İslâm Ve Zümrecilik
îslâm hükmü yönünden gayrı müslim cemaatlerin durumu daima kendisinden karışık ve nazik diye bahsedilen bir meseledir. Müslümanlarla gayrı müslim-ler arasında bir fitnenin vukuundan korktukları için bir çok insanlar bu meselede söz söylemekten çekinirler.
Lâkin ben, kendimle nefsim arasında, yine kendimle insanlar arasında tam açıklıği itiyat haline getirmiş bir şahısım. İşte bu açıklıkla vatanda ve insanlıkta kardeşlerimize sormayı severim: «İslâmuı hükmetmesinden korktukları şey nedir acaba? Onlar acaba îslâmın nasslanndan mı korkarlar? Yoksa hasse-ten tatbikatından mı korkarlar?.»
Nasslara gelince şöyle dersin : «Dinde size savaş açmayan ve sizi memleketinizden çıkarmayanlara iyilik ve adaletle muamele etmekten Allah sizi menetmez. Biliniz ki, AUah âdilleri sever.» 169Bir başka âyet: «Ehlilkitabin yemekleri size helâldir, sizin yemekleriniz de onlara helâldir. Müminlerden ve ehlilkitaptan İffetli kadınlarla evlenmemiz de helâldir.» 170
İslâm hukukunun genel prensibi: «Bizim haklarımız olduğu gibi onların da haklan vardır. Ve bizim vazifelerimiz olduğu gibi onların da vazifeleri vardır.»
Bu umumi prensip, ibadet veya bir fariza ile ilgisi olmayan, sadece toplum nizamı ve onun içindeki vatandaşlık hakları ile alâkalı hak ve vazifelerdedir, îslâm, müslümanlarla onlar arasındaki muamele ve adalette eşitliği emreder. Bundan fazla olarak da ziyaretleşme, beraber yeme ve içme ile, müslümanlarla onlar arasındaki rabıtaları kuvvetlendirmeğe çalışır. Bu türlü şeylerse ancak birbirini seven arkadaşlar arasında olur. Nihayet bunlann hepsini en kuvvetli bağ olan evlenme ile taçlandırır.
Tatbikata gelince, o hususta sözü, îsîâma karşı sempatisi olduğu gerekçesile itham edilmemiş olan bir Avrupalı Hıristiyana bırakmamız daha güzel olur sanınm.
Hasan İbrahim Hasan, Abdülmecid Abidin ve îs-mail Nehrâvî tarafından arapçaya çevrilen «İslama Davet» adlı kitabının 48. sahifesinde Sir W. Arnold şöyle der:
«Arap müslümanlarla Hıristiyanlar arasında mevcut olan sevgi bağlanndan hareket ederek, insanları İslama çevirmekte kuvvetin geçerli bir faktör olmadığına hükmetmemiz mümkün olur. Bizzat Hz. Muham-med, bazı Hıristiyan kabilelerle anlaşmalar yaptı, emniyet ve güvenlik içinde kilise adamlarına kendi haklarını ve eski nüfuzlannı kullanmaları için müsaade etti. Onların himayesini kendi sorumluluğu altına aldı. Kendi dinî merasimlerini yerine getirmeleri hususunda onlara tam hürriyet verdi.»
51.sahifede : «Hicretin birinci asrında İslâmı kabul eden Hıristiyan kabilelerin onu, ancak hür bir irade ve ihtiyarla kabul etikleri, muzaffer müslümanla-ruı Hıristiyan Araplara gösterdikleri o müsamahanın biraz önce takdim etiğimiz örneklerinden bihakkın istihraç edebiliriz. Şüphesiz, günümüzde müslüman cemaatler arasında yaşamakta olan Hıristiyanlar bu[ müsamahanın varlığına bir şahittir.»
53.sahifede: «İslâm ordulan Ürdün vadisine ulaşınca ve Ebu Ubeyde Fahl'de ordugâh kurunca, o memleketlerdeki Hıristiyan halk müslüman araplara şöyle yazmışlardır: "Rumlar her ne kadar bizim dinimiz üzere iseler de, siz bize Rum'dan daha sevgilisiniz. Siz, bizim hakkımızda daha vefakâr, daha merhametli, bize zulüm yapmaktan daha uzak ve bizim üzerimizde hâkimler olmağa daha lâyıksınız.»
54. sahifede : «633 - 639 seneleri arasında vukua gelmiş ve tedricen Arapların Rum ordulannı oralardan kovmuş oldukları gazveler esnasında Şam memleketlerinde şuur haleti şöyle idi: Dımışk (Şam) 637 senesinde Araplarla sulh akdetmek âuretile örnek hareketi yapınca bir takım kendine uygun şartlan teminat altına aldı. Yağma ve harap olmaktan kendini kurtardı. Şam'ın diğer beldeleri de bu örnek hareketi almak hususunda zaman kaybetmediler. Humus ve diğer bazı memleketler, bir takım muahedeler yapmak hususunda müsbet cevap verdiler. Bunun muktezası olarak da Araba tâbi oldular. Belki bu şehir mümasil şartlarla Beyt-i Makdis yolundan da teslim olurdu., Muhakkak ki, din kaidelerinin üzerine çıkmış olan İmparatorun, kendi mezhebine tabî olmala-1 n için onlan zorlaması korkusu, dinî hürriyetlerinitam olarak vermek hususunda müslüm anların onlara vermiş oldukları söz, onların gönüllerinde Bizans veya herhangi bir Hıristiyan devletine bağlı olmaktan daha hoş idi. Kendi memleketlerine fatih, olarak gelen bir ordunun heyecanlandırdığı korkular henüz bitmemişti. Fatih Arapların lehine olarak kuvvetli bir kahramanlık o sırada bunu takip etti.»
Bu naklettiklerimiz Hıristiyan bir insanın İslâmiyet hakkındaki şehadetidir. O halde hıristiyanlârın İslâm hâkimiyetinden korktukları şey nedir? İhtimal ki onlar, kendilerine karşı müslümanlarm taassubundan (!) korkarlar. Eğer hakikaten bu böyle ise, görülüyor ki, onlar taasubun mânâsını bilmiyorlar. Binaenaleyh tarih, boyunca cereyan eden taassup misâllerinden birkaç tanesini j onlara açalım.
îspanya'daki teftiş mahkemeleri her şeyden önce, müslümanları imha etmeği hedef tutmuştu. Orada insanları diri diri yakmak, tırnaklanın sökmek, gözlerini çıkarmak ve uzuvlarını kesmek gibi tarihte bilinen azap çeşitlerinin en çirkinini istimal etmişti. Bunların hepsi, kendi dinlerini bıraktırıp Hıristiyan mezheplerinden bir tanesini zorla kabul ettirmek için yapılmıştı. Şimdi sorarız Hıristiyanlara, îslâm memleketlerinde ikametleri boyunca acaba Hıristiyanlar o türlü bir azap ve işkence ile karşılaşmışlar mıdır?..
Her Avrupa memleketinde veya Avrupalıların sultası altında bulunan Yugoslavya, Arnavutluk, Rusya ve peykleri, Kuzey Afrika, Somali, Kenya, Hindistan ve Malezya'da bazan safları temizleme adıyla bazan da emniyet ve selâmeti temin adıyla Müslümanlar için kurulan mezbahalar herkesin malûmudur. 171Lâkin bunların hepsini biz bir tarafa bırakıp hususî alâkası bulunan tek misâl alacağız. O da Habeş İstan 'dır.
Habeşistan eski zamandan beri tarihi, coğrafî kültürel ve dini rabıtaların bizi birbirimize bağladığı bir memlekettir. Habeşistan bilindiği gibi Mısır kilisesine tabidir, nalla müslümanlarla hıristiyanlardan meydana gelen bir karışımdır. En az takdirlere göre Habeş halkının % 35'i müslümandır. En çok takdir edenlere göre ise, % 65'i müslümandır. Zararı yok, biz iki tahminin en azını alalım.
Habeşistan'da müsîüman talebeye islâm dinini öğretecek ne bir tek resmî devlet okulu ve ne de Arap'ça öğretecek bir okul vardır. Müslümanların kendi paralariyle açtıkları okullara gelince, Habeş Hükümetinin tazyikleri ve yüklemiş olduğu vergilerle mevcutlar kapanma tehlikesiyle karşılaşıyor, yenilerin açılmasına hiç kimse cesaret edip teşebbüs edemiyor. Böylece hükümetin baskıları devam ediyor. İşte Habeşistan'da müslümanlarm tedrisat işleri bu derece fecî durumdadır ve buna sebep de Habeş hükümetidir.
Yeni zamana -İtalyan harbinden önceye- kadar, Habeşli bir Hıristiyana borçlanan ve borcunu ödeyemeyen müslüman, Habeşlinin kölesi olur ve devlet marifetile alınır ve satılırdı.. Tabiatile orada yaşayan halkın üçte birini temsil etmek için, ne hükümet vazifelerinde ne de kabinede bir tek müslüman mevcuttur. İşte bütün açıklığı üo orada durum bu iken oradaki dinî yönetimi kontrol eden de Mısır kilisesidir!..
Buna mukabil bütün tarihleri boyunca İslâm âleminde yaşayan Hıristiyanlar, biraz evvel bahsettiğimiz muameleye benzeyen bir muamele görmüşler midir? Yoksa onlar tabiat ve din rabıtalarının bizi bağlamakta olduğu bu memleketle mukabele bilmisil muameleye acaba razı olurlar mı? İşte gerçek olan korkunç taassup budur. Fakat onlar Mısır'da acaba neden korkarlar?..
Komünistler diyorlar ki, insanın hakikî kişilik yapısı sadece iktisadi yapısıdır, O halde Hıristiyanlar, İslâm havzasında mülkiyet, tasarruf veya servet biriktirme haklarından mahrum mu bırakıldılar?.
İşte sana Bişri Hanna! Melik Fuad'ın Saîd'i ziyareti sırasında geçeceği yol boyunca yirmibeş kilometre uzunluğunda, kendi bahçesinden getirdiği meyveli portakal ağaçlarını süs olarak diktirmiştir. Eğer hudutsuz mülkiyet hakkı kendisine tanınmamış olsaydı o kadar ağacı nereden getirecekti?.. Öğretim hakkı?.. Vazife alma hakkı?.. Vazifede terfi hakkı?.. Bunlara dinî unsur karışıyor mu?
İnsanın kişiliğinin sadece iktisadî yapıdan ibaret olduğunu iddia eden komünistlere muvafakat etmemekte musırrız. Biz, iktisadi yapıya insanın mânevi ve ruhî yapısını da ilâve ederiz. Kendilerini o yerde yerleştirmeğe yarayacak olan fitneleri kaynatmak için müstemlekeci İngilizlerin daima arkasından koştukları nâdir misâller müstesna ibadet hususunda hı-ristiyanlara herhangi bir zulüm vâki olmuş mudur?
Diyorlar ki îslâmda, cizye meselesinde bir ayırma vardır. Biz onlara Sir W. Arnold'un daha evvel serdet-tiğimiz sözü ile cevap veririz.
Adı geçen kitabının 58. sahifesinde diyor ki: «Zikrettiğimiz gibi cizye, müslüman oldukları takdirde görecekleri askerî vazife mukabili olarak sadece erkeklere yükletilmiş bir vergidir. Hangi hıristiyan cemaat olursa olsun, İslâm ordusunun hizmetine girdiği zaman vergi mükellefiyetinden muaf tutulduğu apaçık bilinen hususlardandır. Ceracime kabilesiyle olan durum bu minval üzere idi. Bu Kabile Antakya civarında ikamet ederdi. Müslümanlarla sulh muahedesi yaptı. Bu arada cizye vergisi ödemekten muaf tutulmak ve ganimetlerden hakkını almak şartiyle müslümaniarla beraber savaşmağı ve onlara yardımcı olmağı taahhüd etti.»
Sahife 59: «İslâm dini üzere olmalarına rağmen, Mısırlı fellâhlar, askeri hizmetten muaf tutuldular. Buna mukabil tıpkı hıristiyanlann üzerine konduğu gibi onların üzerine de cizye vergisi kondu.»
O halde hiç bir vakit mesele zümreci bir tefrika meselesi değildir. On ancak askeri bir hizmet meselesidir. O askerî hizmeti bizzat ifa eden cizyeden muaf tutulmuş, onu eda etmeyen, hangi dinden olursa olsun hiç bir tefrika olmaksızın cizye verniek mecburiyetini yüklenmiştir.
«Kendilerine kitap verilenlerden AHaha, âhiret gününe îman etmeyen, Allah ve Resulünün haram ettiklerini haram saymayan, Allanın gönderdiği hak dini din olarak kabul etmeyenlere, zillet ve hakarete bürünerek elleriyle cizye verinceye kadar onlarla harp ediniz.» 172âyetine gelince, bu tıpkı bizim İngiliz veya Fransızlara harp ilân etmemize benzer. Çünkü biz onlarla şayet harp etmiş olsak, ehlikitaptan İslâm vatanında oturanlara şâmil olmıyacağı bedihidir. Binaenaleyh, bu âyette kasdedilen mânâ, dar-ı İslama harp edenlere has bir durumdur. Lâkin bunların hepsine rağmen ben biliyorum ki, komünizmin şeytanları büyük bir maharetle her zümrenin içine giriyor ve onları kötü emellerine âlet ederek kandırıyor ve yollarından sapıtıyorlar.
Mahutlar işçilerin arasına girerler ve şöyle derler: «Bize inanınız ve bize tabî olunuz. İleride fabrikaları size mülk yapacağız!".
Çiftçilerin arasına girerler, Bize tabî olunuz, toprağı size mülk yapacağız!" derler.
Üniversite ve diğer okulların mezunlarından işsiz kalanların arasına girerler. «Bize tâbi olunuz, size diplomanızın hak kazandırdığı en münasip işleri vereceğiz!» derler.
. Cinsî tatminden mahrum gençlik arasına girerler. «Bize tâbi olunuz, size hür bir cemiyet inşa edeceğiz ki, orada kanunların bir müdahalesi, an'ane ve adetlerin bir tepkisi olmadan dileyen dilediği kadını dilediği gibi kullanacak ve hiç bir mes'uliyeti olmayacakJ» derler.
Sonra hıristiyan dostlarımıza eğilerek onlara da şöyle derler: «Bize tabî olunuz. Eğer bize tâbi olursanız, akide esasına göre insanlar arasında tefrika yaratan bu İslâmı sizin namınıza parçalayacağız!» Onların ağızlarından çıkan bu kelimeler ne de büyük şeylerdir! Onlar ancak ve ancak yalan, hem de buz gibi yalan söylerler. İnsanlar arasındaki nizam ve muamelâtında akide esasına göre ayırım yapan, İslâm değildir. Hiç bir fark gözetmeden hayatla ilgili bütün hakları insanlara eşit olarak veren ancak İslâmdır. İnsanlık esası üzerine insanlar arasında birleşmeği sağlayan ancak İslâmdır. İslâm belîi prensiplere dayanarak insanları inançlarında serbest bırakmıştır. Hat-i tâ başka dinde olanların himayelerini de kendi üzerine almış, böylece onların hürriyetlerini de korumuştur.
Bilirim ki, vatanda ve insanlıkta kardeşlerimiz dinlerinin yüksek örneklerine, müslümanlarla olan ta-. rihî münasebetlerine, birbirine kenetlenmiş menfaatlerine olan dikkat ve ihtimamları sayesinde hilebazların desiselerine ve şeytanların vesvesesine kulak vermekten kendilerini uzak tutacak kadar anlayış ve uyanıklığa sahiptirler. 173
Dostları ilə paylaş: |