İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə143/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   139   140   141   142   143   144   145   146   ...   169

T


3611- qqTAADDÜD-Ü ZEVCAT €_%—ˆ …±fQ# : Bir kaç kadınla evlilik hali.

Kur’an (4:3) âyetiyle taaddüd-ü zevcatın, yani aynı zamanda en çok dört kadınla evli olmanın cevazını bildirirken, çok evliliğin mahzurlarını önleyen ve fıkıh lisanında (kasm) tabir edilen zevceler arasında adalet, müsavat ve sair şartları da vaz’etmiştir. Bu şartlar fıkıh kitablarında (Meselâ: Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhıye Kamusu 2.Cild 169. sahifedeki bölümde ol­duğu gibi) beyan ve tafsil edilmiştir. Bu şartlara gücü yetmeyenlere, bir ka­dınla iktifa etmeleri emredilmiştir. Buna da gücü yetmez veya normal evlilik şartları bulunmazsa, mücerred kalıp sabretmeleri tavsiye edilir. (Bak: Bekâr)

Kur’an (4:129) âyetinde ve zevceler arasında adaletli olmanın pek müşkil olduğu bildirilerek, çok evliliğin mes’uliyetine dikkat çekilir.

3612- Bununla beraber çok evlilik bazı içtimaî veya ferdi ahvelde bir çı­kış yolu olarak da ortaya çıkar. Bu hikmeti nazara almayan «medeniyet, taaddüd-ü ezvacı kabul etmiyor. Kur’anın o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet ve masalahat-ı beşeriyeye münafi telakki eder. Evet eğer izdivacdaki hikmet, yalnız kaza-yı şehvet olsa, taaddüd bilakis olmalı. Halbuki hatta bü­tün hayvanatın şehadetiyle ve izdivac eden nebatatın tasdikiyle sabittir ki; iz­divacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir. Madem hikmeten, hakikaten izdivaç nesil içindir, nev’in bekası içindir. Elbette bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yarısında kabil-i telakkuh olan ve elli senede ye’se düşen bir kadın, ekseri vakitte ta yüz seneye kadar kabil-i telkih bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pek çok fahişehaneleri kabul etmeye mecburdur.» (S.409)

3613- Sual: «Taaddüd-ü zevcat ve esir ve köle gibi (Bak: Köle) bazı me­sa­ili, bazı ecnebiler serrişte ederek, medeniyet nokta-i nazarında şeriata bazı evham ve şübehatı irad ediyorlar.

Cevab: Şimdilik mücmelen bir kaide söyleyeceğim. Tafsilini müstakil bir risale ile beyan etmek fikrindeyim.

İşte İslâmiyet’in ahkâmı iki kısmıdır:

Birisi: Şeriat ona müessistir, bu ise hüsn-ü hakikî ve hayr-ı mahzdır.

İkincisi: Şeriat, muaddildir. Yani gayet vahşi ve gaddar bir suretten çıka­rıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünki birden tabiat-ı beşerde umumen hüküm-ferma olan bir emri birden ref’ etmek, bir tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza eder. Binaena­leyh şeriat vâzı-ı esaret değildir, belki en vahşi suretten böyle tamamen hür­riyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, tadil etmiştir. Hem de dörde kadar taaddüd-ü zevcat tabiata, akla, hikmete muvafık olmakla bera­ber şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz-dokuzdan dörde indir­miştir. Bahusus taaddüdde öyle şerait koymuştur ki; ona müraat etmekle hiçbir mazarrata müeddi olmaz. Bazı noktada şer olsa da ehven-i şerdir. Eh­ven-i şer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhat!.. Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.» (Mün. 74)

3614- Bazı muarızlar tarafından, garazen tenkid mevzuu yapılan Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) Zeyneb’i tezevvücü hakkında, Bediüzzaman’dan bir tale­besinin istizahı ve üstadının verdiği cevab:

«“Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm’ın Zeyneb-i tezevvücünü; eski zaman münafıkları gibi, yeni zamanın ehl-i dalaleti dahi medar-ı tenkid buluyorlar, nefsanî, şehevanî telakki ediyorlar.” diyorsunuz.

Elcevab: Yüzbin def’a hâşâ ve kellâ! O damen-i muallaya şöyle pest şübehatın eli yetişmez. Evet onbeş yaşından kırk yaşına kadar hararet-i gariziyenin galeyanı hengâmında ve hevesat-ı nefsaniyenin iltihabı zama­nında, dost ve düşmanın ittifakıyla kemal-i iffet ve tamam-ı ismet ile Hadice-tül Kübra (R.A.) gibi ihtiyarca bir tek kadın ile iktifa ve kanaat eden bir zatın kırktan sonra, yani hararet-i gariziye tevakkufu hengâmında ve hevesat-ı nefsaniyenin sükûneti zamanında kesret-i izdivac ve tezevvücatı, bizzarure ve bilbedahe nefsanî olmadığını ve başka ehemmiyetli hikmetlere müstenid olduğunu, zerre kadar insafı olana isbat eder bir hüccettir.

O hikmetlerden birisi şudur ki: Zat-ı Risalet’in akvali gibi, ef’al ve ahvali ve etvar ve harekâtı dahi menabi-i din ve şeriattır ve ahkâmın me’hazleridir. Şıkk-ı zahirîsine sahabeler hamele oldukları gibi, hususi dairesindeki mahfî ahvalatından tezahür eden esrar-ı din ve ahkâm-ı şeriatın hameleleri ve ravileri de, Ezvac-ı Tahirat’tır ve bilfiil o vazifeyi ifa etmişlerdir. Esrar ve ah­kâm-ı dinin hemen yarısı, belki onlardan geliyor. Demek bu azîm vazifeye, birçok ve meşrebce muhtelif Ezvac-ı Tahirat lâzımdır.



3615- Gelelim Hazret-i Zeyneb’in tezevvücüne: Yirmibeşinci Söz’ün Bi­rinci Şu’lesinin Üçüncü Şuaının misallerinden olan (33:40)

«w[¬±[¬AÅX7~ «v«#_'«— ¬yÁV7~ ­ÄY­,«‡ ²w¬U«7«— ²v­U¬7_«%¬‡ ²w¬8 ¯f«&«~ ³_«"«~ °fÅW«E­8 «–_«6_«8

âyetine dair şöyle yazılmış ki: İnsanların tabakatına göre birtek âyet, müteaddid vücuhlarla, herbir tabakanın fehmine göre bir mana ifade ediyor. Bir tabakanın şu âyetten hisse-i fehmi şudur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın hizmetkârı veya “oğlum” hitabına mazhar olan Zeyd (R.A.), ri­vayet-i sahiha ile itirafına binaen, izzetli zevcesini kendine manen küfüv bulmadığı için tatlik etmiş. Yani Hazret-i Zeyneb, başka yüksek bir ahlâkta yaratılmış ve bir peygambere zevce olacak fıtratta olduğunu, Zeyd ferasetle hissetmiş ve kendisini ona zevc olacak fıtratta kendine küfüv bulmadığın­dan, manevi imtizaçsızlığa sebebiyet verdiği için tatlik etmiştir. Allah’ın em­riyle Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm almış; yani (33:37) _«Z«6_«X²%Å—«ˆ nın işaretiyle, o nikah, bir akd-i semavî olduğuna delaletiyle, hârikulâde ve örf ve muamelat-ı zahiriye fevkinde, sırf kaderin hükmüyledir ki Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, o hükm-ü kadere inkıyad göstermiştir ve mecbur olmuştur. Nefis arzusuyla değildir. Şu kader hükmünün de ehemmiyetli bir hükm-ü şer’î ve mühim bir hikmet-i ammeyi ve şümullü bir maslahat-ı umumiyeyi tazammun eden

²v¬Z¬¶<_«[¬2²…«~ ¯‚~«—²ˆ«~|¬4 °‚«h«& «w[¬X¬8ÌY­W²7~ |«V«2 «–Y­U«< «ž ²|«U¬7 (33:37) âyet-i kerimesinin işaretiyle: Büyüklerin küçüklere “oğlum” demeleri zıhar mes’eleleri gibi, yani karısına “anam gibisin” dese haram olduğu gibi değildir ki, ahkâm onunla değişsin! Hem büyüklerin raiyetlerine ve peygamberlerin ümmetle­rine pederane nazar ve hitabları, vazife-i risalet itibariyledir; şahsiyet-i insa­niye itibariyle değildir ki onlardan zevce almak uygun düşmesin?



