibi Mu'tezile'nin de başta gelen referansı Kur'an-ı Kerim'dir. Bu nedenle onların inanç ve esaslarının çoğunu Kur'an'da ve Hz. Peygamber'in söz ve fiillerinde bulmak, en azından bu kaynaklardan beslendiklerini söylemek mümkündür. Mu'tezilî düşünceler Kur'an, Sünnet ve hatta bazı sahabilere kadar götürülse bile, bir inanç sistemi olarak Mu'tezile hicri birinci yüzyılın sonlarında Basra'da doğmuştur. Bu nedenle Mu'tezile'nin düşünce sistemini iyi kavrayabilmek için Basra ve çevresinin sosyal ve kültür 1 yapısını tanımak gerekir. İmamet, büyük günah işlemenin hükmü, kişisel özgürlük ve sorumluluk gibi konularda ilk olarak Medine'de ortaya çıkan fikir ayrılıkları buradan Mısır, Şam, Küfe ve Basra gibi merkezlere taşınmış, mescitlerde, meclislerde bu konular tartışılır olmuştu. Bu tartışmaları yapanların başında hem müderris hem de iyi bir hatip olan Hasan el-Basrî gelmektedir. O, Basra'da düzenlenen toplantılarda yaptığı konuşmalarda her müslüman gibi ihtilafları ortadan kaldıracak, birlik ve bütünlüğü sağlayacak formüller peşindeydi. Örneğin o, büyük günah işleyeni kâfir sayan Haricî ve onu tastamam mümin olarak gören Mürciî görüşleri reddediyor ve bunların yerine “Münafık”, “Fasık” gibi uzlaştırıcı ve birleştirici ara kavramlar ve “El-Menzile beyne'l menzileteyn” gibi mutedil ve ortadan nazariyeleri savunuyordu.
İşte Mu'tezile mezhebi bu tarz iç problemlerin kıyasıya tartışıldığı bir dönemde doğdu. Dolayısıyla o dönemde müslümanların karşılaşmış oldukları iç problemler bu mezhebin doğuşunda etkili olan faktörlerin başında gelmektedir.
Mu'tezile mezhebini ortaya çıkaran iç etkenlerden biri de eski mirastır. Şöyle ki dönemin kültür merkezlerinden biri olan Basra hem eski Arap hem de Babil ve Asur kültürlerinin izlerini taşımaktaydı. Muhammed Âbid el-Câbirî'nin de işaret ettiği gibi. 272 yeni ideolojiler ortaya çıkınca eski miras yok olmaz, çoğu zaman bilinç altına itilir. Uygun zamanı bulduğunda da ortaya çıkıverir. Araplar müslüman olmuşlardı ancak evrene, insana, topluma bakışlarını belirleyen tasavvur ve anlayışlar yok olmamış, bir an için bilinç altına itilmişti. Emevîlerin yönetim anlayışında görüldüğü gibi bu tasavvurlar çıkış noktası bulunca yeni dönemin şartlarına uygun olarak hemen bilinç alanına çıkıvermiştir. İslâm öncesinde Araplar dil ve edebiyat yönünden zengin fakat sanat ve ahlâk itibariyle ilkel (bedevi) durumdaydılar, vahiy sayesinde mütekâmil bir dine inandılar ve yüksek ahlâk esaslarına sahip bir toplum hâline geldiler. İslâm dini Arapların eski inanç ve ahlâk anlayışlarını reddetti ancak bilinç altına itilen bu anlayışlar tıpkı kabilecilik zihniyeti gibi müsait ortamlarda zuhur etmeye başladı. Bunun sonucu eski kültürel mirastan esinlenenlerle onu ayıklamaya çalışanlar arasında bir mücadele başladı. Örneğin şefaat, keramet, sihir, fal, kader, ilâhî adalet, cin konularında ortaya atılan görüşler bu mücadelenin su yüzüne çıkan görüntüleridir. Mu'tezile bu mücadelede bazen din adına eski kültürel mirasın reddini üstlenmiş, bazen de muhaliflere karşı onun savunmasını yapmıştır.
Mu'tezile'nin doğuşunda, siyasî duruşlarının da önemli bir yeri vardır. İslâm'dan önce Araplarda bu duruşlar kabile yapılarına göre cereyan ediyordu. Örneğin Mekke'de Benî Ümeyye ve Benî Hâşim birbirleri ile yarışıyorlardı. İslâm, Hz. Peygamberin liderliğinde bunları kaynaştırdı ve bütün inananları müslüman kardeşi yaptı. İlk dört halifenin göreve gelişlerinde de kabile faktörü değil, kardeşler içinden daha uygun olanını seçme görüşü ağır basmıştır. Ancak Hz. Osman devrinden itibaren Mervân (ö. 65/685) gibi bazı yöneticilerin zihninde Benî Ümeyye şuurunun bulunduğunu ve halifenin öldürülmesinden sonra bilinçaltında yaşatılan bu duyguların dışa vurulduğunu görüyoruz. Muaviye'nin iktidarı ele alması ve kendisinden sonra da hilafeti oğluna bırakarak hanedanlığı ihdas etmesi ile İslâm kardeşliği rafa kaldırılmış, harcanan bunca emek heba edilmiş ve siyasal görüş bakımından İslâm öncesine dönülmüştür. İran'ın fethedilmesi ve sahneye İranlıların çıkması üzerine de Benî Ümeyye ve Benî Hâşim ayrışması, Arap-Fars geleneklerinin hakim kılınması tartışmasına dönüşmüştür. Emevîler dönemi (661-750) bu tür tartışmalarla geçti.
