Dikkat buyurunuz, batılı psikologlar din hakkında ne demişler:
«Din, insandaki istekle çalışma neşesini kırar, günah duygusunun bir sonucu olarak insanın hayatını tatsız hale getirmekte devam eder. O Öyle bir duygudur ki, bilhassa dindarları kaplar. Bu yüzden dindarlara, «Yaptıklarımızın hepsi günah ve hatalarla doludur, onları hiç bii; şey temizlemez, ancak hayatın tat ve lezzetlerinden uzaklaşmak temizler» şeklinde bir hayal arız olur. Avrupa dine yapıştığı uzun müddet boyunca karanlığa gömülü kaldı. Ne zaman dinin çirkin bağlarını kırdı, işte o zaman duygulan içten hürleşti, iş ve üretim sahasında hızla yürümeye başladı.
Hal ve keyfiyyet bu iken, dine dönmek mi istiyorsunuz? Biz ilericilerin, bağlardan kurtardığımız şuurları yeniden zincirlemek, hareketli ve atılgan gençliği «Bu haram, bu helâldir.» sözlerinizle kayıtlamak mı istiyorsunuz?...»
Bırakalım Avrupa'yı ,kendi dini hakkında dileğini söylesin. Burada bizim onları tasdik veya tekzib etmemiz gerekmez. Çünkü, biz dinden genel olarak bahsetmiyoruz, biz ancak İslâm'dan bahsediyoruz.
İslâmm, hayatm hareketini durdurup durdurmamasını ele almazdan önce birinci iş olarak «KEPT* in ne demek olduğunu anlamamız ve bilmemiz icabe-der. Çünkü, bu kelimenin mânâsını anlamakta veya onu yerinde kullanmakta, avam ve muicaUitler bir tarafa, bizzat kültürlü kimseler bile isabetsizlikler yapmaktadırlar.
Kept, bir çoklarının anladığı gibi, tabiî olan işleri yapmaktan imtina etmek değildir. Kept, bizzat insanın sevk-i tabiîleri için addetmesinden ve kendiliğinden bu sevk-i tabiîlerin kalbine gelmesinin yahut fikrini meşgul etmesinin caiz olduğunu kabul etmemesinden meydana geiir. Bu mânâdaki kept, bir şuursuzluk meselesidir. Bazı hallerde içgüdülerle ilgili işleri yapmak onu tedavi eder. Şuurunda, kendine lâyık olmayan çirkin bir işi yaptığı düşüncesi mevcut olan kimse bu işi hergün yirmi defa yapsa dahi o, kepti ıztırabı (ruhî huzursuzluk) çeken bir şahıstır. Çün-H kü, onun kendi iç âleminde, yaptığı şey ile yapması lâzım olan şey arasında mücadele devam edecektir. Şuurda ve şuuraltındaki bu msd ve cezir hareketi ruhî düğümleri ve ıztırapları meydana getiren bir harekettir. Biz, kept kelimesine ait olan bu tefsiri kendi tarafımızdan söylemiyoruz. Bu tefsir, bu konudaki araştırmalarda ve beşerin çalışma isteğini kırdığı gerekçesiyle dine hücumda bütün ilmî gücünü harcamış olan Freud'un kendi tefsiridir. Bu tefsir, CThree Cantibution to the Sexeai Theory) kitabının 88 ncı sayfa-smdadır. Orada der ki: «Bu şuursuz kept ile içgüdülere âid olan işi yapmamak arasını kat'î bir ayırımla ayırmamız lâzımdır. Bu ise, sadece iş için bir ta'likten ibarettir.» Şu hale göre anlaşılmış oldu ki, kept sadece fıtri olan şevki tabiîyi kötü addetmekten ibarettir.
O, işin tatbikini muayyen bir zamana bırakmak değildir.
Biz şu anda İslâmm şuurlara olan baskısından bahsedeceğiz! Dünya dinleri ve nizamları arasında fıtrî olan sevk-i tabiileri kabulü, onun düşünce ve duygulardaki yerinin temizliği hususunda İslâmdan daha sarih olanı yoktur. Kur'ân-ı Kerîm der ki: «Kadınlardan, çocuklardan, altın ve gümüş gibi şeylerin teşkil ettiği hazinelerden, terbiye edilmiş atlardan, büyük ve küçük baş hayvanlardan gurur ve şehvet verici şeyler insanlar için bezenip güzelleştirildi.» 133 Kur'an-ı Kerim, bu âyetinde, insanın şehevî arzularını kamçılayan bütün âmilleri bir araya getiriyor ve onların, insanlar için süslenmiş, ilgi çekici birer emr-i vaki olduğunu, hadd-i zatında insanın bu türlü mey-. Üne itiraz yapılamıyacağım ve bu gibi hislerle duygulananların kötülenemiyeceğini kabul ediyor.
Fakat bunların hepsine rağmen, insanların, o şehvetlere köle olacak, bu yüzden kendilerini korumağa muktedir olamiyacak dereceye kadar şehvetlere sürüklenip gitmelerini îslâmm mubah kılmadığı doğrudur. Çünkü, insan için matlup olan gerçek hayat, bu şekil üzere istikamet bulamaz. Eğer beşeriyet bütün gücünü tüketerek, hayvaniyete doğru düşüş ve tereddiyi bir alışkanlık haline getiren hayvanı zevklere eğilmekte devam edecek olursa, yükselmeğe doğru devamlı tekâmülü hedef tutan gayesini gerçekleştirmeğe kaadir olamaz.
Evet, İslâmiyet, insanların hayvanlar seviyesine düşmesini mubah bir hareket kabul etmez. Lâkin burada, bu şehvetleri kötü addetmek ile, mânevi temizlik ve yükselme isteyerek onları hissetmekten imtina etmeğe çalışmak arasında mühim bir fark vardır.
İnsan ruhuna muamelede îslâmın yol ve metodu, prensip olarak doğuştan gelen bütün şevki tabiîleri kabul etmek, böylece onların arzularını şuur altında toplamamaktadır. Bundan sonra İslâm, zevklerden makûl bir miktarın alınmasına imkân verir. Eşit olarak fert ve topluma vaki olacak zararların vukuuna mâni olacak hudutlar dahilinde o arzuların tatbikini mubah kılar.
Şehvetlere dalmasından dolayı ferde gelecek olan. zarar ancak, normal zamanından önce hayat enerjisini yok etmesi ve başka bir şeye bakamayacak tarzda şehvetlere esir olmayı devamlı bir meşguliyet haline getirmesidir.
Böylece o şehvetler bir müddet sonra dinmek bilmeyen daimî bir azab, istikrarsız bir hayat ve doymak bilmeyen daimi bir açlık olur.
Topluma gelecek olan zararlara gelince, o Allah-û Taâlânın çeşitli sahalara sarfedilmek üzere yaratmış, olduğu hayat enerjisini bir tek yakın ve değersiz hedefte tüketmek, buna mukabil gerçekleşmesi gerekli olan diğer hedefleri ihmal etmektir. Bu ise, aile yapısını parçalamağa, toplumun bağlarını çözmeğe, onu ne müşterek bir gayenin, ne de bir rabıtanın bir araya getiremeyeceği parça parça cemaatlar halinde bölmeğe gider. Bu öyle bir durum alır ki, Fransa için vaki olduğu gibi başkalarının onlara harp etmesi ve onları mağlup edip parçalaması kolaylaşır. «Sen onları, bir araya gelmiş, sımsıkı bir topluluk zannedersin. halbuki onların kalbleri 134birbirinden çok farklıdır.»
İşte insan için vâki' zararları bertaraf edecek olan bu sınırlar içinde İslâmm, hayatın güzel nimetlerinden zevk almayı mubah sayar. Hatta sarih bir davet ile ona çağırarak ve töhmetleri reddederek der ki: «De ki, Allahın kullarına vermiş olduğu güzel nimet, rızık ve zinetlerîni kim haram edebilir.» 135Başka bir âyette, «Dünyadan nasibini unutma.» 136Başka bir âyette, «Size rızık olarak verdiklerimizin güzellerinden yiyiniz.» 137Yine bir başka âyette, «Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz.» 138
Bilhassa cinsî duygularla ilgili hususlarda ki, diğer dinlerde memnuniyyeti bahis konusudur - Re-sûlüllah şöyle demeye kadar varır: «Sizin dünyanızdan güzel koku ve kadın bana sevdirildi. Namaz da benim gözümün aydınlığıdır.» 139Böylece Resû-lüîlah, insandaki cinsî duyguyu, tıyb yâni güzel koku derecesine yükseltiyor ve onu, insanı Allaha yaklaştıran şeylerin en temizi olan namaza arkadaş eyliyor. îşte bu sebepten dolayı tam bir sarahatle İslâm der ki, «Zevcesile yapacağı cinsî temasa karşılık kişiye sevab verilir.». Bunun üzerine hayretle müslümanlar Resûlüllaha, «Ya Resûlüllah, içimizden birisi şehvetini giderir ve buna mukabil ona sevab mı verilir?» deyince, onlara şöyle cevap vermiştir: «O, şehvetini haram- da harcasaydı onun bir günahı olacağını kabul eder miydiniz?.. İşte böylece helâle sarfettiği zaman da onun için bir ecir vardır.» dedi.140
Bu sebepten İslâmın gölgesinde mutlak olarak duygulara karşı mânevi baskı meydana gelmez. Eğer gençler taşkınlık derecesinde cinsi arzu duyarlarsa, onda İslâmi bakımdan nahoş bir durum yoktur. Bu duyguyu çirkin saymaya ve ondan nefret etmeye bir sebeb mevcut değildir.
İslâm, bu arzuları duyan gençlerden, baskısız olarak onları sadece zabtı rapt altına almalarını talep eder. Mâslüman genç onu iradesiie, şuursuzluğunda değil, duygusunda gemler. Yâni onun tatbikini münasip bir vakte bırakır? Freud'un itirafile tatbiki geri bırakmak şuura baskı değildir. Bunda, «kept» de olan âsab bozucu durum yoktur ve bu gibi haller ruhi düğümlenme ve ıztıraplara götürmez.
îslâmm, bu şehvetleri zaptı rapt altına almağa olan davetinde insanları zevklerden mahrum etme kast ve tahakkümü yoktur. İşte İslâm ve İslâmm dışındaki tarih bu hususu şöyle anlatır: Şehvetlerini zapt-ı rapt altına almağa, kendi iradesiie bazı mubah zevkleri bırakmaktan, âciz olduğu halde kendi hay-siyyet ve şerefini muhafazaya muktedir olan hiç bir millet yoktur. Malûm olduğu veçhile, fertleri meşakkatleri yüklenmeğe alışkın, zaruretler ve şartlar iktiza ettirdiği zaman zevklerini saatlerce veya günlerce veya senelerce geri bırakmağa kaadir olan milletler müstesna, milletlerarası mücadelede sabit kalabilmiş hiç bir millet yoktur. İşte Islâmın vazettiği orucun hikmeti buradan gelmektedir.
Bugün, kendi milli varlıklarından kopmuş, ilerici rolündeki köksüzler, oruç hakkında «Açlık ve susuzlukla cana azap etmeği, insanı yeme içme zevklenme gibi arzularından mahrum etmeği... Bir hiç uğrunda ve herhangi bir hikmet ve gayesi olmaksızın bir takım tahakküm! emirlere itaat etmeği hedef tutan bu akılsızlık nedir?» dedikleri zaman muazzam bir hakikati keşfettiklerini zannederler
Lâkin... Doğruya yöneltici zabıtadan yoksun insan nasıl bir yaratıktır? Sevdiği veya arzuladığı şeylerden bir müddet vazgeçmeğe tahammülü olmuyorsa, o halde o nasıl insan olur? Böyle olan insan yeryüzünde kötülüğe karşı cihadda nasıl sabreder? Zira cihad bir çok mahrumiyetlere katlanmağı gerektirir.
Oruç gibi îslâmıri, nefisleri terbiye eden prensip-lerile alay eden komünistler acaba canlara ve tenlere eziyet veren şiddetli meşakkatlere tahammüle alışkın olmadan Stalingrad'daki mukavemetleri gibi mukavemete kaadir olabilirler mi? Yoksa onlar, bazan helâl edici, bazan da haram edicilerden mi ki, devletten emir sadır olursa helâl, derler. Çünkü, devlet ita-ata mecbur edici sultaya sahiptir. Devletlerin ve bütün canlıların hâliki Allah emredince, haram sayarlar!..
îslâmda oruçtan başka daha ne gibi ibadetler var? Namaz mı?.. Vazifelerini müdrik bir müslümanın namaz ne kadar vaktini alır? Acaba bir haftalık namazın aldığı zaman, her hafta bir defa sinemaya giden kimsenin sarfettiği zamandan daha mı çoktur? Allah'a bağlanmak, ondan yardım almak, O'na güvenmek, O'nun huzurüMda rahata kavuşmak için insan, - kalbinde hastalık ve gönlünde sapıklık olanlar müstesna -acaba, kendine verilmiş olan bu fırsatı boş yere feda edebilir mi?..
Dinin, sâliklerini baskı altında bulundurması, uykuda ve uyanıkken hata ve günah göîgesiyle onları kovalaması tarzındaki söylentilere gelince, islâm onlardan ne kadar, hem de ne kadar uzak! O, azabı söylemeden önce af ve mağfiret veren bir dindir. îslâmda günah hiç bir vakit ne insanları kovalayan bir dev, ne de karşılarından kaybolmayan bir hayalettir. Hz. Âdem'in büyük hatası, bütün âlemin üzerine çekilmiş bir kılıç değildir. Günâh, tövbe üe affedilmeyen ve temizlenemeyen bir şey de değildir. «Âdem, Rabbinden bazı sözler işitti ve bunun üzerine derhal tövbekar oldu.» 141İşte böylece herhangi bir merasime tâbi olmadan sade bir tarzda günâhlara tövbe edilir.
Hz. Âdem'in çocukları da babaları gibidir. Hata işlerler fakat hiç bir zaman Allanın rahmetinden ümit kesmezler. Aîlahü Teâlâ, kullarının tabiatlerini bilir, onlara ancak taşıyacakları kadar yük yükler. Allah kullarını ancak kendi kudret ve yetkileri dahilinde olan şeylerden sorumlu tutar ve onlardan hesaba çeker. «Allah hiç bir kimseye gücünün yetmiyeceği bir şeyi yüklemez.» 142İ «Bütün insanlar hata edicidirler. Hatalıların en hayırlısı tövbe edenlerdir.» 143İ
Kur'ân'da af, mağfiret ve rahmetle ilgili âyetler pek çoktur. Lâkin biz burada, Âllahın herşeyi kapladığma, rahmetinin derinliği ve genişliğine delâletil pek sarih olan bir tane âyeti zikretmekle iktifa edeceğiz. «Rabbinizden size ait olan bir mağfirete, eni gökler ile yer büyüklüğünde olan bir cennete koşunuz. Bunların hepsi muttakîler için hazırlanmıştır.) Öyle muttakîler ki, bollukta da darlıkta da înfakta bu-i lunurlar. Bundan başka onlar, öfkelerini yenen, insanların kusurlarım affeden kimselerdir. Böylece Allah ihsan edicileri sever. Yine onlar öyle kimselerdir! ki, büyük bir günâhı işledikleri veya kendilerine zulmettikleri zaman Allahı zikrederler. Hemen günahları için istiğfarda bulunurlar. Günâhları Allahtan baş- i ka kim affedebilir? Ve onlar yaptıklarında bilerek ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı affı ilâhîye maz-har olmak ve altlarından ırmaklar akan Cennetlere | girmektir. Ne güzel değil mix Allahın emrini tutanların mükâfatı?.» 144
Ey Allahim! Kullarına rahmetin ne kadar bol! İnsan, Allahın insanlara o bol rahmetini gördüğü zaman, o ilâhi ihsanın cezbesinden kendini alamıyor. Halbuki Allahın onlara bol bol mağfireti ne zaman?.. Onlar çirkin kötülükleri yaptıklarında bile... Allahü Tealâ onların yalnız tövbelerini kabul etmekle kalmıyor, belki onlara rızasını da veriyor, böylece onları muttekiler derecesine yükseltiyor!..
Bundan sonra artık Allah'ın af ve mağfiretinde bir şüphe var mıdır?.. Bir tek sözden ibaret olan tövbe kelimesini samimiyetle söyleyenlere bu derece Allahın af ve mağfireti vadedilirken, acaba azab insan-lan nerede ve nasıl kovalıyormuş?!.. Söylediklerimizi te'yid edecek olan daha başka nasslara ihtiyacımız. yoktur. Bununla beraber konumuzla alâkalı olan Peygamberimizin şu hadîsi şeriflerini serdediyo-ruz: «Canım yedi kudretinde olan Allah hakkı için eğer, siz günâh işlememiş olsanız, Allah sizi yok eder, sizin yerinize günâh işleyen ve mağfiret talebeden bir kavim getirir. Ve onları affeder.»145
O halde, insanları affetmek, onların günâhlarını bağışlamak Allahü Teâlânm zatî iradesidir. Şu âyet-i kerimeye bakınız: «Eğer siz, Allaha îman eder, O'na şükürde bulunursanız, o zaman Allah size azabetmeği neyler?. Allah her şeyi bilici ve şükredene nimetim ihsan edicidir.» 146
Evet!.. O zaman Allah insanları azabetmeği neyler? Çünkü, onlara rahmet ve mağfiret verecek olan ancak O değil midir?.. 147
Dostları ilə paylaş: |