3191- qqSADAKAT }5~f. : (Sıdk’dan) Dostluk. Bir kimseye Allah için kalbden bağlılık. Doslukta sebat, vefadarlık. *Bir mesleğin düstur ve kaidelerine hiç tasarruf etmeden ve tereddütsüz olarak bağlılık. Düstur ve tavsiyeleri tasarruf etmeden aynen kabul edip bilfiil tatbikine gayret göstemek. (Bak: Sıddıkiyet, Sıdk)
3192- Bir ameli, Allah emrettiği için yapmak, ihlas; emredilği gibi yapmak ise sadakattır. Sadakatın bir manevî, diğeri fiilî olarak iki ciheti vardır. Kişinin bağlandığı şeye ciddi ve kalbî samimiyetle bağlılığı, sadakatın manave cihetidir. Bu manevi bağlılığın fiilî tezahürü ise, bağlandığı şeyin icablarını harfiyyen ve tasarruf etmeden ifa etmek ve fiilen sadakatını isbat etmektir. Eğer kişi, kudsi ve manevi bir merciden gelen düstur ve hükümlerin fiilî tavsiye veya emredilen şekle, kendi anlayışıyla yeni tarzlar ihdas ederek tasarruf ediyorsa, bu kimse sadakatı zedelemiş veya terketmiş ve kendi arzusuna uymuş olur. (Bak: Naklî Delil, 4037.p.)
Bir atıf notu:
-Fiilî sadakatın lüzumu, bak: 1294.p.
3193- Bir mercie itaat ve bağlılık manasındaki sadakat, ittifaka ve dolayısıyla şahs-ı manevînin teşekkülüne; sadakatsızlık ise ihtilafa sebebdir. Zira merciin birliği, birleştirici olduğu gibi, şahsî reylere tebaiyet de tefrikayı netice verir. (Bak: İhtilaf) Bu sebeble de sadakatsız olan kimse, şahs-ı manevîden istifade hakkını kaybeder. Sadakat sahibi kimse ise, mensub olduğu cemaatın yekûn sevabına, rahmet-i İlahiye ile mazhar olur. (Bak: 1078.p.) Çünkü bir sisteme ve muayyen düsturlara sadakatla bağlı olanlar, bu bağlılık sebebiyle gayeleri bir, düşünceleri bir, çalışma sistemleri ve hareketleri bir olur. Bu husus bir eserde şöyle ifade edilir: “Sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip..” (L. 161) yani uhuvvet, gaye ve vazifede tevafuk eden ferdler şahs-ı manevî teşkil ederler. Ve böylece manen bir vücud gibi olurlar.
Bilhassa dinî mesleklerde kudsi, ulvi ve layetezelzel ve Kur’anî düsturlara sadakatla bağlanmak, temasülün neticesi olan tezad ve ihtilafı da önler. Zira fevkalâde mütemayiz ve cemaate merkez olabilen mümtaz bir şahsiyet, cemaatin birliğini muhafaza eder. Fakat o şahsiyetten sonra, onun yakınları, seviyeleri birbirine mütemasil olduklarından, aralarında itaat sebebi mevcut olmaz. Hatta tezada da sebebiyet verebilirler. Zira “temasül tezadın sebebidir.”(H.Ş.129) Onun için, bağlı oldukları mesleğin değişmeyen esasatına tam sadakat göstermeleri ve füruatta da şahs-ı manevînin usule uygun meşveretine havale etmeleri gerektir. Her bir meslekte gösterilen kanaat ve sadakatla, himmet inkısam etmediğinden, o meslekte kemal ve ihtisas sahibi olunur. (Bak İhtisas) Sadakatı terk eden, şahs-ı manevînin teşekkülüne mani olan sadakatsızlığından dolayı, şirket-i maneviyenin yekûn sevabından mahrum kalır, belki de çok mes’uliyetlere girer.
Kendilerine hak tebeyyün ettikten sonra haktan i’raz edenlerin halleri şöyle tavsif ediliyor:
“(5:13) ®}«[¬,_«5 ²vZ«"YV5 _«X²V«Q«%«— ve kalblerini kasavet içinde bıraktık; ne söylense duymaz, hakk u adil tanımaz gadr ü zulümden kaçınmaz, Allah’dan korkmaz, yeisten kurtulmaz bir hale getirdik.” -Hamze ve Kisaî kıraetlerinde “ya” nın teşdidiyle elifsiz olarak ®}Å[¬K«5 okunur ki, zuyuf ve mağşuş akça demektir, yani kalblerini mağşuş para gibi bozuk ve düşkün bir hale getirdik. Bunun için ¬y¬Q¬/~«Y«8 ²w«2 «v¬V«U²7~«–Y4¬±h«E< kelimeleri mevzi’lerinden tahrif ederler.-kelimeleri şuraya buraya çekerek kelâmı tağyir ederler. Bu onların öyle bir âdeti olmuştur ki, sairlerinden kat-ı nazarla kelâmullahı ve arzularına muvafık gelmeyen ahkâm-ı İlahiyeyi tahrif ve tağyir ederler.” (E.T. 1602)
Atıf notu:
-Lehte ve aleyhte hüküm verilmemiş mübahatta maslahata göre hareket edilebilir, bak: 3799.p.
3194- Sadakat hakkında Kur’andan birkaç not:
-(4:69) (57:19) âyetleri, sıddıkları: (47: 21) âyeti de sadakatı tahsin eder.
-İhtilafsız ve sadakatla ahkâm-ı diniyeye teslimiyet manasında, yani ahkâm-ı şer’iyeye içten gelen bir bağlılıkla teslim olmadıkça iman-ı kâmil kazanılamaz: (4:65)
-Meşru bir netice için, mubah bir vesileyi ihdas etmeye cevaz: (57:27)
-(Dine teslim olmayıp) ne bir ilme, ne bir mürşide veya delile ve ne de tenvir eden bir kitaba istinad etmeksizin, Allah ve O’nun dini hakkında mücadele edenler: (31:20)
-Tam bir ihlas ile Allah’a (ve dine) teslimiyet: (31:22)
-Kendi düşünce ve meyline değil, belki bütün manasıyla Allah’a teslim olmak: (2:112) (3:20)
-Kitaba sadakatla bağlılık gerekirken te’vil ve tahrif ile haktan inhiraf edenler: (3: 78) (7:162) (10:15) (17:73)
-İnnâ lillah: Bütün madde ve mana ile Allah için olmak: (2:156) (Bak: 1026.p.)
Atıf notları:
-Şirket-i maneviye-i Nuriyeden istifade etmek için sadakat şartiyeti, bak: 1078.p.
-Hakkın düsturlarına tebaiyet gerek,bak: 435.p.
3195- qqSÂDÂT ~…_, : (Seyyid c.) Seyyidler. Hazret-i Peygamber Aleyehissalatü Vesselâm’ın soyundan gelenler ve onun izinden gidenler. Bazı kaynaklara göre Hz. Hasan (R.A.) neslinden gelenlere “seyyid”, Hz. Hüseyin (R.A.) neslinden gelenlere “şerif” denmektedir. Eski kaynaklar ise, her iki ünvanı tarif ederken, böyle bir ayırım yapmadan, “nesl-i Nebevîden gelenler” diye kaydeder. (Bak: Şerif)
Bu nesl-i mübareğin birinci dairesi olarak, S.M: Fezail-i Sahabe 9. Bab’da Âl-i Aba hakkındaki meşhur hadiste sarahatla ifade edilir.
İslâm Ansiklopedisi “Şerif” maddesinde, şerif ve seyyid tabirlerinin kullanılışı hakkında kaynakları belirterek, zaman ve mekân içinde kullanışlarının farklılığını kaydeder. Verilen izahattan, dinî tabir olarak her ikisinin de umumiyetle, Resulüllah (A.S.M.) neslini ifade etmek için kullanıldığı anlaşılıyor.
Aşağıda belirtilen muteber lügatlar da, bu iki tabire aynı manayı verdikleri görülmektedir:
“Seyyid (c. sâdât): Efendi, ağa, bey, mevla, ileri gelen, baş, reis, server, neseb-i celil-i Cenab-ı Nebevîye mensub olan.”
Şerif (c. eşraf, şürefa): İzz ü şeref sahibi, mübarek. Soyunda şerafet bulunan, asil, necib (bu mana ile başlıca cem’i “eşraf” müstameldir). Sülale-i tahire-i Cenab-ı Nebevîye mensub( bu mana ile cem’i “şürefa” gelir)”.” (Kamus-i Türkî)
“Seyyid: Peygamberimiz’in (A.S.M.) sülalesinden olan.”
“Şerif: (c. şürefa, eşraf) Şerefli. Peygamberimiz’in (A.S.M.) sülalesinden olan.” “(Er- Raid Lügatı)
“Seyyid: Ulu, Hz. Peygamber’in sülale-i tahiresinden olan zat.”
“Şerif: Şerefli. Sülale-i Peygamberî’den olan zat.”“ (Lügat-ı Naci)
qqSA’Dİ-İ ŞİRAZÎ zˆ~h- ¬šzfQ, : (Hi. 587-691) Şiraz’da doğdu. 30 yılını ilme, 30 yıl seyahata, 30 yıl da inzivada ibadete ayırıp çalıştı. En meşhur eserleri Bostan ve Gülistan adındaki ahlâkî ve imanî kitablarıdır.
3196- qqSAFEVİLER DEVLETİ |B7—… hV: (1499-1737) Safeviler adında bir hanedana mensub olan Şah İsmail’in kurduğu bir devlettir. İran’da kurulmuş olan bu devlet şiî idi. o
Osmanlılarla münasebetleri iyi değildi. Çaldıran’da 1514’de Yavuz Sultan Selim tarafından büyük bir mağlubiyete uğratıldılar. Nihayet 1737’de bir ayaklanma neticesinde ortadan kaldırıldılar.
qqSAFF-I EVVEL ı—¶~ ¬±r. : İlk saf, birinci saf. *İlk sahabeler. *Bir hareket ve cereyanın ilk sahibleri. (Bak: Sabıkîn-i İslâm)
3197- qqSAHABE y"_E. : (Sahabi) Sahibler. Sahib çıkanlar.*Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (A.S.M.) sağ iken mü’min olarak görmüş, mü’min olarak vefat etmiş erkek müslüman.
Hicretin 100. senesinden biraz sonra vefat eden Amir bin Vasıl el Kinanî Ebu-t Tufeyl ashabın sonuncusudur. Kendisi Peygamber’i (A.S.M.) gördüğü vakit hayli küçük bir çocuk olması icabeder. Amir, ancak Uhud muharebesinden sonra dünyaya gelmiş, 8 yaşında iken Peygamber’in (A.S.M.) yanında bulunmuş, Peygamber’in (A.S.M.) hayatının son sekiz senesine yetişmiştir. (Bak: Enes İbn-i Malik)
Aynı mes’ele, Aslanî El-İsabe Fî Temyiz-is Sahabe, ci: 4, ve İslâm ansiklopedisi, Eshab maddesinde geçer. S.B.M. ci:1 Mukaddeme sh:29 da (en son kalan sahabi) bölümü vardır. (Bak: Ashab, Asr-ı Saadet, Selef-i Salihîn, Selefiye)
3198- Peygamberimizi gören ve onunla müsahabe şerefine nail olan Asr-ı Saadet müslümanları, başlıca iki toplu kısma ayrılır: Muhacirler, Ensar. Müellif Buhari, bu bahisde bu iki sınıftan herbiri hakkında ve umumi surette nazil ve varid olan Kur’anın ve Peygamberimiz’in medih ve sitayişlerini zikir ve rivayet etmekle beraber hem muhacirlerin, hem de Ensarın en seçme simalarına ait menkıbeleri de ayrı ayrı bablarda rivayet etmiştir.
3199- Muhacirler; Allah için ve İslam dininin teessüs ve tealisi için dâr ve diyarını bırakarak Mekke’den Medine’ye göç eden müslümanlardır. Ensar da Medine’lilerdir ki, Evs ve Hazrec kabileleri halkı ile bunların emanı altında bulunup bunlara tabi olan müslümanlardır. Bu mevzuyu, S.B.M. Fezail-i Ashab bahsinde kaydeder.
3200- Hem Sure-i Feth’in ahirki âyetinde de ashabın fezail ve sıfatına dair işaretler bulunuyor. Şöyle ki:
“ ²vZ«X²[«" š_«W«&‡ ¬‡_ÅSU²7~ |«V«2 š~Åf¬-«~ y«Q«8 «w<¬gÅ7~«— ¬yÁV7~ ÄY,«‡ °fÅW«E8
(48: 29) ~®fÅD, _®QÅ6‡ ²vZ<«h«# ilâ âhir... Şu âyetin başı, sahabelerin enbiyadan sonra nev-i beşer içinde en mümtaz olduklarına sebeb olan secaya-yı âliye ve mezaya-yı galiyeyi haber vermekle, mana-yı sarihiyle; tabakat-ı sahabenin istikbalde muttasıf oldukları ayrı ayrı mümtaz has sıfatlarını ifade etmekle beraber, mana-yı işarîsiyle; ehl-i tahkikçe vefat-ı Nebevîden sonra makamına geçecek Hülefa-yı Raşidîne hilafet tertibi ile işaret edip her birisinin en meşhur medar-ı imtiyazları olan sıfat-ı hassayı dahi haber veriyor. Şöyle ki: y«Q«8 «w<¬gÅ7~«— Maiyyet-i mahsusa ve sohbet-i hassa ile ve en evvel vefat ederek yine maiyyetine girmekle meşhur ve mümtaz olan Hazret-i Sıddık’ı gösterdiği gibi, ¬‡_ÅSU²7~|«V«2 š~Åf¬-«~ ile istikbalde Küre-i Arzın devletlerini fütuhatıyla titretecek ve adaletiyle zalimlere saika gibi şiddet gösterecek olan Hazret-i Ömer’i gösterir. Ve ²vZ«X²[«" š_«W«&‡ ile istikbalde en mühim bir fitnenin vukuu hazırlanırken kemal-i merhamet ve şefkatinden İslâmlar içinde kan dökülmemek için ruhunu feda edip teslim-i nefs ederek Kur’an okurken mazlumen şehid olmasını tercih eden Hazret-i Osman’ı da haber verdiği gibi,
_®9~«Y²/¬‡«— ¬yÁV7~«w¬8 ®Ÿ²N«4 «–YR«B²A«< ~®fÅD, _®QÅ6‡ ²v;~«h«# saltanat ve hilafete kemal-i liyakat ve kahramanlıkla girdiği halde ve kemal-i zühd ve ibadet ve fakr ve iktisadı ihtiyar eden ve rüku ve sücudda devamı ve kesreti herkesçe musaddak olan Hazret-i Ali’nin (R.A.) istikbaldeki vaziyetini ve o fitneler içindeki harpleriyle mes’ul olmadığını ve niyeti ve matlubu fazl-ı İlahî olduğunu haber veriyor.” (L.30)
3201- “ ¬}<«‡²YÅB7~|¬4 ²vZV«C«8 «t¬7† fıkrası, iki cihet ile ihbar-ı gaybîdir.
Birincisi: Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm gibi ümmi bir zata nisbeten gayb hükmünde olan Tevrat’taki evsaf-ı sahabeyi haber veriyor. Evet Tevrat’ta, Ondokuzuncu Mektub’da beyan edildiği gibi; âhir zamanda gelecek Peygamberin sahabeleri hakkında Tevrat’ta bu fıkra var: “Kudsilerin bayrakları beraberlerindedir.” Yani onun sahabeleri ehl-i taat ve ibadet ve ehl-i salahat ve velayettirler ki, o vasıfları “kudsiler” yani “mukaddes” tabiriyle ifade etmiştir. Tevrat’ın pek çok ayrı ayrı lisanlara tercüme edilmesi vasıtasıyla o kadar tahrifat olduğu halde, şu Sure-i Feth’in ¬}<«‡²YÅB7~|¬4 ²vZV«C«8 hükmünü müteaddit âyatıyla tasdik ediyor.
3202- İkinci cihet ihbar-ı gaybî şudur ki: ¬}<«‡²YÅB7~|¬4 ²vZV«C«8 fıkrasıyla ihbar ediyor ki: “Sahabeler ve Tabiînler, ibadette öyle bir dereceye gelecekler ki, ruhlarındaki nuraniyet, yüzlerinde parlıyacak ve cephelerinde kesret-i sücuddan hasıl olan bir hatem-i velayet nev’inde alınlarında sikkeler görünecek.” Evet istikbal bunu vuzuh ile ve kat’iyyet ile parlak bir surette isbat etmiştir. Evet o kadar acib fitneler ve dağdağa-i siyaset içinde gece ve gündüzde Zeyn-el Abidin gibi bin rek’at namaz kılan ve Taus-u Yemenî gibi, kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını eda eden çok mühim pek çok zatlar, ¬}<«‡²YÅB7~|¬4 ²vZV«C«8 sırrını göstermişlerdir.” (L.31)
3203- Mühim bir nükte:
“Sahabeyi tavsifat-ı mühimme ile sena ederken, en büyük bir mükâfatın va’di makamca lâzım geldiği halde ®?«h¬S²R«8 (48:29) kelimesiyle işaret ediyor ki: İstikbalde sahabeler içinde fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak. Çünki mağfiret, kusurun vukuuna delalet eder. Ve o zamanda sahabeler nazarında en mühim matlub ve en yüksek ihsan “mağfiret” olacak ve en büyük mükâfat ise, afv ile mücazat etmemektir. ®?«h¬S²R«8 kelimesi, nasıl bu latif imayı gösteriyor. Öyle de surenin başında «hÅ'«_«#_«8«— «t¬A²9«† ²w¬8 «•Åf«T«#_«8 yÁV7~ «t«7«h¬S²R«[¬7 (48:2) cümlesiyle münasebettardır. Surenin başı, hakiki günahlardan mağfiret değil; çünki ismet var, günah yok. Belki makam-ı Nübüvvete lâyık bir mana ile Peygambere müjde-i mağfiret ve âhirinde sahabelere mağfiret ile müjde etmekle, o imaya bir letafet daha katar.” (L. 32)
İki atıf notu:
-Hz. Ali (R.A.) lzamanında başlayan dahilî muharebelerin mahiyeti, bak: 527. p.
-Sahabe ve Tabiînin başına gelen fitnenin hikmeti, bak: 999.p.
3204- “Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle, kemalât-ı insaniyenin en âlâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkilab-ı azîm-i İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve batıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesafe açılmıştı ki; küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve batılın dellalı ve nümunesi olan Müseylime-i Kezzab ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hisiyat-ı ulviye sahibi ve maâli-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahata meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlarıyla, kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellalı ve nümunesi olan Habibullah (A.S.M.)’ın âlâ-yı illiyyîn-i kemalâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koşmak mukteza-yı seciyeleridir.” (S.489) (Bak: 1490,1491.p.lar)
3205- “Fazilet-i a’mal ve sevab-ı ef’al ve fazilet-i uhreviye cihetinde sahabeler yetişilmez. Çünki nasıl bir asker bazı şerait dahilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette, bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velayet derecesi gibi bir makama çıkıyor. Öyle de, sahabelerin te’sis-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur’aniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilan-ı harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez.
Hatta denilebilir ki; bütün dakikaları, -o hizmet-i kudsiyede- o şehid olan neferin dakikası gibidir. Bütün saatleri, müdhiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedakâr bir neferin nöbeti gibidir ki; amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir. Evet sahabeler madem İslâmiyetin te’sisinde ve envar-ı Kur’aniyenin neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. ¬u¬2_«S²7_«6 `«AÅK7«~ sırrınca, bütün ümmetin hasenatından onlara hisse çıkar.
Ümmet ¬y¬"_«E².«~«— ¬y¬7´~ |«V«2«— ¯fÅW«E8 _«9¬f¬±[«, |«V«2 ¬±u«. ÅvZ±V7«~ demesiyle; sahabelerin, bütün ümmetin hasenatından hissedarlıklarını gösteriyor. Hem nasılki bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet; ağacın dallarında büyük bir suret alır, büyük bir daldan daha büyüktür. Hem nasılki mebde’de küçük bir irtifa, gittikçe bir yekûn teşkil eder. Hem nasılki nokta-i merkeziyeye yakın bir iğne ucu kadar bir ziyadelik; daire-i muhitada, bazan bir metre kadar ziyadeye mukabil geliyor. Aynen şu dört misal gibi; sahabeler, İslâmiyetin şecere-i nuraniyesinin köklerinden, esaslarından oldukları; hem binayı İslâmiyetin hutut-u nuraniyesinin mebde’inde, hem cemaat-ı İslâmiyenin imamlarından ve adedlerinin evvellerinden, hem Şems-i Nübüvvet ve sirac-ı hakikatın merkezine yakın olduklarından; az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için, hakiki sahabe olmak lâzım geliyor.” (S. 493)
3206- “ Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zatlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde |«V²2«²~ |¬±"«‡ «–_«E²A, derken, şu kelimenin manası inkişaf etti. Tam manasıyla değil, fakat bir parça hakikatı göründü. Kalben dedim: Keşki birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır. Evet Kur’an-ı Hakim’in envarıyla hasıl olan o inkılab-ı azîm-i içtimaîde, ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün tevabiiyle, zulümatıyla ve teferruatıyla ve hayır ve kemalat bütün envarıyla ve netaiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette ve müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün manasının tabakatını turfanda ve taravetli ve taze ve genç bir surette ifade ettiği gibi; o inkılab-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyatını, letaif-i maneviyesini uyandırmış; hatta vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir surette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit manaları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte şu hikmete binaen bütün hissiyatları uyanık ve letaifleri hüşyar olan sahabeler, envar-l imaniye ve tesbihiyeyi cami’ olan kelimat-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün manasıyla söyler ve bütün letaifiyle hisse alırlardı. Halbuki o infilak ve inkılabdan sonra, git gide letaif uykuya ve havas o hakaik noktasında gaflete düşüp, o kelimat-ı mübareke, meyveler gibi git gide ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Adeta sathilik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki;: kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla ancak evvelki hali iade edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve makama kırk günde, hatta kırk senede başkası ancak yetişebilir.”‘(S.490)
3207- “Bir zaman birtek tesbihin, bir tek namazda, sahabelerin tarz-ı telakkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü. Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek bidayet-i İslâmiyede kelimat-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letafeti, bir taraveti, bir lezzeti var ki; gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, onları menba-ı hakikisinden (Zat-ı Akdes’ten) turfanda, taze olarak, fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen o Zat; bir tek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.”(L.327) (Bak: Zikir)
İki atıf notu:
-İlk devredeki safiyet zamanla azalır, bak: 2691.p.
-Sahabelerin kurbiyet-i İlahiye noktasındaki makamları, bak: 2143.p.
3208- “Nübüvvetin velayete nisbeti, güneşin ayn-ı zatıyla ayinelerde görülen güneşin misali gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velayetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi, daire-i velayetteki sülehaya tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hatta velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkiyet ki, sahabelerin velayetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez.” (S.491)
3209- “Bazı rivayetlerde vardır ki; “Bid’aların revacı hengamında ehl-i iman ve takvadan bir kısım süleha, sahabe derecesinde veya daha ziyade efdal olabilir” diye rivayetler vardır. Bu rivayetler sahih midir? Sahih ise, hakikatları nedir?
Elcevab: Enbiyadan sonra nev-i beşerin en efdali sahabe olduğu, ehl-i Sünnet ve Cemaatın icmaı, bir hüccet-i katıadır ki, o rivayetlerin sahih kısmı, fazilet-i cüz’iye hakkındadır. Çünki cüz’î fazilette ve hususi bir kemalde, mercuh racihe tereccüh edebilir. Yoksa Sure-i Feth’in âhirinde sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur’anın medh ü senasına mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilmez.” (S. 488)
3210- “Başta müctehidin-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarikatların şahları, aktabları mı efdaldir?
Elcevab: Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Malik, Şafiî, Ahmed İbn-i Hanbel; şahların, aktabların fevkindedirler. Fakat hususi faziletlerde Şah-ı Gaylanî gibi bazı hârika kutublar, bir cihette daha parlak makama sahiptirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır. Hem tarikat şahlarının bir kısmı, müçtehidlerdendir; onun için umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdi’den sonra en efdallerdir denilir.” (M: 280)
İmam-ı Şaranî’nin Mizan-ül Kübra eserinde: Mehdi zamanında fer’î yani içtihadî hükümlerde tam isabetlilik getirileceği, hatta Resulüllah (A.S.M.) eğer gelse idi, Mehdi’nin bütün hükümlerini tasdik edecekti, şeklinde kayıt vardır. (shf: 54 Fasıl 29)
3211- “Sual: Sahabe-i Kiram hazeratına Radıyallahu Anhü denildiğine binaen, başkalara da bu manada söylemek muvafık mıdır?
Elcevab: Evet denilir. Çünki Resul-i Ekrem’in bir şiarı olan Aleyhissalatü Vesselâm kelâmı gibi Radıyallahu Anhü terkibi, Sahabeye mahsus bir şiar değil, belki Sahabe gibi veraset-i nübüvvet denilen velayet-i kübrada bulunan ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, Şah-ı Geylanî, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ülemada Sahabeye Radıyallahü Anhü, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîne Rahimehullah; onlardan sonrakilere, Gaferehullah ve evliyaya Kuddise Sırruhu denilir.” (M. 279)
3212- Sahabelerin hârika kemalâtlarına vesile olan “sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr ü sülûka mukabil, hakikatın envarına mazhar olur. Çünki sohbette insibağ ve in’ikas vardır. Malumdur ki; in’ikas ve tebaiyetle, o nur-u a’zam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasılki bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyyeti ile öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hatta Celaleddin-i Süyutî gibi, uyanık iken çok def’a sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki sahabelerin sohbeti, nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla, yani Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-ı Nebevîden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı görmeleri, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; nübüvvet itibariyle değil. Madem öyledir; nübüvvet derecesi, velayet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzım gelir.
Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nuranî olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam; kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vahşiyanede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahimaneyi kesbederdi. Hem cahil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere gider, o mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemalat olurdu.” (S. 489)
3213- “Eğer desen: Sahabeler de insandırlar, hatadan, hilaftan halî olmazlar. Halbuki içtihadın ve ahkâm-ı şeriatın medarı, sahabelerin adaleti ve sıdkıdır ki, hatta ümmet “Sahabeler umumen âdildirler, doğru söylerler” diye ittifak etmişler.
Elcevab: Evet sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık, sıdka müştak, adalete hahişgerdirler. Çünki yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arş’tan Ferş’e kadar açılmış. Esfel-i safilîndeki Müseylime-i Kezzab’ın derekesinden âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm’ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet Müseylime’yi esfel-i safilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalatü Vesselâm’ı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır, doğruluktur.
İşte hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehasin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve Şems-i Nübüvvet’in ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebeb ve Müseylime’nin maskara-âlud müzahrefat dükkanındaki kizbe, ihtiyarıyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mi’rac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risalet’in hazine-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şa’şaa-i cemaliyle içtimaat-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka- ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivayetinde ve tebliğinde-elbette ellerinden geldiği kadar talib ve muvafık ve âşık olmaları kat’idir, zaruridir, şüphesizdir. Halbuki şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hatta siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte en çirkin şey en güzel şeylerle beraber bir dükkanda, bir fiatla satılsa; elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkancının marifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz.” (S. 484)
Dostları ilə paylaş: |