İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə135/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   131   132   133   134   135   136   137   138   ...   169

3308- qqSEFAHET };_S, : (Sefeh) Zevk ve eğlenceye düşkünlük. (Bak Dalalet, Gençlik, Günah, Lezzet, Musiki, Nazar-ı Haram, Nefs-i Emmare, Takva)

“Lügaten “sefeh”, rey ü revişte hafiflik ve yufkalıktır ki, akıl noksanın­dan neş’et eder. Yani ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik, temkinsizliktir ki, mukabili ağır başlılık, tam akıllılıktır. Şer’an da akıl ve dinin muktezası hi­lafına harekettir ki, mukabili rüşd ü sedaddır. Lisanımızda sefahet de bu ma­nada müteareftir. Hasılı sefeh ve sefahet; re’y ü fikirde heva ve hevese tabi olma, akıl ile değil, zevk ile hareket etmektir. “ (E.T. 234)

Böyle sefihlerin mallarının mülkiyet hakkı sabit kalmakla beraber tasar­rufunda hacr (malını istediği gibi kullanma serbestliğinin verilmemesi) fıkıhta zikredilir.

3309- “Nisa Sure-i Şerifesinin 5. âyetinin matlaı olan (4:5)

²v­U«7~«Y²8«~ «š_«Z«SÇK7~ ~Y­#²¶Y­# «ž«— “mallarını sefihlere vermeyiniz” kavl-i şerifini de Buhari bu babının ünvanında zikrediyor.... Üzerlerinde vilayet-i hassası bu­lunan reis-i ailenin servetini sefahete meyyal kadınların ve hizmetçilerin elle­rinde mahv ü tebah olmaktan memnu’ bulunduğunu ifade etmektedir... İbn-i Kesir, (4:5) ²v­U«7~«Y²8«~ «š_«Z«SÈK7~ ~Y­#²¶Y­# «ž«— kavl-i şerifinin tefsirinde, süfehanın hacri ve mallarında tasarruftan men’olunmaları bu âyet-i kerimeden alınmış­tır, demiştir. Yukarıda esbab-ı hacri izah ederken bunun sıgar-ı sinn, cünun, ateh, sefeh gibi bir takım sebebleri olduğunu bildirmiş, sefaheti de müstakil bir sebeb-i hacr olarak göstermiştir.

Sefeh’i, fukaha-yı Hanefiye: Şer’in muktezası hilafına harekettir ve heva arzuya ittibadır diye tarif etmişlerdir. Sefihin âdetinden biri de hatta birincisi tarz-ı maişette, tasarruf-u emvalde israf ve tebzirdir. Hem de hiç bir garaz ve gayeye müstenid olmayarak, yahud da ehl-i diyanetten hiç bir sahib-i akıl ve şuurun garaz ve menfaat tasavvur etmediği yolda israftır. Lu’b ve lehve dö­külen servetler gibi. Ticarette memduh olmayan aldanmalar da sefehden ad­dedilmiştir..

Ebu Hanife Hazretleri, sefahet sebebiyle hacrı muvafık bulmamıştır. İmam-ı Züfer’in içtihadı da böyledir. İbrahim-i Nahaî’nin, Muhammed İbn-i Sirin’in mezhebleri de böyledir.

Öbür tarafta Ebu Yusuf, Muhammed, Malik, Evzai, Şafiî, Ahmed, İshak, Ebu Sevr, sefihin hacrini kabul etmişlerdir. Bu içtihad Ali, İbn-i Abbas, İbn-i Zübeyr, Aişe Radıyallahü Anhüm’den de menkuldür.” ‘(S.B.M. ci: 7, sh: 406) (Bak: İsraf)

3310- Sefahete teşvik eden ve anarşiye kapı açan bir şahs-ı manevi ile Bediüzzaman’ın bir münazarası:

“Bir zaman, Eskişehir hapishanesinin penceresinde bir Cumhuriyet Bay­ramında oturmuştum. Karşısındaki Lise Mektebinin büyük kızları, onun av­lusunda gülerek raksediyorlardı. Birden manevi bir sinema ile elli sene son­raki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki: O elli-altmış kızlardan ve tale­belerden kırk-ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azab çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş-seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğin­den sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar... kat’i müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım... Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar, ağladığımı işittiler... geldiler, sordular. Ben dedim: Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.

