Sonuç
Akıl, Allah tarafından insana verilen yeteneklerin en değerlisi olup insanı diğer varlıklardan ayıran özelliklerin başında yer alır. İnsan, aklı sayesinde kendini, çevresini ve Allah'ı tanır; bunlar arasındaki ilişkiyi kavrar. İnsanda vahye muhatap olan yetenek akıldır. Bu nedenle Yüce Allah Kur'an'da insan aklına hitap etmiş, kelâmının anlaşılmasını ona havale etmiştir. Kur'an'ın insan aklına verdiği önem ve ona yaptığı vurgu açıktır. Nitekim müslümanların bu melekeyi verimli bir şekilde kullandıkları dönemlerde hem dinî hem de dünyevî açıdan hayatları olumlu bir şekilde gelişmiş; din ile hayat, dünya ile ahiret, Allah ile insan arasında çok önemli diyaloglar kurulmuştur. Bu insanların dinleri dünyalarına, inançları ahlâklarına, ibadetleri çalışmalarına engel olmamış, aksine hep olumlu yönde gelişmeler olmuştur. Kur'an'ın teşviki ve Hz. Peygamber'in uygulamaları ile başlayan bu süreç hicri beşinci yüz yılın sonlarına kadar yükselerek devam etmiş, müslümanlar dinî düşünce, felsefe, ilim, sanat, hukuk ve benzeri konularda dönemlerinin en parlak örneklerini sergilemişlerdir.
Akıl, Allah tarafından insanlara verilen fıtrî bir melekedir. Onun İslâmî, Hırıstiyanî olanı düşünülemez. Her insan kendinde mevcut olarak bu yeteneği belli ölçü ve kriterler içinde kullanır. İnsanın bu faaliyetine akletme veya akılcılık denir. İnsanın, aklederken kullandığı ölçü ve kriterler herkesçe kabul edilen birtakım aksiyomlar yanında bazı ön kabul ve ortak değerlerden oluşmaktadır. İşte bunları oluşturan da insanın içinde yaşadığı kültürel ortam, ortak inanç ve kabullerdir. Aklın kültür ve medeniyetlere ait olan yanı burasıdır.
Din, Aklın sınırlarına hapsedilemez. Çünkü onun iman, duygu, aksiyon gibi boyutları vardır ve bunlar akla aykırı olmamakla beraber çoğu zaman Aklın sınırlarının ötesine çıkabilmektedir. Bu nedenle burada kullandığımız akılcılık, Batılı anlamda bir rasyonalizm değildir. Bilindiği üzere rasyonalizm aklı hakikatin tek kriteri kabul eder ve onun onaylamadığı bir gerçeğin varlığını kabul etmez. “İslâmî akılcılık” la kastettiğimiz anlam, hakikatin yegâne ölçüsünün akıl olduğunu söyleyen rasyonalistlerin akla yükledikleri anlamdan farklıdır. İslâmî akılcılıkta aklı vahiy ve duyuların verileri ile çatıştırma ya da bilgi vasıtalarından birini diğerleri uğruna kurban etme söz konusu değildir. Aksine aklın vahiy ve duyuların verileri ile ahenkli bir bütün oluşturması esastır. Kelâmcılar bilgi vasıtaları arasındaki bu uyumu yakalamak için nassı akla uygun olarak anlamayı öngören “Tevil metodu”nu geliştirmişlerdir. Onda nastan vazgeçme olmadığı gibi Haşviyye'nin yaptığı şekilde nas karşısında aklı terk etme de söz konusu değildir. Maharet bu dengeyi kurma ve korumadadır.
İslâm düşüncesinin aklîleşme sürecinde birçok kişi ve ekolün katkısı olmakla beraber bir ekol var ki mensuplaarı İslâm toplumunda âdeta aklîleşmenin simgesi olarak görülmüş ve bu sürece çok olumlu katkılarda bulunmuşlardır. Bu ekol Mu'tezile'dir. Mu'tezile, ilk çıkışı, benimsediği görüşler, hizmetleri ve hezimeti ile geçmişte olduğu gibi bugün de incelenmeye değer bir olgudur. Onlar ilk çıkışlarında bugün bizim de karşı karşıya bulunduğumuz yabancı kültürlerle mücadelenin, dinî düşüncede hoşgörünün, siyasî kadrolara mesafeli durmanın, düşünce ve kararlarda ihtiyaç ve şartları göz önünde bulundurmanın güzel örneklerini sunmuşlardır. Bu sayede bilim, sanat ve düşünce alanlarında bir “Aydmlanma”yı gerçekleştirebilmişlerdir. Ne var ki onların yükselişini ve gelişmesini sağlayan bu prensipler ısrarla ve devamlı bir şekilde sürdürülememiş ve özellikle Abbasî devletinin kuruluşu ile başlayan ilkelerden taviz, sonlarını hazırlamıştır. Bilhassa Bağdat Mu'tezililerinin ortaya koyduğu siyasî tavır bu mezhebin savunduğu hoşgörü, çoğulculuk, akılcılık ve özgürlükten yana olma gibi prensipleri ortadan kaldırmış, yerine mihne olaylarında görüldüğü üzere taassup, taklit, tahammülsüzlük ve merkezden belirleyiciliği getirmiştir. Nitekim Me'mun'un mihneyi başlatan yazısında bu tutum açıkça görülmektedir. Böylece bir avantaj olarak algılanan “Siyasete yakın oluş”, onların hezimetini hazırlamıştır.
Hicri beşinci yüzyılın sonlarına gelindiğinde İslâm dünyasında siyasî yapıda olduğu gibi düşünce dünyasında da çoğulculuğun bazı sıkıntıları yaşanmaya başlamış, Batınîlik tehlikesi devlet adamları kadar din bilginlerini de endişeye sevk etmiş ve çok geçmeden de harekete geçilmiştir. Karşılaşılan problemlerin daha yüksek ve ileri düşüncelerle aşılması mümkünken, mevcut durumu koruyarak atlatılması tercih edilmiş ve etrafı muhkem duvarlarla örülü kaleler oluşturularak kapıları dış dünyaya kapatılmıştır. Tehlikeli görülen Batınîlerin ve filozofların önünü kesmek ve etkinliklerini önlemek üzere Gazzâlî öncülüğünde “Tekfîr” ve “Tadlîl” kampanyası başlatılmıştır. Bu kampanya halkın inançlarını koruma, toplumu disipline etme ve statükoyu muhafaza etme bakımından yararlı sonuçlar doğurmakla beraber, sergilenen baskılar sonuçta cehalete pirim vermiş, ulema huzur-i ilâhiye “Koca karı” veya “Kömürcü imanı” ile gitmeyi yeğler hâle gelmiştir. İnsanlar, entellektüelizm yerine cehalete yönelir, beyin çilesi çekerek cehenneme gitme yerine cahil olarak ölüp cennete girmeyi tercih eder olmuşlardır.
Siyasî ve dinî kaygılar, mezhebi ihtiyaçlar, bazı siyaset ve din bilginlerinin tercihleri yüzünden İslâm dininin akla ve ilme verdiği önem görmezlikten gelinmiş, bunlara yapılan vurgu zayıflatılmıştır. Bunun sonucunda nakle dayanan ilimler öne çıkarılmış, aklî ve tecrübî ilimler ikinci plana bırakılmıştır. Naklî ilimlerle meşgul olanlar toplumda itibar görürlerken, aklî istidlale önem verenler bid'at ve dalâlete sapmakla itham edilmeye, zındıklıkla suçlanmaya başlanmıştır. İslâm tarihine bakıldığı zaman aklî ve kevnî ilimlerle meşgul olan ilim adamlarının ve bu tür çalışmaları teşvik eden yöneticilerin zamanlarının makbul kişileri olmadıkları görülür. Dinî düşüncede aklîleşmenin önü kesilip müslümanların aklî ilimlerle meşgul olmaları engellenince ciddî bilim adamlarının yerini mukallitler ve kuru sofular almaya başlamıştır. İlimden nasibi olmayan bu insanlar, ilmin ve aklın dindeki yerini kavrayacak durumda değillerdi. Din bilginleri ise görevlerini başkalarından duydukları veya kitaplardan okudukları bilgi kırıntılarını nakletme şeklinde ifa ediyorlardı. Bunların her ikisi de nemelazımcılık, tembellik, taklit ve taassubu meşru hâle getirerek aklîleşmeyi engellemiş ve ilmî gelişmenin önünü kesmiştir. Malumat satıcılık, ilim olarak algılanmıştır. Daha da üzücüsü bu malumat satıcılar halk nazarında gerçek bilim adamlarının önüne geçmiş ve onlara karşı başarı kazanmışlardır. Din anlayışı ile bilim karşı karşıya gösterilmiş, insanlar okulda öğrendikleri astronomi bilgisi ile camide vaiz efendi tarafından dile getirilen kozmoloji arasında tercih yapma durumunda bırakılmıştır. Dinî ilimler modern gelişmelerden ve müspet bilimlerden uzak bir şekilde takdim edilince, birçok insan aklî ve ilmî faaliyetlerin gelişmesini dinin zayıflamasına bağlar, tabiî ilimlerin etkisine girerek dinden uzaklaşır ya da ilim ve fenne kulaklarını tıkayarak dindar kalmaya devam eder hâle gelmiştir. Bu tarz bir ikilem din açısından olabilecek en kötü durumdu ve maalesef bu durum yaşanmıştır. Kur'anî hakikatlere eskilerin yükledikleri ilim dışı yorumları kabulde devam edildiği ve onların yeni yorumları yapılmadığı takdirde müslümanlar ya cahil ve geri bir toplum olarak kalma ya da dine düşmanlık gösteren ileri bir toplum olma durumunda kalacaklardır. Bugün müslümanlar, kaybettikleri günleri telâfi edebilmek ve yitirdikleri hikmeti bulabilmek için bilim ve teknolojide ileri düzeyde olan toplumlarla temas halinde olmak durumundadırlar.
İslâm dünyasında akıl ile vahiy arasındaki dengenin bozulmasında siyasî kaygılar, geleneksel kültürler ve eski dinler etkili olmuştur. Nitekim İslâm coğrafyasında ortaya çıkmış olan Dehrîler, Batınîler, filozoflar ve Haşvîler bu kaynaklardan beslenmişlerdir. Burada akla ve aklîleşmeye talip olan Mu'tezile'nin konumu önem arz etmektedir. Bilindiği üzere dinî ilimlerde aklî metodu ilk önce kullanan ve müsbet ilimlere vurgu yapan Mu'tezile'dir. Onlar geliştirdikleri akılcı metot sayesinde başta kader konusu olmak üzere birçok dinî meseleye farklı bakışlar yaparlarken, hasımları muhalefet psikolojisi ile hareket ederek onların karşısında yeri almayı tercih etmişler, onları “Bu ümmetin Mecusîleri” olarak görmüşler, kader ve kaza kavramlarını Mutezile'ye muhalefet uğruna yanlış yorumlayarak tembellik, cürüm, sefalet, rıza, kanaat, zillet gibi kavramlar etrafında kaderci bir din anlayışı oluşturmuşlardır. Bu anlayış bir taraftan irade hürriyetini, diğer taraftan kişisel sorumulukları ortadan kaldırmış, insanlarda zorluklara karşı koyma ve sebat gösterme direncini kırmıştır. İnsanlar hayatla mücadele etme ve olaylarla cedelleşme yerine kadere boyun eğmeyi tercih eder duruma gelmişler, başlarına gelen olaylara “Kader böyle imiş”, “Olanda hayır vardır” şeklinde tepki vermeye başlamışlardır. Oysa kendini hür ve muktedir hissetmeyen bir toplumun hayatta başarılı olması ve rakipleriyle yarışması mümkün değildir. Bu muhalefet psikolojisi Sünnî müslümanları Mu'tezilî tezlerin karşısına itmekle kalmamış, zaman zaman Cebriyye'nin saflarına katılmaya kadar sürüklemiştir. Bunun sonucunda Cebriyye mezhebinin görüşleri, geneli temsil eden Sünnî dünyada bilhassa avam arasında yayılma imkânı bulmuştur. Halkla temas halinde olan din görevlileri ehli sünnetin itidal çizgisine dikkat edemeyerek cebri telkin etmişlerdir; camilerde vaiz ve imamların, tekke ve dergahlarda şeyhlerin telkin ettiği anlayış çoğunlukla budur. Oysa bu mezhep ilim, çalışma, ahlâk gibi eylemleri insanın çabası ve sorumluluğu dışında bırakmaktadır. Eğer hayır ve şer insanın elinde değilse, insan kaderinin gerektirdiği şeyleri yapıyor ve iş olacağına varıyorsa bunca gayret ve çabaya ne lüzum var?
Görülüyor ki, aklîleşmenin etkileri başta kader anlayışı olmak üzere dinî düşüncenin her alanında hissedilmeye başlanmıştır. Bu nedenle konuya tepkiselliğin ötesinde düşüncelerle yaklaşılmalı, mesele ciddiyetle ele alınmalıdır. Söz gelimi kader konusu biri teorik ve diğeri pratik olmak üzere iki aşamada ele alınabilir. Teorik olarak yaptıklarımızın bizim dışımızda bir yerlerde tespit edildiğini, bilindiğini düşünebiliriz. Ancak biz vicdanımızda kendimizi bazı işleri seçmede hür ve yapmaya muktedir olarak görüyorsak bu, sorumluluğun tesisi için yeterlidir. Görülüyor ki İslâm toplumunda aklî ve ilmî çalışmaların zayıflamasında Mu'tezile'ye duyulan tepki etkili olmuştur.
Mu'tezile'ye duyulan tepki sonucu oluşan görüşlerden biri de iman-amel ilişkisinin temellendirilme şeklidir. Bazı Sünnî alimler, ameli imandan bir cüz sayan Mu'tezile'nin yanında yer almamak için iman ile amel arasında bir ilişki bulunmadığını hissettirecek şekilde bir yaklaşımda bulunmuşlardır. Mu'tezile'den uzaklaşalım derlerken de Mürcie'ye yaklaşmışlardır. Bunun sonucunda ibadet ve ahlâk ile vicdan arasında ilişki kopmuş, bu eylemler dinî derinliğini yitirerek yeme içme, giyinme, çalışma uyuma gibi günlük işler şeklinde ifa edilmeye başlanmıştır. Örneğin namaz, onu kılan insanın sahip olması gereken meziyetler göz ardı edilerek her halükârda kılınması gereken günlük sıradan bir görev alışkanlık olarak algılanmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda namaz kılan fakat onun izlerini hayatında taşımayan, yerleştirmeye çalıştığı ahlâka sahip olmayan insanlar çoğalmıştır. Amel ile imanın arası o kadar açılmıştır ki örneğin edep dışı bir hikâye naklederken, içki içerken, ya da kumar oynarken ezan okunmaya başlayınca, bu işlere ara vererek namazını kılıp sonra eski işine kaldığı yerden devam eden insanlar türemiştir. Dindar olmaktan beklenen ruh yerini şeklin gözetilmesine bırakmış, düşünme ikinci plâna itildiği için dinî derinlik kaybolmuş, dindarların çoğu düşünmez, düşünenleri ise bunu dindarlıktan ayrı telâkki eder olmuşlardır.
Sonuç olarak bugün İslâmî çevrelerde akıl layık olduğu itibarı görmemekte, hatta zaman zaman horlanıp küçük düşürülmektedir. İlim ise eskilerin bilgi ve düşüncelerini diriltmeye yönelik çalışma şeklinde anlaşılmakta, dinî hayat mazi anılarak canlı tutulmaya çalışılmakta ve ulemanın günümüz ihtiyaçlarına cevap vermeyen telkinleri insanların beklentilerini karşılamamaktadır. Halbuki hayat yenileşme demektir. Tarihin belli bir kesitini muhafaza düşüncesi ile yürüyen hayatı birleştirmeye kalkışmak cehaletten başka bir şey delildir. Hayatta yaşanan terakki ve tekâmül, zamanın değişmesi ve çevrenin farklılaşmasıyla meydana gelen gelişmeler şahıslar gibi toplumları da değişmeye zorlamaktadır. Kur'an'ın ruhu ve peygamberin davranışları bizim için tükenmez bir bilgi hazinesi olup günümüzde geçerlilikleri kalmayan vasıtalara ihtiyaç duymadan yenileşme ve ilerleme fikrini, uyanış ve yükselme arzusunu bu kaynaklardan alabiliriz. Kurtuluşumuz akılla nakil arasında dengenin kurulmasına, her türlü ilerleme ve terakki vasıtalarının dinî ve dünyevî hayatın iyileşmesi için kullanılmasına bağlıdır. Bunun sağlanabilmesi için aklın kullanılması, başlamış olan aklîleşme sürecinin durduğu yerden tekrar harekete geçirilmesi gereklidir. Ancak bu gerçek henüz layıkıyla anlaşılmış gözükmemektedir. 922
Dostları ilə paylaş: |