İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə132/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   128   129   130   131   132   133   134   135   ...   169

3243/4- Üçüncüsü: Mezheb-i Hanefî’nin ulviyetine ve safiyetine münafi bir surette vicdanını dünyaya satan bir kısım ülema-is sû’un yanlış fetvala­rıyla, benim gibi Şafi-ül Mezheb adamlara hangi usul ile teklif ediyorsunuz?... Bu meslekte milyonlar etbaı bulunan Şafiî Mezhebini kaldırıp, bütün Şafiîleri Hanefileştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usulüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin key­fine tabi değiliz ve tanımayız!... (Bak: 3894.p.)

3243/5- Dördüncüsü: İslâmiyet ile eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddi dindar ve dinine samimi hürmetkâr Türklük Milliyetine bütün bütün zıd bir surette, frenklik manasında Türkçülük namıyla, tahrifdarane ve bid’akârane bir fetva ile “Türkçe kamet et” diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet hakiki Türklere pek hakiki dos­tane ve uhuvvetkârane münasebetdar olduğum halde, böyle sizin gibi frenk-meşreblerin Türkçülüğü ile hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanun ile? Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmıyan ve Türklerin hakiki bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürdlerin Milliyetini kaldırıp, onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki bizim gibi ayrı unsurdan sa­yılanlara teklifiniz bir nevi usul-ü vahşiyane olur. Yoksa sırf keyfidir. Eşhasın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!..

3243/6- Beşincisi: Bir hükümet kendi raiyetine ve raiyet kabul ettiği adamlara herbir kanunu tatbik etse de; raiyet kabul etmediği adamlara kanu­nunu tatbik edemez. Çünki onlar diyebilirler ki: “Madem biz raiyetiniz deği­liz, siz de bizim hükümetimiz değilsiniz!...”

Hem hiçbir hükümet iki cezayı birden vermez. Bir katili ya hapse atar veyahut idam eder. Hem hapisle ceza, hem idamla ceza bir yerde vermek, hiçbir usulde yoktur!

İşte madem vatana ve millete hiçbir zararım dokunmadığı halde; beni sekiz senedir en yabani ve hariç bir milletten cani bir adama dahi yapılmayan bir esaret altına aldınız. Canileri affettiğiniz halde, hürriyetimi selbedip hu­kuk-u medeniyeden iskat ederek muamele ettiniz. Bu da vatan evladıdır de­mediğiniz halde; hangi usul ile, hangi kanun ile biçare milletinize rızaları hila­fına olarak tatbik ettiğiniz bu hürriyet-şiken usulünüzü, benim gibi her ci­hetle size yabancı bir adama teklif ediyorsunuz? Madem Harb-i Umumi’de ordu kumandanlarının şehadetiyle, vasıta olduğumuz çok fedakârlıkları ve vatan uğrunda cansiperane mücahedeleri cinayet saydınız. Ve biçare milletin hüsn-ü ahlâkını muhafaza ve saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerinin teminine pek ciddi ve tesirli çalışmayı hiyanet saydınız. Ve manen menfaatsız, zararlı, hatarlı, keyfî, küfrî frenk usulünü kendinde kabul etmiyen bir adama sekiz sene ceza verdiniz. (Şimdi ceza yirmi sekiz sene oldu.) Ceza bir olur.Tatbikini kabul etmedim, cezayı çektirdiniz. İkinci bir cezayı cebren tat­bik etmek, hangi usul iledir?

3243/7- Altıncısı: Madem sizlerle itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran küllî bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi, dünyanız uğ­runda feda ediyorsunuz. Elbette mabeynimizde tahmininizce bulunan mu­halefet sırrıyla, biz dahi hilafınıza olarak, dünyamızı dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zalimane ve vahşiyane hük­münüz altında bir-iki sene zelilane geçecek hayatımızı, kudsi bir şehadeti ka­zanmak için feda etmek, bize ab-ı kevser hükmüne geçer. Fakat Kur’an-ı Hakîm’in feyzine ve işaratına istinaden, sizi titretmek için size kat’i haber ve­riyorum ki:

Beni öldükten sonra yaşıyamıyacaksınız! Kahhar bir el ile, cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tardedilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız! Arkamdan pek çabuk sizin Nemrudlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u İlahîde yakalarını tutacağım. Adalet-i İlahiye onları esfel-i safilîne atmakla intikamımı alacağım!..

Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz, bana ilişmeyiniz!...İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz. Ben rahmet-i İlahîden ümid ederim ki: Mevtim, hayatım­dan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomma gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa, ilişiniz. Yapacağınız varsa, göreceğiniz de var!.. Ben bütün tehdidatınıza karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyo­rum:

²Y«L²'_«4 ²v­U«7 ~Y­Q«W«%²f«5 «‰_ÅX7~ Å–¬~ ­‰_ÅX7~­v­Z«7 «Ä_«5 «w<¬gÅ7«~

­u[¬6«Y²7~ «v²Q¬9«— ­yÁV7~ _«X­A²K«& ~Y­7_«5«— _®9_«W<¬~ ²v­;«…~«i«4 ²v­;

(3:173)” (M. 429-432)

İstibdad devrinin en ağır ve acib tahakkümü karşısında yapılan bu müda­faa, cesaret-i imaniye ve medeniyenin en üstün örneğini ortaya koymuştur.

3244- Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri kendi hayatını, “Eski Said”, “Yeni Said” ve “Üçüncü Said” tabirleriyle birkaç devreye ayırır. Bu husus, eserlerinin muhtelif yerlerinde ifade edilir. Şöyle ki:

“Ey dünyaperest ve hayat-ı dünyeviyeye âşık ve sır-ı ahsen-i takvimden gafil insan! Şu hayat-ı dünyeviyenin hakikatını bir vakıa-i hayaliyede Eski Said görmüş. Onu Yeni Said’e döndürmüş olan şu vakıa-i temsiliyeyi dinle:

Gördüm ki, ben bir yolcuyum. Uzun bir yola gidiyorum, yani gönderili­yorum. Seyyidim olan zat, bana tahsis ettiği altmış altından tedricen birer miktar para veriyordu. Ben de sarfedip pek eğlenceli bir hana geldim. O handa bir gece içinde on altını kumara mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yoluna sarfettim. Sabahleyin elimde hiç bir para kalmadı. Bir ticaret edemedim.Gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı. Birden ben o hazin halette iken orada bir adam peyda oldu. Bana dedi: “Bütün bütün sermayeni zayi ettin. Tokata da müs­tahak oldun. Gideceğin yere de müflis olarak elin boş gideceksin. Fakat aklın varsa, tevbe kapısı açıktır. Bundan sonra sana verilecek baki kalan onbeş al­tından her eline geçtikçe yarısını ihtiyaten muhafaza et. Yani gideceğin yerde sana lâzım olacak bazı şeyleri al.” Baktım nefsim razı olmuyor. “Üçte birisini” dedi. Ona da nefsim itaat etmedi. Sonra “dörtte birisini” dedi. Bak­tım nefsim mübtela olduğu âdetini terkedemiyor. O adam hiddetle yüzünü çevirdi gitti.

Birden o hal değişti. Baktım ki; ben, tünel içinde sukut eder gibi sür’atle giden bir şimendifer içindeyim. Telaş ettim. Fakat ne çare ki, hiç bir tarafa kaçılmaz. Garaibden olarak o şimendiferin iki tarafında pek cazibedar çi­çekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemiler gibi onlara bakıp elimi uzattım. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım Fakat. o çiçekler ve meyveler, dikenli mikenli, mülâkatında elime batıyor, kanatıyor. Şimendiferin gitmesiyle müfarakatından elimi parçalıyorlar. Bana pek pahalı düşüyorlardı. Birden şimendiferdeki bir hademe dedi: “Beş kuruş ver, sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. Beş kuruş yerine, elin par­çalanmasıyla yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de ceza var. İzinsiz kopara­mazsın.” Birden sıkıntıdan ne vakit tünel bitecek diye başımı çıkarıp ileriye baktım. Gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şi­mendiferden o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm. İki tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merak ile dikkat ettim. O mezar taşında büyük harflerle “Said” ismi yazılmış gördüm. Teessüf ve hayretimden “Ey­vah!” dedim. Birden o han kapısında bana nasihat eden zatın sesini işittim:

Dedi: Aklın başına geldi mi?

Dedim: Evet geldi fakat kuvvet kalmadı, çare yok.

Dedi: Tevbe et, tevekkül et.

Dedim: Ettim.