Evet gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasılki bu yaz ve güzün âhiri kış­tır. Öyle de: Gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın eli sene evvelki hâdisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalalet ve sefahetin elli-altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru’ keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.

331l- Ben o Eskişehir hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve dalaleti terviç eden bin şahs-ı manevi, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi: “Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.”

Ben de cevaben dedim: Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getir­meyip dalalet ve sefahete atılıyorsun, kat’iyyen bil ki: Senin dalaletin hük­müyle bütün geçmiş zaman-ı mazı ölmüş ve madumdur. Ve içinde cenaze­leri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalalet yoluyla senin başına ve varsa ve ölmemiş ise kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz’î lezzetini imha ettiği gibi, gelecek is­tikbal zamanı dahi itikadsızlığın cihetiyle yine madum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgahtır. Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve za­man-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları, ecel celladının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihane cüz’î lezzetini zir ü zeber eder.

Eğer dalaleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkikî ve istikamet dairesine gir­sen iman nuruyla göreceksin ki: O geçmiş zaman-ı mazi madum ve her şeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcud ve istikbale inkılab eden nurani bir âlem ve baki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir inti­zar salonu görünmesi haysiyetiyle değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennet’in bir nevi manevi lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi; gelecek is­tikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık... belki iman gözüyle görünür ki:

Saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve ni’metlerle dolduran bir Rahman-ı Rahim-i Zülcelali Ve-l İkram’ın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre baki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakiki ve elemsiz lez­zet yalnız imanda ve iman ile olabilir.



3312- O muannid döndü dedi: “Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyf ve lezzetle geçirmek için sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeye­rek yaşıyacağız.”

Cevaben dedim: “Hayvan gibi olamazsın. Çünki hayvanın mazi ve müs­takbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten en­dişelere korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar. Hâlikına şük­reder. Hatta kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister. Fakat o his dahi gider. O elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlahiye, gaybı bildirmemektedir. Ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan masum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir. Fakat ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahattan ta­mamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler; senin cüz’î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür. Madem hakikat budur. Ya aklını, çıkar at, hayvan ol kurtul! Veya aklını imanla başına al. Kur’anı dinle, Yüz derece hayvandan ziyade bu fani dünyada dahi safi lezzetleri kazan!...” diyerek onu ilzam ettim.



3313- Yine o mütemerrid şahıs döndü dedi: “Hiç olmazsa ecnebi din­sizleri gibi yaşarız.”

Cevaben dedim: “Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünki onlar bir Peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah’a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemalata medar bazı seciyeleri buluna­bilir. Fakat bir müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve daveti umumi olan Âhirzaman Peygamberi Aleyhissalatü Vesselâm’ı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir Peygamberi, hatta Allah’ı kabul etmez. Çünkü bütün Pey­gamberleri ve Allah’ı ve kemalatı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kal­maz. Bunun içindir ki, eskidenberi her dinden İslâmiyete giriyorlar. Ve hiç bir Müslüman, hakiki Yahudi veya Mecusi veya Nasrani olmaz. Belki dinsiz olur, seciyeleri bozulur; vatana, millete muzır bir halete girer.” isbat ettim. O muannid ve mütemerrid şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu. Cehennem’e gitti.” (Ş. 198-200)

“Dördüncü Meyve: Ey nefis! Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefahete, hususan ehl-i küfre bakıp sûri zînet ve aldatıcı gayr-ı meşru lezzetlerine al­danıp taklid etme. Çünki sen onları taklid etsen, onlar gibi olamazsın. Pek çok sukut edeceksin. Hayvan dahi olamazsın. Çünki senin başındaki akıl, meş’um bir âlet olur. Senin başını daima döğecektir. Meselâ: Nasılki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elekt­rikten teşa’ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzil­lere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevi­rip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete dü­şer. Ve başka sarayda büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir. Onunla işini görebilir, hırsızlar istifade edemezler.

İşte ey nefsim! Birinci saray, bir müslümandır. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el-iyazübillah kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemalâtın yeri ruhunda kalamaz, hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve latifeler, karanlığa düşer ve kal­binde müdhiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin?Hangi menfaati bulup o tah­ribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki ecnebiler, o ikinci saraya ben­zerler ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir veya kalabilir zannederler. Onların manevî kemalât-ı ahlâkiyelerine medar olacak Hazret-i Musa ve İsa Aleyhimesselâm’a bir nevi imanları ve Hâliklarına bir çeşit itikadları kalabilir.

Ey nefs-i emmare! Eğer desen: “Ben, ecnebi değil, hayvan olmak iste­rim.” Sana kaç defa söylemiştim: “Hayvan gibi olamazsın. Zira kafandaki akıl oduğu için, o akıl geçmiş elemleri ve gelecek korkuları tokatıyla senin yüzüne, gözüne, başına çarparak dövüyor. Bir lezzet içinde bin elem katıyor. Hayvan ise, elemsiz güzel bir lezzet alır, zevkeder. Öyle ise, evvelâ aklını çı­kar at, sonra hayvan ol. Hem Êu«/«~ «Y­; ²u«" ¬•_«Q²9«ž²_«6 sille-i tedibini gör.”“ (S. 362)

Bir atıf notu:

-Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur, bak: 2742.p.

3314- İşte bu zamanda “akibeti görmiyen ve bir dirhem hazır lezzeti ile­ride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetinden kurtarmanın, yegane çaresi: Aynı lez­zetinde elemini gösterip hissini mağlup etmektir. (14:3) _«[²9Çf7~ «?Y«[«E²7~ «–YÇA¬E«B²K«< âyetinin işaretiyle bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lez­zetlerini bildiği halde dünyevi kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek ehli iman iken ehli dalelete o hubb-u dünya ve o sır için tabi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yeganesi, dünyada dahi Cehennem azabını ve elemlerini göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor..

İşte Risale-i Nur’daki ekser müvazeneler, küfür ve dalaletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle en muannid ve nefisperest insan­ları dahi o menhus gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret ve­rip aklı başında olanları tövbeye sevkeder.” (H.Ş. 8)



Bir atıf notu:

-Âhirzaman fitnesinde sefahetler, bak:985.p.

3315- İnsanları sefahete iten şehevata dair âyetlerden birkaç not:

-İnsanın şehevatına güzel görünüp en çok meylettiği kadınlar, oğullar, altın ve gümüş yığınları (para), salma atlar (zamanımızdaki hususi ve lüks vasıtalar), davarlar ve ekinler (gelir kaynakları) kabilinden olan dünya meta’larına aldanmamak: (3:14)

-Şehevat yoluyla cemiyeti ifsad etmek isteyenler: (4:27) (Bak: 166, 167.p.lar)

-Şehevata uyanların uhrevî cezası: (19:59)

3316- qqSEFER hS, : Yolculuk. *Muharebe, Harb. Muharebeye hazır bulunma hali. *Def’a, kerre. *Fık: Muayyen bir mesafeye gitmek. (Bak: Misa­fir)

“Sefer= Müsaferet; lügatta her hangi bir mesafeye gitmektir. Mukabili “ikamet”dir. Şer’-i Şerif bakımından sefer: Muayyen bir mesafeye gitmektir ki, bu mutedil bir yürüyüş ile üç günlük yani onsekiz saatlik bir mesafeden ibarettir. Buna “üç merhale” de denir.

Mutedil yürüyüş, yaya yürüyüşüdür ve kafile arasındaki deve yürüyüşü­dür. Denizlerde de yelken gemileriyle havanın itidali muteberdir. İşte kara­larda böyle bir yürüyüş ile denizlerde de mutedil bir hava ile ve yelkenli bir gemi ile onsekiz saat sürecek bir mesafe,”müddet-i sefer” sayılır..

Yolculuk hali esasen meşakkatten halî olamaz. Bu cihetle Şer’-i Şerif yol­cular hakkında bazı kolaylıklar göstermiştir. Yolculukta gece gündüz müte­madiyen yola devam edilemez, istirahata da ihtiyaç görülür. Bazı fıkıh kitablarımızda “sefer müddeti üç gün üç gecedir” denilmesi bu esasa mani değildir. Bu cihetle bir günlük mutedil yürüyüş, vasatî olmak üzere altı saat olarak kabul edilmiştir. Bazı seferler, meşakkatten halî olsa da hüküm ferde değil cinse göre olacağından, sefer hükmü bütün sefer hallerine şamil bu­lunmuştur.



3317- Fukahadan bazı zatlara göre sefer müddeti onsekiz fersahlık bir mesafeden ibarettir. Bir fersah: Üç mil, her mil ise “20” dakika sürecek olsa onsekiz fersah “18” saat etmiş olur.

Meselâ: şimendifer ile tayyare ile olan yolculuklarda kat’ edilecek arazinin kaç fersah olduğu nazara alınır. En az onsekiz fersahlık bir mesafe kat’edilmiş olunca sefer müddeti tahakkuk etmiş, sefer hükmü cereyan et­meye başlamış olur. Artık seyir vasıtalarının halini nazara almaya ihtiyaç kalmaz.

Filhakika eimme-i selase de bu fersah cihetini kabul etmişlerdir. Sefer müddeti, İman-ı Malik ile İmam-ı Ahmed’e göre “16” fersah yani “48” mil­dir.” Bir mil ise 6050 arşındır. Bu halde müddet-i sefer, seksen buçuk kilo­metre ile yüzkırk metreye müsavi bulunmuş olur.” (B.İ.İ.157)

3318- Seferde belli mesafeye ölçü kabul eden Bediüzzaman Hazretleri de mezkûr eimme-i selasenin re’yini te’yid ederek: “Ruhsat-ı şer’iye olan kasr-ı namaz ve takdim-te’hir, vesait-i nakliye bir kararda olmadığı için onlara bina edilmez. Belki kaide-i şer’iye olan kasr-ı namaz, sabit olan mesafeye bina edilebilir.” (B.L.383) demektedir.

3319- Sefer hakkında Kur’andan birkaç not:

-Ramazan ayında sefer: (2:184,185)

-Seferde gusül (boy abdesti) meselesi. (4:43) (5:6)

-Seferde düşman korkusu karşısında kasr-ı salat ruhsatı: (4:101)

3320- qqSEKAL uT$ : (c. Eskal) Misafir. *Mal, mülk, meta. Ev metaı, ev eşyası. *İns ve cinnin bir ünvanı ki arzda İlahî gayeyi tazammun eden en ehemmiyetli mahluklardır. (Bak: Eskal)

“Sekal, meta-i beyt yani ev eşyasıdır. Ayrıca sekal: Misafirin yani yolcu­nun ağırlık tabir olunan meta ve ailesine ve sahibinin çok zaman kullanma­yıp sakladığı kıymetli şeye denir. İns ü cinne sekaleyn denilmesi, arzın içinde ve üzerinde bulunmaları itibariyle onun sekaili, ağırlığı gibi olmalarından, ya­hut amellerinin günahlarının ağırlığındandır denilmiştir.” (E.T. 6009) Bu mana ile, Kur’an (55:31) âyetinde geçer.



3321- Keza Kur’an (99:2) âyetinde geçen eskal ifadesi hakkında müfessir Hamdi Efendi şu bilgiyi verir: “Arzın eskalini, yani ağırlıklarını çıkarmasında iki rivayet vardır. Birisi; ölüleri kabirlerinden fırlatıp çıkarmasıdır ki;

²€«h¬C²Q­" ­‡Y­A­T²7~ ~«†¬~«— (82:4) âyetinin mazmunudur. Bu ise ba’s demek olaca­ğından nefha-i saniyeye işaret olur. Birisi de içindeki definelerin, hazinelerin, madenlerin meydana çıkarılmasıdır ki, bunun da nefha-i ûlada, yani ilk zel­zelede olması zahirdir.” (E.T. 6008)

“Eskal: Kesr ü sükûn ile “sikal”in cem’i olabileceği de söylenmiştir ki himl-i batın, yani karın yükü manasınadır. Bunun da künûz ve emvata ıtlakı, teşbih ve istiare suretiyledir. Bu mana (84:4) ²aÅV«F«#«— _«Z[¬4 _«8 ²a«T²7«~«— âyetine daha muvafıktır.” (E.T. 6010)

Bir atıf notu:

- Dünyanın merkezindeki ateşini Cehennem’e boşaltması, bak: 3395.p.

3322- qqSEKİNE (T) }X[U, : Sükûn ve imti’nan, temkin. Nefisteki telâ­şın kesilmesi ile hasıl olan kalb huzuru ve sükûneti. İman-ı tahkikî ve marifetullahta terakki ettikçe kalbde hasıl olan emniyet, itmi’nam ve huzur haleti. Bu haletin fiilî tezahürü olan hal ve hareketlerdeki vakar ve olgunluk. *Telaş ve hafifliğin zıddıdır. *Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duanın ismi.(Bu Sekine isimli dua, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh gibi evli­yanın okuduğu, içerisinde ismi-i azam ve ondokuz âyet bulunan çok mühim, sükunet ve itmi’nan veren bir duadır. Hizb-ül Envar-il Hakaik-ın Nuriye’de mevcuttur. Sekine kelimesi Kur’anda (2:248) (9:26,40) (48:4,18,26) âyetle­rinde geçer.

3322/1- qqSEKKAKÎ z6_±U, : (Hi. 555-626) Harzem’i olup edebiyat ve kelâm ilminde çok kıymetli ve mühim bir İslâm âlimidir. “Miftah-ül Ulûm” isminde sarf ve nahivden ve aruz kafiyesinden bahseden eseri vardır. Sadeddin-i Taftazani bu kitabı şerhetmiştir.

3323- qqSELÂM •Ÿ, : Ayıplardan, âfetten salim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asayiş. Bütün korktuklarından emin olma. *Allah’ın (C.C.) rızasına erişmek için mü’minlerin birbirine yaptığı dua ki, İslâmî şeairin mühimlerin­dendir.

Mü’minler birbirleriyle karşılaştıklarında küçük büyüğe, yürüyen durana, azlık çokluğa, hayvan veya vasıta üzerinde olan yerde yürüyene, yüksekteki aşağıdakine “Selâmün Aleyküm” der. Selâmı alan “Ve Aleykümüsselâm ve Rahmetullahi ve Berekâtühü” diyerek cevap verir. Evvela selâm veren daha çok sevab kazanır. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. İki cemaat birbiri ile karşılaşırsa; onlardan birisinin selâm vermesi sünnet-i kifaye, selâm alacak taraftan birisinin selâm alması farz-ı kifayedir.

Selâm mü’minler arasında birbirlerine maddî ve manevî hiçbir zarar vermeyeceklerine dair bir te’minatlaşmayı da ifade eder. Zira selâm; selâmet ve tehlikesizlik manasına da gelir. Ümetlerin peygamberlere getirdikleri se­lâm ise, ümmetlerden peygamberlere (hayatta iken) ve getirdikleri dinlerine kıyamete kadar tehlike ve zarar getirmeyeceklerine dair te’minat vermeleri demektir. Kur’anda ekseriyetle peygamberlere ümmetlerinden selâmın ak­sine muhalefet ve taarruzlar geldiği bildirilir. Bu ise ümmetler için en büyük tehlikedir. Onun için ümmet peygamberlere, hasseten Peygamberimize A.S.M. selâm çok getirilir. O halde sadakatsızlıkla, düsturlara ve dinî hü­kümlere te’villerle ve maslahat var diyerek tağyiratta bulunmak selâmın hakikatına ters düşer. Düşmanın taarruzu müslümanları ittihada götürür ve dinine daha çok bağlar. Fakat müslüman kişilerin fasid te’villerle din namına yapacakları inhiraflar, ümmeti ve cemaatı tefrikaya düşürür ve büyük zarar verir.

Büyük İslâm ilmihali, fasık-ı mütecahire selâm vermenin mekruh oldu­ğunu kaydeder. (sh: 450)

Kur’an okuyan, vaaz hutbe dinleyen, yemek yiyen, namaz kılan kimse­lere selâm vermek mekruhtur ve bu selâmı almak mecburiyeti de yoktur. (Bak: Musafaha)

“Bir meclisten ayrılırken de, selâm ile ayrılmak efdaldir.” (B.İ.İ.449) (Bak: T.T.744.hadisi ve Ebu Davud 40. kitab 138 bab ve Tirmizi 40. kitab 10,15 bablar ve İbn-i Hanbel 2/ 230,287,439; 3/438,450)



3324- Selâm kelimesi Kur’anın müteaddit âyetlerinde geçer. Ezcümle: Evlere girerken selâm verilmesini (24:27) , verilen selâma daha iyi mukabele edilmesini (4:86) âyetleri bildirir. Selâm, Allah’ın bir ism-i şerifidir: (59:23)

Bir hadiste:

“ ­y­A[¬D­# «Ÿ«4 ¬•«ŸÅK7~ «u²A«5 ¬Ä~«¶YÇK7_¬" ²v­6«~«f«" ²w«W«4 ¬Ä~«¶YÇK7~ «u²A«5 ­•«ŸÅ,«~

Selâm sualden mukaddemdir. Bir kimse size selâm vermeden sual sormaya başlarsa ona cevap vermeyiniz.” (283) buyuruluyor.



3325- Selâm bazı kimselerden iyilikle uzaklaşmak manasına da gelir. Yani ölçüsüz ve incitici konuşan cahillere, kâmil mü’minler, selâm derler. Yani bizden kimseye zarar yok, salah var derler. Ve münakaşasız ayrılırlar: (25:63) (Bak: Hecr-i Cemil)

Kur’an (4:94) âyeti İslâm selâmı verene, küfrü zahir olmadıkça sen mü’min değilsin deyip aleyhinde tahakküm etmemek dersini verir.



3326- Selâm; kâinatta ezdadın içtimaından doğan ızdırabat içinde ve esbab âleminin ezici maddi ve manevi tagayyürat dalgaları arasında vaki ve muhtemel her türlü tehlikelerden kurtulup selâmette kalmayı ifade eden Kur’anî, küllî bir duadır. Evet her türlü tehlikelerin cevelangâhı olan bu âlem-i mihnet ve dar-ı imtihandan çıkıp Cennet’e giden insan, hiçbir ızdırab ve tehlike ihtimali olmayan dar-üs selâmı görünce, selâmet-i tammenin son­suz kıymetini, mihnetler dolu olan bu dünyaya kıyasen anlayacak ve mezkûr manada neş’eli (selâm) nidalarıyla selâmlaşıp selâmetin sonsuz neş’esini du­yup yaşayacaklardır. Kur’an müttakilere bu müjdeyi tebşir eder. Ezcümle (10:10) (13:24) (19:62) (25:75) (39:73) (56:26) âyetleri selâm ve selâmet neş’esini ihsas eder. (15:46) âyeti de müttakilerin Cennetlere kemal-i selâmet ve emniyetle gireceklerini müjdeler. Keza (6:127) (10:25) âyetleri de Cen­net’in dar-üs selâm olduğunu sarahaten müjdeler. (Bak: 132.p.) Ragıb’a göre hakiki selâm ve selâmet Cennet’te olur. (B.M. ci: l, shf:2)

3327- Selâmın, nur-u iman ile hissedilen geniş manasını, manevi bir ha­letin inkişafıyla hisseden Bediüzzaman, müşahedesini şöyle ifade eder:

“ ¬yÁV7~ «ÄY­,«‡_«< «t²[«V«2 ¯•«Ÿ«, ¬r²7«~­r²7«~«— ¯?«Ÿ«. ¬r²7«~­r²7«~ cümlesi, namaz tesbihatında okunurken inkişaf eden latif bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım, fakat işaret nev’inden bir iki cümlesini söyliyeceğim. Gördüm ki: Gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı na­mazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı, o gecede bir menzil gibi gördüm. Zihayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeye­cek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsıyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (A.S.M.)hayalen müşahade ettim. Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman menzildeki zatlara selam ettiği gibi binler selam (*) sana Ya Resulallah!” demeye bir arzuyu içimde çoşar buldum. Güya bütün ins ve cinnin adedince selâm ediyorum, yani sana tecdid-i biat, me’muriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selâm ile ifade edip, benim dünyamın eczaları, zişuur mahlukları olan umum cin ve insi konuştu­rup, herbirerlerinin namına bir selâmı, mezkûr manalarla takdim ettim. Hem o getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı, tenvir ettiği gibi, herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye, o hediyesine şâkirane bir mukabele nev’inden “Binler salavat sana insin!” dedim. Yani se­nin bu iyiliğine karşı biz mukabele edemiyoruz, belki Hâlikımızın hazine-i rahmetinden gelen ve semavat ehlinin adedince rahmetler ana gelmesini ni­yaz ile şükranımızı izhar ediyoruz.... manasını hayalen hissettim.



3328- O Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) ubudiyeti cihetiyle- halktan Hakk’a teveccühü hasebiyle- rahmet manasındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle- Hak’tan halka elçiliği haysiyetiyle- selâm ister. Nasılki cin ve ins adedince selâma lâyık ve cin ve ins adedince umumi tecdid-i biatı takdim ediyoruz. Öyle de, semavat ehli adedince, hazine-i Rahmetten herbirinin namına bir salâta lâyıktır. Çünki getirdiği nur ile herbir şeyin kemali görünür ve herbir mevcudun kıymeti tezahür eder ve herbir mahlukun vazife-i Rabbaniyesi müşahede olunur ve herbir masnudaki makasıd-ı İlahiye tecelli eder. Onun için herbir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi, lisan-ı kali de olsaydı, ¬yÁV7~«ÄY­,«‡ _«< «t²[«V«2 ­•«ŸÅK7~«— ­?«ŸÅM7«~ diyecekleri kat’i olduğundan biz umum onların na­mına;

¬j²9¬ž²~«— ¬±w¬D²7~ ¬…«f«Q¬" ¬yÁV7~ «ÄY­,«‡_«< «t²[«V«2 ¯•«Ÿ«, ¬r²7«~ ­r²7«~«— ¯?«Ÿ«. ¬r²7«~ ­r²7«~

¬•Y­DÇX7~«— ¬t«V«W²7~ ¬…«f«Q¬"«— manen deriz.” (L.271) (Bak: Tahiyyat)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   131   132   133   134   135   136   137   138   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin