B. Dinî Düşüncede Aklîleşme Süreci
Mantık bilimi ile mantıklı düşünce aynı şeyler değildir. Bilim olarak mantığın kurucusu Aristo olabilir, ancak düşünce olarak mantık ondan önce de vardı, örneğin Hint medeniyetinin klasiklerinden olan Rig Vedalarda iki zıt prensibin aynı anda geçerli kabul edilerek politeizmle monoteizmin aynı anda kabul edilmesi; Upanişadlarda ferdî ruh ile külli ruhun (Atman) aynileştirilmesi, ayinlerde farklı varlıkların birbirinin aynı kabul edilerek kesrette vahdet düşüncesinin savunulması, Taoizm'de Yang ve Yin ikileminin benimsenmesi “Diyalektik mantık”ı hatırlatmaktadır. Öte yandan Çin'de her şeyin hakiki ismi ile zikredilmesi örneğin babalık görevini yerine getirmeyen kişiye “Baba” isminin verilmemesi gerektiğini söyleyen Konfüçyüs, “Doğru isimlendirmeler okulu” diye adlandırılan sofistik bir mantık geliştirmiştir. Bu mantığa göre eşyanın isimleri ile şekilleri birbirinden ayrıdır, insanlar kendi algılarına göre eşyaya isim verdiklerinden gerçekle görüntüyü birbirinden ayırmak güçleşmektedir. Bunun önüne geçmek için müşterek isimler kullanmalıdır. 59 Ayrıca Aristo öncesinde Eski Yunan'da sofistlerin, aklın ve duyuların verilerine karşı geliştirdiği “Şüpheci mantık”, bunların savunduğu “Değişkenlik teorisi”ne karşı Sokrat'ın ahlâk değerlerinin değişken değil, sabit olduğunu savunması ve Eflatun'un bu görüşleri bilgi ve fizik alanlarına taşıyarak varlık ve oluş âlemlerini diyalektik vasıtasıyla birleştirme çabaları göz ardı edilemez.
Sosyologlara göre mantığın bilim olarak oluşumu aruzun, mûsikî notalarının ve dil kurallarının oluşturulmasına benzer. Aruz ilmi şiirdeki vezin ve uyumun ölçüler haline getirilmesi, mûsikî notaları güzel seslerin bir sisteme bağlanması ve dil kuralları yaygın kullanımların kaide haline dönüştürülmesi ile doğduğu gibi mantık ilmi de toplumlarda görülen ortak kabullerin derlenmesi yoluyla elde edilmiştir. Mantık ve gramer düşüncenin ifade edilmesinde aynı alanı ortak olarak paylaşmaktadırlar. Müslümanlar, elbette Yunan felsefesi ile tanışmadan önce de karşılaştıkları problemleri belli bir mantıkla çözme gayreti gösteriyorlardı. Her medeniyetin dili; dini, kültürü, felsefesi ve sanatı ile insanın önüne koyduğu değerler bütünü vardır. Bu değerlerin insana kazandırdığı bir “Usûl” (amelî mantık) vardır, İnsan onunla düşünür, konuşur ve etkinliklerde bulunur. İslâm'dan önce Mısırlıların, Hintlilerin ve Yunanlıların bu tarz düşünme biçimleri (mantıkları), Câbirî'nin ifadesi ile “Akıl”ları vardı. Müslümanlar da Kur'an'ın, Sünnet'in, kullandıkları dilin (Arapça), sahip oldukları şiir, hitabet, folklor ve diğer değerlerin katkısıyla oluşan bir mantaliteye sahiptiler. Fıkıh tabiri başlangıçta bu anlamı ifade etmek için kullanılıyordu. İlk müslümanlar, bu anlayışa dayanarak re'y, nazar, kıyas gibi terimlerle ifade edilen düşünce yöntemleri geliştirmişlerdi. Örneğin “Kıyasü'1-gaib ale'ş-şâhid”, “Eser-müessir ilişkisi”, “Allah'ın irade ve kudretinin taallûku durumunda başka sebep aranmayabileceği” gibi akıl yürütme şekillerini kullanıyorlardı. Bu dönemde yazılı olarak nakletme gelenekleri olmadığı için bütün bunları birbirlerine sözlü olarak aktarmak suretiyle yaşatıyorlardı. Kur'an, onları düşünmeye ve akletmeye çağırdığı zaman “Biz düşünmeyi bilmiyoruz” diye itiraz etmediler; aksine Allah Teâlâ'nın kendilerinden istediği “Tefekkür”ün ne olduğunu ve nasıl yapılması gerektiğini anladılar ve buna göre düşünüp, O'nun emrini yerine getirdiler ya da olaylardan sonuçlar çıkarmayan cahil ve sefih kişiler olarak yaşamayı benimsediler.
İslâm düşüncesinde akla verdikleri önemle tanınan ilk Mu'tezililer, gramer kurallarından ve pratik hayatta tecrübe edilen olgulardan faydalanarak akıl yürütmede bulunuyorlardı. Bu nedenle yazdıkları eserlerde, söz gelimi yaptıkları Kur'an tefsirlerinde gramer tahlilleri büyük bir paya sahipti. Mantık onlar için ikinci aklî kriter olmuştur. Bu durum onlarda giderek gelişmiş ve re'y gramer ve mantık metotlarını bir arada kullanan kişilerin oluşturduğu bir ekol haline gelmiştir. Bu uygulama Aristo mantığının Arapça'ya tercüme edildiği yıllara kadar, hatta bu mantığa itiraz edenler tarafından daha sonra da devam ettirildi. Bu mantıkla kitaplar yazıldı, mahkemelerde kararlar verildi ve devlet işleri yürütüldü. İçlerinde dil mantığına (nahiv) dayanarak değişik alanlarda kitaplar yazanlar oldu.
Bazı oryantalistler, Arapların kendilerine has bir düşünme biçimlerinin (mantıklarının) olmadığını ve onlarda görülen düşünme şekillerinin Hint, İran ve Yunan gibi eski milletlerden alındığını ileri sürmekte; hatta müslümanların bu kültürlerle tanışmadan önce ortaya koydukları düşüncelerin bile bu mantığa dayandığını iddia etmektedirler. Bu görüşü savunanlardan biri olan Goldziher, re'y ile hükmetmenin helak nedeni olduğunu bildiren rivayetleri 60 delil göstererek, müslüman fakihlerde görülen re'yin Roma hukukundan alındığını iddia etmektedir. Halbuki İslâm düşüncesinin oluşum ve gelişmesini kendi şartları ve tabiî seyri içinde takip eden insaflı her ilim adamı, dış kültürlerle ilmî temasın kurulmadığı dönemlerde dış etkiden söz etmenin doğru olmadığını görür ve böyle bir iddianın yersiz olduğunu kabul eder.
Evet ilk kelâmcıların, kendilerine mahsus bir kıyas metodu vardı ancak bu, Aristo mantığındaki kıyasa benzemiyordu. Meselâ delilin bulunmadığı veya fasid olduğu yerde medlulün fasid olması gerektiği manasına gelen “İn'ikas-ı edile” prensibi kelâm mantığının esasını teşkil ediyordu. Çünkü bunlarda varlık-kavram ayırımı söz konusu değildi.
Bu nedenle söz gelimi isim ile müsemmâyı aynı kabul ediyorlar, biri hakkında verilecek bir hükmün diğerini de bağlayacağını düşünüyorlardı. Bu sebeple de in'ikas-ı edilleyi kabul etmeyen Aristo mantığını reddediyorlardı.
Görülüyor ki dinî metinlerin akılla anlaşılması isteği, istek sahiplerini gramere ve mantığa yöneltmiş, böylece bu iki disiplin arasında işbirliği söz konusu olmuştur. Gramer, mantıktan yararlanarak kurallarını daha rasyonel (kıyasî) hâle getirirken, mantık da dilin müsaade ettiği anlamlarla kendine geniş bir hareket alanı oluşturabilmiştir. 61
Dostları ilə paylaş: |