Emevîlerin son dönemlerinde Hz. Osman'ı gerçek bir imam kabul edenler yanında, rejime bazı tenkitler yöneltip önerilerde bulunanlar da vardı. Asıl muhalefeti ise Keysaniyye 273 ve Rafızîler 274 temsil ediyordu. Bunlar temelde Hz. Ali'nin hilafetinin, Hz. Peygamber'in tayini ile gerçekleştiği ve ondan sonra da hilafetin alttan seçimle değil, üstten tayinle devam ettiği ve sahabenin çoğunluğunun Ali karşıtı tutumları ile küfre düştükleri görüşlerini savunuyorlardı. Bu husus, dini Hz. Peygamber'den hadisler şeklinde nakleden ilk ravileri itham altında bırakıyor, dolayısıyla Sünnî din anlayışını cerh ediyordu. 275
İlk dört halifenin uygulamasını hariçte tutacak olursak geri kalan tartışmaların her iki tarafta da veliaht tartışması şeklinde geçtiği görülmektedir. Emevî iktidarı yıkılıp yerine Abbasî idaresi kurulunca (132/750) taşlar yerinden oynadı. Emevîlerin, baskı, menfaat ve daha başka nedenlerle yanlarına aldıkları bürokrasi ve sivil güçler ortada kaldı. Bu güçlerin o güne kadarki ilişkileri yeni yönetimle teması da güçleştiriyordu. Bu durum zorunlu olarak Abbasîler ve muhalifleri olarak iki farklı cepheyi ve bu cepheler arasında mücadeleyi ortaya çıkardı. Bu nedenle M. Watt bu dönemi “Mücadele Asrı” olarak niteler. 276 Mücadele ilk olarak Haricî isyanları (38/658) şeklinde başladı, sonra Medine'de Muhammed b. Abdullah en-Nefsü'z-Zekiyye (ö. 215/830) ve kardeşi İbrahim'in Zeydiyye yanlısı isyanları ile tırmandı.
Abbasîler, hilafetin Hz. Hüseyin'den Muhammed b. Hanefiyye'ye ve ondan da oğlu Ebû Hâşim, Muhammed b. Ali'ye verilmiş olduğunu iddia ederler. Sonra 750'de Ebü'l-Abbas es-Saffâh Abbasî devletini kurmuş, 754'de ise halife kardeşi el-Mansûr (136/754) geçmiştir.
Abbasîlerle İran hükümet geleneği tarihi menkıbeler ve nasihat nameler yoluyla Arap edebiyatına girdi. İbnü'l-Mukaffâ İran krallarının saray teşrifatı ve hükümet düsturu üzerine çalışma mahiyetindeki bir tarihi Arapça'ya çevirdi. Manikeizm'den İslâm'a giren birtakım insanlar eski inançlarına yönelince zındıklık 277 yapmakla suçlandılar. İbnü'l-Mukaffâ bunlardan biridir. Arap olmayanların adam yerine konulmasını savunan Şuûbiyye hareketi 278 doğdu. Abbasîlerin son dönemlerinde merkezi otoritenin zayıflaması üzerine ise doğuda ve batıda birçok devlet kuruldu. Kuzey Afrika ve Endülüs'te Arap asıllı devletler kuruldu; doğuda ise Fatımîler (909-1171), İdrisîler (789-926), Tahirîler (821-873), Saffarîler (867-1495), Gazneliler (963-1186), Saman oğulları (819-1005) ve Büveyhîler (932/1062) gibi devletler ortaya çıktı. 279 Büveyhîler dönemi Şia ile Mu'tezile'nin ittifak halinde oldukları bir dönemdir.
Basra'da doğan Mutezile, Emevîlerden itibaren bazı halifeleri etki altına almaya başladı. Emevî hükümdarlarından Yezîd b. Velîd (ö. 105/724) ve Mervân b. Muhammed (ö. 132/750) dönemlerinde Mu'tezililer kısmen iltifat gördüler. Emevî devleti yıkılıp yerine Abbasîler kurulunca durum daha da lehlerine değişti. Mansûr ve Harun Reşîd (ö. 193/809) dönemlerinde müsamaha ile karşılanan Mutezilîler, Me'mun'un tahta geçmesiyle mezheplerini sarayın resmî ideolojisi haline getirdiler. Bu dönemde Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/849), Bişr b. el-Mu'temir (ö. 210/825), Sümâme b. el-Eşres (ö. 213/828), İbrahim en-Nazzâm (ö. 231/845), İbn Ebû Duâd (ö. 240/854), Câhız (ö. 255/869), Ebû Ali el-Cübbâî (ö. 303/916) gibi önemli bilginler yetişti. Me'mun bunların etkisinde kalarak Kur'an'ın yaratılmış olduğu fikrini kabul etti. Bu dönemde İbn Ebu Duâd'ın kışkırtmaları ile bütün müslümanlar bu fikri kabule zorlandı. Bu amaçla müslüman âlimlerin sorguya çekildiği talihsiz mihne olayları yaşandı. Takriben yirmi sene devam eden mihne 280 döneminde Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Haris b. Miskin (ö. 250/864), Abdüla'lâ b. Müsehher el-Gassânî, Muhammed b. Nûh gibi Mu'tezile karşıtı alimler çeşitli baskılara muhatap oldular, hapis cezalarına çarptırıldılar. Me'mun'dan sonra Mu'tasım (ö. 227/842) ve Vasık (ö. 232/846) devirlerinde de aynı uygulama devam etti. Vasık'ın 232/846'da vefatı üzerine Mütevekkil (ö. 247/861) iktidara gelince Mu'tezile'de gerileme dönemi başladı ve geniş kesimler tasvip etmedikleri mihne uygulaması karşısında tepkilerini ortaya koyabildiler Mütevekkil huzursuzlukların önüne geçmek için devletin resmî organları vasıtasıyla mezhebin yayılması, bu yolda bilginlere baskı yapılması uygulamalarından vazgeçip sarayın Mutezile'ye verdiği desteği terk etti ve böylece devlet desteğinde yıldızı parlayan Mutezile'nin yükselişi durdu, hatta çöküş dönemi başladı. Mihne olayları düşüncelerin siyasî iktidarın gücünü arkaya alarak ve baskı oluşturularak yayılamayacağını ve dinî düşüncelerin siyasî gücün manivelası olarak kullanılmasının doğurabileceği kötü sonuçların bir örneğini sergilemiştir. Mu'tezile mihne uygulaması ile kendi teorisine de ters düşmüştür. Çünkü onlar teoride bireyin hürriyetini savunuyorlardı. Mihne uygulaması ile ise herkesi kendileri gibi düşünmeye zorlamışlardır. Mihne olayları ayrıca insanlar arasında taassup ve muhafazakârlık duygularını kabartmıştır. Teoride taklidi reddeden, insanlara müsamaha ile bakılmasını savunan bu uygulaması ile kendi ilkeleri ile ters düşmüş, savundukları hoşgörü gitmiş yerine dar görüşlülük gelmiştir. Bunun sonucu birbirlerini hazmedemez olmuşlar ve bırakın “Ötekileri” kendi yandaşlarını bile tekfir etmeye başlamışlardır. Basralılar Bağdatlıları, Bağdatlılar Basralıları tekfir eder olmuşlar, dinin aslından, hatta dinden olmayan cüz lâ yetecezza (atom), mütevelladat (fiillerde sebep-sonuç ilişkisi), madunum şey olup olmaması (yokluğun dış dünyada mevcudiyetinin olup olmadığı), cevher ve arazların fena ve bekası (değişmeyen özlerle bunların değişen niteliklerinin yok olup olmaması) gibi meselelerden dolayı birbirlerini tekfir eder hâle gelmişlerdir. 281
Mütevekkil sonrası Abbasî saraylarında yeni simalar görülmeye başlanmıştır. Bunlar içinde Türklerin yeri ve etkisi önemlidir. Sarayın yeni sahipleri Mu'tezile karşısında Sünnîliği sahiplenmişlerdir. Bilhassa Eş'ârî'nin Mu'tezile'den ayrılması ve Sünnî bir mezhep olan Eş'ârî ekolünü kurması Mutezile için ağır bir darbe oldu. Bundan sonra Mu'tezile'nin kendini toparlaması ancak Büveyhîler döneminde mümkün olmuştur. Mutezilî görüşlere önem veren Adudüddevle (ö. 372/983)'nin Mu'tezilî Sâhib b. Abbâd'ı (ö.385/995) vezir yapmasıyla Mutezile'nin tirendi tekrar yükselmeye başlamış, Sahib b. Abbâd'ın ölümünden sonra ise Mutezile yeniden gözden düşmüş, Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey (ö. 1063) zamanında vezir Amîdülmülk Ebû Nasr Muhammed b. Mansûr (ö. 487/1094) tarafından bürokraside himaye görmüşler ve Mutezile karşıtı fikirler aleyhinde kampanyalar yapılmışsa da Alp Aslan'ın (ö. 465/1072) saltanatı ele geçirip Amidülmülk'ü görevden alarak yerine Nizamülmülk'ü (ö. 485/1092) getirmesiyle bu destek son bulmuş ve Nizamülmülk'ün verdiği destek ile Eş'ârîlik canlanmış, Cüveynî (ö. 478/1085) ve Gazzâlî gibi otoritelerin yönelttikleri tenkitler sonucu Mu'tezile tekrar toparlanma imkânı bulamamıştı. Böylece politik tarafsızlığı ve düşünce özgürlüğünü savunarak gelişen Mutezile, aynı ilkeleri terk ederek de çöküş dönemine girmiş ve dağılarak tarih olmuştur. 282
Dostları ilə paylaş: |