İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə140/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   136   137   138   139   140   141   142   143   ...   169

Ş


3475- qqŞÂHİD f[; _- : “Bir kimsenin başka bir kimsede olan hakkını isbat için, hâkim önünde ve davalının karşısında serd ettiği iddiası üzerine, üçüncü bir kimsenin “şuna ve şuna şahadet ederim” diyerek dava ile ilgili bilgisini bildirmesine denir. Böyle bir beyanda bulunana şâhid, lehinde şehadette bulunduğu kimseye meşhudun leh, aleyhinde şehadette bulunduğu kimseye meşhudun aleyh ve böylece isbat edilmek istenilen hakka da meş­hudun bih denir...

Şahid: 1- Şehadet ettiği husus hakkında tam bir bilgiye sahip olmalı ve meşhudun bihi (şahidlik edeceği hadiseyi) bizzat gözü ile görmüş veya kulağı ile duymuş olmalıdır.... Ancak başkasından duyulana göre, şehadete itibar olunmaz. (Bak: Mecelle Mad.1886)

2- Mükellef olmalı,

3- Hür olmalı,

4- Bir müslüman aleyhine açılmış bir davada şehadet edecekse, müslüman olmalı,

5- İşittiğini anlar, istediğini ifade edebilir olmalı.

6- Âdil: (Kur’an, 5/ 105) ((yani şâhid-i âdil) iyilikleri kötülüklerinden üstün olmalı; ayrıca zina iftirası suçundan dolayı hadd cezası ile daha evvel cezalandırılmamış olmalı. (Kur’an 24/4)

7- Örf ve adete ve ictimaî mevkıine uygun bir hayat sürmeli, yani mü­rüvvet sahibi olmalı; böylece mesela, hamama peştemalsiz giren, kendisini oyuna (satranç, nard, “tavla”) kaptıran veya sokakta yemek yiyen bir kimse­nin şehadeti kabul edilmez,

8- Şehadetten bir menfaat sağlanmamalıdır. Ayrıca kendisine gelecek bir zararı da şehadeti ile önlemek istememelidir. Şâhid ile meşhudun aleyh (aleyhinde bulunulan kişi) arasında düşmanlık bulunmamak gerektir. (Bu düşmanlık örf ile bilinir. Bak: Mecelle, Madde:1702). Buna karşılık dostların bir­birleri lehine şahadetleri müteberdir. Ancak bu dostluk, birbirlerin mallarına tasarruf edebilme derecesinde olmamalıdır. (Bak Mecelle, mad. 1701). Usul ve füruun, karı ve kocanın birbirleri lehine şahadetleri müteber değildir. (Bak:Mecelle, mad.1700).

Şahidlerin sayısı ve cinsiyeti hakkında şu hükümler vardır: 1- Zina’da dört erkek görgü şahidi gereklidir... 2- Bir mal ile ilgili olmayan, yani borçlar hukuku dışında kalan hırsızlık, öldürme, evlilik iddiası, evliliğin feshi, kölele­rin azat edilmesi gibi davalarda iki erkek şahid lazımdır. (Bak: Kur’an 2/282) Yalnız kadınların bilebilecekleri hususlar için (Doğum, kadınların vücud sa­katlıkları) hanefi akaidine göre, yalnız bir kadın şahid yeterli iken, malikilere göre iki, şafiilere göre de dört kadın şahidin bulunması icab eder. 3- Borçlar hukuku ile ilgili akitler gibi bir mal ile ilgili olan hususlarda, veya dikkatsiz­likle ölüme sebebiyet vermede veya benzeri hallerde iki erkek veya bir erkek ile iki kadın şahid gereklidir. (Bak: Mecelle mad.1685)......

Meşhudun aleyh, hâkimden şahidlerin yalan söylemediklerine yemin etti­rilmelerini isteye bilir. “ (İ.A. Şahid maddesi)

3476- qqŞAHS-I MANEVÎ >YXQ8 ¬lF- : Bir tek şahıs olmadığı halde, kendisine bir şahıs gibi muamele yapılan şirket, cemaat, cemiyet gibi ortak­lıklar. Belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen manevi şahıs. *Bir topluluğun taşıdığı manevi kuvvet ve meziyetler. (Bak: Cemaat)

3477- qqŞAHSİYET }[MF- : Şahıs olma hali. Bir kimsenin, başkaların­dan üstünlük farkı getiren ilmî ve ahlâkî seciyeler gibi, mümeyyiz vasıflarıyla sahib olduğu derecesi. Bu hususiyetler, düşünce ve histen fiile intikal edip hareketlerde kendini gösterir. (Bak: Cesaret-i Medeniye)

Atıf notları:

-Hz. Ali’nin (R.A.) iki şahsiyeti, bak: 217, 218. p.lar.

-Dinî hizmette aşağılık duygusuna kapılmamak, bak: 1882. P.

3478- Müteşahhıs kişiler şahsiyetle enaniyete meyledip İslâmiyet naza­rında beğenilmeyen gururlu bir duruma düşebilirler. Hakikatta makbul olan şahsiyet, tevazu sahibi olmasıyla bilinir. “Bu sırdandır ki bizde sülûk tevazu­dan başlar, mahviyetten geçer, Fenafillah makamını görür. Gayr-ı mütenahi makamatta sülûke başlar. Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner. Hakiki Hristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hristiyanda ene, levazımatıyla kuvvetleşir. Enesi kuvvetli müteşahhıs, rütbeli, makam sahibi bir adam Hristiyan olsa mütesallib olur. Fakat Müslüman olsa lâkayd olur.”(H.Ş. 138)

3479- “Bir insanın müteaddid şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Meselâ: Büyük bir me’murun, me’muriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki; vakar iktiza ediyor, makamın izzetini muhafaza edecek etvar istiyor. Meselâ: Her ziyaretçi için tevazu’ göstermek tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevazu’ etse iyidir. Az bir vakar gös­terse, tekebbür olur. Ve hakeza...” (M.319)

Kur’anda “ta’zim ve hürmet etmek” manasında “tevkir” (48:9) ve bü­yüklük ve azamet manasında “vakar” (71:13) ifadeleri geçer. Ebu Davud, 2. Kitab-ül Edeb, 2. babı “vakar” hakkındadır. (Bak: 1587. p.)



3480- “Sual: Neden tekebbür küçüklük alâmetidir?

Cevab: Zira her bir insan için, içinde görünecek ve onunla nâsı temaşa edecek bir mertebe-i haysiyet ve şöhret vardır. İşte o mertebe eğer kamet-i istidadından daha yüksek ise; o, o seviyede görünmek için tekebbür ile ona uzanıp tetavül ve tekebbür edecektir. Şayet kıymet ve istihkakı daha bülend ise, tevazu ile tekavvüs edip ona eğilecektir.” (Mün. 18)

Demek hakiki şahsiyet sahibi mütevazidir. Şahsiyetli görünmek için tasannuata girmez.

qqŞAKK-I KAMER hW5 ¬±s- : (Bak: İnşikak-ı Kamer)

3481- qqŞAM •_- : Akşam, akşam yemeği. “Şe’m, şam” Arabçada “sol” manasına gelir. “Yemen” sağ demek olduğundan hicaz’a nisbetle sol taraf­taki memleketlere “Şam”, sağ taraftaki beldeye de “Yemen” ismi verilmiştir. Suriye ve Lübnan memleketlerine de Şam denilmiştir. *Arabların Dımışk dedikleri şehrin adı. *Nuh’un (A.S.) oğullarından “Şam’ın nesli tarafından bu memleket mamur edildiği için Şam denildiğini söyleyenler de vardır.

Şam, asırlardan beri ehemmiyetli bir ilim ve fazilet merkezi olduğu gibi, dinsizlikle dindarlığın mücadelesi cihetiyle de mühim bir cihad sahası olarak dinde değeri vardır. T.T. 3. cild sh: 788’de ve Tirmizi, 15. kitab, 3. bab ve Müsned-i İbn-i Hanbel, Rabi’ sh: 110, Hamis sh: 184’de Şam’ın medih ve fazileti beyan edilir. (Ebu Davud, Cihad 3, 2483)



qqŞARAB ~h- : İçilecek şey. İçki. Mey. Bade. Hamr. İçilmesi haram olan bir içki. (Bak: Hamr)

qq3482- ŞARAB-I TAHUR ‡YZ0 ~h- : Temiz ve helal olan Cennet şarabı. Cennet’e mahsus şurub. Şarab-ı tahur, (76:21) âyetinde zikredilir.

qqŞARANÎ |9~hQ- : (Bak: İmam-ı Şaranî)

3482/1- qqŞAZELÎ |7†_- : (Ebu Hasan Şazelî) Nureddin Ebu Hasan-ı Şazelî denildiği gibi Ali bin Abdullah diye de anılmaktadır. Tunus’lu olup Şazeliye Tarikatı kurucusu olarak bilinir. Tasavvufî, ilmî bir çok eseri vardır. Tarikatının tekke ve zaviyesi yoktur.

“Hi. 553 (Mi. 1158) tarihinde Afrika’da Septe civarında kâin Gammare bölgesi köylerinden birinde doğmuştur. Çocukluğu ve gençliği orada geçmiş, tahsilini de o bölgede tamamlamıştır. Şazel köyüne nisbetle meşhur olan Eb’ul Hasan, tahsilini ikmal ettikten sonra va’z u nasihat ve ders okutarak herkesin teveccühünü ve takdirini kazanmıştır.

Sonraları seyahate çıkıp pekçok memleketler dolaşıp, zamanın ülema ve meşayihi ile görüşmüştür. Nihayet İskenderiye’ye gelerek orada yerleşmiştir. Bir müddet İskenderiye’de kaldıktan sonra, Mısır’a gidip orada “ibn Atiyye” ve “Şifa” okutmuştur.

Feyzini birkaç vasıta ile Ebu Medyen Hazretlerinden istihsal etmiştir. 654 (1256) tarihinde, Ramazan ayında hacca giderken Mekke yakınlarında bir sahrada vefat etmiş ve oraya gömülmüştür.

Şazeliyye tarikatının şubeleri: Desukiyye, Ahmediyye, Vefaiyye, Ruzûkiyye, Hanefiyye, Cezuliyye, Gaziyye, İseviyye, Nasiriyye, İlmiyye, Mustariyye, Afifiyye.” (Tasavvuf, Mahir iz-Med Yayınları 1981, sh: 225)

3483- qqŞEAİR h¶<_Q- : Âdetler, İslâm işaretleri, İslâm’a ait kaideler. Al­lah’ı anmak, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafetler, tesettür, selâmlaş­mak gibi cemiyette yaşanan bütün dinî âdetlerdir. (Bak: An’ane, Bid’at, Örf, Şuur)

3484- Kur’anda (2:158) âyetinde geçen şeair: “İlim maddesinden alem ve alâmet ve alâim gibi; şuur maddesinden şeair, şaîrenin veya şiârenin veya meş’arin cem’idir ki; alem-i mahsus, alâmet-i müş’ire, bellik manasındadır. Nitekim harpte iki tarafın tanışması için kullanılan alâmet ve işarete de şiar “parola” denilir.

Şeair bazan ibadetin kendisine, bazan da mevziine ıtlak olunur. Ezan, cemaat ile namaz, ezcümle cuma ve bayram namazları, hac, şeair-i dinden­dirler. Kezalik camiler, minareler, hacdaki menasik, mevazi-i mahsusa, meşair ve şeairdendirler ki, işte Safa ile Merve de bunlardandır.” (E.T. 554)



3485- Şeair kelimesinin de kökü olan hQ- maddesinden türeyen muh­telif kelimeler vardır. Ezcümle hissettirmek ve işaret vermek manasında, “iş’ar”; iş’ar eden nizamlı ses ve manzume manasında “şiir”; hissî alışkanlık­lara ve vicdaniyata (Bak: Vicdaniyat) temel teşkil eden ve cemiyette devamlı yaşanan âdetlere ve alâmetlere “şeair”; şeairin tesiri ile melekeleşip devam eden âdet ve alışkanlık manasında, “şiar”; şuura te’sir etmek yeri manasında “meş’ar”; mezkûr te’sirler gibi dıştan alınan bütün te’sirleri hissetmeye “şuur” denmektedir.

3486- “Sünnet-i Seniyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, adeta hukuk-u umumiye nev’inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur.” (L. 54)

3487- “Nasıl “Hukuk-u Şahsiye” ve bir nevi Hukukullah sayılan “Hu­kuk-u Umumiye” namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de: Mesail-i şer’iyede bir kısım mesail, eşhasa taalluk eder; bir kısım, umuma umumiyet itibariyle ta­alluk eder ki; onlara “Şeair-i İslâmiye” tabir edilir. Bu şearini umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir mes’elesi) en büyük bir mes’ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğru­dan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi, Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâm’ın bağlandığı o nurani zincirleri koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar deh­şetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!..” (M: 396)

Atıf notları:

-Dar-ı İslâm’da tabirat-ı diniye tağyir edilemez, bak: 632, 2774. p.lar.

-Dar-ı İslâm’da dine aykırı neşriyat yapılamaz, bak: 2724. p.

3488- Ankara’da ilk meclis kurulduğu zaman Bediüzzaman’ın mebuslara dağıttığı beyannamenin şeaire de temas eden kısmında diyor ki:

“Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlînin şahsi­yet-i maneviyesi -sahip olduğu kuvvet cihetiyle- mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekâleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bo­zulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu mil­letin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı hilafeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asaya sebebiyet verecektir. Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şearini tahrib edi­yorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şu­ursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise düşmanı tevkif etmez, teşci’ eder.” (M.N. 101)



3489- Bu şeaire ait ikazlar, dinî hayatın istikbali bakımından çok nazik ve ciddi bir devrede yazılmıştır. Bu devrede dine muarız gizli cereyanlar, heye­canlı bir faaliyet içindedirler. İslâmiyetin can damarı hükmünde olan ve bil­hassa avamın dinî hissiyatının devamlılığının istinadgâhı bulunan şeair-i İslâmiyenin terkiyle, Avrupaî bir hayat tarzını ikame ederek; Türk milletinin bin seneden beri sahib olduğu şahsiyet ve tarihî mefahirinin ruhu olan an’ane-yi diniyesinden koparmak ve Avrupa mukallidliğine düşürmek isti­yorlardı.

Halbuki Kur’an (3:110) ve emsali âyetleriyle işareten bu Müslüman Türk milletinin meziyetlerini zikrettiği gibi, kendisi de âyetin bu işarî manasını, ta­rihin safha ve sahifelerinde fiilen tefsir etmiş ve âyetin küllî masadaklarından biri olduğunu isbat etmiştir. Böyle bir milletin ahfadını, bu yüksek meziyetle­rinden uzaklaştırmak isteyen sinsi düşmanlarına karşı Bediüzzaman Hazret­leri ikaz vazifesini en zor şartlarda ifa etmiştir. Ezcümle bir eserinde şöyle diyor:



3490- “Şu dalalet-âlud ve sefahetperver medeniyetin şakirdleri ve idlal edici sakîm talebeleri, acib ihtirasat ve pek garib tefer’unlukla sarhoş olmuş­lar. Sonra gelip desiseler ile müslümanları, ecnebilerin âdâtına davet ve terk-i şeair-i İslâmiyeye teşvik ediyorlar. Halbuki: Her şeairde nur-u İslâma bir şuur ve bir iş’ar vardır. Kur’an-ı Hakîm’in tilmizleri ise bunlara mukabele edip derler ki: Ey dalalete dalmış gafiller! Dünyadan mevti, insandan acz ve fakrı kaldırmak çaresi varsa, dinden ve dinin şeairlerinden istiğna edebilirsi­niz, yoksa susunuz!.. Zira ölüm, acz ve zeval, fakr, sefer gibi ayat-ı tekviniye, yüksek sadalarıyla dinin lüzumuna ve şeairin iltizamına davet ediyorlar.” (N.İ.K. 26)

Bir atıf notu:

-Ecnebi âdetlerine tabi olmanın zararları, bak: 619. p.

“Lemaat” adlı ve nim-manzum bir eserinde de şeairin müessiriyeti hak­kında Bediüzzaman şöyle diyor:

“Bir zatı gördüm ki yeis ile mübtela, bedbinlikle hasta idi. Dedi: Ülema azaldı, kemiyet keyfiyeti. Korkarız dinimiz sönecek de bir zaman

Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an olan İslâmî şeair, dinî minarat, ilahî maabid, şer’î maalim itfa olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be-an!..

Her bir mabed bir muallim olmuş tab’iyle tabayie ders verir. Her maalim dahi birer üstad olmuştur; onun lisan-ı hali eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan.

Herbir şeair bir hoca-i dânâdır, ruh-u İslâmı daim enzara ders veriyor. Mürur-u a’sar ile sebeb-i istimrar-ı zaman.

Güya tecessüm etmiş envar-ı İslâmiyet, şeairi içinde. Güya tasallüb etmiş zülal-i İslâmiyet, maabidi içinde. Birer sütun-u iman.

Güya tecessüd etmiş ahkâm-ı İslâmiyet, maalimi içinde. Güya tahaccür etmiş erkân-ı İslâmiyet, avalimi içinde, Birer sütun-u elmas. Onunla mürtabittir zemin ile asuman.

Lasiyyema: Bu Kur’an-ı hatib-i mu’ciz-beyan; daima tekrar eder bir hutbe-i ezelî, aktar-ı İslâmîde kalmamış hiç de bir köy, hem dahi hiç bir me­kân;

Nutkunu dinlemesin, talimi işitmesin. (15:9) «–Y­P¬4_«E«7 ­y«7 _Å9¬~ sırrı ile hâ­fızlıktır pek de büyük bir rütbe. Tilavet ise, ibadet-i ins ü can.

Onun içinde talim, hem müsellematı tezkir. Tekerrür-ü zamanla nazari­yat, kalbolur müsellemata hem döner bedihiyata. İstemez daha beyan.

Zaruriyat-ı dinî, nazariyattan çıkıp zaruriyat olmuştur. Tezkir ise kâfidir. İhtar ise vâfidir. Şâfidir her dem Kur’an.” (S. 730)

diye devam eden bu yazı, şeair muhafaza olunduğu müddetçe dinî haya­tın söndürülemiyeceğini beyan eder. Demek oluyor ki, şeairin cemiyet haya­tında devam etmesi için, müslümanların gereken hassasiyeti göstermesi lâ­zımdır.

3491- “Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı ol­duğu cihetiyle- cemiyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevi ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumi ve kalb-i külliyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevariseyi yandırıyor.” (K.L. 55)

Bir atıf notu:

-Bozuk cemiyetlerde müsbet bir cemaatın içinde olmanın lüzumu, bak: 525. p.

3492- İşte böyle mürtedane şeairi tahrib karşısında, şeaire daha çok has­sasiyet gösteren Bediüzzaman ikazına şöyle devam ediyor:

“Şeair-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfasından çok de­rece daha sevablı olduğunu, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi zatlar beyan ediyorlar. Sair nevafilin ihfası çok sevablı olduğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında ittiba-ı sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebair içinde haramların terkindeki takvayı izhar etmek, değil riya, belki ihfasından pek çok derece daha sevablı ve halistir.” (K.L. 184)



3493- Bu izhar ve aleniyetle tesir imkânı ziyadeleştiğindendir ki, cemiyet hayatında bütün haşmetiyle ilan olunan ezanlar, şeair-i İslâmiyenin mühimle­rinden olup hadislerde hayli yer verilmiştir. Meselâ İbn-i Mace’de 3. kitab, Sahih-i Müslim’de 4. kitabın 1 ilâ 8. babları ve Büluğ-ul Meram tercemesi, 1. cild 206. sh. deki ezan babında geniş tafsilat vardır.

3494- Hem meselâ, mühim ve en zahir şeairden olan sarık (imame) hak­kında gelen ehadiste, şeair ciheti daha çok nazara verilmiştir. bir hadis mea­linde: “Camilere sarıklı olarak gitmek, müslümanların simasından (alâmetin­den) dir.” (294) buyurulur.

3495- Diğer bir hadiste de “Sarık (dolayısıyla böyle mühim şeairler) kü­fürle iman arasını ayırdedici bir alâmettir.” (295) denilir.

Yine aynı eserde: “Sarıklar arabların tacıdır. Onlar (müslümanlar) sarığı, (dolayısıyla şeairi) terk edince, Allah da izzetlerini (kuvvet ve hâkimiyetlerini) alır (zillete düşerler).” (296) diye haber verilip şeair, şehamet-i İslâmiyenin te­meli olarak gösterilmiştir. Bu gibi sebeblerdendir ki, sarığın fazileti hakkında: “Sarıkla kılınan iki rek’at namaz, sarıksız kılınan yetmiş rek’at namazdan efdaldir.” (297) mealindeki rivayetlerle şeaire teşvik edilir. Diğer bir rivayette de: “Sarıklara mülazemet (devam) edin. Zira böylesi, melek simasıdır. Sarık­ların ucunu da arkanıza salın.” (298) deniliyor.

İs’afe’r Rağibîn 148, El burhan, varak 810, El Havîz 61 de de “Mehdi sa­rığı çıkarmayacak” diye nakledilir.

Bir atıf notu:

-Şeairin izharında riya olmaz, bak: 3113-3118. p.lar.

Şeair kelimesi Kur’anda (5:2) (22:32, 36) âyetlerinde de geçer.



3496- qqŞECAAT }2_D- : Yiğitlik, cesurluk. Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme. Kuvve-i gadabiyenin vasat mertebesidir. (Bak: Cesaret)

Bir atıf notu:

-Peygamberimiz (A.S.M.)’ın şecaatı, bak: 1370. p.

3497- qqŞEDDAD …~±f- : “Yemendeki Âd Kavmi hükümdarlarından idi. Bir çok büyük binalar, şehirler ve su bentleri ve bilhassa İrem ismiyle meş­hur ve müzeyyen bir bahçe ve köşk yaptırmıştı. Hz. Hud (A.S.)’ı tasdik et­meyip küfürde israr ettiğinden kavmi ile beraber sayha-i Cebrail ile mahv ü helak olduğu meşhurdur.” (Kamus-ül A’lam) Âhireti unutup veya inkâr edip dünyada Cennet-misal yaşamak isteyen ehl-i servet ve sefahetin arzu ve ta­savvurlarının mantıksızlığını anlatma bakamından ve mana külliyeti cihetiyle Şeddad’ın irem bağını ihtar eden Kur’an (89:7) âyetini Elmalılı Hamdi Yazır tefsir ederken âyetin muhtelif mana vecihlerinden birini şöyle naklediyor:

3498- “Ebu Hayyan’ın tasrihine göre cumhurun kavlince burada irem, Âd’e mensub olan bir medine, yani büyük bir şehir ismidir ki, vaktiyle Ye­men’de olduğunu ve Zat-ül İmad denildiğini söylemişlerdir. Bunun, Cennet evsafını işitmiş olan Şeddad İbn-i Âd tarafından ona nazîr olmak üzere yer­yüzünde âdeten bulunması muhal veya müsteb’ad bir surette senelerce mesai ile yaptırılmış ve fakat içine girmesi nasib olmadan kendisinin ve ehlinin ihlak edilmiş bulunduğunu hikâye etmişler ve bu suretle “Cennet-i İrem”, “Bağ-ı İrem” namı, mesel olmuştur. Bu hikâyenin mutazammın olduğu ev­safa göre “Cennet-i İrem”; bu dünyada tahakkuku muhtemil olmıyan muhayyell bir gaye olmak üzere tasvir edilmiş ve kuvvet ve şiddet misali olan Şeddad, böyle bir gaye kurarak senelerce onu tahakkuk ettirmek için çalışmış olduğu halde içine girmeye muvaffak olmadan helâk olup gitmiş olduğu an­latılmış demek olur.... Şeddad’ın Cennet-i Bağ-ı İrem’i, muhayyel bir efsane­dir. Âhireti inkâr edip de dünyada iken cennete girmek isteyenlerin mahru­miyetlerini tasvir etmek itibariyle dillerde destan olmuş bir temsildir... Şeddad’ın Aden taraflarında köşkleri, altın ve gümüşten üstüvaneleri, zeberced ve yakuttan muhayyir-ul ukûl türlü eşcar ve enhardan yüzlerce sene yapmak için çalışıp da tam içine gireceği zaman kendisinin ve ehlinin sema­dan bir sayha ile helâk oldukları söylenen irem Cenneti hikâyesi ise, ölmeden dünyada cennete girmek isteyenlerin suret-i hırmanlarını anlatan tahyilî bir tasvir olmak zahirdir.” (E.T. 5802)

3499- Kamus-ul A’lam’ın beyanına göre “İrem, âd kavminin merkezi olup Yemen’de kadim bir şehirdir ki “İrem-i Âd” ve sütunları çok olmak manasıyla “irem-i Zat-il İmad” denmekle meşhurdur. Her ne kadar bu şeh­rin mevkii hakkında ülema-i Arab ihtilaf etmişlerse de bu şehrin Yemen’de Şeddad tarafından bina ve tezyin olunup, içinde meskûn ahali putlara tap­tıklarından, Hud (A.S.) bunları imana davet etmiş ise de iman etmediklerin­den azab-ı İlahî ile perişan oldukları şüphesizdir. Bu şehrin binalarıyla bah­çelerinin ma’muriyeti hakkında kütüb-ü Arabiyede menkul olan beyanlar mübalağadan ibaret ise de, aslında gayetle imaret yapılmış olduğuna halen o beldede görülen cesîm âsâr-ı atîka dahi şahiddir.” (Kamus-ul A’lam’dan telhisen) (Bak: Âd)

3500- qqŞEFAAT }2_S- : Şefaat etmek. Afv için vesile olmak. *Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü’minlerin affedilmeleri ve itaatli mü’minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm ve sair büyük zatların Allah Teala’dan (C.C.) niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.

3501- Cenab-ı Hak, en büyük şefaat şerefini Peygamberimiz’e (A.S.M.) vermiştir. Çünki “Kur’anda Zat-ı Ahmediye’ye en büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi içine almakla ­yÁV7~ ÅŞ¬~ «y«7¬~ «ž rüknüne denk tutulan

¬yÁV7~ ­ÄY­,«‡ °fÅW«E­8 Risalet-i Muhammediye (A.S.M.) kâinatın en büyük hakikatı ve Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) bütün mahlukatın en eşrefi ve hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) tabir edilen küllî şahsiyet-i maneviyesi ve makam-ı kudsîsi, iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makama liyakatına dair pekçok hüccetleri ve emareleri, kat’i bir surette Risale-i Nur’da isbat edilmiş. Binden birisi şudur ki: ­u¬2_«S²7_«6 ­`«AÅK7«~ düsturuyla: Bütün ümmetinin, bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun def­ter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakikatlerini, getirdiği nur ile nur­landırması, değil yalnız cin ve insi ve meleği ve zihayatları, belki kâinatı ve semavatı ve arzı minnettar eylemesi ve istidad lisanıyla nebatatın duaları ve ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanatın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olması­nın şehadetiyle milyonlar, belki milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul olan suleha-yı ümmeti her gün o Zat’a (A.S.M.) salât ü selâm ile rahmet du­aları ve manevi kazançlarını en evvel o Zat’a (A.S.M.) bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur’anın üçyüzbin hurufunun herbirisinde on sevabdan ta yüz, ta bin hasene ve meyve vermesinden - yalnız kıraat-ı Kur’an cihetiyle- defter-i a’maline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle, o Zat’ın (A.S.M.) şahsi­yet-i maneviyesi olan hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) istikbalde bir şecere-i tuba-i Cennet hükmünde olacağını Allâm-ül Guyub bilmiş ve görmüş ve o makama göre Kur’anında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona te­baiyeti ve sünnet-i seniyesine ittiba ile şefaatine mazhariyeti, en ehemmiyetli bir mesele-i insaniye göstermiş.” (Ş. 251)



3502- Hem “enbiya ve evliyaya Kur’anın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından, berzahta, haşirde istifade et­mekle beraber gayet ulvi ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.

Evet Å`«&«~ ²w«8 «p«8 ­š²h«W²7«~ (*) sırrınca, adi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âlî makam bir zatın tebaiyetiyle girebilir.” (S. 649)



3503- Şefaatin hak olduğuna dair pek çok âyât ve ehadis vardır. Ezcümle bir hadis-i şerif meali şöyledir:

“Ebu Hüreyre Radıyallahu anhü şöyle demiştir: (Bir kere) “Ya Resulallah, kıyamet gününde senin şefaatin en ziyade kime rayegân (çokça) olacak? “ diye sordum. Buyurdu ki: “Ya Eba Hüreyre, hadis (bellemek) için sende gördüğüm hırsa göre bu hadisi senden evvel kimsenin bana sormaya­cağını (zaten) tahmin ediyordum.Kıyamet gününde halk içinde şefaatime en ziyade mazhar olacak kimse, kalbinden (yahut içinden) halis olarak Lâ ilâhe illallah diyendir. (*)” (299)

İ.M. 37. Kitab-üz Zühd, 37. babı, şefaat hakkındadır. S.B.M. 11. cild 1711. hadis de şefaat-ı kübrayı bildirir. (Bak: Makam-ı Mahmud)

3504- Şefaatle alâkalı âyetlerden birkaç not:

-Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimse şefaat edemez: (2: 48, 123, 254) (6:51, 70) (19:87) (20:109) (53:26)

-Kendilerine tabi olunan mudill kimselerden şefaat ummaları boşa çıkacaktır: (6:94) (30:13)

-Şefaat etmeye izin verilenler: (34:23)

3505- qqŞEFKAT ­}«T²S«- : Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, safi, ivazsız sevgi beslemek.

Birkaç atıf notu:

-Hayvanlara gelen musibetlere karşı şefkat-ı İlahiye nokta-i nazarıyla bakmalı, bak: 1260. p.

-Kâfirlere acımak şefkatin su-i istimalidir, bak: 2162-2167. p.lar.

-Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir, bak: 2992. p.

3506- Manevi meslekte şefkat, aşktan yüksektir. Evet “Rahmet-i İlahiyenin en latif, en güzel, en hoş, en şirin cilvelerinden olan şefkat; bir ik­sir-i nuranîdir, aşktan çok keskindir. Çabuk Cenab-ı Hakk’a vüsule vesile olur. Nasıl aşk-ı mecazî ve aşk-ı dünyevî; pek çok müşkilatla aşk-ı hakikîye inkılab eder, