R
2980- qqRABB ±‡ : Sahib, malik, seyyid. Cenab-ı Hakk (C.C.) ! Besleyen, yetiştiren, terbiye eden. *Müstahik. Hüdavend. (Kur’an-ı Kerim’de bu “Rabb” ismi ile Cenab-ı Hak 647 defa zikredilir. (Bak: Rububiyet)
“Rab ismi rabb-üd dar ve rabb-ül mal gibi izafetle kullanıldığı zaman Allah’dan maada da söylenebilir. Melik isminin de ondan ehass olmakla beraber Allah’dan maadaya ıtlak edildiği malumdur. Fakat uluhiyyet asla şirk kabul etmediği,
yÅV7~ Ŭ~ «y«7¬~ « olduğu için İlah ismi şer’an ve hakikaten Allah’a mahsustur. Binaenaleyh Rab e’am, Melik ehass, İlah daha ehastır.” (E.T. 6412)
2981- Keza Fatiha Suresi’nde geçen ve rububiyet-i ammeyi ifade eden”Rab; yani herbir cüz’ü bir âlem mesabesinde bulunan şu âlemi bütün eczasıyla terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüz’lerin zerratını kemal-i intizamla tahrik eder. Evet Cenab-ı Hak, herşey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir. Ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Her şey o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki manevi bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-yı harekette onlara yardım eden ve manilerini def’eden, şüphesiz Cenab-ı Hakk’ın terbiyesidir. Evet kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kâinatın zerratı, münferiden ve müçtemian Hâliklarının kanununa imtisalen, muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir. Yalnız bedbaht insanlar müstesna!” (İ.İ.18)
2982- “Evet gözümüzle görüyoruz ki: Bu kâinatta binler değil, belki milyonlar âlemler, küçük kâinatlar, ekseri birbiri içinde, herbirinin idaresi ve tedbirinin şeraiti ayrı ayrı olduğu halde, öyle bir mükemmel terbiye, tedvir, idare ediliyor ki; bütün kâinat bir sahife gibi her an nazarında ve bütün âlemler birer satır gibi kalem-i kudret ve kaderiyle yazılır, tazelenir, değişir. Bir nihayetsiz rububiyet içinde nihayetsiz bir ilim ve hikmet ve ihatalı hadsiz bir rahmet ve dikkat ile bu milyonlar âlemleri ve seyyal kâinatları idare eden bir Rabb-ül Âlemîn’in vücub-u vücuduna ve vahdetine küllî ve cüz’î şehadetler, zerreler ve zerrelerden terekküb eden mevcutlar adedince hadsiz, nihayetsiz şehadetler her an ve zaman geliyorlar.
Zerrat tarlasından ta manzume-i şemsiyeye, ta samanyolu denilen kehkeşan dairesine ve bir hüceyre-i bedenden ta zemin mahzenine, ta kâinat hey’et-i mecmuasına kadar aynı kanun, aynı rububiyet, aynı hikmet ile beraber idare ve terbiye eden bir rububiyeti ,tasdik ve hissetmiyen bilmeyen, görmeyen bir insan, elbette hadsiz bir azaba kendini müstahak eder ve merhamete liyakatını selbeder.” (Ş. 609)
Atıf notları:
-Allah’dan başka rab ittihaz etmek dalaleti, bak: 776.p.
-Firavunun rububiyet dava etmesi ve bu kıssanın her asra bakan veçhi, bak: 978.p.
2983- qqRÂBITA-İ MEVT Y8 šyO"~‡ : Ölümünü düşünüp dünyanın fani olduğunu mülahaza edip nefsin desiselerinden kurtulma, tasavvufta bir terbiye kaidesidir.
“Evet ihlası zedeliyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tul-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani: Ölümünü düşünüp, dünyanın fani olduğunu mülahaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır. Evet ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur’an-ı Hakîm’in (3:185) ¬²Y«W²7~ }«T¬=~«† ¯j²S9 ¬±u6 (39:30) «–YB¬±[«8 ²vZÅ9¬~«— °a¬±[«8 «tÅ9¬~ gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tul-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmare o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vaz geçer. Bu rabıtanın fevaidi pek çoktur. Hadiste ¬~ÅgÅV7~ ¬•¬…_«; «h²6¬†~—h¬C²6«~ -ev kema kal-Yani. “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu rabıtayı ders veriyor. Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmağa mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikata uygun gelmiyor. Belki akıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet hiç hayale, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlas-ı etemme yol açar.” (L. 163) (Bak: Tul-i Emel)
Bir atıf notu:
-Aşk-ı mecazinin aşk-ı hakikiye inkılab etmesi, bak: 717,718 p.lar.
2984- qqRABİA-İ ADEVİYE y<—f2 šyQ"~‡ : (Hi. 95-185) Basra’lı bir hatun. Bütün hayatını dine hizmet için vakfetmiş, zevcinin vefatından sonra dinî şahsiyet sahibi ve zengin kimseler evlenmek teklifinde bulundukları halde; “Allah’ı anmaktan, dine hizmetten beni alıkoyar” fikri ile reddetmiş, fakirliği ve istiğnayı kabul edip dine hizmetten vaz geçmemiştir. Talebe okutmuş meşhur bir veliyedir. (R.Aleyha)
Ailenin 4. çocuğu olarak doğduğundan, dördüncü manasındaki rabi’ kelimesinin müennesi olan Rabia ismi verilmiştir. Manevi mertebesinden dolayı “Tac-ür Rical” ünvanı ile de anılır.
İmam-ı Gazali Hazretleri, İhya-yı Ulûm’un 3. cild Rub’ul Mühlikat kısmında der ki: “Basra velilerinden ve Haşimî kabilesinden Süleyman’ın oğlu Muhammed, zengin bir zat idi. Evlenmek için Basra âlimlerine mektub yazdı. Basra eşrafı, Rabia-yı Adeviye’yi ittifakla münasib gördüler. Bunun üzerine Muhammed, Rabia-yı Adeviye’ye mektubla zenginliğini bildirip evlenme teklifinde bulundu. Rabia-yı Adeviye mektuba şu cevabı verdi:
“Bundan sonra bilmiş ol ki; zâhidlik yani târik-i dünyalık, kalb ve bedenin huzurudur. Dünyalık peşinde olmak ise, insanın gam ve kederini artırır. Mektubumu aldığında azığını al ve ölümün için hazırlan. Oruç tut, iftarın ölüm olsun. Bana gelince: Eğer Allah sana verdiği servet gibi ve hatta iki misli de olsa kıymeti yoktur. Beni bir saniye Allah’tan meşgul edecek hiçbir şeye değer vermem” diyerek evlenme teklifini reddetmiş ve hayatını din yoluna vakfetmiştir.”
2985- qqRAFIZÎLER hV[N4~‡ : Arabça rafız-rafızî kelimeleri “terkeden” manasını ifade etmektedir. *Istılahta: Zeyd b. Ali’yi (vefatı Hi: 122) önce imam kabul ettikten sonra, Haz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’e sebbetmediği bahanesiyle onu terkedenler için kullanıldığı söylenir. Zeyd b. Ali, Kûfelilerin biatını aldıktan sonra onbeş bin Kûfeli ile birlikte Hişam b. Abdülmelik’in Irak Valisi ve âmili olan Yusuf b. es-Sakafi’ye başkaldırmıştı. Taraflar arasında harp devam ederken Zeyd, adamlarından bazılarının Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’e (R.A.) ta’nettiklerini işitmiş ve onları bu gibi sözlerden menetmişti. Bunun üzerine kendisine daha önce biat etmiş olanlar ondan ayrılmışlardı. Zeyd de onlara hitaben “Rafudtümunî: Beni terkettiniz” demişti. İşte Zeyd’in onlara bu hitabından dolayı “terkedenler” manasına “Rafıda” (çoğulu: Ravafıd) Rafizîler denmiştir.
Rafızî kelimesi, Şiîlerin müfrit kısmı olan bu grubun has ismi olmakla birlikte, Mezhebler Tarihi ve Akaid kitablarında Şiî topluluklarının tamamını ifade eden umumi bir isim olarak da kullanılmaktadır. (Bak: Şia)
2986- “Meşhur “İmam-ı Zeyd” sâdat-ı azîmeden ve eimme-i Âl-i Beyttendir. Ve müfrit Şiaları reddeden ve m¬4 ~«—Åh7~ ²vB²9«~~YA«;²†¬~ deyip Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’den teberriyi kabul etmeyen ve o iki Halife-i Zişanı hürmet edip kabul eden bir zattır. Onun etba’ları, Şiaların en mu’tedili ve en sünnisidir. Bunlar hem ehl-i insaf ve hem çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşaallah Vehhabilerin tahribatını tamire sebeb oldukları gibi Ehl-i Sünnet ve Cemaattan, Zeydîlerin inhirafları dahi istikamet kesb edip, Ehl-i Sünnete iltihak edip imtizaç edecekler. Bu âhirzaman çok çalkalanıyor, bu fitne-i âhirzaman acib şeyler doğuracağını ihsas ediyor.” (B.L. 338)
2987- qqRAHMANİYYET }[9_W&‡ : Cenab-ı Hakk’ın Rahman oluşu. (Bak: Nimet, Şefkat)
“Yani: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmaniyetin yüzbinlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini Rahimiyet ve Hakîmiyetin binlerle kıymetdar ihsanlarını cami bir mahzen yapmış. Ve zemini devr-i senevîsinde bir ticaret gemisi hükmünde her sene âlem-i gaybdan levazımat-ı insaniye ve hayatiyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi her baharı ise, erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir. Bizi gayet rahimane beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştihalar, ihtiyaçlar, duygular, hisler vermiş...
2988- Evet bize böyle bir mide vermiş ki, hadsiz taamlardan lezzet alır. Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki, duyguları ile- bir sofra-i nimet gibi-koca cismanî âlemde hadsiz nimetlerinden istifade eder. Ve öyle bir insaniyet bize lutfetmiş ki, akıl ve kalb gibi çok âletleri ile hem maddi hem manevi âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır. Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki; âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır. Ve öyle bir iman hidayet etmiş ki, dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envarından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid-eder. Güya rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acib ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak olan anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş. İşte böyle dünyayı ve âhireti ve herşeyi kaplamış bir rahmet, elbette o rahmet, vâhidiyet içinde bir ehadiyetin cilvesidir.
2989- Yani nasılki güneşin ziyası, mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesi ile vâhidiyete bir misal olduğu gibi, parlak ve şeffaf her bir şey dahi kabiliyetine göre güneşin hem ziyasını, hem hararetini hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misalini almakla ehadiyete bir misal olduğundan; elbette o ihatalı ziyayı gören adam, arzın güneşi vâhiddir, bir tektir diye hükmeder. Ve her parlak şeyde hatta katrelerde güneşin ışıklı, hararetli aksini müşahede eden o adam, güneşin ehadiyetini, yani bizzat güneşi sıfatları ile her şeyin yanındadır ve her şeyin ayine-i kalbindedir diyebilir. Aynen öyle de: Rahman-ı Zülcemal’in geniş rahmeti dahi ziya gibi umum eşyayı ihatası o Rahman’ın vâhidiyetini ve hiç bir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi, her şeyde hususan her bir zihayatta ve bilhassa insanda o cemiyetli rahmetin perdesi altında o Rahman’ın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zatiyesi bulunarak, her ferdde bütün kâinata baktıracak ve münasebetdarlık verecek bir cem’iyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahman’ın ehadiyetini ve herşeyin yanında hazır ve herşeyin herşeyini yapan O olduğunu isbat eder.
2990- Evet nasılki o Rahman, o rahmetin vâhidiyetiyle ve ihatasıyla, kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celalinin haşmetini gösteriyor. Öyle de, ehadiyetin cilvesiyle herbir zihayatta, hususan insanda bütün nimetlerin nümunelerini o fertte toplayıp, o zihayatın âlât ve cihazatına geçirip tanzim ederek, mecmu-u kâinatı (parçalanmadan) o tek ferd’e, bir cihette aynı hanesi gibi vermesiyle dahi, cemalinin hususi şefkatini ilan eder ve insanda enva-i ihsanatının temerküzünü bildirir.
Hem nasılki bir kavunun meselâ her bir çekirdeğinde, o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan zat elbette odur ki; o kavunu yapar, sonra ilminin hususi mizaniyle ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar, tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiçbir şey, o çekirdeği yapamaz ve yapması muhaldir. Aynen öyle de, rahmaniyetin tecellisiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zihayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan; elbette en küçük bir zihayatın hâlikı ve rabbi, bütün zeminin ve kâinatın hâlikı olmak lâzım gelir.
2991- Elhasıl: Nasılki ihatalı olan fettahiyet hakikatıyla bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle isbat eder. Öyle de herşeyi ihata eden “rahmaniyet” hakikatı dahi, vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zihayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemal-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet, her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle bedahetle hem vahdeti, hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir.” (Ş. 168)
2992- Bir hadis-i kudsîde ihata-i rahmet şöyle ifade edilir:
(261) |¬A«N«3 |¬B«W²&«‡ ²a«T«A«, Åu«%«— Åi«2 «w<¬gÅ7~ «Ä_«5
Benim rahmetim gazabımı sebkat etti buyurdu.” (İbn-i Mace, Mukaddime, 13. Bab, hadis: 189 ve Sahih-i Müslim, 49. Kitab-üt Tevbe, 4. Bab’da rahmet-i İlahiyenin vüs’atı hakkında bilgi vardır.)
2993- Kur’anda “Rahmet”, “Rahim” ve emsali ifadeler çokça zikredildiğinden aşağıda üç not ile iktifa edildi.
-Allah’ın rahmet-i vasiası, herşeyi kaplamıştır: (7:156)
-Allah’ın rahmet-i vasiası olmakla beraber azabı da vardır: (6:147)
-Rahmet-i İlahiyeden ümid kesenler: (29:23) (Bak: Reca)
2994- qqRAMAZAN –_N8‡ : Mübarek ayların en mühimmi ve mübarek üç ayların sonuncusu. Kur’an-ı Kerim’in nazil olmağa başladığı oruç ayı, Arabî ve Kamerî olan takvime göre 9. ay. Oruç tutanın günahlarını yaktığı mahveylediği için bu isim verildiği rivayet edilir. (Bak: Savm, Yevm-i Şek)
2995- Ramazan kelimesinin iştikakı yani hangi kelimeden türediği hakkında muhtelif kaviller vardır. Mühimlerinden iki kavil şöyledir:
“İmam-ı Halil’den naklolunduğu üzere yaz sonunda, güz mevsiminin evvelinden yağıp yeryüzünü tozdan tathir eden yağmur manasına |N8‡ dan me’huzdur. Bu yağmurun yeryüzünü yıkadığı gibi Şehr-i Ramazan da ehl-i imanı zünubdan yıkayıp kalblerini tathir ettiği için bu isim ile tesmiye edilmiştir...
Ekseriyet kavline göre Ramazan m8‡ dan me’huzdur. Ramaz, şemsin şiddet-i hararetinden taşların gayet kızmasıdır. Binaenaleyh Ramazan “Ramda”dan ihtirak manasına m8‡ fiilinin masdarıdır. Yani kızgın yerde yalın ayak yürümekle yanmak demektir..... Bu ayda açlık, susuzluk hararetinden ızdırab çekilir. Veyahut hararet-i sıyam ile günahlar yakılır. Bir de deniliyor ki: Arablar ayların isimlerini lügat-ı kadîmelerinden tahvil ettikleri ramaz, her ayı tesadüf ettiği mevsime göre tesmiye etmişlerdi. Lügat-ı kadîmede s#_9 ismiyle yadedilen bu ay da, o sene şiddetli bir sıcağa tesadüf ettiğinden buna Şehr-i Ramazan namını verdiler.” (E.T. 643)
Orucun farziyetini bildiren bir âyet şöyledir:
“(2:183) ~YX«8³~ «w<¬gÅ7~ _«ZÇ<«~ _«< Ey iman ile mükellef bulunup da iman etmiş olanlar, ey âkıl ü baliğ ehl-i iman!
²vU¬V²A«5 ²w¬8 «w<¬gÅ7~ |«V«2 «`¬B6 _«W«6 •_«[¬±M7~ vU²[«V«2 «`¬B6
Sizden evvelki enbiyaya ve ümmetlerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de sıyam yazıldı, yani farz kılındı. Lisanımızda oruç demek olan sıyam, savm; lügaten nefsi meylettiği şeylerden imsak etmek yani kendini tutmaktır.
(19:26) _®8²Y«. ¬w«W²&ÅhV¬7 ²‡«g«9 |¬±9¬~ bu manayadır... Şeriatta manası ise, nefsin en büyük müştehiyatı olan ekl ü şürb ve cima gibi muztarrat-ı ma’hudeden niyete mukarin olarak bütün gün imsaktır.” (E.T. 625)
2996- Kur’anda oruç tutmak manasında olan savm, bir kaç âyette zikredilir. Ramazan kelimesi ise bu gelen âyette geçer:
¬–_«5²hS²7~«— >«fZ²7~ «w¬8 ¯_«X¬±[«" «— ¬‰_ÅXV¬7 >®f; –³~²hT²7~ ¬y[¬4 «Ä¬i²9~ >¬gÅ7~ «–_«N«8«‡h²Z«-
(2:185) İşte Kur’anda bu âyetle beraber (2:183, 184) âyetleri, Ramazan orucu hakkında olup pek çok hikmetleri mutazammındır. Şöyle ki:
2997- “Ramazan-ı şerifteki savm, İslâmiyet’in erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeair-i İslâmiyenin a’zamlarındandır. İşte Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri; hem Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlahiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.
2998- Cenab-ı Hakk’ın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Cenab-ı Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halkettiği ve bütün enva-ı nimeti, o sofrada `¬K«B²E«< « b²[«& ²w¬8 (65:3) bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle kemal-i rububiyetini ve Rahmaniyet ve Rahimiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikatı tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî’nin ziyafetine davet edilmiş bir surette akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârane göstermeleri; o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmaniyete karşı vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvi ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?...
2999- Ramazan-ı Şerif’teki oruç; hakiki ve halis, azametli ve umumi bir şükrün anahtarıdır. Çünkü sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu hakiki açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara-hususan zengin olsa-ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki iftar vaktinde o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymetdar bir nimet-i İlahiye olduğuna kuvve-i zaikası şehadet eder. Padişahtan ta en fukaraya kadar herkes Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetini anlamakla bir şükr-ü manevîye mazhar olur.
3000- Hem gündüzdeki yemekten memnuiyeti cihetiyle: “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenavülünde hür değilim; demek başkasının malıdır ve in’amıdır. Onun emrini bekliyorum” diye nimeti nimet bilir. Bir şükr-ü manevi eder. İşte bu suretle oruç çok cihetlerle hakiki vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.
3001- Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsanlar, maişet cihetinde muhtelif bir surette halkedilmişler. Cenab-ı Hak o ihtilafa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki zenginler fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikinin bir esasıdır. Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz; yapsa da tam olamaz. Çünkü hakiki o haleti kendi nefsinde hissetmiyor...
3002- Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşane muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zaif ve zevale maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemutane kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedid bir hırs ve tama’ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlikını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.
İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zaif vücudu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin fir’avunluğunu bırakıp, kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevi eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise.” (M.398-401)
3003- “Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsana en mühim bir ilaç nev’inden maddi ve manevi bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki; insanın nefsi yemek içmek hususunda keyfemayeşa hareket ettikçe; hem şahsın maddi hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helal haram demeyip rastgelen şeye saldırmak, adeta manevi hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek o nefse güç gelir. Serkeşane dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o insana biner.
Ramazan-ı Şerifte oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır. Riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zaif mideye de hazımdan evvel, yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celbetmez. Ve emir vasıtasıyla helali terkettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve Şeriattan gelen emri dinlemeğe kabiliyet peyda eder. Hayat-ı maneviyeyi bozmamağa çalışır.
3004- Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa mübtela olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç onbeş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün ilacı oruçtur.
3005- Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse; o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususi ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o manevi fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondardır ki; eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeğe kendilerini alıştırmışlar. Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki; Ramazan-ı Şerif’te mü’minler derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevi sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar masumane gülüyorlar.
3006- Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis, Rabbisini tanımak istemiyor, fir’avunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin fir’avunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.
3007- Hadisin rivayetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?” Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!” Azab vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene vema ente?” Nefis demiş:
i¬%_«Q²7~ «¾f²A«2_«9«~«— v[¬&Åh7~ |¬±"«‡ «a²9«~ (262) Yani “Sen benim Rabb-i Rahimimsin, ben senin âciz bir abdinim.” (M.403)
3008- “Ramazan-ı Şerifin sıyamı Kur’an-ı Hakim’in nüzûlüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur’an-ı Hakim’in en mühim zaman-ı nüzûlü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Kur’an-ı Hakim, madem şehr-i Ramazanda nüzûl etmiş; o Kur’an’ın zaman-ı nüzûlünü istihzar ile o semavi hitabı hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ı Şerif’de nefsin hacat-ı süfliyesinden ve malayaniyat hâlâttan tecerrüd... ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek... ve bir surette o Kur’an’ı yeni nazil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği an-ı nüzûlünde dinlemek ve o hitabı, Resul-i Ekrem’den (A.S.M.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsi halete mazhar olur. (Bak: 2130.p.) Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’anın hikmet-i nüzûlünü bir derece göstermektir.
Dostları ilə paylaş: |