Ayıldım... Eski Said kaybolmuş. Yeni Said olarak kendimi gördüm.

3245- İşte o vakıa-i hayaliyeyi (Allah hayr etsin) bir-iki kısmını ben tabir edeceğim. Sair cihetleri sen kendin tabir et.

O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlık­tan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebed-ül âbad tarafına bir yolculuktur. O altmış altın ise, altmış sene ömürdür ki; bu vakıayı gördüğüm vakit kendimi kırkbeş yaşında tahmin ediyordum.Senedim yok, fakat baki kalan onbeşinden yarısını âhirete sarfetmek için Kur’an-ı Hakîm’in halis bir tilmizi beni irşad etti. O han ise, benim için İstanbul imiş. O şimendifer ise zamandır. Herbir yıl bir vagondur. O tünel ise, hayat-ı dünyeviyedir. O di­kenli çiçekler ve meyveler ise, lezaiz-i nameşruadır ve lehviyatı-ı muharre­medir ki; mülakat esnasında tasavvur-u zevaldeki elem, kalbi kanatıyor. Müfarakatında parçalıyor. Cezayı dahi çektiriyor. Şimendifer hademesi de­mişti: “Beş kuruş ver, onlardan istediğin kadar vereceğim.” Onun tabiri şu­dur ki: İnsanın helal sa’yiyle meşru dairede gördüğü zevkler, lezzetler, key­fine kâfidir. Harama girmeye ihtiyaç bırakmaz. Sair kısımları sen tabir edebi­lirsin.” (S.325-327)



3246- Bazı kimseler tarafından Bediüzzaman’a sorulmuş: “Ne için siya­setten çekildin? Hiç yanaşmıyorsun?

Elcevab: Dokuz-on sene evveldeki Eski Said, bir mikdar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki; o yol meşkûk ve müşkilatlı ve bana nisbeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur.” (M.61)



3247- “Yeni Said ne için bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor?

Elcevab: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını; meşkûk bir-iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzuli bir surette karışma ile feda etmemek için. Hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatlı olan hizmet-i iman ve Kur’an için şiddetle siyasetten kaçı­yor.” (M.62)



3248- “Dört-beş aydan beri bir zat, bana buraya bir gazete gönderiyor­muş; ben yeniden haber aldım ki, bana gönderiliyormuş. Buradaki dostlarım âdetimi bildikleri içindir ki, değil gazete, Nur’dan başka hiçbir kitabı, hiçbir mecmuayı kabul etmediğim gibi, yeni yazıdan hiçbir harf bilmediğim için korkmuşlar, bana haber vermemişler ve göstermemişler. Şimdi bir zat, bir mektub içinde bir sahifesi benimle konuşan bir gazetecinin, fakat dost ve hemşehri bir zatın mektubunu gösterdi. Dediler ki: “Çoktanberi senin na­mına bir gazete gönderiyordu, biz korktuk sana göstermedik.” Ben de de­dim: “O zata benim tarafımdan çok selâm ediniz. O dostun eski bildiği Said değişmiş, dünya ile alâkası kesilmiş” (E.L.I.273)

3249- “Bundan oniki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı “Hutuvat-ı Sitte” namındaki mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. Bizimle çalış, dediler. Dedim: Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz. Fakat size de ilişmez.” (T.H:219)

3250- Âlem-i İslâmın hayat-ı içtimaiye ve siyasiyesiyle alâkadar Eski Said’in eserlerinden Hutbe-i Şamiye’yi 1950’den sonra neşrederken, eserin muhteviyatının içtimaî ve siyasî ahvale temas etmesi dolayısıyla şu açıklamayı ilave ettirir:

“Kırkbeş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siya­setle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Haşa belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim.” Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmağa çalışmış.

Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kı­sım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İs­lamiyet güneşi yerdeki ışıklara alet ve tabi olamaz. Ve alet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hatta Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki:

Bir salih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkid ve tefsik etti.

Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okuta­caksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin.” Bu­nun için Eski Said: ¬}«,_«[¬±K7~«— ¬–_«O²[ÅL7~ «w¬8 ¬yÅV7_¬" ­†Y­2«~ dedi. Ve otuzbeş se­neden beri siyaseti terk etti.

Siyaseti Yeni Said bütün bütün terk ettiği için bakmadığından, Eski Said’in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı.” (H.Ş.46)



3251- “İki-üç def’adır ehemmiyetli bir halet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yuşa Dağı’na çıkarıp İstanbul’un, Dar-ül Hikmet’in cazibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp hatta İstanbul’da bulunan Nur’un birinci şakirdi ve kahramanı merhum Abdurrahman’ı dahi zaruri hizmetimi görmek için de yanıma almağa müsaade etmiyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acib inkılabat-ı ruhînin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek Nurlar ve kahraman şakirdleri benim vazifelerimi yapacaklar, daha bana hiç ihtiyaç kalmamış. Zaten Nur’un her bir cami’ cüz’ü ve sarsılmayan halis şakirdlerinin her birisi, benden daha mükemmel ders verir.” (Ş.529)

3252- Bediüzzaman Said Nursî, ilim hayatındaki derin tahkikatını ve ni­hayet Kur’anı kendine mürşid tutarak ondan tefeyyüzünü şöyle ifade eder:

“Bundan otuz sene evvel Eski Said’in gafil kafasına müthiş tokatlar indi, °±s«& ­€²Y«W²7«~ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halaskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tered­dütte kaldı. GAvs-ı A’zam olan Şeyh-i Geylanî Radıyallahü Anh’ın “Fütûh-ul Gayb” namındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı:

«t«A²V«5 >¬—~«f­< _®A[¬A«0 ²`­V²0_«4 ¬}«W²U¬E²7~ ¬‡~«… |¬4 «a²9«~

Acibdir ki; o vakit ben, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azası idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir. İşte Haz­ret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın, kendine bir tabib ara!” Ben de­dim: “Sen tabibim ol!” Tuttum, kendimi ona muhatab addederek, o kitabı bana hitab ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu deh­şetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatab ederek okudum; bitirmeye tahammü­lüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı şifakâraneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münacatını dinledim, çok istifaza et­tim. (*)



3253- Sonra İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat kitabını gördüm, elime al­dım. Halis bir tefe’ül ederek açtım. Acaibdendir ki, bütün Mektubat’ında yalnız iki yerde “Bediüzzaman” lafzı var. O iki mektub bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektubların başında “Mirza Bediüzzaman’a Mektub” diye yazı olarak gördüm. Fesübhanallah! dedim, bu bana hitab ediyor. O zaman Eski Said’in bir lakabı, “Bediüzzaman”dı. Hal­buki hicretin üçyüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedanî’den başka o lakabla iştihar etmiş zatları bilmiyordum.Halbuki İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zatın hali, benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devam buldum. Yalnız İmam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi çok mektublarında musırrane şunu tavsiye ediyor: “Tevhid-i kıble et.” Yani: Birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. Şu en mühim tavsiyesi benim istidadıma ve ahval-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: “Bunun arkasından mı, yoksa öteki­nin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?” Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: “Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menba’ı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’an-ı Hakîm’dir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o Mürşid-i Hakiki’nin ab-ı hayat hükmündeki feyzini massedip ala­mıyor; fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatına göre o feyzi, o ab-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur’andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil,; belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imani­yedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedirler.” (M. 355)

(Mezkûr iki mektub için, 2477/1.p.a bakınız.)

İki atıf notu:

-Eski Said’in ulûm-u felsefiyeyi terk ile tevhid-i kıbleye geçişi, bak: 3088.p.

-Bediüzzaman Hazretlerinin Avrupa’ya karşı İslâmiyet’i müdafaasında Eski Said tarzını değiştirmesi, bak: 1757.p.

3253/1- Eski Said’in hayatı, Yeni Said’e geçişte bir ihzariye manasında olduğu söylenebilirse de, Yeni Said’in haslar dairesindeki hizmet tarzına me’haz tutulup tutulamıyacağı, mezkûr nakilerden anlaşılmaktadır. Ancak Eski Said’in hayatı, geniş daireye bakabilir. Zira Nurculuk hareketinin mües­sis ve mümessili olan Yeni Said’in vazife makamı umumi ve küllidir. Yani dar daireye bizzat ve bilfiil, geniş daireye de irşad ve ikaz cihetiyle bakar.( Bak: 2899,2899/1.p.lar)

3253/2- “Fazıl-ı Muhterem, Tetkik-i Mesahif ve Müellefat-ı Şer’iye Reis-i Alisi Şeyh Safvet Efendi Hazretlerinin bir takrizidir:

Sübhan olan Allah’a (cc) hamdederim. Ve Kur’anını üstüne inzal eylediği Resûl-ü Ekrem’ine salât ü selâm ederim. Ve din-i mübin-i İslâmın maalim ve binasını kuran onun âl ve ashabına da salât ü selâm ederim.

Bundan sonra; şu “Tevhid Deryasından Bir Katre” isimli risale benim gözüme tecelli etti. Gördüm ki; şu katre ile o bahir arasında bir fark yoktur. Çünkü şu katre, din-i İslâm’ın halis pınarını izhar ve ifaza etmiştir. Ve hakikatta kendisi de o çeşme-i İslâmdan çıkıp yine olna dönüyor ve ona dö­külüyor.

İşte Allahü Teâlâ’ya (C.C.) çok şükürler olsun ki, tevhid denizlerinden tefeyyüz edip İslâmın memesinden hakikî ve halis bir süt alıp emmeğe muvvaffak olmuş olan biraderimiz Bediüzzaman Said Efendi, bu eyyamda emsalsiz bir allâme-i garibdir. Bu gariblik ve bedi’lik ise Peygamber Aleyhi ve Alâ Âlihissalâtü Vesselâm’ın ferman buyurduğu ¬š_«"«h­R²V¬7 |«"Y­O«4 (*) hadî­sinin sırrını izhar ediyor. Elhamdülillahi Rabb-il Âlemin.

¬š_«W«V­Q²7~ ¬•~«f²5«~ ­~«h­# ­y«9_«E²A­, ¬y²[«7¬~ ­h[¬T«S²7«~ Safvet” (M.Nu. 105)

(Risale-i Nur’un müceddidliği, bak: 2690/1.p.)

3254- Eski Fetva Emini Ali Rıza Efendi’nin, Bediüzzaman ve eserleri hakkında bir takrizidir:

“İstanbul ülemasının en büyüğü ve en müdakkiki ve çok zaman Müfti-yül Enam olan eski fetva emini, meşhur Ali Rıza Efendi; Birinci Şua İşarat-ı Kur’aniye ve Âyet-ül Kübra gibi risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nur’un mühim bir talebesi olan Hâfız Emin’e demiş ki:

“Bediüzzaman, şu zamanda din-i İslâma en büyük hizmet eylediğini; ve eserlerinin tam doğru olduğunu; ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde feragat-ı nefs edip yani dünyayı terkedip, böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şayan-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur, müceddid-i din olduğunu ve Cenab-ı Hak onu muvaffak-un bilhayr eylesin, âmin” diyerek; bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle; Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin pederleri olan Sultan-ül Ülema’nın bir kıssası ile onu müdafaa edip, demiş:

“Bu misillü, Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz eden­ler haksızdır.” demiştir.” (K.L. 194) (Risale-i Nur’un müceddidliği, bak: 2690/1.p.lar)



3255- Yukarıda bahsi geçen sakal bırakmama meselesini medar-ı tenkid yapanlara Bediüzzaman Hazretleri verdiği cevabında diyor ki:

“Bu bir sünnettir, hocalara mahsus değil. Bu millette yüzde doksan sa­kalsız olanların içinde küçüktenberi sakalsız bulundum. Bu yirmi senedir bana resmi hücumlarda -bazı arkadaşlarımın sakallarını kestirmeleriyle, be­nim sakal bırakmadığım bir hikmet, bir inayet-i İlahiye olduğunu isbat etti. Eğer sakal olsaydı traş edilseydi, Risale-i Nur’a büyük bir zarardı. Çünki öle­cektim, dayanamıyacaktım.

Bazı âlimler “Sakalı traş etmek caiz değildir” demişler. Muradları sakalı bıraktıntan sonra traş etmek haramdır demektir. Yoksa hiç bırakmayan, bir sünneti terketmiş olur. Fakat bu zamanda, dehşetli pek çok günah-ı kebireden çekinmek için, bu terk-i sünnete mukabil, Risale-i Nur’un irşa­dıyla, yirmi sene haps-i münferid hükmünde işkenceli bir hayat geçirdik; inşaallah o sünnetin terkine bir keffarettir.

3256- Hem bunu kat’iyyen ilan ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur’anın ma­lıdır. Benim ne haddim var ki, sahib olayım; ta ki kusurlarım ona sirayet et­sin. Belki o Nur’un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkanının bir dellalıyım. Benim karmakarışık vaziyetim ona sirayet edemez, ona doku­namaz. Zaten Risale-i Nur’un bize verdiği ders de, hakikat-ı ihlas ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Ken­dimizi değil, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini ehl-i imana gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakikat olmak şartıyla minnettar oluyoruz, Allah razı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu,-fakat garaz ve inad ol­mamak şartıyla ve bid’alara ve dalalete yardım etmemek kaydı ile- kabul edip minnettar oluyoruz.” (E.L.I 48)

3257- Bu mektubdan da anlaşıldığı gibi; müslümanlar arasında daima sulh yolunu takib ederek uhuvvet-i İslâmiyeyi korumaya çalışan ve bütün hayatını din yolunda ve sünnetin ihyası için feda eden ve en şiddetli baskılar karşısında hatta idam planlarıyla muhakeme edildiği zamanlarda dahi sarık, cübbe gibi İslâmî kıyafetini- zorlamalara rağmen- değiştirmeyen bir mücahid-i ekberin bilâ-ma’zeret ve hâşa sünnete ehemmiyet vermediğinden sakal bırakmadığını iddia etmek insafa çok zıd düşen bir hareket olur. Eser­lerinin çok yerlerinde bilhassa Lem’alar namındaki eserinin sünnete ittiba etmek dersi olan Onbirinci Lem’asında, Sünnete uymak en büyük gaye-i in­saniyet gösterilerek”Sünnete ittiba etmiyen tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.” (L.59) deyip Sünnet yolunu gaye-i hayat gören (Bak: Sünnet) bir zatın bilâ-sebeb Sünnete muhalefet edeceğini düşünmek ve işaa etmek büyük hatadır. İnsaf olan odur ki, bu meselede bu büyük mücahidin bildiği bir sebeb vardır demeli... (Daha fazla bilgi için bak: Sakal)

3257/1- Yine buna benzer zararlı bir itiraz ve gıybete karşı, Bediüzzaman Hz.nin verdiği cevabın bir kısmı:

“Onsekiz sene müddetinde Sünnet-i Seniyeyi muhafaza için başına şapka koymadığından, onsekiz senedir haps-i münferid hükmünde ihtilattan men’ ve yalnız bir odada hayatını geçirmeye mecbur edilen ve hususi ibadetgâ­hında ezan-ı Muhammedî okuyup “Allahü Ekber” dediğinden ve “Lâ ilahe illallah” hakikatını güneş gibi gösterdiğinden, yüz arkadaşıyla taht-ı tevkife alınan ve mahkûm edilen bir adamı, yüzer emare ve karinelere istinaden ina­yet-i İlahiyeden geldiğine kat’i bir kanaatı ile işarat-ı Kur’aniyeden bir müjde hem kendine, hem musibetzede arkadaşlarına bir teselli niyetiyle beyan ettiği için onu gıybet ve galiz tabiratla teşhir etmek ve onun dersleriyle imanlarını kurtaran masum şakirdlerini ondan tenfir edip şübheler vermek; güya orta­lıkta medar-ı inkâr hiçbir şey yok ve hiçbir münkeratı ve cinayeti görmüyor gibi, yalnız o biçarenin mevhum bir hatasını, sekiz senede seksen müdakkiklerin nazarında saklanan ve sathî ve inadî nazarına göre bir içtihadî yanlışını görüyor zannıyla galiz tabirler ile zemmetmek; elbette bu asırda, bu memlekette Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın kasden işaretine medar olabilir azîm bir hâdisedir.” (K.L.191)



3258- Said Nursî Hazretleri yüksek seciyelere sahib idi. Ezcümle, âlim ve fâzıl talebelerinden Ali Ulvi Kurucu, onun tevazu’ ve mahviyetkârlığını anla­tırken şu ifadelere yer veriyor:

“Nur Risalelerinin bu kadar hârikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü Üstad, sohbet ve te’liflerinde kendine bir “Kutb-ul Arifin” ve bir “Gavs-ul Vâsilîn” süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvi gayesini benimsemiştir. Meselâ: Ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegane muhatabı öz nefsidir. Oradan, merkezden muhite yayılırcasına-bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan-gönüllere yayılır.” (T.H.15)



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   128   129   130   131   132   133   134   135   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin