İslâm ve Ağalık (Derebeylik ve Feodalite)
Son zamanlarda işittim ki, bir öğrenci Üniversiteye, İslâmm ağalık nizamı olduğunu isbatlayan bir tez 53takdim etmiş ve bu tez üzerinde macester derecesine nail olmuştur. Bir anda öğrenciye ve hocalara hayret ettim, öğrenci cahil veya kötü niyetli olabilir. Amma, haşmetli, azametli profesörlere gelince .onların maksat ve gayeleri nedir acaba? Bu ilim dahîleri (!) iktisadî ve içtimaî nizamları ve tarihin vakıalarını anlamakta bu seviyeye nasıl düşerler?..
Lâkin o haşmetli üstadlarm kimler olduklarını öğrendiğim zaman hayret ve şaşkınlık benden uzaklaştı. Bunlar ,kendilerinden sonra gelecek nesilleri ifsat etmek için, batılı müstemlekecilerin, kontrolleri altında yetiştirdikleri nesilden değiller miydi? Onlar özel bir ihtimamla Dunlop'un ilgilendiği kimseler değiller miydi? Zahirde ilmen gelişmeleri maksadile, hakikat-ta onları, kendi hakiki yapılarından gerçekten uzaklaştırmak, kendi varlıklarını, tarihlerini ve akidelerini küçümsetmek, kendi din ve an'aneîerinden uzaklaştırmak gâyesile onları Avrupaya göndermeğe son derece önem vermemiş miydi?
Evet!... Şüphesiz onlardı. O halde hayrete düşmeğe ve garipsemeğe değer bir şey yok!...
Ey haşmetli üstadlar, nedir o ağalık, sorarım size?. Ve onu meydana getiren unsurlar nelerdir?.
Burada Dr. Raşit El Berravi'nin «Sosyal Nizam» adlı kitabında tabiatile Avrupa kaynaklarından naklen, ağalık için yazdığı bir özelliği nakledelim:
«Ağalık nizamı istihsal yönünden bir şekilden ibarettir. Onun. başkalarından ayırıcı vasfı, daimî tabiliktir. (Serfdom). Ağalık öyle bir nizamdır ki, onun gölgesinde birinci el müstahsil efendisine veya patronuna karşı muayyen iktisadî talebleri yerine getirmeğe mecbur kalır. Bu taleblerin, müstahsilin yaptığı hizmetler şeklinde yerine getirilmesi veya ağaya nakden yahut aynen verdiği istihkaklar şeklinde olması müsavidir, diye tarif ederler. Onu açıklamak için böyle deriz: Ağalık (feodalite) toplumu iki sınıfa ayrılırdı.
Birincisi, derebeylik arazilerine sahib olanları, yani büyük arazî sahiblerini içine alır.
İkincisi, çeşitli derecelerdeki ortakçılardan meydana gelen halk sınıfıdır. Fellâhlar (ziraat ameleleri) ve köleler ikinci sınıftandır. Her ne kadar öbürlerinin adedi ölçülü ve sür'atli olarak azalmaya devam ediyorsa da.
Bu fellâhlar veya birinci el müstahsillerin evlerinde ziraatla ilgili basit sanatlara alışmağı tatbik ettikleri gibi hayatlarını kazanma ve yaşama vasıtalarından kendilerine lâzım olanları ve üzerine ümitle bağlandıkları araziden belli bir miktarı elde etmek hakları idi. Lâkin onlar buna mukabil, âletleri ve hayvanlariyie beraber şerifin (ağanın) arazisinde haftalık imece çalışması yapmak, ziraat mevsimlerinde ilâve hizmetler görmek, bayramlarda ve özel münasebetlerde hediyeler takdim etmek gibi bir takım vazifeleri yapmağa mecburdurlar. Bundan başka zahirelerini ağanın kurmuş olduğu değirmenlerde öğütmeğe ve üzüm mahsullerini onun sıkma yerlerinde sıkmağa da mecburdurlar.»
«Hukukî ve idari işlere derebeyi bakardı. Yani o kendi mmtıkasmdaki içtimaî ve siyasî hayatın tanzim ve idaresinden kendi ölçüleriyle mes'uldü ve istediği gibi idare ederdi?..»
«...Lâkin derebeyi nizamı altındaki bu birinci el müstahsil'ileride tarifini yapacağımız mânâda hür değildi. Zira o, tam bir mülkiyyetle tarlaya sahip olmak, satmak, miras bırakmak veya hibe etmek gibi tasarruflara muktedir olamazdı. Kendi menfaatlerine aykırı olduğu halde istemiyerek ağanın özel arazisinde ırgat işlerini yapmağa mecburdu. Bağlılık alâkasını itiraf etmiş olmak için, miktarı gayri mahdut bir vergi vermekle de mükellef idi.»
Arazi bir elden diğer ele intikal ettikçe toprakla beraber o da intikal ederdi. İş yerini bırakmağa veya ba-şka bir efendinin hizmetine girmeğe, hattâ bunu düşünmeğe bile hak ve hürriyeti yoktu. Böylece o, eski devirlerdeki köle ile yeni çağdaki hür ortakçı arasında mutavassıt bir halkayı temsil eder.
Hal böyle olunca, çiftçiye hibe edeceği arazinin sahasını tahdit, emekçinin yapması istenen hizmetlerin miktarını tâyin eden ancak arazi sahibidir. O, bu kararlarında diğer maliklerin tasarruflariyle
bağlı değildir ve çiftçilerin arzularına da boyun eğmez.»
Sonra der ki: «Burada 13. asırda ziraat ameleleri tarafından gayri meşru bir hicret hareketi başladı. Bu «çiftçilerin firarı» adiyle maruf harekettir. Arazi sahipleri, kaçan çiftçileri geri getirmeği denediler, bununla ilgili olarak kendi aralarında her arazi sahibinin kendi derebeyliğine gelen işçileri yakalamasını derpiş eden ittifaklar akdettiler. Fakat bu firar hareketi bütün beldelerde umumî bir davranış haline geldi. Bu yüzden her arazi sahibi ziraat işlerini yürütebilmek için işçilere olan ihtiyacı yakından hissetmeğe başladı. İşte bu anlaşma ve onu takib eden hareketlerden mütevellit bağımsızlığa doğru gidiş başladı. Böylece arazi sahipleri arasındaki rekabete dayanan bu yardımlaşma denemeleri makbul bir davranış haline geldi. Bu durum karşısında daha sonrakiler başka bir denemenin lüzumuna inandılar. Binaenaleyh düşünceler, maddî ücretle çalışma tarzının, mecburi ırgatlık yerine geçmesine doğru yöneldi.»
«Fellâhlardan bir çoğu faiz müessesesi kurmağa muvaffak oldu. Bu yol üe emirlerin ve arazi sahibi de-rebeylerin maddi ihtiyaçlarını istismar etmeği be-cererek şahsî hürriyetlerini satın aldılar. Her ne kadar bu dış görünüşler 14. asra kadar yaygın âdetler haline gelmemişse de, mühim olan şudur ki, ağalık toplumunun dayanmakta olduğu esaslar çökmeğe başladı54 Artık bu çöküş müteakip asırlarda kolayla-şan akıcı bir düzen halini aldı.»
Bu saydıklarımız derebeyliğin dayandığı temel unsurlardır. Zihinlerimizde şeklinin açıkça belirmesi, dış görünüş ve şekillerden başkasiyle karışmaması için onları tafsilatıyla naklettik.
Acaba bu köleliğin benzeri İslâm'da nerede ve ne zaman vaki olmuştur?..
Bazı araştırıcılara veya îsîâmm etrafına şüpheler kondurmak için istismar yoluna gidenlere şüpheli görünen cihetler olabilir ki, tarihin bazı devirlerinde İslâm toplumunun büyük arazi ve çiftlik sahipleriyle, oralarda çaJışan fellâhlara ayrılmış olmasıdır. Lâkin bu, sadece bir dış görünüşten ibarettir. İşte bunlar, şunun bunun İslama yapıştırmak istediği uydurma delil ve istidlallerdir ki, İslâm ondan uzaktır. Bunları daha geniş izah için, İslâm cemiyetinde meydana gelen ağalıkla esas ağalık arasında bir muvazene kurmak maksadiyle derebeylik veya ağalığın dayandığı temel unsurlara dönmemiz gerekiyor. Onlar da şunlardır :
1 - Devamlı tâbilik (serfdom).
2 - Feîlâhın efendisine karşı yapmakla mükellef bulunduğu mecburiyetler:
a) Her hafta bir gün ağanın tarlasında mecburî ve ücretsiz hizmet.
b) Çeşitli mevsimlerde yapılması gereken ücretsiz mecburi hizmetler.
c) Bayramlarda ve münasip zamanlarda ağaya hediyeler takdim etmek (Dikkat edilirse burada zengin olan efendiye hediyeler takdim eden fakir çiftçidir!...).
d) Zahireleri ağanın değirmeninde öğütmek. (Bağların üzümünü sıkmayı nazarı itibara almadık, çünkü İslâm'da şarap haramdır.).
3- Arazi kölesine verilecek tarlanın, yapacağı hizmetlerin ve ondan alınacak verginin miktarını - kendi arzusuna göre - ağanın tesbit ve tahdit etmesi.
4 - Umumi bir kanun mevcut olmadığından özel mizacının gerektirdiği şekilde siyasi ve kazaî işlere derebeyinin bakması.
5 - Bu nizamın yıkılması tebeyyün edince fellâhlarm hürriyetlerini satın almağa muztar kalmaları.
Bu izahlardan sonra İslâm tarihi herkese açıktır. Acaba ağalık ve köleliğin dayandığı bu temel unsurlardan benzeri îslâmda var mıdır, herkes araştırsın!.
1 - Devamlı tâbiliğe gelince o, kölelik dairesinin dışında İslâmm hiç tanımadığı bir meseledir. Bundan evvelki bölümde köleliğin kaidelerini, sebeplerini ve ondan kurtulma vasıtalarını izah etmiştik. îslâmda arazi köleliği yoktur. Ancak harp yoluyla gelen köleler karşılıksız olarak azat edilmedikleri ve mükâtebe yoluyla da hürriyetlerini istemedikleri takdirde efendilerinin arazisinde çalışırlardı. Haddizatında bütün nüfusun mecmuuna nisbetle bunlar çok küçük bir azınlıktır. Fakat bundan maksud olan, Avru-panın feodalite sistemindeki daimî tâbilik değildir. Asıl maitsat kölenin ve fellâhlarm ve ziraat işçilerinin hep birdon içinde bulundukları tâbilik halidir. Avrupa'daki kölelik ise, sadece efendilere âid kölelik değildi. Zira onlar, mevcut efendilerini bırakmak veya arazi sahipleri tarafından omuzlarına yükletilmiş olan mecburiyetlerden kurtulmak ellerinde olmayan toprak kölesi idiler.
Köleliğin bu rengi veya tâbiliğin bu şekli İslâm-da hiç bulunmamış ve görülmemiş bir şeydir. Şöyle ki, prensip bakımından İslâm (ubudiyeti) ve tâbiliği ancak hayatın halikı Allah'a tahsis eder. Allah'ın mahlûkatmdan bazısının diğerlerine olan tâbiliğine gelince bu İslâm esaslarında mevcut değildir. Eğer kölelikte böyle bir şey bulunmuşsa bu durum İslâmm iradesi dışında bazı şartlara bağlı olarak geçici bir hâldir. İslâm her vesile ile köleliğin ortadan kaldırılmasına çalışır. Bizzat kölelerin, kölelikten kurtulmalarını teşvik eder. Bu hususta onlara devletin yardım ve desteğini de sağlamıştır. Sonra İslâm, -iktisadi bakımdan- işaret ettiğimiz ve o zaman da kendine has iktisadî bir hüviyeti bulunmayan kölelik haleti dışında kölelerin gönülleri içten hürleşinceye, kendi mes'uliyetlerini yüklenme yetkisine sahip oluncaya, böylece hür olarak çalışma gücünü kendilerinde "bulup hürriyetlerini alıncaya kadar iktisadî binasını, bir insanın, başkalarının sorumluluğunu yüklenme esası üzerine kurmaz. îslâm iktisadi binasını ancak herkes arasında yerleşmiş tam bir yardımlaşma, vazife taksimi, iş ve çalışma hürriyeti esası üzerine kurar. Normal hayatı garanti edecek gelirlerden yoksun olanlara veya herhangi bir sebepten dolayı çalışma gücünü kaybedenlere yardım edecek olan devlet daima mevcuttur. Mademki devletin herkese şâmil olan kefalet ve imkânları mevcuttur, o halde hiçbir kimseyi, arazî sahipleri için kendini köleleştirmeğe sevkeden bir mecburiyet yoktur. Çünkü o, hayatın temel ihtiyaçları olan hürriyet ve şerefini başka yollardan da elde edebilir.
2 - îslâm, bilinen şekliyle ağalığı hem iktisadî hem ruhî yönden menetti. Toprak kölesi olmadan önce insanların imdadına yetişti ve onları ağalık zulmünden kurtardı. Amma fellâhm toprak sahibi için taşımağa mecbur olduğu yüklere gelince, İslâm Tarihi onu da tanımaz. Hiçbir vakit - İslâm tatbik, edildikçe fellâhın, herhangi bir işte toprak sahibine itaate mecbur olduğu vaki değildir. Bunun sebebi ise İslâmda tâbiliğin mevcut olmaması ve fertler arasında «hür» bir alâka ve münasebetin mevcudiyetidir.
İslâmm, fellâh ile toprak sahibi arasında tanıdığı tek alâka icar ve ortaklık alâkasıdır. Onun rauk-tezasınca fellâh, gelir kaynaklarının kifayeti nisbe-tinde az veya çok miktarda toprak kiralar, kendi mas-rafile o toprağı ekmek hususunda tam bir hürriyete sahip olur, mahsulünü toplar. Meselenin diğer şıkkı, toprak sahibi ile ortak olmaktır. O masrafları verir, fellâh da gücünü harcar, sene sonunda elde edilen mahsulü aralarında bölüşürler. Her iki durumda ortakçının efendiden korkması, yahut ücretsiz çalışma ve hizmet etme külfetleri yoktur. Ortaklık nizamı ancak hürriyet, hukuk ve vazifelerde iki taraf arasında karşılıklı ve eşit mecburiyetlerdir. Fellâh, kiralayacağı yeri veya ortak olacağı toprak sahibini seçmekte tamamen hürdür. Bundan başka toprak sahibi ile yerin kirası hakkında pazarlık yapmakta da hürdür. O işi, kâr yönünden kazançlı bulmazsa, orada çalışmama hakkına mâliktir. Bu durumda toprak sahibi onu hiçbir şeyle ilzam edemez.
Emekçi, ortaklık nizamına razı olunca, onun o işteki mecburiyetleri mal sahibinin mecburiyetlerile eşit ve ona bağlı olur. Onun kazancı da toprak sahibinin kazancının yarısıdır.
Sonra biz derebeylik nizamlarmdakinin aksine görürüz ki, bayramlarda ve bazı münasebetlerde hediyeler ve çeşitli sadakalarla fettanlarına iyilik yapan ancak zengin olan mal sahipleridir. Bu husus bilhassa Ramazan ayında daha çok canlanır. Çünkü, Ramazan müslümanlarca özel mevkii olan bir aydır. Bu ayda ahbablar ve dostlar arasında ziyaretleşmeler çoğalır ve dağınıklıkları bir araya getiren, muhtaçları sevindiren ziyafet sofraları kurulur. Zira eşyanın ta-biatile uyuşan mantıki hareket tarzı ancak budur. İntak eden, sadaka ve hediyeleri üzerine alan ancak zengindir. Avrupa'nın .. insaniyetinin iktiza ettirdiği gibi hediye vermekle mükellef olan fakir değildir.
Değirmenlerden istifadeye gelince, bununla fakirlerin iştigâl etmeleri ve o yoldan kazanmaları, İslâm ülkelerinde câri örf haline gelmiştir.
Hiçbir vakit toprak, sahiplerinin elinde fellâh'la-nn (ziraat işçileri) aleyhine olarak çalıştırılan vasıta haline gelmemiştir.
Buradan anlarız ki, baskı ile ücretsiz çalıştırma şeklindeki mecburiyetler İslâm nizamında hiç bulunmamış, onun yerine haysiyyet, şeref ve insaniyyet esasına dayanan karşılıklı hürmet ve tam eşitlik üzerine bina edilmiş hür bir alâka kaim olmuştur. Fakat çiftçilerini koruma ve himaye hususunda Avrupa'da derebeyin yapmakta ve karşılığını vermeğe mecbur olduğu külfetlere gelince işte onlar, zalim bir baskı altında ücretsiz çalıştırmanın ve zillete düşürücü köleliğin ta kendisidir. Halbuki îslâmda zenginler bunu mukabiîsiz ve gönüllü olarak yapıyorlardı. Çünkü, onlar, bunun karşılığını Allah'a yaklaşma ve O'na iba et vazifesini noksansız yerine getirme kabul ediyorlardı. Bu cihet, akide üzerine kurulmuş bir nizam ile akideden mahrum boş esaslar üzerine kurulmuş bir nizam arasında kesin bir ayrılıktır. Birincide içtimai hizmetler ferdi Allah'a yaklaştıran bir ibadet olur. İkincide ise her iki tarafın en büyük kazancı almağı, buna mukabil en az hizmette bulunmağı düşünüp denediği ticarî bir ameliye olur. Sonunda galibiyyet hak sahibine değil kuvvetliye döner.
3- Bundan sonra derebeyliğin alâmeti farikalarından üçüncüsüne geçelim = Bu özellik, efendinin köleye vereceği toprak miktarını tahdit etmesi ve fel-lâhîardan yapması istenen hizmetleri de bizzat kendisinin tayin etmesidir. Bu ikisi oradaki efendilik ve kölelikle beraber yürüyen iki iştir. Mülk sahibinin efendi, çiftçinin tâbi olması esasının dışında başka bir esas üzerine kurulmuş olan İslâm nizamında o iki şeyin vücudu yoktur. İslâm esaslarına göre fellâhm kiralı-yacağı miktarı ancak onun mali kudreti ve serbest arzusu tahdit eder. İşte burada hizmet fellâhtan fellâha olur. İcar kıymetini edâ etmekten başka mal sahibi ile ilgisi yoktur. Lâkin ortaklığa gelince, fellâhm ekeceği arazinin miktarı onun bedeni kuvvetine mâlik bulunduğu çalışan ellerin sayısına (ekseriya çocukları) bağlıdır. Fellâhtan taleb edilen hizmet, mahsulü verinceye kadar mal sahibi ile fellâh arasında ortak itibar olunan toprağın muhtaç olduğu hizmettir. Mal sahibinin geri kalan ve ortaklığa dahil olmayan toprağına gelince, felîâhın onunla hiçbir ilgisi yoktur ve orada herhangi bir hizmetle mükellef değildir.
4- Lâkin gerçekte derebeylikle İslâm nizamı arasındaki farkın en önemlisi, derebeylik nizamında derebeyinin idari ve kazaî işleri bizzat kendisi yapmaşıdır. Yani kendi mıntıkasına ait bulunan sosyal ve siyasî hayatın idare ve tanzimine bakmasıdır ki, İslâmda böyle bir şekil ve idare sistemi katiyyen mevcut değildir.
Avrupa devletçiklerinin anlaşılan mânâda umumî bir kanunu yoktu. Hattâ sonraları bütün Avrupa-daki kanunların esasım teşkil eden Roma Kanunları dahi, derebeylerin kendi mıntıkalarında mutlak hâkimler olmalarını mubah saymıştı. Bu sebeple dere-beyler, kendi mıntıkaları için kanunlar vazederler, o kanunlarla beylik halkına hükmederler, böylece kendi icatları olan ahkâmı tatbik ederlerdi. Bu esasa göre derebeyi bir anda kanun yapma, hüküm verme ve hükmü infaz selâhiyetlerini nefsinde topluyordu. Onlardan herbiri devlet içinde, devlet durumunda idi. Devlete karşı mâli ve askeri mükellefiyetlerini lüzumu halinde eda ettiği müddetçe, beyliğinin idaresinden hiçbir kimseye karşı sorumlu değildi.
îslâmda hâl böyle değildir. İslâmda umumî bir kanuna sahip merkezî bir devlet vardır. Bu devlet, kendi sultasına tâbi her yerde kanunun tatbik ve ten-fizini kontrol eder, herbirinin müstakil selâhiyetleri bulunan ve kendi ihtisasları dahilinde şeriatı tatbik etme yetkilerini haiz kadılar tâyin eder. Hataya düşmesi veya kötülük yapması hali müstesna kadı üzerinde hiç bir kimsenin sultası yoktur. Hattâ idarenin şekli bozulduğu ve kadıların veraset yoluyla geldiği zamanlarda bile İslâm buna cevaz vermemiş ve daima hâkim teminatım muhafaza etmiştir. İslâm devlet nizamının diğer temel unsurları da yerleşmiş vaziyette ayakta durmakta ve kendi cüzleri içinde büyük küçük her şeye hâkim olmakta devam edegelmiştir.
Bu umumi kanun her yerde mer'î idi. İslâmın doğusunda ve batısında insanlar bir tek yol ile o genel kanuna göre muhakeme edilirlerdi. Tabiatiyle bu, fa-kihlerin içtihadı görüşleri çerçevesinde cereyan ederdi. Bu ise yeryüzündeki bütün kanunlara hâkim olan bir şeydir. İşte böylece hiçbir vakit emekçilere tatbik edilen kanun, derebeyin arzusu veya özel idaresi değildi. Belki Allahü Teâlânın bütün insanlar için vazettiği kanun ve emirleri idi ki, ancak bir tek şekliyle eşit olarak bütün insanlara tatbik olunurdu. Sadece her ikisi de hür olan çiftçi ile toprak sahibi arasında değil, belki köle efendi arasında, bir beşerin diğerinden üstün bulunduğu istisnaî hallerde bile bu ilâhı kanun eşit olarak tatbik olunurdu.
Şüphe yoktur ki, toprak sahibini veya sultanı memnun etmek için bir takım Kadıların kanuna ve kendi vicdanlarına muhalif hükümler verdikleri haller de vuku bulmuştur. Lâkin bu örnekleri umumi kaide olarak almak doğru olmaz. Çünkü tarihî gerçek - bizzat Avrupalıların da itiraf ettikleri veçhile - ona muhaliftir. Zira kadı'mn, ne kuvvet ve kudreti olmayan fakir birisi hakkında, ne toprak sahibinin, ne valinin ve ne de vezirlerden birisinin aleyhine, hattâ bütün sulta ve selâhiyetlerin sahibi bulunan halifenin aleyhine hükmettiği fakat bu durum karşısında kadı'mn ne azledildiği, ne de halifenin kendinden intikam aldığı zamanlardaki beşer tarihinin parlak örneklerini teşkil eden hükümleri bırakıp da sadece diğerlerini almanın doğru olamıyacağı ilim namına aşikârdır.
5 - Avrupa'da meydana geldiği gibi İslâm ülkelerinde çiftçiler arasında herhangi bir firar hareketi vaki değildir. Çünkü, fellâhlar, yalnız bir çiftlikten başka bir çiftliğe değil, belki Atlas Okyanusundan Hint Okyanusuna kadar geniş İslâm ülkeleri dahilinde bir memleketten başka bir memlekete gitmekte tamamen hürdürler. Meselâ, Mısırlı fellâhlann tabiatında olduğu gibi muayyen bir yerde kalma arzusuna sahip olanlar müstesna, hiçbir şey onların seyahat (intikal) hürriyetlerini yok etmemiştir. İslâm alemindeki fellâhlardan diğerlerinin toprağa bağlanmaları daha az, yer değiştirme kudretleri daha çok idi. Bu konuda Avrupalı felJâhların karşısına çıkan güçlük ve manialardan hiç biri müslüman feîlâhların yolunu kesmemiştir. Fellâhlann hürriyetlerini satın alma meselesine gelince, tabiatiyle bu durum İslâm âleminde hiç vaki değildir. Bunun sebebi gayet basittir. Çünkü, onlar fiilen hürdürler. Binaenaleyh onların hürriyeti satınalmağa ihtiyaçları yoktur.
Bunların yanında o zaman, İslâm âleminde çeşitli sanat meslekleri, kara ve deniz ticareti çalışmalarına ilâveten kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılayan müstakil hüviyette bir çok küçük beylikler mevcuttu. Buna karşılık, ağalığın kapkara kabus çadırını üzerine kuran Avrupa, uzun bir müddet fikri karanlığı ve ruhî cehaleti yaymağa devam etmiştir. Ancak bir yandan Endülüs'le, diğer yandan haçlı seferleri sebebiyle İslâm alemiyle temasa geçen Avrupa, içinde bulunduğu şaşkın durumdan kurtularak, kalkınma asrında aydınlığa doğru çıkmağa başlamıştır.
Bu durum kapkara ağalık şeklini kesin olarak îs-lâmdan nefyeden şeylerdendir. Bunlar da yukarıda söylediklerimize ilâve olunur.
Böylece görürüz ki, topluma hükmeden, İslâm olduğu müddetçe, derebeylik îslâm âleminde hiç görülmemiştir. Çünkü, îslâm, mânevi yapısı, iktisadiyyatı, inançları ve kanunlarıyla ağalığın ayaklanmasına müsamaha etmediği gibi ağalık nizamına götüren vasıtaların karşısında da sükût etmez. Emeviîer ve Abbasiler devrinde arazi sahibi aileleri kaplayan zahiri ağalık, sahası dar bir görüntü olup, bütün toplumda! umumi bir karakter olacak dereceye varmamıştır. Ancak, Yeni Çağda Osmanlıların son zamanlarında, kalb-lerindeki imân menbaı kurumuş, îslâmın adından başka bir şey bilmeyen bazı insanların devlet idaresinde nüfuz sahibi oldukları sıralarda, İslâm âleminde ağalık nizamı kısmen vücut buldu. Bu tiplerin misâlini Osmanlı idarecilerinden Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve onun Mısırdaki torunlarından, çeşitli Arap memleketlerindeki sulta sahibi emirler ve ailelerden verebiliriz.
Maddeci ve inkarcı Avrupa ruhunun azgmlaşıp İslâm âleminin bütün köşelerine hücumu sırasında işler daha da kötüleşti. Bu durum, İslâm toplumundaki iyiliği, birbirini sevme, ve sayma ruhunu ifsat etti. Bu Avrupa hücumu, kralların, emirlerin ve büyük ağalardan bir kısmının yardım ve desteği ile, müslü-manlardaki o güzel ruh ve anlayışı, zenginlerin çirkin istismarlarına ve fakirlerin zillet ve köleliğine tahvil etti. Avrupai unsurları tamamiyle benimsenmiş bu ağalık, ıslahatçı ihtilâlin ulaşamadığı her yerde hâlâ | yaşamakta devam etmektedir. İşte bunlar îslâmdan değildir. İslâm da ondan mes'ul değildir. Çünkü İs-1 îâm ancak hükmettiği zaman mes'ul olur. Bugün, I hükmeden, tıpkı kölenin köleleşme zilletine teşebbüs | etmesi gibi, ancak müstemlekecilik tilmizlerinden bir kısım müteşebbis insanların getirmiş oldukları Avrupa düsturlarıdır.
Yeni çağda bugün alevi şiddetlenmiş olan görüş ve doktrinlerin çatışmalarım arzederken şimdi bize fayda verecek bir kaç hakikati bu bahisten hülâsa edebiliriz. Bu hakikatler aşağıda sıralanmıştır:
1 - însaıım iradesine fırsat tanımayan icbarı bir yol ile ağalığı yeniden doğuran, haddizatında sadece mülkiyyet değildir. Mülkiyyot sadece temellük (mülk sahibi olma yolu) ve mal sahipleri ile mal sahibi olmayanlar arasında tabiî bir alâkadır. İşte bunun içindir ki, mülkiyet İslâm âleminde vardır, fakat ağalık yoktur. Çünkü İslâm nizamı nazariyatı ve tatbikatı ile insanlar arasında ağalığın ayaklanmasına müsamaha etmeyen bir takım prensipler vazetmiştir.
2 - Avrupa köleliğin içine, beşeriyyetin ister istemez geçirmesi lâzım gelen tabiî ve iktisadî değişmeler sebebiyle düşmedi. O ancak bu çukura, insanların şuurlarını ve vicdani alâkalarını tanzim eden bir inanç ve nizamın olmaması sebebiyle düştü. Eğer İslâmda olduğu gibi orada bir inanç ve nizam bulunsaydı o zaman içtimaî ve iktisadî alâkaların normal şekilde tan-"zimi o kadar zorlaşmaz, iktisadî gelişmeler, fikir ve şuurların normal ve doğru istikametlerde ilerlemesine mani olmazdı.
3 - Kavgacı materyalist felsefenin, «İlk komünizm, kölelik, ağalık, kapitalizm ve ikinci komünizm» şeklindeki iddialariyle beşer tarihine sığdırmaya çalıştığı iktisadî devirler ve gelişmeler hakikatta sadece Avrupa tarihini temsil eder. Buna da ancak Avrupa bağlanır. Fakat Avrupa'nın dışında kalan âleme gelince, onların bu gelişmeler içinde seyretmesi şart değildir. Biz gördük ki, îslâm âlemi tarihî devirlerdeki yolculuğu boyunca ağalığa uğramamıştır. Kezalik, yolculuğunun sonunda komünizme uğraması da şart değildir. Malûm ola ki,, İslama nisbetle bu türlü iddialar çürük ve yersizdir. 55
Dostları ilə paylaş: |