Şahsî mülkiyet fıtri bir karakter midir? Onun öyle olmadığı üzerinde komünistler ve kuyrukları ısrar eder; derler ki;
«Komünizmin hâkim olduğu ilk cemiyetlerde hiç bir kimsenin özel bir mülkü yoktu. Her şey ancak cemiyetin mülkü idi. Sevgi, yardımlaşma ve kardeşlik cemiyetin her ferdine hâkimdi. Fakat maalesef bu melek devre uzun sürmedi. Ziraat keşfolunduğundan beri ekilmiş topraklar ve elde edilen mahsuller üzerinde anlaşmazlık canlanıp yürüdü. Harpler başladı... Şahsî mülkiyete olan sevgisinden dolayı beşeriyet, üzerine eğildiği bugünkü duruma döndü ve onun üzerinde boğuşmaya başladı. Etrafı kaplayarak uzanmış olan şu kötülüklerden kurtulmak için ilk devresine dönmekten başka beşerin kurtuluş yolu yoktur. Öyle bir dönüş ki, orada hiçbir kimsenin özel mülkü bulunmayacak, ancak herkesin istihsal ettiği şeye herkes malik olacaktır. Böylece sevgi ve anlaşma ruhu avdet eder ve bu ruh beşeriyete hâkim olur,»
Burada komünistleri bir an kendi hallerine bırakacak olursak, insanın davranışlarında, duygularında ve fikirlerindeki fıtri ve müktesep olan hususları tahdit konusunda psikolog ve sosyologların kendi aralarında şiddetli ihtilâfa düştüklerini görürüz. Çünküi onlar şahsî mülkiyet meselesinde anlaşmazlık halindedirler, şöyle ki: İnsanı çevreleyen şartlardan sarfınazar edilince, acaba şahsî mülkiyet duygusu insanla beraber doğan fıtri bir karakter midir? Yoksa, o çevrenin tesirinden mi meydana gelmiştir? Yâni çocuğu, oyuncağını ve eşyasını konuna teşebbüsüne sevk eden sebep, acaba onun oyuncağının kifayetsizliği veya başkasının onu olmasına karşı koyma ihtiyacı mıdır? Meselâ: Bir yerde on çocuk olduğu halde bir tek oyuncak bulunduğu zaman çocuklar o oyuncak üzerinde mutlaka kavga yaparlar. Lâkin on ço: cuk için on tane oyuncak bulunduğu zaman herkes kendi oyuncağı ile iktifa eder ve böyle niza' ortadan kalkar mı?
Bunlar ve onlar hakkında bizim bazı mülâhazalarımız olacak:
1 - O mütefekkirlerden bir tanesi bile, şalisi mülkiyetin fıtri bir karakter olmadığını kat'î bir şekilde ifade ve isbat edememiştir. Onlardan solcu olanların bütün söyledikleri: «Şahsî mülkiyetin fıtri bir karakter olduğuna kat'î bir delil yoktur.» sözünden ibarettir. Malûmdur ki, bu ifade ile kat'i selb arasında mühim bir fark vardır. Eğer onlar bunu selb eden yakini bir delil buisalardi, reddetmek hususunda tereddüt etmezlerdi. Çünkü onların şevki tabiî'Ieri (içgüdüleri) şahsî mülkiyetten nefret eder.
2 - Onların göstermek istedikleri örnek -çocuklar ve oyuncaklar gibi - bu konuda ortaya koymak istedikleri şeye delâlet etmez. On çocuk ve on oyuncak bulunup da sonra niza'm zail olması; bu durum mülkiyet için fıtri bir karakterin ademi vücuduna delâlet etmez. Ancak bu fıtri karakterin eşit hallerde herkes arasında mutlak bir müsavata rıza göstermesinin mümkün olacağına delâlet, eder. Bu da ash selbetmez. Ancak onun gayelerini tahdit eder. Kaldı ki bu gibi hallerde görülen, çocuklardan çoğunun, iradelerinin dışında bir mâni bulunmadıkça, diğer arkadaşlarının oyuncaklarım zorla ellerinden almak tiyle kendi ellerindeki oyuncaklarının adedini çoğaltmağa çalışmalarıdır!
3- İlk cemiyette komünistlerin varolduğunu farzettikleri «meleklik» devresine gelince, biz böyle bir devrenin varlığı hakkında yakîynî bir deliie mâlik değiliz. Orada istihsal vasıta ve imkânları yoktur. O halde gayri mevcut olan bir şey üzerine nasıl niza' kopardı? Ağaçlar vasıta kullanmadan ve emek sar-fetmeden onların gıdalarını temin ediyordu. Avlanmadaki iştirake gelince, tabiatı ile yalnız ava çıkanları vahşî hayvanların parçalaması korkusundan dolayı avda iştirake mecburdurlar CBununla beraber cesur olanlardan bazılarının, şecaatlarmı ve seçkinliklerini isbat için yalnız başına ava çıkmadıklarını kat'î şekilde söylemeğe muktedir değiliz. Bu cidden mühim bir meseledir. Bir müddet sonra ona tekrar döneceğiz). Çünkü korktuğu ve bozulduğu için avlananları depo etmek mümkün değildi. O halde av için vaktinde mutlaka hazırlıklı bulunmak lâzımdır. Bu meselede niza'm bulunmaması o devirde şahsi mülkiyet karakterinin bulunmadığına bizatihi delil olmaz. Bu durumun hadd-i zatında üzerinde niza' yapılacak şeyin bulunmamış olmasından meydana gelmesi muhtemeldir. Zira, ziraat keşfedilince mücadele başladı. Ya'ni o devirde, henüz harekete sevkedici faktörün bulunmaması sebebiyle o karakter gizli idi. Bilâhare sebebi bulununca meydana çıktı.
4 - Hiçbir kimse bize, o zamanda, bir kadına mâlik olmak için, erkekler arasında mücadele yapılmadığını söyleyemez. Komünistlerin iddia ettikleri gibi o devrede cinsî iştirakin mevcut olmasına rağmen, şüphesiz hiçbir kimse o ilk cemiyette yüzde yüz kadında iştirakin hâkim olduğunu iddia edemez. Bilfarz onun mevcut olması dahi, rakipler nazarında, diğerlerinden daha güzel bir kadın etrafında rekabetin mevcudiyetini meneden bir delil sayılmaz. Bu konuda en büyük ehemmiyeti haiz olduğuna inandığımız ve hakkında araştırma yapacağımız düğümlerden (kilit noktalarından) birisi işte buradadır.
O da: «Her şeyin birbirine benzediği ve birbirine eşit olduğu zaman niza' ortadan kalkar.» Faraziyesi-dir. Fakat, yükseklik ve alçaklık bakımından insanlar nazarında eşya ve onun kıymet hükümleri değiştiği zaman orada rekabet ve mücadele başlar. Hatta komünistlerin bütün hayallerinin ve geleceğe ait gerçekleşmesini umdukları bütün rüyalarının dayanağı olan melekler cemiyetinde bile!..
5- Son olarak hiç bir kimse o ilkel cemiyette üstünlük ve seçkinlik vasıflarında vaki rekabetin varlığını inkâr etmez. Meselâ kahramanlık veya kuvvetlilik veya sabırlı ve metanetli olmak veyahut her hangi bir sıfatla temayüz etmek gibi. İşte bugün iptidaî bir şekilde yaşayan kabilelerin bazısı, - ki komünistler ilkel toplumu ona kıyas ederler kızlarını ancak, vurulacak yüz kırbaca, zafiyet göstermeden ve of demeden tahammül edenlere verirler, bu imtihanı ve remiyenierle kızlarını evlendirmeyi reddederler.
Niçindir' bu?.. Hangi sebebten dolayı gençler bu imtihana koşarlar, seçkin olduklarını isbata rağbet ederler. Eğer her şey mutlak eşitlik prensibi üzerine seyrediyorsa, o halde bir insanı, «Ben başkalarına eşit değilim, belki onlardan daha üstünüm.» demeğe sevkeden sebep ve saik nedir?
Burada, inandığımız ve ehemmiyetine binaen bahis konusu yaptığımız düğümlerden başka bir düğüm daha vardır. Şöyle ki, şahsî mülkiyetin hadd-i zatında fıtri bir karakter olmadığı farzedüse bile, beşeriy-yet şahsi mülkiyete, ilk çağlardanberi kurtulamadığı bir başka fıtrî karakter ile bağlıdır.- O da emsali arasında temayüz etme arzusudur.
İslâmm mubah saydığı şahsi mülkiyetten bahsetmemiz için bu nazarî bahisleri terkediyoruz. Komünistler diyorlar ki, bütün tarih devirleri boyunca şahsî mülkiyete zulüm arkadaşlık etmiştir. Beşeriyetin boğuşmadan kurtulup sükûn ve istikrara kavuşması istendiği takdirde mutlaka şahsi mülkiyetin ilgası lâzım gelir.
Beşeriyetin ilerlemesinde ferdi karakterlerin tesirini komünistlerin görmemezlikten gelmelerinden ve yine onların daha nice hakikatleri tahrife yeltenmelerinden sarfı nazar edecek olursak görürüz ki, ilk komünizm devrinde beşeriyet hiç ilerlememiştir. İlerlemeye ancak mülkiyet mücadelesinden sonra başlamıştır. Binaenaleyh bu mülkiyet mücadelesi tamamen kötü değildir. Bu mücadelenin makûl 62bir hudut içinde vukuu sosyal, iktisadi ve psikolojik bir zarurettir. Bunların hepsinden sarfı nazar ederek düşünürsek kati bir şekilde görür ve anlarız ki İslâm, beşeriyete hulul eden zulmün nıenşeinin hakikatte sadece şahsi mülkiyet olduğunu kabul etmez. Genel olarak İslâm âleminin dışında, hassaten Avrupa'da mülkiyete arkadaşlık eden zulüm ancak oradaki mülk sahibi sınıfın, kanunu yapan ve aynı zamanda hükmeden zümre olmasından meydana gelmiştir.
Hâl böyle olunca, o zümrenin kendi menfaatleri lehine hükmetmesi, kendi çıkarlarını koruyan, başkalarının çıkarlarını zedeleyen kanunlar vaz'etmesi tabii idi.
Lâkin İslâmda böyle hâkim bir sınıf yoktur. Bilindiği gibi kanun da halk sınıflarından muayyen bir sınıfın yaptığı şey değildir. O ancak herkesin halikı olan Allah tarafından gelmiştir. Malûmdur ki, Allah Teâlâ'nm kullarından birini diğeri hesabına, veya bir sınıfı diğer bir sınıfın hesabına kayıracağı tasavvur olunamaz. O'nu öyle yapmaya hâşâ hangi şey zorlayabilir.63 Allah Teâlâyı bütün noksanlıklardan tenzih eder ve O'nu bütün kemâl sıfatiariyle tavsif ederiz.
İslâmda devlet reisi hür bir seçimle millet tarafından seçilen bir şahıstır. Onu hüküm mevkiine lâyık kılan, herhangi bir sınıf meziyeti değildir. Sonra c, hükmü ele alınca, kendisini değil yalnız Allah'ın vaz'-eîtiği kanunları tatbik ve tenfiz etmekle vazifelidir.
Onun halk üzerindeki sultası Allah'ın kanununu tatbik etmekten daha öteye geçemez. İlk Halife Hz. Ebu-bekir (R.A) der ki: «Sizi idare hususunda Allah'a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Eğer Allah'a âsi olursam, o zaman sizin üzerinize bana itaat etmek lâzım gelmez.» Binaenaleyh, İslâm halifesinin, şeriatte bir imtiyaz olarak kendi şahsı veya başkası için kullanabileceği her hangi kanuni yetkisi yoktur. Bundan dolayı o, cemiyetin bir sınıfını başka bir sınıf üzerinde imtiyazlı kılmağa veya sermayedar zenginlerin siyasi nüfuzuna boyun eğerek mal sahibi olmayan fakirlerin aleyhine kanunlar vaz'etmeğe ne selâniyetli ne de muhtaçtır.
Biz burada İslâmın bihakkın tatbik edildiği devirlerden bahsedeceğiz. Azılı saltanat şekline tahavvülünden sonra İslâmın idaresine giren bozukluklara bakmayacağız. Çünkü bozuk şeklile o düzen hiç bir vakit hakiki İslâm değildir. İslâmın da ondan sorumlu olması aklen mümkün olamaz. Bundan başka, bütün adaleti ve örnek şekliyle îslâmm tatbik edildiği müddetin kısalığı, hiç bir vakit onun, gerçekler dünyasında tatbiki mümkün olmayan hayalî bir nizam olduğunu da ifade ve irade- etmez. Bir kere vukua gelenin bir kerre daha vukua gelmesi halile. mümkündür. İnsanlar o örnek devrenin geri dönmesini büyük bir özlemle candan istiyorlar. Bugün müslümaniar için onu gerçekleştirmek tarihin uzak devirlerinde atalarının elinde gerçekleşmesinden daha kolay ve akla daha yakındır.64
Yukarıda serdettiklerimizden anlaşılacağı veçhile İslâm nizamında malsahibi bulunan zenginler kendileri için kanun yapamazlar. Onlar da başkaları gibi, insanî hukuk ve beşeri haysiyyette herkesi bir tutan umumî bir kanuna boyun eğerler. Amma nasslar-dan birisinin tefsirinde ihtilâf meydana geldiği zaman yeryüzündeki bütün kanunlarda olduğu gibi orada da sadece fakîhler fikir sahibidirler65 Büyük İslâm fakîhlerinin, malsahibi sınıfını korumak gayesile çalışanlar aleyhine ictihad yapmadıklarına tarih şehadet eder. Onlar daima, çalışanların haklarını korumağa ve onların temel ihtiyaçlarını tahakkuk ettirmeğe daha çok ehemmiyet vermişlerdir. Islamın, işçiyi iş sahibine ortak kılması konusunda geçen bölümde vermiş olduğumuz misâl, kasdettiğimiz meseleyi açık bir şekilde anlatır.
İslâmm beşer tabiatı hakkındaki kanaati «Mülkiyet daima zulüm ve istibdadı kasdeder.» şeklinde kabul olunan yanlış anlayış derecesine varacak kadar kötü olamaz. İslâm insan ruhunu terbiyede ve bazı insanları mal sahibi yapmada öyle yüksek seviyeye ulaşmıştır ki, Kur'an'da «Gönüllerinde, kendilerine verilenlerle ilgili bir ihtiyaç bulmazlar. Kendilerine ait özel bir durum olsa bile yine de başkalarını kendilerine ortak sayarlar.» 66denilmiştir. Kur'an âyetleriyle övgülere mazhar o müsîümanlar, Allah'ın rızasından ve sevabından başka bir şey beklemeden karşılıksız olarak başkalarını kendi mallarına ortak kılıyorlardı.
Az olmakla beraber bu eşsiz örnekleri görmemez likten gelemeyiz. Çünkü onlar, istikbale işaret eden ve günlerden bir gün insanlığın ulaşması mümkün olan seviyeyi müjdeliyen nur pırıltılarıdır.
Bununla beraber İslâm hiç bir vakit rüyalara dalmaz, milletin menfaatlerim bazan bulunacak veya hiç bulunmayacak iyi niyetlere terketmez. Fakat O, ruhları terbiye ve onları kötülüklerden korumağa olan aşırı ihtimamı ile gerçeklere inanır. Bu esasa dayanan âdil bir dağıtım (inkisam) üe servetin tevziini kefaleti altına alacak kanunları vazeder. Hz. Osman'ın, «Allah, Kur'an ile menetmediğini sultan ile mene-der.» sözünün ifade ettiği gibi işi iki cihetten teminat altına alır.
Mülkiyet fiilen tarihte bulundu, fakat ona zulüm her zaman arkadaşlık etmedi.
Geçen iki bölümde İslâm tarihinden iki misâl vermiştik. Birisi ziraat mülkiyetinden idi. Orada gördük ki, o mülkiyet, Avrupa'da olduğu gibi, îslâm âleminde işi derebeyliğe götürmedi. Bu da Islâmda, derebeyliği meneden, işçileri mal sahiplerinin istismarından uzak tutan, haysiyyetli bir yaşayışı zengin olmayanlara da temin eden içtimaî ve iktisadî kanunların bulunmasmdandır.
Diğer misâl kapitalizm mülkiyetinden idi. Birini cide olduğu gibi bunda da gördük ki, îslâmm dört bun cağında kapitalizmin neş'eti farz edilmiş olsaydı, ancak îslâm ondan hayırların galip olduğu bir miktarı mubah kılacaktı, elinde bulunan kanun Ve ahlâk vasıtalarıyla zulüm ve istismarın karşısına dikilecektij Hâl böyle olunca tabiatile o zaman mülkiyet, bugün kapitalist garbın altında inlemekte olduğu kötü neti! çelere müncer olmayacaktı. Sonra îsîâm, mülkiyeti mutlak olarak mubah kılmadı. îslâm umumî gelir kaynaklarının, cemiyetin müşterek malı olduğunu nass ile ifade etmiştir. Bununla beraber adaleti gerçekleştirmenin şahsî mülkiyetin haram kılınmasını iktiza ettirdiğini anladığı zaman onu haram etti. Sonra zulümden ve ferdin ferde tahakkümünden emin olunca da onu serbest bıraktı. Burada konu ile ilgili bir misâli İslâm âieminin dışından verelim. Meselâ Dünya Milletleri arasında millî ve unsurî temayüzle (üstünlükle) öğündükleri herkesçe bilinen İngiliz, Amerikan ve Fransızlar, sevgi ve muvazene bakımından İskandinav devletlerinin dünyanın en ileri devletleri olduğuna şehadet etmişlerdir. Halbuki, bu devletler şahsi mülkiyeti ilga etmedi. Onların yaptıklarının hepsi ,halk sınıfları arasındaki mesafeyi yaklaştıran, sarfedilen güç ile karşılık arasında tam muadelet kuran âdil bir dağıtımla servetin tevziini teminat altına almak oldu. Bu hareket tarzı ile onlar, îslâm mefkuresinin bir tarafım tatbikat sahasına koydukları için hakikaten dünya devletlerinin en ilerisi olmuşlardır.
Bundan başka şurası muhakkak ki, her hangi iktisadî bir nizam ile onun arkasında kıyam eden fikri ve içtimai felsefe arasını ayırmak mümkün olmaz. Bugünün devletlerinin kendine çağırdığı üç nizamı şöyle bir gözden geçirecek olursak -ki, onlar kapitalizm, komünizm ve İslâmdır görürüz ki, her birinin,iktisadî nizamı ve ondaki şahsî mülkiyet fikri, kendi sosyal düşünceisyle sımsıkı irtibat halindedir. Daha evvel belirttiğimiz gibi Kapitalizm ferdin mukad-desîiği esası üzerine kurulmuştur. Ona göre «Ferd mukaddes bir valıktır. Cemiyetin cnun hürriyetini tahdit etmesi doğru olmaz. Bu sebepten dolayı kapitalizmde şahsi mülkiyet hudutsuz olarak mubahtır.67 Komünizm ise, cemiyetçidir. Ona göre «Asıl olan cemiyettir. Yalnız başına ferdin hiç bir kıymeti yoktur.» Komünizm her türlü mülkiyeti cemiyetin mümessili olan devletin eline verir. Komünizmde şahsî mülkiyet yoktur. O, ferdi her türlü mülkiyetten mahrum eder.
İslama gelince, onun görüşü ve sistemi başkadır. Bu yüzden onun kendine has başka bir iktisat anlayışı ve sistemi vardır.
İslâmm fert ve toplum hakkındaki görüşüne gelince o, ferdi bir anda iki sıfat sahibi bir yaratık olarak görür:
1 - Müstakil bir fert olarak haiz olduğu sıfatı.
2 - Cemiyette bir üye olarak haiz olduğu sıfatı. İslâm açık bir şekilde bazan bu sıfata, bazan da o sıfata cevap verir. Lâkin sonunda her ikisini de birleştirir, her ikisine birden cevap verir.
Fakat îslâmm bu görüşünden doğan içtimai düşüncesine gelince o, fert ile cemaat arasını ayırmaz ve her iki tarafı birbirini alt etmek isteyen ve birbiri ile çarpışan zıt kuvvetler haline koymaz. Madem ki her fert hem müstakil bir değer ve hem de cemiyetin bir uzvudur, o halde kanun vaz'mdan matlup olan bütün mesele, ferdî karakterle toplumsal karakter arasında muvazene kurmaktır. Binaenaleyh İslâm iki karakterden birini diğerinin hesabına yok etmediği gibi, cemiyet hesabına da ferdi değersiz bir şey saymaz.
Fert veya fertler hesabına cemiyet düzenini bozmadan her ferdin menfaatleri arasında bir muvazene kurar. Bunun için İslâm iktisadiyatı, kapitalizm ile komünizm ortasında yer alır. Böylece ölçülü (itidal üzere) bir görüşü temsil eder. Her ikisinin de sapıklıklarına düşmeden onlardaki değerlerin en üstün olanlarını ortaya koyar. İslâmın iktisat sistemi prensip bakımından şahsi mülkiyeti mubah sayar. Lâkın onu başı boş bırakmaz. Muhtemel zararlarına mani' olacak hudutlar çizer. İslâm zaruret anında şahsi mülkiyetin cemiyete ait bir maslahatı gerçekleştireceğini gördüğü zaman, cemiyete veya onun mümessili olan devlete bu mülkiyeti tanzim veya tâdil etme cevazını verir.
Böylece, İslâm, şahsi mülkiyetten meydana gelecek zararları çeşitli vesilelerle izale etmeğe kaadir olduğu müddetçe onunla çelişme durumuna düşmez. Onu tanzim ve takyit hususundaki cemiyetin hakkını takrir etmekle beraber prensip bakımından mülkiyet hakkını tanımak, teminatsız bir esasa göre insanlara muamele.yapmayı gerektirecek olan ilgasından daha iyidir. Bu prensip şu esasa dayanır ki, mülkiyet ne tamamen fıtri bir karakter ve ne de tamamen beşeri bir zarurettir. Son zamanlarda Rusya'nın muayyen hudutlar dahilinde mülkiyetten bazı kısımları serbest bırakmağa mecbur kalması, beşerî fıtrata, icabetin ve iktisadî işlerde onu esas almanın daha hayırlı ve verimli olduğuna kuvvetli bir burhandır. Ve fert ve toplum için mütesaviyen Çeşit olarak) daha hayırlı olan şahsî mülkiyete cevaz vermektedir.
Biz tekrar onlara döner ve sorarız: Şahsi mülkiyeti neden ilga edelim? Hangi gaye için İslâmdan, onu ilga etmesini isteyelim?
Komünistler derler ki, insanlar arasında teessüsü istenilen eşitliği sağlayan, istilâ ve hâkim olma karakterini iptale giden tek yol ancak şahsî mülkiyetin ilga4 sidir. Böyle diyen Rusya, istihsâl vasıtalarının mülki yetini tamamen ilga etti. Fakat bunun arkasından varmak istediği hedefe ulaştı mı?
Birinci cebri ve eşit çalışma şeklinden sonra Rusya Stalin devrinde, kendi çalışma arzu ve iktidarı olanlara ek ücretler mukabilinde çalışma serbestliği vermeğe mecbur kalmadı mı? Bununla bizzat işçiler arasında ücretlerde bir farklılık meydana gelmedi mi?
Bu da haddizatında komünizme aykırı değil mı? Sonra Sovyet Rusya'da acaba bütün insanların aldıği ücret eşit midir? Meselâ mühendis, işçi gibi mi ücret alır? Doktor, hastabakıcı gibi mi ücret alır? Rusya'da en yüksek ücretin mühendis ücreti olduğunu bizzat komünizmin davetçileri ve elebaşıları ilân ediyorlar! Orada gelir bakımından ileri olan zümre sanatkârlar! dır. Böylece onlar, Rus milletinin bir takım sınıflara bölündüğünü ve bu sınıflar arasında ücret bakımın! dan farklılık bulunduğunu bizzat kendileri itiraf edil yorlar. Bu durum işçiler arasında olduğu gibi bir tek sınıfın fertleri arasındaki eşitsizliğe ilâve olarak veril! mistir.
Netice olarak başkalarından üstün olma şeklin deki arzu ve hakimiyete inkılâp etmek suretiyle Komünizmin iddia ettiği eşitlik karakteri bozulmuştur. O halde sigortaların, fabrikaların, dairelerin, komiserliklerin reislerini nasıl seçer? Rusya'ya hükmeden komünist partisindeki azalardan çalışkan olanını, çalışkan ve dirayetli olmayanından nasıl ayırt eder?
Hal böyle olunca şahsî mülkiyetin ilga veya ib-kasmdan sarfınazar ederek meseleyi ele alırsak, üstün gelme, tahakhüm etme temayülü insanın yapısında mevcut değil midir?
Mülkiyetin ilgası, madem ki komünistlerin insanlığı kurtaracağını iddia ettikleri kötülüklerde insanı kurtarmamışsa acaba bizi insanın tabiî karakteri ile çarpışmağa, herhangi bir şekilde tahakkuku mümkün olmayan bir hedefin yolunda fıtrî karektere tazyik yapmağa sevk eden sebep nedir? Yoksa onlar Rus-ya'daki farklı durumun bir sınıfla başka bir sınıf arasında veya bir fertle başka bir fert arasında mahrumiyet veya lüks derecesine ulaşmayan yakın ayrılıklar olduğunu mu söylemek isterler?
Onlara deriz ki, evet İslâm, insanları birbirinden uzaklaştırıcı fetrikaları ortadan kaldırmağı, lüksü haram edip mahrumiyeti yok etmeği komünizmden 1300 sene evvel prensipleri arasına koydu.
Lâkin İslâm bunu sadece kanunî müeyyidelere bırakmadı. Bununla beraber o kanunların ve prensiplerin yanında insanların Allah, sevgi ve iyilik hakkındaki inanç ve düşüncelerine de önem vermeği ve onların tabiî şartlarını nazarı itibara almağı ihmal etmedi. 68
Dostları ilə paylaş: |