3616- İkinci bir tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: Bir büyük âmir, raiye­tine pederane bir şefkat ile bakar. Eğer o âmir, zahirî ve batınî bir padişah-ı ruhanî olsa; merhameti pederin yüz def’a şefkatinden ileri gittiği için, raiyeti­nin efradı onun hakiki evladı gibi ona peder nazarıyla bakarlar. Peder nazarı ise, zevc nazarına inkılab edemediğinden ve kız nazarı da zevce nazarına kolayca değişmediğinden, efkâr-ı ammede, Peygamber’in mü’minlerin kızla­rını alması şu sırra uygun gelmediği için, Kur’an o vehmi def’ maksadıyla der: “Peygamber rahmet-i İlahiye hesabıyla size şefkat eder, pederane mua­mele eder ve risalet namına siz onun evladı gibisiniz. Fakat şahsiyet-i insa­niye itibariyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasib düşmesin? Ve sizlere “oğlum” dese, ahkâm-ı şeriat itibariyle siz onun evladı olamazsı­nız!..» (M.27)

3617- qqTAASSUB `±MQ# : (Fr. Fanatisme: Fanatizm) Bir fikir, inanç ve cereyan gibi mevzularda cahilane, hissî ve aşırı taraftarlık ve bağlılılk. Muha­lif fikirlere tahammülsüzlük.

Taassub yalnız dinde değil, siyasette, dinsizlikte ve ideolojik cereyanlarda da vardır. Hatta en şiddetli taassub, dinsizlikte görülür.

Dinde, ilim ve mantıkla hakkaniyeti isbat olunmuş bir hakikatın müdafa­ası ve o yolda gösterilen ısrar ve tarafgirlik, salabet-i diniyedir, asla taassub değildir. Eğer buna taassub denilecekse, müsbet taassub demek gerektir. Kur’an (2:170) âyetinde ve diğer mümasil âyetlerde bildirilen yani “atalardan kalma” dedikleri irticaî inançlara ve -bu âyetten önceki âyetlerden de anlaşıl­dığı gibi- dalalet öncüleri olan müstebid başların nefsanî zevkler yolunda uy­durdukları hayat şekline ve âdetlerine gösterdikleri ısrar ve hakka muhale­fette inad, irticaî ve nefsanî bir taassubdur. (Bak: İrtica)

3618- İşte bu tarz taassubu bulunan «ehl-i bid’a diyorlar ki: “Bu taassub-u dinî, bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Av­rupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki etti?..”

Elcevab: Yanlışsınız ve aldanmışsınız veya aldatıyorsunuz. Çünki Av­rupa dinine mutaassıptır. Hatta bir adi Bulgar’a veya bir nefer-i İngiliz’e veya bir serseri Fransız’a “Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın” denilse, taas­supları muktezasınca diyecek: “Hapse değil, öldürseniz bile dinime ve milli­yetime bu hakareti yapmayacağım!..!



3619- Hem tarih şahiddir ki; ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmiş ise, o zamana nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salabeti terketmişse, te­denni etmiş. Hristiyanlık ise bil’akistir. Bu da, mühim bir fark-ı esasîden neş’et etmiş.

3620- Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez: belki Cenab-ı Hakk’ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanı­maz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa müsalaha etse, dahilde olsa cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünki vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki Hristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi’ bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk’ı bir cihette tasdik edebi­lir.

3621- Acaba bu ehl-i bid’a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eğer idare ve asayişi düşünüyorlarsa; Allah’ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def’etmesi, bin ehl-i diyanetin idare­sinden daha müşküldür. Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa; öyle dinsizler idare-i hükümete muzır oldukları gibi terakkiye dahi mani’dirler. Terakki ve ticare­tin esası olan emniyet ve asayişi kırıyorlar. Doğrusu onlar, meslekçe tahri­batçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden te­rakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: “Biz, Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti.”

“Cevab-ül ahmak-es sükût” kaidesince, böylelere karşı cevab, sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht âkıller bulunduğundan deriz ki:

Ey biçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuzbin şahid, ce­nazeleriyle “El-mevtü hak” hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahidleri tekzib edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah ye­rine, hangi topunuz, hangi tüfeğiniz zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye’s-i mutlakını ümit-i mutlaka çevirebilir?.. Madem ölüm var, kabre girilecek, bu hayat gidiyor, baki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse; bin def’a Allah Allah demek lâzım gelir.

Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahü Ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder.» (M. 437-439)



3622- «Evet İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salabet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassub değil­dir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallidllerinde ve dinsizle­rinde bulunur ki; sathî şüphelerinde muannidane israr gösteriyorlar. Bürhan ile temessük eden ülemanın şanı değildir.» (Mün.81)

3622/1- qqTABERÎ zhA0 : «Ebu Cafer Muhammed ibn-i Cerir-it Taberiyy-il Amülî, pek meşhur bir âlimdir. Yirmi yaşına kadar kendi vata­nında ikamet edip bir çok şeyler okumuş, öğrenmiş, sonra da sair bir kısım İslâm mütefekkirleri gibi malumatına küşayiş vermek, İslâm ülkesinin yüksek âlimleriyle görüşmek için seyahata çıkmış. Müslümanların ilm ü irfan mer­kezlerini ziyaret etmiş, bahusus Kûfe, Rey, Suriye, Mısır taraflarını gezip do­laşmış, nihayet Bağdad’a giderek orada tavattun eylemiş, tedris ile, kıymetli eserlerini tahrir ile iştigal eylemiştir.

İbn-i Cerir pek büyük bir müfessirdir. Yazmış olduğu tefsir bînazirdir. “Tezkiret-ül Huffaz” da deniliyor ki: Tefsir-i Taberî’nin bir misli daha tasnif edilmemiştir.

İbn-i Cerir, büyük bir muhaddistir. Binlerce ehadis-i şerife ile hâfızasını tezyin etmişti. Ve binlerce ehadis-i Nebeviyeyi kitablarında rivayet etmiştir. Fakat bu mübarek hadisleri böyle yalnız bilip yazmakla kalmamış, onların hükümlerine de bihakkın vâkıf bulunmuştur. Onların mertebelerini lâyıkıyla idrak etmiş, onların ilel ü esbabına tamamıyla muttali olup hangisinin racih, hangisinin daha kuvvetli olduğunu tayine de pek güzel muktedir bulunmuş­tur. Bu cihetledir ki İbn-i Cerir merhum, aynı zamanda büyük bir fakihtir, bütün mezahib-i fıkhiyeye vâkıftır. Bununla beraber kendisi de fıkıhda, İs­lâm hukukunda kuvvetli bir mezheb sahibidir. Yalnız taklid ile, başkalarının istinbat etmiş olduğu mesaili hıfzetmekle iktifa etmemiş, kanaatine, ilmî tetebbuatına istinad ederek bir kısım mes’elelerde sair müctehidlerden ayrıl­mış, teferrüd etmiş, kendisi de İslâm dünyasının başlı başına ilmen, dinen mübeccel bir imamı olmuştur.

İbn-i Cerir büyük bir müverrihdir. Bu zat, kâinatın umumi bir tarihini yazmış, hilkatten itibaren Hicret-i Nebeviyenin (302) tarihine kadar olan va­kıaları muntazam bir surette zabt etmiştir.

“Tarih-i Taberî”, “Tarih-i Caferî”, “Ahbar-ür Rüsuli ve-l Mülk” adlarıyla da yad olunan bu kitab, tarihî eserler arasında müstesna bir mevkii haizdir. Kıdemi, mevsukiyyeti, münekkahiyyeti ve mündericatının vüs’ati itibarı ile pek kıymetli bulunmakta, müverrihler için mühim bir me’haz teşkil etmek­tedir.

Bu tarih kitabının evvela Farisî olan muhtasar tercemesi Fransızca’ya nakledilerek Avrupa’da tab ve neşredilmiş, bilahare asıl kendisi de büyük bir itina ile (1879- 1900) tarihlerinde Leyd=Leyde’de tab’ olunmuştur. Bunun Almanca tercümesi ile (1879) tarihinde yine Leyd’de basılmıştır. Bu tarih ki­tabının Arabça Mısır matbuu onbir cilttir. Buna “Ureb ibn-i Said-il Kurtubî” nin yazmış olduğu zeyl de oniki cild olarak tab’ edilmiştir.

Filhakika bu muazzam edib, yüksek bir seciyye, bir ferag-ı kalb sahibi idi. Babasının Taberistan’da bıraktığı mirastan hissesine düşen miktar ile maişe­tini temin eder, ümeranın atiyelerini kabul etmezdi. Hakanî, vezir olunca bu zata büyük bir atiyye vermek istemişti. Fakat bu âlicenab zat, bunu kabul etmedi. Asahabı kendisini muaheze etmek istediler, “Bunu kabul etmeli idin, bunda senin için sevab var idi, münderis olan bir sünneti ihya etmiş olur­dun.” dediler. Bu müteverri’ âlim ise; “Ben bunu kabul edecek olsaydım, siz beni men’ etmeli idiniz, böyle yapacağınızı zannederdim” tarzında mukabe­lede bulundu.

İbn-i Cerir, Hi. 224 tarihinde Taberistan’ın Amül şehrinde doğmuş, 310 senesinde Bağdad’da vefat etmiştir.» (H.İ. ci:1, sh: 430-433)



3623- qqTABİAT }Q[A0 : (Tabia) Yaratılış, huy, karakter. *Âlem ve için­dekiler. Şeriat-ı fıtriyye. Hâdiselerin ve varlıkların bağlı olduğu kanunlar. Al­lah tabiatı yarattığı ve varlıkların nasıl hareket edeceğini kanunlarıyla ve emirleriyle tayin ettiği halde, Allah’ı inkâr edip “tabiat yapıyor” diyenler bü­yük bir sapıklık içindedirler. Tabiatta hiçbir şey kendi başına hür değildir. Herşey Allah’ın emirlerine bağlıdır. Oksijenle hidrojen, Allah’ın emrine yani koyduğu kanuna göre birleşir ve bu kanuna göre bir birleşim (su) meydana gelir. Işık, hangi eğimle gelirse o eğimle akseder. Bunu değiştiremez. Çünki Allah’ın emri böyledir ve ona uyar. İki cisim birbirini kütleleriyle doğru ve aradaki mesafe ile ters orantılı olarak çeker, başka türlü davranamaz. (O.A.L.) (Bak: Âdetullah, Zerre) (Tabiatçılık fikrini çürüten delillerden nümuneler, bak: 232. p. ve devamı)

3624- “Her şeyi tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor” deyip Allah’ı inkâr etmek isteyenlere kısa bir cevap:

«Eğer mevcudatta, hususan zîhayatta görünen basîrane, hakîmane olan san'at ve icad, Şems-i Ezelî'nin kalem-i kader ve kudretine verilmezse, belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse lâzım gelir ki; ta­biat, icad için herşeyde hadsiz manevî makine ve matbaaları bulundursun; veyahud herşeyde, kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet dercetsin. Çünki nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misalî ve aksî güneşçikler, semadaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki; bir kibrit başı yerleşme­yen bir zerrecik cam parçasında tabiî, fıtrî ve güneşin hasiyetlerine mâlik, za­hiren küçük, manen çok derin bir güneşin haricî vücudunu kabul ederek, zerrat-ı zücaciye adedince tabiî güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi.. -ay­nen bu misal gibi- mevcudat ve zîhayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelî'nin cilve-i esmasına verilmezse, herbir mevcudda, hususan herbir zîhayatta had­siz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, âdeta bir ilahı içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki muhalatın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlık-ı Kâinat'ın san'atını, mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.» (L.182) (Tabiiyyunun batıl, garib anlayışlarını tasvir eden iki misal, bak: 116,117.p.lar)



3625- «Tabiat, bir san’at-ı İlahiyedir, sani’ olamaz. Bir kitab-ı Rabbanîdir, kâtip olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olamaz. Bir kanundur, kudret olamaz. Bir mistardır, masdar olamaz. Bir kabildir, münfail olur; fail olamaz. Bir nizamdır, nazım olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şari olamaz.» (L.342)

3626- «Sual: Onların daima iftiharla bahsettikleri tabiat, nevamis ve kuva nedir ki, kendilerini onlarla iknaa çalışıyorlar?

Cevab: Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tabi’ değildir. Tabi’ ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir. Kuvvet, ancak kudrettedir. Yahut nasılki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudur eden ef’al-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hülasasıdır veya devletin işle­rini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. Kezalik tabiat denilen şey de, âlem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından sudur eden ef’al arasında bir nizam ve bir intizamı ika’ eden İlahî bir şeriat-ı fıtri­yedir. Binaenaleyh şeriat ile devlet nizamı, makul ve itibarî emirlerden ol­dukları gibi, tabiat dahi itibarî bir emir olup, hilkatte yani yaratılışta cari olan âdetullahtan ibarettir.

Amma tabiatın bir mevcud-u haricî olduğunu tevehhüm etmek, bir fırka askerin, idman ve talim esnasında yaptıkları o muntazam hareketlerini gören bir vahşinin, “Aralarındaki o nizamı idare edip birbiriyle bağlayan ip gibi bir şey mevcuttur” diye vahşice ettiği vehme benzer. Binaenaleyh vicdanı ve aklı vahşi olan bir adam, sathî ve tebeî bir nazarla, devam ve istimrarını muha­faza eden tabiatın müessir bir mevcud-u haricî olduğuna ihtimal verebilir.

Hülasa: Tabiat, Allah’ın san’atı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevamis ise, onun mes’eleleridir. Kuva dahi, o mes’elelerin hükümleridir.» (İ.İ.90)



3627- qqTA’BİR h[AQ# : (Tabir) İfade, anlatma. Söz. Manası olan söz. *Deyim. Terim. *Rüya yorma. * (Ubur’dan) Herhangi bir şeyden ve hâdise­den, başka bir hak ve faydalı manaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak. (Bak: İbret)

3628- qqTA’DİL-İ ERKÂN –_6‡¶~ ¬u: Fık: Namazın bütün rükünle­rini, usulüne uygun şekilde yerine getirerek ve namazın tertib ve düzeninin hakkını vererek kılmak. Meselâ: “Secdeyi sükûnetle yerine getirmek ve iki secde arasında bir tesbih miktarı duracak kadar oturmak. Kıyamda ve rüku’dan sonraki kıyamda sükûnet üzere olmak ve namazın bütün dualarını dikkatle okumak. Namazın her rüknünü yerine getirmek, acele ile kılma­mak” gibi. (Ta’dil-i erkân için 2808.p. daki âyet notuna bakınız.)

3629- qqTAĞUT €Y3_0 : İnsanları Allah’a (C.C.) karşı isyana sevkeden Fir’avn gibi (Bak: Fir’avn) azgınlar. İsyankâr. Her batıl mabud. *Şeytan. *İslâmiyetten önce Kâbe’deki putlardan birinin ismi. (Bak: Endad, Sanemperest)

3630- Kur’an (2:256) âyetinde geçen «Tağut, “tuğyan”dan mübalağa sigasıyla bir ism-i cinstir ki aslı ceberrut gibi “tağavut” olup kalb-i mekân ile tavağut yapılarak “vav”, “elif”e kalbedilmiştir. Müfrede ve cem’a, müzekkere ve münnese ıtlak edilir. Ayn-ı tuğyan kesilmiş, tuğyankâr, azgın, azman, azıtgan demek gibidir. İbn-i Cerir-i Taberî’nin tarifi vechiyle, Allah’a karşı tuğyankâr olup kahr u cebr ile veya birriza perestiş edilip ma’bud tutulan ge­rek insan, gerek şeytan, gerek vesen ve gerek sanem ve sair herhangi bir şey demektir. Bunun tefsirinde Şeytan veya sâhir veya kâhin veya ins ve cinnin mütemerridleri veya Allah’a karşı ma’bud tanınıp razı olan Fir’avn ve Nemrud gibiler veya “esnam” diye müteaddid rivayetlere tesadüf edilir. Ebu Hayyan der ki: “Bunlar birer misal ile beyan olmak gerektir. Çünkü tağut bunların her birinde mahsurdur. ilh...” Bâlâdaki tarif bunların hepsine şamil­dir. Maamafih Kadı Beyzavi bu hasra “Allah yolundan men’ edenler” fıkra­sını da ilave etmiştir ki daha eam bir ta’rifi tazammun eder. Çünkü bunu ya­panlar, ma’bud tanınmış olmayabilirler.

Şu kadar ki, bu da ­y<«Y«; ­y«Z´7¬~ «g«FÅ#~ ¬w«8 «a²<«~«h«4«~ (45:23) mucebince kendi hevasına uyup kendi kendine ma’bud payesi vermiş addolunabileceği müla­haza olunursa, evvelki ta’rifte dahil olacaktır...



3631- Tuğyan mefhumundan anlaşılıyor ki, putlar derece-i taliyede tağutlardır. Bakılırsa zevil’ukul olmıyan esnam ü evsan tağutlardan ma’dud bile olmamak lâzım gelirdi. Zira bunlar kendileri Allah’a karşı sahib-i tuğyan olamazlar ve tuğyana rıza veremezler, fakat red de edemezler; bu sebeple ni­hayet bir vesile-i tuğyan olabilirler... Bu cihetle putlar asıl tağut değil, tağutların mümessilleridirler...

Nihayet (2:256) ¬€Y­3_Å0_«" ²h­S²U«< ²w«W«4 şunu da kat’iyyen ifade ediyor ki:

Mü’min-i muvahhid olmak için Allah’a imandan evvel küfre tevbe etmek şarttır ve bu tevbenin şartı da tağutları asla tanımamağa azmeylemektir..» (E.T.869)

3632- Tağut, Kur’anda bildirildiği ve Kur’an ise, ta kıyamete kadar her asra hitab ettiği ve Kur’anın irşadına her asır için tağutî cereyanlardan çe­kinmek dersini almak hikmeti bulunduğu nazara alınarak tağuta dair daha umumi bir tarifin yapılması gerektir. Şöyle ki: Tağut: “Cemiyetlerin hüsn-ü cereyanını te’min eden şeair-i diniyeyi tağyir ve sefaheti teşvik ile cemiyeti ifsad edip insanları Allah’a itaatten men’ederek, kendine bağlamak ve itaat ettirmek isteyen azgın ve azgınlar cereyanının başı” diye tarif edilebilir.

Bu mana ile rivayetlerde haber verilen (Süfyan ve Deccallar)ın sıfat ve hallerine daha uygun düşmektedir. (Bak: Deccal) Bununla beraber, tağutun şahsından çok, tağutun temsil ettiği cereyanı (çığırı) olan tağutiyet (tağutçuluk) daha şerlidir.



3632/1- Kur’an’da (5:60) (16:36) (36:60) (39:17) ve emsali âyetlerle bildi­rilen: “Şeytana, tağuta kulluk etmeyin ve ondan uzaklaşın” şeklindeki İlahî ikazın en çok dikkat edilecek yönü: fitne zamanlarında, hasseten âhirzaman fitnesinde, medeniyet namı altında cemiyeti ifsad eden tağuti münafık cere­yanların hayat tarzlarına, gayr-ı İslâmî âdetlerine ve din-i haktaki tevhid hakikatına zıd olan prensiplerine şuursuzca uymak gafletine düşmemektir. Zira böyle bir gaflete düşmek, tağuta ve onun emrinde çalışan insî münafık şeytanlara tebaiyyet ve onlara kulluk etmek demektir. Çünkü en geniş mâna­sıyla ibadet, bir hâkimiyet merciine tâbi olup emir ve yasaklarına göre hare­ket etmektir. İnsan ya Allah’a inanıp O’nun emir ve yasaklarına tabi olur veya inkâr ile O’na isyan eder ve O’ndan başkasının emir ve yasaklarına bağlanarak hareket eder. Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı düşmeyen hare­ketler, bu hükmün dışındadır ve serbesttir. (Bak: 2354.p.sonu)

3633- Hakka tecavüzkâr dehşetli cereyanların azgın başları birer tağut oldukları gibi ene ve tabiattan da tağutları bulunduğunu beyan eden Bediüzzaman şöyle diyor:

«Otuz seneden beri iki tağut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri “Ene”dir, diğeri “Tabiat”tır. Birinci tağutu gayr-ı kasdî, gölge-vari bir ayine gibi gördüm. Fakat o tağutu kasden veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Fir’avun olurlar.

İkinci tağut ise, onu İlahî bir san’at, Rahmanî bir sıbgat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyyunlarca bir ilah olur. Maahaza o tabiat zannedilen şey, İlahî bir san’attır. Cenab-ı Hakk’a hamd ve şükürler olsun ki, Kur’anın feyziyle, mez­kûr mücadelem her iki tağutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla ne­ticelendi.

Evet Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubab Risalelerimde isbat ve izah edildiği gibi; mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlahiye ve san’at-ı şuuriye-i Rahmaniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza Fir’avunluğa delalet eden “Ene”den Sani-i Zülcelal’e raci olan “Hüve” tebarüz etti.» (M.N. 118)

«Hülasa: Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehem­miyete göre mayi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlik’ın evamirine mübarezeye başlar.

Küçük âlemde yani insanda ene, büyük insanda yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tağutlardandır.» (M.N. 201) (Tağuta kulluk etmek en büyük dalalettir, bak: 2353, 2354.p.lar)



3634- Tağut hakkında âyetlerden birkaç not:

-(Semavi) kitabtan nasibedar olmadıkları halde cibt ve tağuta inanıp kâfirleri mü’minlerden daha doğru yolda görenler: (4:51)

-Ehl-i dalaletin tabi olduğu cebbarin anîd (inadcı zorba liderler): (11:59)

-İmanlı olduklarını zanneden ve tağutu inkâr etmekle emrolundukları halde tağut mahkemesine müracaat edenler: (4:60)

-Mü’minler Allah yolunda, kâfirler tağut yolunda savaşırlar: (4:76)

-Mel’un, mağdub ve abede-t tağut olarak ifade edilen üç derece şerli insanlardan tağuta tapanlar, en şerlileridir: (5:60)

-Tağuttan (ona bağlılıktan) içtinab etmek: (16:36) (39:17)

-En sonunda ilahlarıyla (tağutla) ona tapanlar arasında zıdlaşma çıkmasına (19:82) (30:13) (40:84) âyetlerinde işaret edilir. (Bak: 3454/2. p.)

qqTAHARET ?‡_Z0 : (Bak: Nezafet)

qqTAHAYYÜL u±[F# : (Bak: Hayal)

3635- qqTAHDİS-İ Nİ’MET }WQ9 ¬b: (93:11) âyetinde bildirildiği gibi, Cenab-ı Hakk’a karşı şükrünü eda etmek ve teşekkür etmek maksadıyla nail olduğu nimeti anlatmak, onunla sevincini ve şükrünü bildirmek. (bak: Şükr)

«Bazan tevazu’, küfran-ı ni’meti istilzam ediyor; belki küfran-ı ni’met olur. Bazan da tahdis-i ni’met, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i ye­ganesi ki; ne küfran-ı ni’met çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip fakat temellük etmeyerek, Mün’im-i Hakiki’nin eser-i in’amı olarak göstermektir. Meselâ: Nasılki murassa’ ve müzeyyen bir elbise-i fahireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: “Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazu’ kârane desen: “Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir; nerede güzellik?” O vakit küfran-ı ni’met olur ve hulleyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: “Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz.” O vakit mağrurane bir fahirdir.

İşte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: “Evet ben güzelleş­tim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir.» (M.369) (Bak: 2608.p.)

Bir atıf notu:

-Geylani Hz.nin iftiharı fahr değil, tahdis-i ni’mettir, bak: 41.p.

3636- qqTAHİYYAT €_[E# : Selâmlar. Dualar. *Manevi hayat hediyeleri. Tezahürat-ı hayatiye. *Malikiyet, beka ve mülk.

Canlılık manasındaki (Hayy) kökünden gelen, «Tahiyye; sağ olasınız, Al­lah sağlık versin, Allah ömürler versin gibi hayat duası, selâm ve selâmet du­asıdır.» (E.T. 3616)

Kur’an (4:86) (24:61) âyetlerinde, selâmlaşmak manasında; (10:10) (14:23) (25:75) (33:44) âyetlerinde de, mü’minlerin (ebedî selâmetli hayat neş’esiyle) tahiyye selâmları manasındadır. (Bak: Selâm)

3637- Bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurulur:

«İbn-i Abbas (R.A.) şöyle dedi: Resulullah (A.S.M.) bize Kur’andan bir sure öğretir gibi teşehhüdü öğretirdi. Teşehhüdü şu lafızlarla söyler idi:

­•«ŸÅK7«~ ¬y±V¬7 ­€_«A¬±[ÅO7«~ ­€~«Y«VÅM7«~ ­­€_««6«‡_«A­W²7«~ ­€_Å[¬EÅB7«~

­•«ŸÅK7«~ ­y­#_«6«h«"«— ¬yÁV7~ ­}«W²&«‡«— Çz¬AÅX7~ _«ZÇ[7«~ «t²[«V«2

«ž ²–«~ ­f«Z²-«~ «w[¬E¬7_ÅM7~ ¬yÁV7~ ¬…_«A¬2 |«V«2«— _«X²[«V«2

(*) ¬yÁV7~ ­ÄY­,«‡ ~®fÅW«E­8 Å–«~ ­f«Z²-«~— ­yÁV7~ ެ~ «y«7¬~

Bu hadisin ravilerinden İbn-i Rumh’un rivayetinde “Bize Kur’an öğretir gibi” ibaresi vardır.» (S.M. cild.2, 60. hadis, sh:38)

«...İmamların herbirinin kendilerine göre hüccetleri ve tercih sebebleri varsa da İbn-i Mes’ud rivayetinin hepsinden daha kuvvetli olduğu muhak­kaktır. Bununla beraber rivayet edilen teşehhüd lafızlarının hangisiyle olursa olsun namaz kılmanın cevazında yine cümlesi ittifak etmişlerdir.» (S.M. cild. 2, sh::38)



3638- «Namazdaki teşehhüdde bulunan

¬y±V¬7 ­€_«A¬±[ÅO7«~ ­€~«Y«VÅM7«~ ­­€_««6«‡_«A­W²7«~ ­€_Å[¬EÅB7«~ ila âhirenin iki noktasına gelen iki suale, iki cevaptır.



3639- Birinci Sual: Teşehhüdün mübarek kelimatı, Mi’rac gecesinde Cenab-ı Hak ile Resulünün bir mükâlemeleri olduğu halde, namazda okun­masının hikmeti nedir?

Elcevab: Her mü’minin namazı, onun bir nevi Mi’racı hükmündedir. Ve o huzura lâyık olan kelimeler ise: Mi’rac-ı Ekber-i Muhammed (Aleyhissalatü Vesselâm) da söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle, o kudsi sohbet tahattur edilir. O tahatturla o mübarek kelimelerin manaları cüz’iyetten külliyete çıkar ve o kudsi ve ihatalı manalar tasavvur edilir veya edilebilir. Ve o tasavvur ile kıymeti ve nuru teali edip genişlenir.

Meselâ: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, o gecede Cenab-ı Hakk’a karşı selâm yerinde. “Ettahiyyatü lillahi” demiş. Yani: “Bütün zihayatların hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye ve Sani’lerine takdim ettikleri fıtrî hediyeler, ey Rabbim sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvu­rumla ve imanımla sana takdim ediyorum.”

Evet nasılki Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, “Ettahiyyatü” keli­mesiyle, bütün zihayatın ibadat-ı fıtriyelerini niyet edip takdim ediyor. Öyle de: Tahiyyatın hülasası olan “El-mübarekâtü” kelimesiyle de, bütün medar-ı bereket ve tebrik ve bârekallah dediren ve “mübarek” denilen ve hayatın ve zihayatın hülasası olan mahluklar, hususan tohumların ve çekirdeklerin, da­nelerin, yumurtaların fıtrî mübarekiyetlerini ve bereketlerini ve ubudiyetlerini temsil ederek, o geniş mana ile söylüyor.

Ve “El-mübarekâtü”nün hülasası olan “Essalavatü” kelimesiyle de ziha­yatın hülasası olan bütün ziruhun ibadat-ı mahsusalarını tasavvur edip der­gâh-ı İlahîye o ihatalı manasıyla arzediyor. (Bak: 3282.p.) Ve “Et-tayyibatü” kelimesiyle de, ziruhun hülasaları olan kâmil insanların ve melaike-i mukarrebînin, salavatın hülasası olan “Et-tayyibatü” ile nurani ve yüksek ibadetlerini irade ederek Mabuduna tahsis ve takdim eder.

3640- Hem nasılki o gecede Cenab-ı Hak tarafından “Esselâmü aleyke ya eyyühennebiyyü” demesi, istikbalde yüzer milyon insanların her biri, her gün, hiç olmazsa on def’a “Esselâmü aleyke ya eyyühennebiyyü” demelerini âmirane iş’ar eder. Ve o selâm-ı İlahî, o kelimeye geniş bir nur ve yüksek bir mana verir. Öyle de:

Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın, o selâma mukabil: “Essellâmü aleyna ve ala ibadillahissalihîn” demesi, istikbalde muazzam ümmeti ve üm­metinin salihleri, selâm-ı İlahîyi temsil eden İslâmiyete mazhar olmasını ve İslâmiyetin umumi bir şiarı olan mü’minler ortasındaki “Esselâmü aleyke ve aleykesselâm” umum ümmet demesini raciyane, daiyane Hâlikından istedi­ğini ifade eder ve ihtar eder. Ve o sohbette hissedar olan Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, emr-i İlahî ile o gece “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Resulullah” demesi bütün ümmet kıyamete kadar böyle şehadet edeceğini ve böyle diyeceklerini mübeşşirane haber verir. Ve bu mükâleme-i kudsiyeyi tahattur ile, kelimelerin manaları parlar, genişler.



3641- Bu mezkûr hakikatın inkişafında bana yardım eden garib bir halet-i ruhiyedir:

Bir zaman karanlıklı bir gurbette karanlık bir gecede, zulmetli bir gaflet içinde hal-i hazırda olan bu koca kâinat; hayalime camid, ruhsuz, meyyit, boş, halî, müthiş bir cenaze göründü. Geçmiş zaman dahi bütün bütün ölü, boş, meyyit, müthiş tahayyül edildi. O hadsiz mekân ve o hudutsuz zaman, karanlıklı ve vahşetgâh suretini aldı. Ben o haletten kurtulmak için namaza iltica ettim. Teşehhüdde “Ettahiyyatü” dediğim zaman; birden kâinat can­landı.. hayatdar, nurani bir şekil aldı, dirildi. Hayy-ı Kayyum’un parlak bir ayinesi oldu. Bütün hayatdar eczasıyla beraber, hayatlarının tahiyyelerini ve hedaya-yı hayatiyelerini daimî bir surette Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a takdim et­tiklerini ilmelyakîn, belki hakkalyakîn ile bildim ve gördüm.

Sonra “Esselâmü aleyke ya eyyühennebiyyü” dediğim vakit, o hudutsuz ve halî zaman; birden Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın riyaseti al­tında, zihayat ruhlar ile vahşetzar suretinden, ünsiyetli bir seyrangâh suretine inkılab etti.

3642- İkinci Sual: Teşehhüd âhirinde

«v[¬;~«h²"¬~ |«V«2 «a²[ÅV«. _«W«6 ¯fÅW«E­8 ¬Ä´~ |«V«2«— ¯fÅW«E­8 |«V«2 ¬±u«. Åv­Z±V7«~

«v[¬;~«h²"¬~ ¬Ä´~ |«V«2«— deki, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünki Mu­hammed Aleyhissalatü Vesselâm, İbrahim Aleyhisselâm’dan daha ziyade rahmete mazhardır ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir? Hem bu tarzdaki salavatın teşehhüdde tahsisinin hikmeti nedir?

Cevab: “Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’a yetişmiyor. Fakat onun âli, enbiyadırlar. Muham­med Aleyhissalatü Vesselâm’ın âli, evliyadırlar. Evliya ise, enbiyaya yetişe­mezler. Âl hakkında olan bu duanın parlak bir surette kabul olduğuna delil şudur ki:

Üçyüzelli milyon içinde Âl-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dan yalnız iki zatın; yani Hasan (R.A.) Hüseyin’in (R.A.) neslinden gelen evliya, -ekser-i mutlak- hakikat mesleklerinin ve tarikatlarının pirleri ve mürşidleri onlar olmaları,

(*) «u¬¶<«h²,¬~ |¬X«" ¬š_«[¬A²9«_«6 |¬BÅ8­~ ­š_«W«V­2 hadisinden mazharları olduklarıdır. Başta Cafer-i Sadık (R.A.) ve Gavs-ı Azam (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) olarak herbiri, ümmetin bir kısm-ı azamını tarik-ı hakikata ve hakikat-ı İslâmiyete irşad edenler, bu âl hakkında ki duanın makbuliyetinin meyveleri­dirler.



3643- Bu tarzdaki salavatın namaza tahsisi hikmeti ise:

Meşahir-i insaniyenin en nurani, en mükemmeli, en müstakimi olan en­biya ve evliyanın kafile-i kübrasının gittikleri ve açtıkları yolda, kendisi dahi o yüzer icma’ ve yüzer tevatür kuvvetinde bulunan ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-i uzmaya, o sırat-ı müstakimde iltihak ve refakat ettiğini tahattur etmektir. Ve o tahattur ile, şübehat-ı şeytaniyeden ve evham-ı seyyiden kurtulmaktır. Ve bu kafile, bu kâinat sahibinin dostları ve makbul masnuları ve onların muarızları, O’nun düşmanları ve merdud mahlukları olduğuna delil ise: Zaman-ı Âdem’den beri o kafileye daima muavenet-i gaybiye gelmesi ve muarızlarına her vakit musibet-i semaviye inmesidir.

Evet Kavm-i Nuh ve Semud ve Âd ve Fir’avun ve Nemrud gibi bütün muarızlar gadab-ı İlahîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar ye­dikleri gibi.. kafile-i kübranın Nuh Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm gibi bütün kudsi kahramanları dahi, hârika ve mu’cizane ve gaybî bir surette mu’cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar olmuşlar. Birtek tokat, hiddeti; bir tek ikram, muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara ve binler ikram ve mua­venet kafileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gündüz gibi zahir bir tarzda o kafilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delalet eder. Fatiha’da ²v¬Z²[«V«2 «a²W«Q²9«~ w<¬gÅ7~ «~«h¬. o kafileye ve

«w[¬±7_ÅN7~ «ž«— ²v¬Z²[«V«2 ¬Y­N²R«W²7~¬h²[«3 muarızlarına bakıyor. Burada beyan etti­ğimiz nükte ise, Fatiha’nın âhirinde daha zahirdir.» (Ş.92-96)



3644- qqTAHT-EŞ ŞUUR ‡YQL7~ aE# : Şuur altı. Şuur haricinde ola­rak açılıp yayılan ruhî faaliyet. Geçmişte yaşadığımız ve tesiri altında kaldı­ğımız hâdiselerden şimdi hatırlayamadıklamız ve ayrıca şu anda da varlığı­mızda meydana gelen hâdiselerden bilgisine sahip olamadıklarımızın bütünü. İnsan şuurlu hareket ettiği gibi şuuraltı tesirlerle de hareket eder. İnsan şuu­raltının tesiriyle hareket ettiği zaman bu hareketini şuuruyla izah ederken bahane sebebler bulur. Ama bu sebebler hareketin mahiyetini izahtan uzak kalır. (Bak: Hiss-i Kabl-el Vuku, Şuur)

3645- «Hıfz, bir zihin kuvvetidir ve bir mazi kıymetini ifade eder. Şuur, gayr-ı müstakar; hıfz ise müstakardır. Bunun için hıfz zühule de iktiran ede­bilir. Ve o zaman mahfuzat gayr-ı meşur olur. Bundan da anlarız ki, ruhda lâşuurî denilmese bile gayr-ı meş’ur olan umûr ve hâdisat da vardır. Hâfıza­daki emrin ikinci şuuruna tahattur, tezekkür ve zükûr tesmiye olunur. Ve şuurun tevalisi ve tevali kıymetleri de bu sayede husule gelir. Bu suretledir ki şuurlar terekküb eder. Tasavvura ve suver-i zihniye ve ilmiyeye kadar mün­tehi olur.» (E.T.225)

3646- qqTAKSİM-İ A’MAL Ä_W2¶~ ¬v[KT# : İş bölümü, iş taksimi. Kur’an (17:84) âyetinde işaret edildiği gibi «Sani’-i Zülcelal’in hilkat-i âlemde cari ve taksim-ül a’mal kaidesinden akan kanun-u tekemmül ve terakkide mündemiç olan rıza ve işaretinin imtisali farz iken, itaat tamam edilmemiştir. Şöyle: Kaide-i taksim-ül a’mali muktazi olan hikmet-i İlahiyenin dest-i inayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyûlatla şeriat-ı hilkatin farz-ül kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir emr-i manevi vermişken, su-i isti’malimiz ile o istidaddan tevellüd eden meyle kuvvet ve meded verici olan şevki bu hırs-ı kâzib ve şu re’s-i riya olan meylü’t-tefevvuk ile zayi edip söndürdük. Elbette isyan eden, cehenneme müstehak olur. Biz de bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin evamirine imtisal edemediğimizden cehennem-i cehl ile muazzeb olduk. Bu azabdan bizi kurtaracak taksim-ül a’mal kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz taksim-ül a’malin ameli ile cinan-ı ulûma dahil olmuşlardır.» (Mu.25)

3647- «Bir adam müstaid ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmek, şeriat-ı hilkate büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki; isti­dadı, san’atta intişar ve tedahül; ve san’atın mekayisine ihtiram ve muhabbet; ve nevamisine temessül ve imtisal.. elhasıl, fena-fi’s-san’at olmaktır. Vazife-i hilkat bu iken, bu yolsuzlukla san’atın suret-i lâyıkasını tağyir eder. Ve nevamisini incitir. Ve asıl müstaid olduğu san’ata olan meyliyle; teşebbüs et­tiği gayr-ı tabiî san’atın suretini çirkin eder. Zira bilkuvve olan meyil ve bilfiil olan san’atın imtizaçsızlığı için bir keşmekeş olur. Bu sırra binaen pek çok adam meyl-ül ağalık ve meyl-ül âmiriyet ve meyl-üt tefevvuk ile mütehakkim geçinmek istediğinden ilmin şanında olan teşvik ve irşad ve nasihat ve lütfu terkedip kendi istibdad ve tefevvukuna vesile-i cebr ve ta’nif eder. İlme hiz­mete bedel, ilmi istihdam eder. Buna binaen vezaif, ehil olmayanın ellerine geçti. Bahusus medaris, bunun ile indirasa yüz tuttu. Buna çare-i yegane: Daire-i vâhidenin hükmünde olan müderrisleri, Darülfünun gibi çok devaire tebdil ve tertib etmektir. Ta, herkes sevk-i insanîyesiyle hakkına gitmekle, hikmet-i ezeliyenin emr-i manevisini, meyl-i fıtrîsiyle imtisal edip kaide-i tak­sim-ül a’male tatbik edilsin.» (Mu.46)

3648- «Ehl-i san’at, netice-i san’atı ziyade kazanmak için, iştirak-i san’at cihetinde mühim bir servet elde ediyorlar. Hatta dikiş iğneleri yapan on adamdan, ayrı ayrı yapmaya çalışmışlar. O ferdî çalışmanın her günde yalnız üç iğne, o ferdî san’atın meyvesi olmuş. Sonra teşrik-ül mesai düsturuyla on adam birleşmişler. Biri demir getirip, biri ocak yandırıp, biri delik açar, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir ve hakeza... Herbirisi iğne yapmak san’atında yalnız cüz’î bir işle meşgul olup, iştigal ettiği hizmet basit olduğundan vakit zayi olmayıp, o hizmette meleke kazanarak; gayet sür’atle işini görmüş.

Sonra o teşrik-i mesai ve taksim-i a’mal düsturuyla olan san’atın semere­sini taksim etmişler. Her birisine bir günde üç iğneye bedel, üçyüz iğne düş­tüğünü görmüşler. Bu hâdise ehl-i dünyanın san’atkârları arasında, onları teş­rik-i mesaiye sevketmek için dillerinde destan olmuştur.» (L.165)

Kur’an (92:4) âyetinde, müteşettit değil, taksim-ül a’mal kaidesi ile ve şirket şeklinde çalışmaya bir işaret vardır.

Hem (73:20) âyeti de, beşer âleminde hastalar, çalışanlar, cihad edenler gibi çeşitli sınıflar bulunduğundan ibadet hayatında bazıları için kolaylık geti­rir.



3649- qqTAKVA >YT# : Bütün günahlardan kendini korumak gayreti. Haramlardan ve haram olduğuna şüphe edilen şeylerden çekinmek. Ruhsatla değil, azimetle hareket etmek. (Bak: Amel-i Salih, Azimet, Def-i Mefasid, Nazar-ı Haram, Sedd-i Zeraî, Sefahet, Vicdan, Zühd)

3650- «Takva, lügatte vikaye’dendir. Vikaye, fart-ı sinayet yani gayet iyi korunup sakınmaktır. Aslı vakya’dır. Nefsi korkulacak şeylerden vikayeye koyup korumak, tabir-i âherle sipere girip korunmak demektir. Lügatte hakikatı budur. Sonra bazan korkuya takva ve takvaya korku tabir olunur. Şeriatta iki manada kullanılır. Birisi geniş olan âmm manasıdır ki, sonunda âhirete muzırr olanlardan sakınıp korunmak demektir. Bunun ziyadeyi ve noksanı kabul eden geniş bir sahası vardır ki, en aşağısı Cehennem’de muhalled kılan şirkten sakınmaktır. En yükseği de sırrını Hak’dan işgal ede­bilecek her husustan temiz tutarak bütün mevcudiyetiyle Hakk’a tebettüldür. Bütün manasıyla Allah’ın vikayesine duhuldür ki, (3:102)

¬y¬#_±T­# Ås«& «yÁV7~ ~Y­TÅ#¬~ kavlinde murad olan hakiki takva budur. Birde şeri’de mütearef olan hass manası vardır ki, mutlak olarak takva denildiği ve karine bulunmadığı zaman murad bu olur: Nefsi ukubete müstehıkk kılacak gerek fiil ve gerek terk herhangi bir günahtan korumaktır.

(53:32) «v«WÅV7~ ެ~ «k¬&~«Y«S²7~«— ¬v²$¬ž²~«h¬=³_«A«6 «–Y­A¬X«B²D«< «w<¬gÅ7~«— mucebince, bunda kebairden içtinab bil’ittifak lâzımdır. Sagairden içtinab hakkında söz edilmiştir. Tirmizi ve sairenin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte:

««f«< |ÅB«& «w[¬TÅB­W²7~ «w¬8 «–Y­U«< ²–«~ ­f²A«Q²7~ ­q­V²A«< «ž

(*) °‰²_«" ¬y¬" _ÅW«2 ~®‡«g«& ¬y¬" «‰²_«" «ž_«8

“Kul be’s olan şeyden sakınmak için lâ-be’se-bih olanı terk etmedikçe müttakilerden olmaz” buyurulmuş olması hasebiyle haram şüphesi bulunan helallardan, yani kerahet-i tahrimiye ile mekruh olanlardan dahi içtinab lâ­zımdır.» (E.T. 4479)

S.B.M. 1.cild, 48. hadisi ve İ.M. 36. Kitab-ül Fiten 14.babı da şüpheli şeylerden kaçınmayı beyan eder. (Bak: 3307.p.)

3651- Ahlâkı tahrib eden bu sefahet ve hevesat zamanında takvanın en büyük esas olduğunu beyan eden Bediüzzaman bir mektubunda şöyle diyor:

«Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takva; menhiyattan ve günahlardan ictinab etmek ve amel-i salih; emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber, bu tah­ribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş. Bu za­manda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan kebireleri işlemeyen kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır. (Bak: 710/1, 1000/5.p.sonu) Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir. Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü bir hara­mın terki vacibdir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var.

Takva böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek ictinab, az bir amelle, yüzer günahın terkiyle, yüzer vacib işlenmiş oluyor. Bu ehemmi­yetli nokta niyet ile, takva namıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla menfi ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i salihadır.» (K.L.148)

3652- İnsan, takvaya muvafık bir fıtratta yaratılmıştır. Bu sebeble Kur’an müteaddid âyetlerinde takvaya teşvik ve takvayı emretmektedir. Meselâ: (2:21) «–Y­TÅB«# ²v­UÅV«Q«7 âyetinde geçen « Åu«Q«7 kelimesi, ümid ve recayı ifade edi­yor. Fakat bu mana -hakikatıyla- Cenab-ı Hak hakkında istimal edilemez. Binaenaleyh ya mecazen istimal edilecektir veya muhatablara veyahud sami’ ve müşahidlere isnad edilecektir.

Mana-yı mecaziyle Cenab-ı Hak hakkında isnad edilmesi şöyle tasvir edilir: Nasılki bir insan, bir iş için bir adamı techiz ettiği zaman, o işin o adamdan yapılmasını ümid eder. Kezalik -bilâ teşbih- Cenab-ı hak, insanlara kemal için bir istidad, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu iti­barla Cenab-ı Hak, insanlardan o işlerin yapılmasını intizar etmektedir, de­nilebilir. Bu teşbih ve istiarede, hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna ve ibadetin de neticesi takva olduğuna ve takvanın da en büyük mertebe oluduğuna işaret vardır.



3653- Reca manasının muhatablara atfedilmesi şöyle izah edilir:

Ey muhatab olan insanlar! Havf u reca ortasında bulunmakla, takvayı reca ederek Rabbinize ibadet ediniz. Bu itibarla insan, ibadetine itimad et­memelidir ve daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır.

Reca manası, sami’ ve müşahidlere göre olursa şöyle te’vil edilecektir.

Ey müşahidler! Arslanın pençesini gören adam, o pençenin iktizası olan parçalamayı arslandan ümid ve reca ettiği gibi; siz de, insanları ibadet techizatıyla mücehhez olduklarını gördüğünüzden, onlardan takvayı reca ve intizar edebilirsiniz. Ve keza ibadetin fıtrî bir iktiza neticesi olduğuna işaret­tir.



3654- «–Y­TÅB«# : Takva, tabakat-ı mezkûrenin ibadetlerine terettüb ettiğin­den, takvanın bütün kısımlarına, mertebelerine de şamildir.

Meselâ: Şirkten takva; kebairden, masivaullahtan kalbini hıfzetmekle takva; ikabdan ictinab etmekle takva; gazabdan tahaffuz etmekle takva. De­mek «–Y­TÅB«# kelimesi bu gibi mertebeleri tazammun eder. Ve keza ibadetin ancak ihlas ile ibadet olduğuna ve ibadetin mahzan vesile olmayıp maksud-u bizzat olduğuna; ve ibadetin sevab ve ikab için yapılmaması lüzumuna işarettir.» (İ.İ.98)



Bir atıf notu:

-Şirket-i maneviye-i Nuriyeden istifade için takva şartiyeti, bak: 1078.p.

3655- Takva hakkındaki âyetlerden birkaç not:

-Kur’an müttakilere hidayettir: (2:2)

-Ehl-i takvanın mühim hususiyetleri: (2:177) (3:133,134)

-Dünya hayatının ziyneti aldatıcıdır; hayat-ı ebediye ise müttakiler içindir: (43:33-35)

-Müttakiler ve onlara tahsis edilecek Cennet ni’metleri: (3:35) (26:88-90) (39:20,33-35) (47:15) (78:31-36)

-Adavet adalette tarafgirliğe götürürse takvaya uygun düşmez: (5:8)

- En hayırlı libas, libas-ı takvadır: (7:26) (Bak: 1712.p.)

- İttika sahiplerine, bir fürkan (hak ve batılı tefrik eden feraseti imaniye) verilir: (8:29)

- Takvanın ilzam (ilham) olunması: (47:17) (48:26) (91:8). Ayrıca (49:3) âyeti de alâkalıdır.

- Allah indinde en mükerrem, en müttaki olandır: (49:13)

-Bir âyette üç defa takvanın zikredilmesiyle işaret olunan takva mertebeleri: (5:93)

3656- qqTALAK »Ÿ0 : Boşamak. Boşanmak. *Bağlı olan bir şeyi çöz­mek, ayırmak. *Nikahlı eşini bırakmak. (Bak:174-176.p.lar)

«Talakın sebebi: Karı ile kocanın ahlâkı birbirine uymadığı zaman hisse­dilen ayrılma ihtiyacı ve Allah’ın emirlerini ifaya engel olacak dargınlığın ârız olmasıdır... (Bak: 3615.p.ın ilk yarısı)

Ashab-ı kiramdan çok kadın boşadıkları rivayet edilenler, hep zaruret ve ihtiyaç karşısında bu kapıya başvurmuşlardır. Zaruret yokken kadın boşamak ise, küfran-ı nimet ve su-i edeb olduğundan mekruhtur. Bununla beraber “Talak Babı”ındaki âyet ve hadislerin mutlak oluşlarına bakarak, ona “mübahtır” diyenler de olmuştur...

Ülemadan bazıları talakı hüküm itibariyle beş kısma ayırmışlardır. Bun­lar: Vacib, mendub, caiz, haram ve mekruhtur.

Mezkûr taksime göre: Karı koca arasında düşmanlık varsa o kadını bo­şamak vacib; kadın namuslu değilse boşamak mendub; erkek kadını istemi­yor ve ondan istifade edemediği için de nafakasına katlanmaktan çekiniyorsa caizdir. Bu suretlerde talakın mekruh olmadığını Şafiîlerdan İmam-ül Harameyn (419-478) tasrih etmiştir. Nevevi (631-676) ise caiz olan kısmı kabul etmemektedir. Kadını hayız halde iken boşamak gibi bid’î talak ha­ramdır. Boşanmaya bir sebeb yokken boşamak mekruhtur. İşte helal ol­makla beraber, hoş görülmeyen kısım budur.» (Büluğ-ul Meram cild:3, sh::359-362)

3657- Bilhassa karı-koca arasında geçici olan hissî değişikliklerde hemen boşamaya teşebbüs edilmemelidir. Zira erkeği, aybaşı gibi veya cima’dan sonra zevceye olan meylin azaldığı geçici hallerde boşamaya iten hissî du­rumlar bulunabilir. Böyle durumlar geçici değil de devamlı olması veya ta­raflar arasında fikrî hususta ve bilhassa diyanette zıtlık gibi manevi imtizaç­sızlıkların ıslahı mümkün olmaması halinde tatlik meşru olur. Yoksa geçici olan mezkûr hissî hallerdeki talak, sünnete uygun olmaz. Nitekim bir hadis-i şerif mealinde şöyle buyurulur: «Sünnete uygun olan boşama, karısı (aybaşı ve lohusalık halinden) temiz iken ve onunla cinsî temasta bulunmaksızın er­keğin ettiği boşamadır.» (İbn-i Mace 10.Kitabün Nikah, 2.bab. 2020. hadis meali) Bu 2.bab, Sünnete uygun boşamaya aittir.

İslâm hukukunda boşama hakkı erkeklerde olmakla beraber nikâh ak­dinde kadın, kendisinin de boşama hakkına sahib olmasını isteyebilir ve bu hakka sahib olabilir. Tafsilat için H.İ. 2.ci. sh::37 deki bölümde 159. mes’eleye ve sah 228.de talaka ehliyet bahsine ve N.İ. münakahat ve müfarakat bahsi olan 3. kısmın (Talakın Tevfizi) bahsine bakınız.



3658- qqTALAK-I BAYİN w<_" »Ÿ0 : Yeniden evleniyorlarmış gibi ka­dının rızası ile tekrar nikah edilmedikçe geri alınamayacağı talak. Kadın iste­miyorsa erkek zorla alamaz. İddet sırasında kadın, erkeğin evinde kalmaz. Erkek üçüncü defa verdiği bâin talaktan sonra, üzerinden hulle geçmeden karısını bir daha (kadın istese de) alamaz. (Bak: Hulle)

3659- Boşanma (talak) hakkında âyetlerden birkaç not:

-Boşama niyetinin tahakkuku: (2:227)

-Boşanan kadının (üç hayız) beklemek (iddet) şartı ve tekrar aile hayatına dönme ve zevcin üstünlük hakları: (2:228) (65:1,2) (Bak: İddet)

-Boşanma hakkı iki olup ondan sonraya boşamak veya tutmak vardır. Talakta mehrin geri alınmaması ve boşanmanın hududullahı muhafaza edememek korku­sundan olması: (2:229)

-Üç talak ve hulle: (2:230)

-Boşamada menfaat fırsatı gözeterek tahakküm etmemek (2:231)

-Ric’î (dönülebilen) talakla boşanan kadının iddetinden sonra yeniden nikahları: (2:232)

-Duhul (birleşme) ve mehir öncesi boşama durumu: (2:236) (33:49)

-Duhul öncesi ve mehirden sonra boşamada yarı mehir hakkı veya bağışlama du­rumu: (2:237)

-Bazı dünyevi menfaatler düşüncesiyle boşama helal olmaz, ancak (günah, edebsizlik, zina gibi) fuhuş sebebiyle helal olur ve yalnız hoşlanmamak sebebiyle bo­şama yerine sabrı tercih: (4:19)

-Başka zevce almak için yapılan boşamada, verilen mehir ve menfaattan hiçbir şey geri almamak: (4:20,21)

-Geçimsizliklerde hakem tayini: (4:35)

-(Anlaşma imkânı bulunmama neticesi vuku bulan) boşanma: (4:130)

-Peygamberimiz (A.S.M.) ailelerinin geçim refahı ve hayat ziyneti gibi taleblerinden dolayı tahyir âyetiyle bildirilen; boşanma veya âhireti tercihte muhayyerlik teklifi: (33:28,29)

-Boşanan kadınları iddet müddeti evde tutmak, geçimini vermek veya süt annesi tutmak: (65:6,7)

Not: Mezkûr âyetlerin Şer’î hükümlerini ve tatbikat şeklini yalnız fıkıh kitablarından anlamak mecburiyeti vardır. Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu’nun 2.cild, 4. kitab, 1. bölümü mufassal talak bahsidir.

Talak mevzuunda hayli ehadis-i şerife de mevcuddur.

qqTALEBE yAV0 : (Talib. c.) İstekliler. *Şakird. Tahsile çalışan. Öğrenen. Öğrenci. (Bak: Maarif)

3660- qqTALEBE-İ ULÛM •YV2 šyAV0 : Yüksek dinî ilimleri okuyan ta­lebe.

«İmam-ı Şafiî (K.S) gibi büyük zatlar, ‘talebe-i ulûmun hatta uykusu dahi ibadet sayılır’ diye ziyade ehemmiyet vermişler» (Ş.314)

«Hem İmam-ı Şafiî’den (R.A.) rivayet var ki; halis talebe-i ulûmun rız­kına, ben kefalet edebilirim demiş. Çünki rızıklarında vüs’at ve bereket olur. Madem hakikat budur ve madem halis talebe-i ulûm ünvanına Risale-i Nur Şakirdleri bu zamanda tam liyakat göstermişler; elbette şimdiki açlık ve kahta mukabil Risale-i Nur hizmetini bırakmak ve zaruret-i maişet özrüyle, maişet peşinde koşmak yerine en iyi çare, şükür ve kanaat ve Risale-i Nur Talebeli­ğine tam sarılmaktır.» (K.L.201) (Bak: İlim, Medrese)

3661- qqTALHA BİN UBEYDULLAH yV7~ f[A2 w" yEV0 : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Pey­gamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı. Kendisinden ziyade Hz. Peygamber’i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı.

Hz.Ali (R.A.) buyuruyor ki:”Resul-i Ekrem’den (A.S.M.) duydum, dedi ki: “Talha ile Zübeyir, Cennet’te benim komşularımdandır.” Hicretin 36’ncı yılında Cemel Vak’asında şehid oldu. (R.A.)



3662- qqTANZİMAT-I HAYRİYE y
Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   139   140   141   142   143   144   145   146   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin