Azat Etme Ve Mükâtebe
Azat etme; elinde bulunan köleleri serbest bırakmak suretile efendi tarafından yapılan gönüllü bir harekettir. İslâm, büyük bir titizlikle insanları buna teşvik etmiştir. Bu hususta ilk örnek hareketi yapan Resûlüllah idi. Çünkü o, eli altında bulunan bütün köleleri azat etti. Onu bu hareketinde ashabı takip etti. Hz. Ebu Bekir, kendi öz servetinden büyük bir meblâğı, azat etmek üzere Kureyşii kâfirlerden köle satm almakta sarfetmiştir.
Beytülmâlde fazla para kalınca İslâm Devleti onunla köle satın alır ve onları azat ederdi. Yahya ibni Said derki, Ömer ibni Abdülaziz, zekât vergilerini toplamak üzere beni Afrikaya gönderdi. Gittim, orada zekâtları topladık. Sonra dağıtmak için fakir aradık, fakat hiç bir fakir bulamadık. Aramızdan, kendiliğinden alacak bir adam da çıkmadı. Çünkü Ömer ibni Abdülaziz insanları zengin etmişti. O paralarla bir miktar köle satın aldım ve onları azat ettim.
Resûlüllah, müslümanlardan on kişiye okuyup yazma öğreten veya buna benzer bir hizmette bulunan köleleri azat ederdi. Bazı günahların keffareti-nin köle azat etmek olduğunu Kur'an-ı Kerim nass olarak ifade etmiştir. Resûlüllah da nvuslümanları, işlemiş oldukları günahlarına keffaret olmak üzere köle azat etmeğe teşvik ederdi. Bunların hepsi imkân nisbetinde, kölelerden büyük bir adedin hürriyete kavuşmasını sağlayan hareketlerdir. Tabiî Peygamberin de buyurduğu gibi günahlar kesilmiyeceğine göre keffaret yolile azat işi devanı edecektir.
îsîâmm köle hakkındaki görüşüne özel bir delâleti olması dolayısiyle, biraz evvel bahsettiğimiz keffa-retlerden birine özellikle işaret etmek yerinde olur. İslâm hukuku, hataen adam öldürmenin keffaretini, ölenin ehline verilmek üzere, diyet-i müselleme ve bir kölenin azat edilmesi olarak tesbit ve takrir etmiştir. «Kîm hataen bir mü'mini öldürürse, onun keffareti bir mü'rain kölenin azadı ve ölenin ehline vereceği diyet-i müsellemedir.34
Hataen öldürülmüş olan kimse, mensup olduğu ailenin ve toplumun haksız olarak kaybettiği bir insan ruhudur. Onun için îslâm, her iki tarafa verilmesi gereken tavizi (bedeli) takrir eder:
1 - Ölenin ehline verilecek olan =Diyet-i müsellerae» tavizi.
2 - Mü minin bir köleyi azat etmek suretiyle cemiyete verilecek taviz.
Sanki köle azat etmek, hataen öldürülmek sûre-tile gitmiş olan bir insan canını ihya etmektir. Zira köleyi muhafaza altına alan bütün teminatlara rağmen İslâm nazarında köle, ya ölü veya ona benzer bir şeydir. Bunun için İslâm, kölelikten kurtarmak sûretile köleyi diriltmek ister ve ona vesile olacak her fırsatı bir ganimet sayar 35
Ne îslâmdan önce ne de sonra başka milletlerin tarihinde kölelerden büyük bir miktarın azat etme yoluyla hürriyete kavuş turulduğu haberi vardır. Azat etme sebebleri, Allah'ın rızasını tahsil için vicdanın derinliklerinden gelen insani duygudan başka bir şey değildi.
Mükâtebeye gelince o, kendi arzusu ile, istediği anda, köle ile efendinin mutabık kalacakları belli bir meblâğ mukabilinde köleye hürriyetini vermektir. Burada, tesbit edilen miktar ödenince azat mecburîdir. Tarafların mutabık kaldıkları meblâğın edasından sonra efendi artık bunu red veya te'cile malili değildir, Aksi haîde devlet işe el koyar ve mesele biter. Mükâtebenin kabulü ile filvaki gönlünde hürriyete kavuşma hissini duyan, günlerin geçmesile doğacak bir vesile ile efendisinin gönüllü azat etmesini beklemek istemeyen kimselere İslâmda hürriyet kapısı açılmıştır.
Mükâtebeyi taîebettiği ilk andan itibaren kölenin efendisi yanındaki çalışması ücret karşılığıdır. Hatta mutabık kalman meblâğı biriktirmek için -isterse - ücretle çalışmasına imkân verilir. Köle nıükâtebe talebinde bulunduğu zaman, kölelikten kurtulmasında îslâm Devletinin emniyetini tehlikeye düşürecek bir durum olmadığı müddetçe, efendisinin bunu reddetmeğe hakkı yoktur.
Bu türlü çalışmalar, îslâmın dışında ondördüncü yüzyılda yâni îslâmm köle hakkını tanımasından yedi asır sonra büyük bir farkla Avrupa'da da meydana gelmiştir. O da, mükâtip kölenin hukukunu korumağa devletin kefil olmasıdır. Bu ise, Allah'a ibadetini tam- yapmak ve ona yaklaşmak maksadile, karşılıksız, gönüllü olarak köle azat etme hususundaki Îslâmm muazzam gayretine sadece bir ilâvedir. Zekâtın sarf mahallini beyan eden âyet şöyle der: «Zekât, ancak fakirlere, miskinlere, zekât toplamakla vazifelilere.,, köle azadına... verilir.» 36
İslâm, Beytülmaîde -ki günümüzde umumî hazineye tekabül eder - biriken zekâtların, özel kazançlar ile mükâtebe vergisi vermekten âciz olan kölelere verileceğini takrir eder.
Şu veya bu vesileyle köleyi hürriyete kavuşturmak yolunda islâm, geniş ve fiilî adımlar atmış, bununla tarihî gelişmeyi en az yedi asır geçmiştir. Bu gelişmenin üzerine, âlemin ancak yeni tarih başlangıcında elde edebildiği Devlet teminâtı gibi - bir takım unsurları ilâve etmiştir. Bundan başka İslâm nizamında daha bir takım unsurlar vardır ki, insanlık hiçbir vakit ona mâlik olamamıştır. Bu unsurlar isterse köleye yapılan güzel muamelede veya iktisadî gelişmelerden mütevellit bir baskı olmaksızın gönüllü olarak köle azadında yahut da ileride geleceği veçhile, köleyi hürriyetine kavuşturmak için garbın raecbur olduğu siyasete düşmeksizin elde ettiği başarılarda olsun, tebcile değer.
Bu izahlarımızla anlaşılmıştır ki, komünistlerin bilgiçlik taslayarak, İslâmın, iktisadî gelişme halkalarından bir halka olduğunu ve tabiî devrini tamamladığını iddia eden yaldızlı ve «ilmi» (!) propagandaları da boşa çıkar. Bundan başka «içinde îslâmm da bulunduğu her nizam, zuhur ettiği zamanki mevcut iktisadî gelişmenin bir in'ikasıdır. O nizamın bütün inançları ve fikirleri bu iktisadi gelişmelere uygun olarak cereyan eder. Böylece o zamanın ihtiyaçlarına cevap verir, fakat o inanç ve fikirler o nizamı geçemezler.» iddiası tıpkı hata yapmadığını, alttan ve üstten kendine bâtılın yaklaşmadığım iddia eden Kari Marks'm aklı gibi bir şey!..
İşte İslâm, o zaman Arap yarımadasında ve bütün dünyada ayakta duran iktisadî nizamların hiçbirinin telkiniyle hareket etmemiştir. Zira, İslâm, ne kölenin durumu hakkında, ne servetin tevzinde, ne de hâkim ile mahkûmun veya işverenle işçinin arasında o zamanın mer'i nizamlarının hiç birini almamıştır, îslâm, içtimaî ve iktisadî nizamını, daha evvel benzeri geçmemiş bir tarzda karşılıksız olarak yeniden inşa etmiştir,
Burada akıî ve vicdanlardan hayreti mucib şöyle bir sual geçebilir:
Mademki, İslâm köleyi hürriyetine kavuşturma yolunda gereken adımların hepsini atmış, mecbur olmaksızın, baskı ve te'sir altında kalmadan bu insanî konularda gönül rızasiyle çalışarak bütün âlemi geçmiştir, o halde neden, geri kalan ve me-selenin sonunu getirecek olan kestirme adımı atıp da tam bir sarahatle köleliği ilga edecek kanunu ilân etmemiştir? Eğer böyle yapsaydı şüphesiz beşeriyete sonsuz bir hizmet yapmış olacak ve o zaman İslâm şek ve şüphesi bulunmayan mükemmel b:r nizam olacaktı? Mahlükatmın birçoğuna üstün saydığı ve mükerrem olduğunu söylediği insan hakkında Allah'a yaraşan da bu değil mi idi?
Bu soruya cevap vermek için, kölelik mevzuunu ihata eden, köleliğin ilgası ile ilgili ilânı geciktiren siyasî psikolojik ve sosyal bir takım hakîkatlan idrak etmemiz icabeder. Her ne kadar beklenen köleliği ilga hareketi, gerçekte, İslâmın gerçekleşmesini istediği zamandan gecikmiş ise de, eğer müslümanlar hak yolunda yürümüş olsaydı, şehevî arzular ve sapıklıklar İslâmın yolunu kesmeseydi, tahakkuku beklenen hususlar cidden bu kadar çok gecikmeden karşımıza çıkacaktı.
İlk olarak şunu zikretmemiz lâzım gelir ki, İslâmf dünyanın her tarafında köle nizamının makbul olduğu, hiçbir kimsenin onu inkâr ve değiştirme hususunu düşünmediği aynı zamanda köleliğin, insanlar arasında içtimaî ve iktisadî geçer bir değer olduğu bir sırada zuhur etti. Onun için, bu nizamı değiştirmek ve tamamen ortadan kaldırmak, şiddetli bir deneme, alıştırma ve uzun bir zaman muhtaç bir işti. Malûm olduğu veçhile şarabın yasaklanması bile uzun senelere ihtiyaç gösterdi. Her ne kadar sosyal görünüşü var sa da, her şeyden önce şarap içme şahsi bir alışkanlıktır. Cahiliyyet devrinde dahi bazı araplar içmekten kaçınırlar ve bunda yüksek şahsiyet sahiplerine yakışmayan bir takım kötülüklerin olduğunu görürlerdi. Kölelik ise, şahsî sosyal ve iktisadî amilleri içine aldığı için fertlerin gönüllerinde ve toplumun yapısında daha derin bir yer tutmakta idi. Yukarıda da söylediğimiz gibi o devirde hiç bir kimse köleliği çirkin bir şey saymıyordu. Hiç bir kimsenin aklından böyle bir tasavvur geçmemişti. Binaenaleyh köleliğin kaldırılması, Peygamberin hayatını içine alan zamandan daha fazla bir zamana muhtaç idi. Çünkü o, tanzim ve teşri' ile vahyin indiği kısa bir fetretten ibaret idi. Allah yarattığı mahlûkatmı daha iyi bilir. Şarabın iptali için ânında tenfiz edilecek bir kanun çıkarmak kâfi olsaydı, o vakit Allah şarabı birkaç senede kademeli olarak haram etmezdi. Anında bir tek emirle haram ederdi. Yine köleliğin ilgası için onu lâğveden bir emrin çıkarılması kâfi olsaydı, o zaman Allah'ın ilmi mucibince bu emrin te'hirine bir sebeb kalmazdı!..
Bizim, «İslâm, bütün beşeriyet ve bütün nesiller için inmiştir. O beka ve devam için elverişli unsurlara sahiptir.» sözümüzün mânâsı, bütün nesilleri ilgilendiren her şeye mufassal kanunlar vazetmiş, demek değildir. İslâm onu ancak nesilden nesile değişmeyen meselelerde yapar. Çünkü, îslâmm nazarı itibara aldığı o değişmeyen meseleler, beşerin oluşu ve yaratılışmdaki fıtrî karakterler ile alâkalıdır. Devamlı olarak değişen hususlara gelince, orada îslâmın ölçülerinde, beşeriyetin gelişmesi için lâzım olan umumî esasları vazetmesi yeterlidir. İşte İslâm kölelik meselesinde böyle yapmıştır. Zira, azat ve mükâtebe olmak üzere köleyi hürriyete kavuşturmanın kâmil esaslarını vazetmiştir. Son olarak tamamen ortadan kaldırılması için münasib vakit gelinceye kadar, bu eski müşküllerden kurtulmak için, insanlığın takip etmesi gereken yola işaret etmiştir.
İslâm, beşerin tabiatlerinı tağyir (değiştirmek) için gelmedi. Ancak İslâm, insanı, beşeri tabiat ve fıtrî çerçevesi içinde terbiye etmek ,onu yükselme yolunda gücünün yettiği seviyenin en üstüne kahır ve zilletten uzak olarak- yükseltmek için inmiştir. İslâm bazı fertlerin terbiyesinde eşsizlik derecesine yükselmiştir. Bu hususta tarih boyunca keyfiyet ve kemmiyet bakımından hiç bir nizamın ulaşamadığı mertebeye ulaşmıştır. Lâkin o, bu söylediklerimize rağmen, genel olarak insan topluluklarını bu nâdir seviyeye aktarmakla mükellef değildir. Allah bunu irade etmiş olsaydı, başlangıçta insanları melek yaratır ve onlara meleklerin mes'uliy etlerini yüklerdi.
«Melekler, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylerde isyan etmezler ve emrolımdukları şeyleri yaparlar.» 37
Fakat Allah insanları beşer olarak yaratmıştır. Onların güçlerini ve olgunlaşmaları için lâzım olan müddeti bilir.
Bununla beraber, îslâmı kabul etmemiş memleketler, yüzlerini köleye çevirmeden yedi asır önce, dünyada hürleştirme hareketine başlayan nizamın ancak İslâmiyet olması, ona şeref ve üstünlük olarak yeter. Hakikatte İslâm, Arap Yarımadasında mevcut eski. kölelik menbalarmın hepsini kurutmuştur.
Eğer her yerde köleliği kaynatıp taşırmakta devam eden yeni bir menba' (harp) olmasaydı İslâm istikbale matuf olarak köleliği ilga etmeğe hakikaten kaadir ve lâyıktı. O gün için köleliği tamamen ortadan kaldırmağa Islâmm gücü yetmedi. Çünkü kölelik yalnız İsîâmı ilgilendiren bir mesele değildi. Çünkü kölelik, îslâmın sultasının dışında bulunan düş-manlarile ilgili idi ki, o da harp köleliğidir. Bir miktar tafsilatıyla biraz sonra ondan bahsedeceğiz.
ikinci olarak,, hürriyetin, verilmeyip alman bir şey olduğunu hatırlamamız lâzımdır. Resmî emir çıkarmak suretile köleyi hürîeştirmek, onu gerçek mânâda hürleştirmek için yapılan bir iş sayılmaz. Amerika Reisicumhurlarından Abraham Linkolen'in (1809-1865) bir kalemde köleyi hürleştirme ameliyesinde ki 'Amerika tecrübesi, söylediklerimize en doğru şahittir-. Linkolen'in kanunla dıştan hürleştirdiği köleler hürriyete tahammül edemediler. Bunlar daha önce olduğu gibi, köle olarak kabul-edilmelerini isteyerek eski efendilerine döndüler. Çünkü onlar henüz içten hür-leşmiş değillerdi. Bu hâdisenin garabetine rağmen ona psikolojik hakikatlerin ışığı altında bakıldığı zaman mesele garip değildir. Hayat bir âdettir. Hayat, insanın içinde yaşadığı şartlardır. Zira, köleye ait duyguları niteleyen, hissi ve ruhî cihazlarını dokuyan 38oluş, hür kimseye ait oluştan başkadır. Eskilerin zannettiği gibi, kölenin başka bir cins olmasından değil, lâkin onun devamlı kölelik gölgesinde gelişen hayatî ve ruhî cihazlarını bu şartlarla nitelemiş olmasından dolayı bu böyledir. Binaenaleyh, kölenin itaat cihazları son haddine kadar gelişir, mes'uiiyet ve ağırlıklan yüklenme cihazları da son haddine kadar gizlenir.
Köle, efendisi emrettiği zaman bir çok işleri gürel yapmayı becerir. Bu durumda köle için itaat etmek ve emri yerine getirmekten başka bir şey yoktur. T Akın o, sorumluluğu kendine ait olan hiç bir şeyi güzel yapamaz, en basit bir şey olsa bile. Bu onun cisminin onu yapmaktan âciz olduğu için değil, onun fikrinin, o işi bütün hallerde anlamaktan âciz olduğundan da değil, lâkin onun kişiliiğnin ve mânevi yapısının kendi mes'uliyetlerini yüklenmeğe tahammülü olmadığı içindir. Böylece yapacağı işlerde bir takım mevhum tehlikeler ve hal çaresi olmayan müşküller görür gibi -olur. Böylece o, mevhum tehlikeden kendini kurtarmak için hürriyetten kaçar.
Son zamanlarda-Mısırın ve Doğunun hayatına dikkatlice bakanlar, habis müstemlekeciliğin, garbın hizmetçisi yapmak için şarklıların gönüllerine yerleş-:' tirmiş oldukları bu gizli köleliğin te'sirini anlayacakları umulur. Yine bu meseleye dikkatle bakanlar, başka bir şeyin te'sirile değil, sadece neticelerile yüz yüze gelme korkusunun muattal bıraktığı tasarı ve plânlarda o gizli kölelik ruhunu görürler. Yine bu kölelik ruhu, plânın sorumluluğunu üzerine alması ve iş a başlama emrini vermesi için bir İngiliz veya Amerikan.... v.s. bilirkişi ve mütehassısı getirilinceye kadar, araştırmaları yapılmış olduğu halde tatbikine başlanmayan tasarıların gerçekleştirilmesi işinde de görülür.
Yine o kölelik ruhunu baskılarını, memurların üstüne çadır kuran taşlaşmış monoton bir gidişle onların iş üretimini takyid eden o korkunç donukluklarda görmek mümkündür. Zira vazifelilerden hiç birisi üs makamdaki büyük vazifelinin emrettiklerinden başka bir şey yapmağa muktedir olamaz. Dolayısile o vazifeli de kendisinden daha üst mevkidekinin emrine itaat eder. Hadd-i zatında onların bu durumları iş yapmaktan âciz oldukları için değil, onların sorumluluğu yüklenme kabiliyetleri muattal olduğundan dolayı böyledir. Buna mukabil onların itaat cihazları gelişmiştir. Her ne kadar resmen hür iseler de gerçekte köleye benzer bir durum içindedirler.
İşte köleyi, köleleştiren ancak bu ruhî keyfiyettir. Bu aslında tabiatile dış şartlardan doğmakadır. Lâkin bu, tıpkı ağacın yere uzanan dalı gibi, dış şartlardan kurtulur ve kendi kendine ayakta duran bir şey olur. Sonra kendine has kökler salar ve aslından müstakil bir hale gelir. Devletin köleliği ilga eden bir ilânı bu ruhi oluşu yerinden oynatamaz. Belki, şuurları başka bir tarz üzere, niteleyen kölenin ruhuna yerleşmiş olan cihazları geliştiren ve zayıflatılmış bozuk bünyesinden mütekâmil bir şahsiyet yapacak olan yeni şartlar vazetmek suretile köleyi içten değiştirmek lâzımdır.
İşte Islâmm yaptığı şey budur. İslâm ilk önce köleye güzel muamele yapmakla işe başlamıştır. Zira inhiraf etmiş ruhun muvazenesini iade edecek, itibarını kendine yeniden kazandıracak, böyle insani tabiatını ve zatî değerini kendine hissettirecek güzel muamele gibi hiçbir şey yoktur. İşte ancak o zaman köle hürriyetin tadını tadar ve ondan zevk alır. Bu suretle hür bırakılmış Amerikan kölelerinin yaptığı gibi hürriyetten kaçmaz.
İslâm, köleye iyi muamelede ve insanî itibarını kazandırmada, akıllara hayret verecek bir dereceye ulaşmıştır. Bundan önce Kur'ân âyetlerinden ve peygamberin hadîslerinden bir kısım örnekler vermiştik. Burada da gerçek tatbikatı hususunda başka örnekler serdedeceğiz.
Peygamber, kölelerden bazısı ile efendi araplardan bazısını birbirine kardeş yapardı. Böylece Bilâl ibni Keban'ı Halit ibni Rüveyha El Has'amiye, kölesi Zeydi amcası Hamza'ya, Hârice bin Zeydi Ebû Bekir'e kardeş yapmıştı. Bu kardeşlik kan bağına benzeyen ve mirasta iştirak derecesine yaklaşan hakikî bir bağ idi.
İslâm, bu yüksek insanî seviye ile de iktifa etmedi...
Hesûlüllah, teyzesinin kızı Zeynep binti Cahşı kölesi Zeyd'le evlendirdi. Bilindiği gibi evlenme işi hassatan kadın nazarında hassas bir meseledir. Kadın daha çok mevki bakımından kendinden daha üstün olan birisile evlenmeği tercih eder. Buna mukabil hasep, nesep ve servette kocasının kendinden daha aşağı bir mevkide olmasını reddeder ve bunun kendi seviyesini düşürdüğü ve büyüklüğüne halel getirdiği kanısındadır. Lâkin Resûlüllah bunların hepsinden daha üstün bir mânayı hedef tutuyordu. O hedef, zalim insanların köleyi itmiş olduğu çukurdan alıp kureyşli efendi araplarm çoğunun seviyesine yükseltmekti.
Fakat bununla da iktifa etmedi... Resûlüllah kölesi Zeyd'i, muhacir ve ensardan İslâm büyüklerinin içinde bulunduğu bi rorduya kumandan tâyin ederek harbe gönderdi. Zeyd şehit olunca, aralarında peygamberin iki veziri ve kendinden sonra iki halifesi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in bulunduğu ordunun kumandanlığına Zeyd'in oğlu Üsameyi tâyin etti. Resûlüllah bu davranışı ile köleye yalnız insani eşitliği vermiş olmayıp, hürlere verilen kumandanlık ve reislik yapma hakkını da vermiş oldu. Ve bu hususta şöyle diyecek kadar yükseldi:
«Başı kuru üzüm tanesi gibi simsiyah habeşli bir köle size amir tâyin edilse bile, Allah Teâlânın kitabını sizin aranızda tatbik ettiği müddetçe onu dinleyin ve itaat edin.» 39
İşte İslâm bu düstûru ile kölelere, devletin bütün makamlarının en yükseğinde vazife görme hakkım tanıdı. En yüksek mertebe de müslümanlara halifelik yapmaktır, Hz. Ömer CR.A.) hilâfeti bırakırken şöyle demişti: «Eğer Ebu Huzeyfe'nin kölesi Sâîim sağ olsaydı onu namzet gösterirdim.» Bu şekilde Hz. Ömer Resûlüllahm çizmiş olduğu yolun üzerinde yürüyordu. Hz. Ömer, kölelere gösterilen saygının parlak misallerinden bir başkasını daha sunar: Bir gün Bilâl-i Habeşî CR.A.) Ömer'e muaraza eder ve bunda hiddetlenir. Ömer: «Ey Allahım, benim için Bilâl'ın ve arkadaşlarının hakkından gel.» demekten başka bir yol bulamaz. İşte bu hâl, emrettiği takdirde itaat edilmesi zaruri ölen halifenin durumudur.
İslâmm vermiş olduğu bu örneklerden maksut olan, bu kısmın başında dediğimiz gibi, şahsî yapısını hissetmesi ve hürriyeti istemesi için köleyi kendi kişiliğinde hürleştirmek için hakiki teminat ancak budur.
îsîâmm her vesile ile köle azat etmeyi tavsiye ve teşvik ettiği doğrudur. Haddi zatında, hürriyeti elde etmenin ve efendilerin saf asını sürdükleri hakların her birile safalanmanm kendi imkânı dahilinde olduğunu kölenin anlaması gerekir. İşte bu, köleye ait ruhî terbiyeden bir cüzdür. Böylece onların da hürriyete rağbetleri artar ve hürriyet uğrunda ağır mes'uliyetler yüklenmeyi kabullenirler. Kölenin ruhî yapısı bu seviyeye gelince, İslâm hürriyet onlara vermek için koşar. Çünkü onlar artık hürriyeti almaya hak kazanmış ve onu korumağa kaadir olmuşlardır.
İnsanları hürriyet istemeye teşvik eden, onun şart-. Iarmı hazırlayan, sonra bizzat kendileri istediği anda onlara hürriyeti veren nizam ile, işleri yüz üstü bırakan ve imkânsız kılan, iktisadî ve içtimaî ihtilâller koparan, işi yüzler ve binlerce canın telef olmasına kadar vardıran, böylece her şeyi donduran, bundan sonra da hürriyeti isteyenlere, ancak istemeyerek ve mecbur kalarak veren nizam arasında pek büyük farklar vardır.
İslâmm, içten ve dıştan köleyi hakiki hürriyete kavuşturma hususundaki dikkatli davranışı ve gönüllerde teminatı olmayan bir kanunu çıkarmak suretiyle Linkoln'in yaptığı gibi iyi niyetle iktifa etmemesi köle meselesindeki en yüce üstünlüklerindendir. Avrupa'da olduğu gibi, haklar için duyguları kurutan, düşmanlıklar getiren, böylece hayat yolu boyunca beşeriyete isabet etmesi mümkün olan bütün hayırları, iyi hareket ve davranışları ifsat eden o ikinci mücadeleye girişmeden cemiyetin bütün sınıfları arasında yerleşmiş sevgi ve saygı esasına dayanarak hakk'a yapışmayı ve mes'uliyetleri yüklenmeyi ferde öğreten, hakları sahiplerine gönül rızası ile teslim etmeyi sağlamış olan îslâmm yanma bunu da katabiliriz.
Son olarak kölelerin hürleştirilmesi için ana esası koymağa, sonra onu yavaş yavaş tabii sonuca varması için kendi haline bira) yük âmile dönüyoruz.
Demiştik ki, kurutmak imkânı dahilinde olmayan, bir tek menba hariç islâm eski kölelik menbalarmı kuruttu. Kurutulamıyan menba harp köleliğidir. Şimdi bazı tafsilâtı ile meseleyi yeniden ele alıyoruz.
O gün hâkim olan örf veya umumî nizam, harp esirlerini köleleştirmek veya öldürmekten ibaretti .40
Bu örf cidden çok eski olup tarihin karanlıklarına gömülmüş idi. O derece ki nerede ise ilk insana varıyordu. Lâkin bütün devirleri boyunca kölelik insanlığa kötü bir arkadaş olmakta devam etti.
İnsanlar bu hal üzere iken İslâm geldi. Düşmanları ile arasında harpler vuku buldu. Müslüman esirler îsîâm düşmanları tarafından köîeleştiriîiyor, hürriyetleri gasbediliyor, erkeklerine o gün köleye reva görülen baskı ve zulümle muamele ediliyor, her arzu sahibi tarafından kadınların ırzları çiğneniyor, bir kadında baba, çocukları, arkadaşları ve kendini tatmin etmek isteyen her şahıs, hiçbir kaide ve nizama bağlı olmadan iştirak ediyordu. Bakire olsun olmasın kadınların insanlığa karşı hiç bir hürmet hissi mevcut değildi. Çocuklara gelince-esir düşmüşlerse onlar köleliğin gayr-ı insanî zilletinde yetişirlerdi. Hal böyle olunca îslâmın eline düşen düşman esirlerini bırakması elinde olmayan bir şeydi. Tabiatiyle, akrabaları, komşuları ve dindaşları düşmanların elinde azap ve işkence çekmekte iken esirleri serbest bırakmak suretiyle düşmanı kendi aleyhine kuvvetlendirmek ve cesaret vermek iyi bir siyaset olamazdı. Burada îslâmın kullanmağa muktedir olduğu en âdil veya biricik kanun mukabele bilmislidir. Düşman, elindeki esirleri köleleştirmekte ısrar ettiği müddetçe orada îslâmın kendini kurtarması mümkün olmayan bir zaruret var demektir. Bu durum karşısında îslâmın düşmanı üzerinde bir sultası olamıyacağı tabiîdir. Bu konuda köleleştirme nizamının dışında olmak şartıyla, esirlere yapılacak muamelede insanlık, başka bir prensip üzerinde ittifak edinceye kadar bu zaruret ayakta durmakta devam edecektir. Bununla beraber İslâm nizamı ile onun dışında kalan diğer nizamlar arasında, harp esirlerinin durumu hakkında bir çok derin ayrılıkların bulunduğunu nazarı itibara almamız gerekir.
îslâm âleminin dışındaki harplerde, ancak başkalarına saldırma, etrafı yakıp yıkma ve sonunda da insanları köleleştirme gayesinden başka bir hedef güdülmüyordu. Böylece harpler, milletlerden birinin diğerini altederek hükmetme ve o milletin aleyhine olarak kendi arazisini genişletme, yahut o milletin maddi kaynaklarını istismar ederek kendi fertlerini ondan mahrum etmek veyahut da bir kiralın veya askeri bir kumandanın şahsi gururunu tatmin etmek, kibir ve azametini göstermek için tamamen şahsî bir kapris veya bunlara benzeyen düşük, âdi hedeflerden birini elde etmek arzusu üzerine kopardı. Köleleş-tirilen esirler, akidede mevcut bir ihtilâftan yahut ahlakî, ruhî veya fikri bakımdan kendilerini esir alanlardan daha aşağı seviyede oldukları için değil, sadece harpte mağlûp oldukları için köleleştirilirlerdi.
Bunun gibi bu harplerde ırzlara tecavüzden, şehirleri yağma ve tahrip etmekten, kadınları, çocukları ve yaşlıları öldürmekten men'eden herhangi bir prensip veya duygu mevcut değildi. İşte bu durum, harplerin bir akîde veya bir nizam veya yüksek bir hedef için yapılmamış olduğunu iddia eden düşünce ile mantıken bağdaşır.
İslâm ise, onların hepsini iptal etti ve bütün harpleri yasakladı. Ancak Allah yolunda cihad için yapılanlara müsaade etti ki, bu da müslümanlara yapılacak tecavüzü defetmek, baskı ve zulümle insanları dinlerinden saptırmayı hedef tutan zalim kuvvetleri yıkmak, veya hakk'ı görmeleri ve dinlemeleri için İs-lâmm yapacağı davet yolunda ona karşı duran ve îs-lâmın tebliğine mâni olmak isteyen sapık kuvvetleri ortadan kaldırmak için yapılacak olan cihattır. «Size îharb açanlarla, Allah yolunda, siz de döğüşün (müdafaa harbi yapın. Ancak) aşırı gitmeyin. Şübhesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez..41Fitnenin vücût bulmaması ve dinin Allaha ait olması için onlarla harbediniz. 42
Bu, hiç kimseyi zorlamayan sulhcu bir davettir. «Dinde zorlama yoktur. Doğru ile eğri, birbirinden ayırt edilebilecek şekilde belli olmuştur.» 43İslâm
âleminde şu ana kadar Yahudilerin ve Hıristiyanların kendi dinleri üzere kalmış olmaları, cidal ve mugalâtayı kabul etmeyen ve İslâmın kılıç kuvvetiyle başkasına kendini kabule zorlamadığını kat'ı olarak isbat eden kesin bir delildir.44
İnsanlar İslâmı hakkile kabul ettikleri, hak dinin hidayet yoluna gönül rızasiyle girdikleri vakit, harp, husumet, bir milletin başka bir millete boyun eğmesi, yeryüzünde iki müslüman arasında herhangi bir ayırma, bunların hiç birisi mevcut olmayacaktır. Hiç bir arabın arap olmayan üzerine üstünlüğü yoktur. İslâm-da üstünlük ancak takva iledir.
Her kim îslâmı kabul etmez fakat, îslâm nizamının gölgesinde kendi akidesini korumak isterse İslâm kendisinin ondan daha iyi ve doğru olduğunu bilmesine rağmen- himaye karşılığı olarak alınan cizye vergisini vermek şartile, herhangi bir zorlama ve baskı olmaksızın kendi inancı ile başbaşa kalması hakkıdır. Kaldı ki, müslümanlar, onları himayeden âciz duruma düştükleri takdirde cizye sukut eder ve geri verilir 45Eğer onlar hem müslüman olmağı ve hem de cizye vermeyi birden reddederlerse, o zaman onların inatçı oldukları meydana çıkar. Onlar, davetin sulh yolunda yürümesini istemiyor]ardır. Bu demektir ki, onlar ilâhî nurun yolunu kesiyorlar, kendi hallerine bırakılmış olsalar Allanın dinine girecek olan insanların imanına mani oluyorlar. İşte ancak böyle bir durum karşısında harp vukubulur. Lâkin buna rağmen, yeryüzünde sulhu yayıp yaşatmak ve kan dökülmesine mani olmak maksadile, karşı tarafa son bir fırsat daha vermiş olmak için, daveti yeniden ilân ve inzar yapılmadan harp koparılmaz. «Eğer onlar sulha meylederlerse sen -de meylet. Ve Allah'a mütevekkil ol.46
O ancak İslâmî bir harptir. Bu harp, bir memleketi almak ve şehvetleri istismar etmek arzusu ile yapılmaz. İslâmî harpte bir kumandanın veya müstebit bir melikin gururunun müdahalesi yoktur. Bu, insanları doğruya götürmek hususundaki sulhçu vesilelerin hepsinin âciz kaldığı zaman, Allah yolunda ve beşeriyetin hidayeti uğrunda yapılan bir harptir.
Bununla beraber savaşın bir takım prensipleri vardır. Resülüllah vasiyetinde der ki: Allah yolunda Allanın adına savaşınız, Allah'a küfredeni öldürünüz. Harbediniz, fakat zulmetmeyiniz. Tenkil şeklinde kimseye eziyeti reva görmeyiniz, çocukları Öldürmeyiniz 47Müslümanlara karşı silâhla harbe girişen ve onlara silâhiyle karşı duran muharipten başkasını öldür mek, yakmak, yıkmak, ırzlara tecavüz etmek, kötülük ve fesat arzusu ile ateş açmak İslâm'da yoktur, çünkü «Muhakkak Allah müfsitleri sevmez.48
Müslümanlar, bu insanî prensiplere bütün harplerde riayet etmişlerdir. Hattâ zalim haçlı savaşlarında ırzlara tecavüz eden Mescid-i Aksa'ya hücum edip oraya sığınanların üzerine çullanan, orada sel gibi o masum insanların kanlarını akıtan kötü bir geçmişe sahip düşmanlarına galip geldikleri sırada bile bunu yapmadılar. İslâm, mukabilini yapmağa müsaade ettiği halde, muzaffer oldukları zaman kendileri için intikam almadılar. -Size kim tecavüz ederse, size yaptığı tecavüz kadar siz de tecavüz ediniz49Lâkin, onlar bugüne kadar yeryüzünde müslümanlardan başkasının yapmakta acze düştüğü en yüksek örneği de verdiler.
îşte bu, müsîümanlarla gayri müslimler arasındaki harbin hedef ve prensiplerinde mevcut olan esaslı ayrılıktır. İslâm eğer isteseydi - bu hususta Hak onu destekler esirlerden silâhlı kuvvetler karşısında dahi hidayete girmemekte inat eden ve düşük putperest-likleriyle hiçbir esasa dayanmıyan şirklerinde ısrar edenleri, insanlığı noksan milletler sayar ve sadece bu sebeple onları köleleştirebilirdi. Çünkü -nur gözüktükten sonra- bu hurafe üzerinde hiçbir beşer ısrar etmez. Aksi halde onun ruhunda bir düşüklük veya aklında bir sapıklık var demektir. Böyle olan kimse ise, beşeri yapıdan noksan olup insanlara âid olan şerefe, insanoğuHarından hür olanlara ait hürriyete lâyık değildir.
Bununla beraber İslâm ona tenezzül etmemiş, sadece insan olmaktaki noksanlıklarından ötürü esirleri köleleştirmemiştir. Ancak mukabele bilmisil yapmağı düşünmüş ve onu kâfi. görmüştür. Esirleri köleleştirmeği, birbiriyle harbeden devletlerin köleleştirme esası dışında başka bir prensibe bağlamıştır. Bunu da, sadece müslüman esirlerin karşılıksız olarak kölelik zilletine düşmemeleri için bir teminat olsun diye yapmıştır.
Burada işarete değer şeylerden biri de harp esirlerinin durumlarına temas eden şu tek âyettir : «Harp evzarını koyunca esirleri ya mübadele veya karşılıksız salıverme.50
Bu tek âyette beşeriyyete devamlı kanun olmaması için, esirlerin köleleştirilmesi zikredilmemiştir. Âyet ancak mübadeleyi veya karşılıksız serbest bırakmayı zikretmiştir. Çünkü, bu iki hal çaresi yakın veya uzak gelecekte Kur'an'ın esirlere yapacağı muamelede beşeriyetin daimî olarak üzerinde kalmasını istediği iki kanundur. Ancak Müslümanlar, köleleştirme prensibini, kurtuluşu olmayan kahredici bir zarurete boyun eğmek sebebiyle almışlardır. O halde bu, hiçbir vakit îslâm Şeriatında bir nass bulunduğu için alınmış değildir.
Bununla beraber esirleri köleleştirmek İsla mm daimî prensibi değildir. Emin olduğu yer ve zamanlarda onları köleleştirmemiştir. Resüiüllah Bedir Savaşında mübadelesiz olarak müşriklerin esirlerini serbest bırakmıştır. Necran HırisUyanlarından cizye almak suretiyle esirlerini kendilerine iade etmiştir. Bunların hepsini Resûlüllah insanlığın ancak çirkin vera-: setinden kurtulduğu, şehvetlerini zaptu rapt altına almağa muktedir olduğu, harpte dahi insanlık seviyesine yükseldiği zaman beşerin geleceğinde varmasını istediği seviyeye âid örnekler vermek için yapmıştır, îşte ancak o zaman İslâm, insanlığa açılan ilk kucak ve davetine ilk icabet olunan nizam olur.
İslâmın eline düşen esirlere, şimdiye kadar anlattığımız «iyi muamele» ile muamele edilmiştir. Ayrıca îslâmm elinde azab ve meskenete maruz kalmamışlardır. Her ne kadar onların pek çoğu gerçekte esir düşmeden evvel hür değil idilerse de, kendileri gayret eder ve sorumluluklarını yüklenirlerse, hürriyet kapısı onların önüne açılır. Zira onların çoğu İran ve Bizanslüarın köleleştirdiği ve müslümanlarla yapılan harplere sevkettiği kölelerdendi.
Kadınlara gelince, îslâm onları -köleliğinde dahi îslâm memleketlerinden başka yerlerde karşıla-s-tıklan durumdan daha üstün ve daha şerefli kılmıştır Böylece onların ırzları «genel ev» usulü yağma edilmesi mubah olan bir meta sayılmamıştır. (Çoğu zaman harp esiri kadınların akıbeti bu idi.) İslâm, esir düşmüş kadınları efendilerinin mülkü saymıştır. Efendisinden başka hiç bir kimse onun yanına giremez. Efendisinden bir çocuk doğuranın çocuğu ile beraber hür! olmasını ve «mükâtebe» ile hürriyete kavuşmasını onların haklarından saydı. îslâmm tavsiye ettiği hüsnü muameleyi de görüyorlardı.
Bu söylediklerimiz İslâm'da köleliğin hikâyesidir. Bu, beşeriyet tarihinde parlak bir sahifedir. Çeşitli veşilelerle onu hürleştirmeğe gayret sarfetmesi, bir daha yenilenmemesi için kölelik menbaîarmı kurutması sebebile İslâm esas bakmamdan köleliğe muvafakat etmemiştir. Ancak bu işte lslâmm kurtulmağa muktedir olmadığı bir zaruret vardı. Çünkü, bu kölelik müessesesi yalnız îslâmı ilgilendirmiyordu. Hadd-i zatında o, müslüman esirleri köleleştirerek azabın en kötüsünü onlara tatbik eden ve üzerlerinde îslâmın sultası bulunmayan bazı kavimleri ve devletleri ilgilendiriyordu. İşte onlara misli ile muamele yapmak mutlaka lâzımdı. (Köleye'yapılacak muamelede olmasa bile, köleleştirme prensibinde öyle icabederdi.) Köleliğin hakiki sebebi olmasına rağmen îslâmın değiştirmeğe kaa-dir olamadığı bu tek menbaı kurutmağa bütün âlem ittifak edinceye kadar İslâm köleliği ilga etmemeğe mecbur idi. Bu ittifakın vücut bulduğu andan itibaren İslâm, tam bir sarahatle takrir ettiği en büyük kaidesine döner. Bu da herkes için hürriyet ve eşitlik esasıdır.
Fakat harp esirlerinin dışında, İslâmî devirlerin bazısında, bazı müslümanların köle ticareti yapmış olmalarında îslâmın buna cevaz verdiği anlaşılmamalıdır. Çünkü, bu gibi davranışları, İslama nisbet etmek, İslâm dışı rezaletleri ve günahları irtikâb etmeleri ile birlikte bugün müslümanları idare edenlerin davranışlarını İslama nisbet etmekten daha doğru ve daha adaletli bir şey değildir.
Bu konuda aklımızı birkaç meseleye yöneltmemiz lâzım gelmektedir.
Birincisi, bir milleti başka bir millet için; bir cinsi başka bir cins için köleleştirmek; fakirlik dolayısı le köleleşme, muayyen bir sınıfta doğum yolu ile bil verase gelen kölelik, arazide çalıştırmak maksadiyle köleleştirme v.s. den ibaret olan ve tahakküm arzusundan başka mücbir bir sebebe dayanmayan îslâmın dışındaki kölelik menbalarmın müteaddit olmasıdır. İlga etme yetkisi olmayan bir tek menba hariç îslâmm bütün menbaları ilgası ancak zaruretlere bağlanmıştır. Bu zaruretler de yavaş yavaş, son bulmuştur.
İkincisi, zaruret olmaksızın kölelik kaynaklarının müteaddit olması ile beraber Avrupa köleliği ilga ettiği zaman gönül rızası ile ilga etmemiştir. Kölenin verimi zayıfladığı zaman köleliğin ilga edildiğini Avrupalı yazarlar, bizzat kendileri itiraf ederler. Çünkü, kölenin iaşe, ibate ve korunma masrafları istihsalinden fazla olmaya başlamıştır. O halde Avrupa'da köleliğin ilgası, kazanç ve kâr düşüncesile olup iktisadi bir hesaptan başka bir şey değildir. Bu ilga hareketinde insan nevine âid olan hürriyet ve fazileti hissettiren insani duygulardan gelen hiçbiç mânânın eseri yoktur.
Bu arada kölelerin kopardığı isyanlar ve ayaklanmalar sebebile artık köleleştirme hareketinin devamının gayrı mümkün olması da köleliği ilgaya tesir eden faktörlere eklenir!
Bütün, bunlara rağmen, Avrupa o zaman yine köleye hürriyetini vermemiştir. Lâkin köleyi bir efendiye köle olmaktan kurtarmış, fakat onu arazî köleliğine tahvil etmiştir. Böylece köleyi, arazi ile alınır sar tür, sadece o yerde çalışır, oradan başka bir yere gitmesine izin verilmez, eğer kendi çıkar giderse kaçak sayıldığı için kanun kuvvetile zincirlere vurularak ve ateşlerle dağlanarak yerine iade edilir bir meta haline getirdi. Köleliğin bu nevi, onsekizinci asırda vuku-bulan Fransız İhtilaliyle yasaklanmcaya kadar devam edegelen nevidir. Yani Islâmm hürleştirme prensibini takririnden bin yüz küsur sene sonra...
Üçüncüsü, sloganların ve unvanların bizi aldat-mamasının lâzım geldiği gerçeğidir. Fransız İhtilâli, köleliği Avrupada ilga etti. Sonra bütün dünya köleliğin ilgasında ittifak etti... Bunların hepsi görünürde cereyan eden şeylerdir. Eğer böyle değilse, yâni kölelik gerçekten ilga edilmişse, nerededir o edilen kölelik?.. O halde dünyanın muhtelif yerlerinde bugün vukua gelenlerin adı nedir? Müslüman Cezayir'de Fransa'nın yaptıklarının adı nedir? Amerika'nın zencilere, İngiltere'nin Güney Afrikadaki siyahlara yaptıklarının adı nedir? Hakikatte kölelik, bir milletin başka bir millete tâbi olması veya insanlardan bir kısmının, diğerlerine mubah olan haklardan mahrum edilmesi değil midir?. Yoksa o ba§ka bir şey midir? Bunun kölelik unvanı altında veya hürriyet, kardeşlik, eşitlik unvanı altında olmasının farkı nedir? Parlak unvanlar ne fayda verir. O parlak unvanların arkasındaki gerçekler, eğer beşerin uzun tarihi boyunca tanıdığı acı hakikatlerin en çirkini ise!.
îslâm, kendine ve insanlara karşı açık sözlüdür. Zira, onlara şöyle seslendi: «Bu köledir. Bunun tek sebebi şudur. Ondan kurtulmanın yolu açıktır, aynı zamanda köleliği ilga yolu da mevcuttur, fakat o yolu.açmak, âlemin harp esirlerini köleleştirmemeye ittifak etmesine bağlıdır.»
Fakat bugün kucağında yaşadığımız sahte medeniyete gelince, onun gönlünde Islâmdaki bu sarahati bulamazsınız. O bütün hünerlerini, hakikatları tezyife, sonra da parlak yafta ve unvanlarla onları tezyine sarfeder. Cezayir, Tunus ve Merakeş'de, başka bir şey için değil, sadece, hürriyet ve insanî şereflerini taleti ettikleri, kendi memleketlerinde müdahalesiz yaşaj mağı, kendi dillerini konuşmayı, kendi dinlerine inan, mayı, kendilerine serbest çalışma hürriyetinin veril meşini siyaset ve iktisatta, âlemle doğrudan doğruya olan muamelelerinde hür münasebet kurma imkân-H larrnm verilmesini istedikleri için yüz binlerce suçsuz insanı öldürmek, onları susuz ve gıdasız bırakarak, pis zindanlarda hapsetmek, ırzlarını çiğneyip kadın-j larına tecavüz etmek, hiç bir sebep yokken çocuklarij ve kadınları öldürmek, karnındaki çocuğunun cinsiyeH tini öğrenmek için kadınların karnını yarmak... İşte! bunların hepsinin adı, yirminci asırda, ilmi gelişmeyi,; medeniyeti, hürriyeti, kardeşlik ve müsavat prensiplerini yaymaktır!,. Amelî olarak, köleliğin muvakkat bir durum olduğunu, daimi bir ha olmadığını gerçek tatbikatiyle ilân etmesiyle beraber bütün hallerinde beşer cinsine bir ikram ve gönüllü, ihsan hareketi olmak üzere onüç asır evvel îslânım köleye kazandırdığı örnek muameleye gelince, işte bunun onlarca adı, gerilik, gericilik ve bir nevi düşüştür.
Amerikalıların, kulüp, lokanta ve otellerine «Yal-, nız beyazlara» veya «Köpeklerin ve siyahların girmesi yasaktır» ibaresi yazılı levhalar astığı, insanî kardeşliği bir tarafa din, dil ve vatan kardeşinin yardımına koşmayı mühimsemiyerek eli kolu bağlı put gibi ayakta duran fakat herhangi bir müdahalede bulunmayan polisin gözü önünde «Medeni!.»Ierden bir gurubun renkliler (siyahlar) den birine saldırarak alaşağı edip tekmelerle onu dövdükleri, bunun sebebinin de siyah olan gencin cüret edip, iffet ve namusu olmayan bir kadının müsaade ve arzusu ile yanında yürümüş olması, işte bunların hepsi medeniyyet ve yükseklikte 20. asrın ulaştığı en yüce bir seviyedir (!).
Fakat mecusi bir kölenin Hz. Ömer'i ölümle tehdit etmesi, ondaki kötü niyeti anlamış olmasına rağmen, Ömer'in onu hapsetmeyi veya oradan uzaklaştırmayı düşünmemesi, yine Ömer'in, gözleriyle Hak Nurunu gördükten sonra sadece batıla olan taassubu ile ateşe tapmaktaki ısrarı karşısında onun öldürülmesini emretmemesi; işte, bu türlü davranışlarından dolayı Ömer, onlarca, ne kadar keşmekeş, beşer cinsinin şeref ve haysiyyetine karşı hürmeti ne de çoktu. Ömer bu hareketleriyle kötüleniyor, çünkü köle beni tehdit etti, dedi. Sonra da onu, cürmünü işleyip müslümanalrm halifesini öldürmesi için serbest bıraktı. Halbuki Ömer'in elinde mecusi köleyi tevkif etmeye yeterli deliller mevcut değildi.
Afrikadaki siyah renklilerin hikâyesi, cesaret gösterip kişîik ve insanlıklarını hissettikleri ve böylece kendi hürriyetlerini istedikleri için, insanî haklarından mahrum edilmeleri ve öldürülmeleri veya yüzsüz İngiliz gazetelerinin tâbirile «avlanmaları», işte bunların hepsi en yüksek zirvesine ulaşmış İngiliz adaleti (!) en yüksek seviyesine erişmiş bulunan insanlık medeniyeti (!) ve Avrupa'nın bütün dünyaya vasi olmasına ahkâm döktüren yüksek prensiplerdir (!).
îslâma gelince, o kölelik prensibini kabul ve ikrar etmeyip sadece mukabele bilmisil olarak harp esirlerini köleleştirdiği için cidden keşmekeş bir nizamdır, onlarca. Kezalik o insanları »avlamayı», siyah olduktan için onlan eğlenceli bir tarzda öldürmeği öğrenip tatbik etmediği için cidden geridir. Hattâ İslâm geriliğin içine dalmakta -Başı üzüm tanesi gibi siyah bir habeşli sizin üzerinize emir tâyin edilse dahi kitabullahi tatbik ettiği müddetçe onu dinleyiniz ve ona itaati ediniz...» demeye kadar vardırmıştır.
Kadına (cariye-köle kadın) gelince, onun içini başka bir hesap vardır.51 İslâm: bizzat faydalanmak, bazı hallerde dilerse onunla evlenmek üzere harp esiri cariyelerden bir miktarın efendisi yanında bulunmasını mübaiı kılmıştır. Avrupa bugün bunu çirkin addeder ve aklınca, cariyeleri, alınıp satılması mubah olan bir meta, değersiz bir takım cesetler itibar eder ve bu kaba hayvaniyetden kendisini uzak tutmak ister. Yine akıllarınca, cariyelerin hayattaki vazifeleri, hayvan seviyesinden kurtulamamış bir adamın çirkin ve behîmî arzularını tatmin etmektir.
îşte bu gibi iftiralara hedef ve sahne olan îslâmm suçu, serbest fuhşu (genel evler veya randevu evi gibi birleşme tarzını) mubah kılmamış olmasıdır. Halbuki diğer memleketlerdeki harp esirleri, ailelerinin olmadığı gerekçesi ile rezalet bataklığına sürüklenirdi. Zira, onların efendileri cariyelerine karşı ırz ve hamiy -yet hissi duymazlar, dolayısiyle onlan bu gayri insani düşük işlerde çalıştırırlar ve ırz ticareti olan bu pis ticaretten para kazanırlardı. Lâkin İslâm setbest fuhşu kabul etmedi ve toplumu bu türlü ahlâksızlıklardan korumağa ehemmiyet verdi. Böylece, cariyeleri sadece efendilerine hasretti. Onlan yedirmeği, ahlâkî cürümlerden korumağı ve onların cinsi ihtiyaçlarını temin etmeği, buna mukabil o da kendi hacetini gidermek üzere efendisine yükledi.
Lâkin Avrupanm vicdanı - sözüm ona - bu hayvani davranıştan uzak kalamadı. İşte onun için serbest fuhşu mubah kıldı. Bu hususta kanunun riâyet ve himayesini sağladı. Müstemlekeci olarak ayak bastığı her memlekette de onu kasden yaymağa başladı. Sadece unvanı değiştiği zaman kölelikten değişen nedir ki? Serbest fuhşun çukuruna itildikten sonra hiç bir istekliyi kim olursa olsun - redde mâlik olmayan, bu hareket tarzı ile maddî ve manevî rezaletlerin içine düşmüş bulunan, hiçbir merhamet duygusu ve ruh yüksekliği bulunmayan, sadece cesedin şehevî atılganlığına cevap vermiş olan o kadının şeref ve haysiyeti nerede. İslâmdaki efendi ve cariye münasebeti nerede?. Bu maddi ve manevî rezaletler nerede?. İslâm kendine ve insanlara karşı açıktı. Dedi ki: bu köledir, bu cariyedir. Onlara yapılacak muamelenin hudutları şunlardır. Lâkin îslâm asla, kölelik beşeriyetin daimi nizamıdır demedi. Gelecekte beşer haysiyetine uygun bir nizamdır da demedi. Bu, ancak bir harp zaruretidir ki, insanlar, harp esirlerini köleleştirmemeğe ittifak ettiği zaman, sona erer.
Lâkin sahte medeniyet, kendinde bu sarahati bulamaz. O kölelikten beter olan serbest fahişeliğe kölelik demez. Ancak onun «sosyal zaruret» olduğundan bahseder.
Çünkü «asri» (!) Avrupalı erkek, aile olsun evlât olsun hiç bir kimseye bakmak; yedirip içirmek istemiyor. O, herhangi bir mes'uliyet yüklenmeden istimtâ ya'ni şehevî isteklerini tatmin etmek istiyor, şehevî yükünü deşarj edecek bir kadın bedeni arıyor. Bu kadın kim olursa olsun, onca mühim değildir. O ka dinin kendisine karşı duygusu ve kendisinin de o ka dına karşı duygusu ne olursa olsun o da mühim de*-' ğildir. İşte onun bütün özelliği, dişisine temas eden bir ceset olmaktır. O, bu teması, belli bir kimse ile değil, yoidan geçen herhangi birisile yapmak isteyen, terbiyeden mahrum bir yaratıktır.
İşte bu, yeni çağda batıda kadınları köleleştirmeği mubah kılan sosyal zarurettir. Eğer Avrupalı erkek insanlık seviyesine yükselse ve kendi aleyhine olan bu sultaların hepsini benliğine hasretmese, serbest fuhuş bir zaruret değildir. Modern Avrupada resmi fuhşu ilga eden devletler onu, kendi haysiyetlerini zedelediği veya aklî, ruhî ve ahlâkî seviyelerinin o türlü düşük hareketlerden kurtulup yüceldiği için ilga etmedi, asla!. Lâkin onlar serbest fuhşu, sokaklarda vesikasız dolaşan kadınlarla diğer cinsî sapıkların vesikalılara muhtaç olmaktan kendilerini kurtardığı için ilga etmişlerdir. Artık bundan sonra devlet herhangi bir müdahaleye ihtiyaç duymamıştır.
Bu anlatılanlardan sonra garplılar iftihar ederek îslâmdaki cariye nizamını ayıplamağa yeltenirler. Bunu başardıklarını da sanırlar. Halbuki o nizam 1300 sene önce gelmişti ve devamı matlup olmayan geçici bir nizam idi. Gerçek nazarla bakılırsa bugün 20. Asırda ayakta duran ve medeniyetin tabiî bir neticesi kabul edilen dolayısiyle hiçbir kimsenin çirkin saymadığı, bu yüzden değiştirmeğe de gayret göstermediği ve bunun böylece sürüp gitmesine kimsenin ses çıkarmadığı mevcut nizamlardan cariye nizamı çok daha haysiyetli ve çok daha temizdir.
Birisi çıkıp da «bunlar, hiç bir kimse tarafından zorlanmaksızın kendi hürriyetlerine tam mâlik oldukları halde gönüllü olarak bu işi yapıyorlar» diyemez. Zira o devirlerde kölelerden bir çoğu kendilerine veril-, miş olan hürriyeti reddediyor, zorlama olmadığı halde gönüllü olarak köleliği istiyorlardı. Lâkin biz onu, îslâmda ve îslâmm dışındaki köleliğe bir sebep saymadık. İtibar ferdi hareketlere değil, iktisadî, içtimaî, fikri, ruhî prensipleriyle insanları, köleliği kabule veya onun içine sevkeden nizamadır. Şüphe yoktur ki, vesikalı fuhşa kendini atan ve onu tasvip eden ancak Avrupa medeniyetidir. İsterse bu resmî fuhuş olsun, isterse sapıkların gönüllü fuhşu olsun müsavidir.
Bu anlattıklarımız 20 asra kadar devam eden batıdaki köleliğin hikâyesidir. Bu erkeklere, kadınlara, milletlere ve ırklara ait bir köleliktir. Bu kölelik Isîâmın. dışında kalan, kaynaklarını garbın geri düşüncesinin ve insanoğluna lâyık seviyeden uzak olan seviye düşüklüğünün meydana getirdiği ve çeşitleri pek çok olan yeni köleliktir.
Gözümüzü biraz Âvrupanın doğusuna çevirelim. .Cemiyet fertlerinden hiçbirinin istediği işi ve çalışacağı yeri seçme hürriyetine mâlik olamıyacak derecede kendi milletinin fertlerini köleleştiren komünist devleti ve batıdaki işçilerin kanını emen kapitalistleri bir tarafa bıraktığımız takdirde bile onlara muarız olanlar ve her zaman onu yıkmağa çalışanlar olduğu gibi müdafaasını yapanlar da vardır. Medeniyet ve sosyal ilerleme adı altında tamamlanan ve insanları inim inim inleten sarih kölelik şekillerinden serdet tiklerimiz ibret almak için size yeter kanısındayız. Sonra bakınız acaba İslâm vahyinden uzak yaşadığı zamanlarda beşeriyet ilerlemiş midir?. Yoksa parçalanmakta ve gerilemekte devam mı ediyor? Bugün içinde bulunduğu zulmetten kurtulması ve doğru yolu bulması için beşeriyet. İslâm vahyinin ışığına ne kadar muhtaçtır?. 52
Dostları ilə paylaş: |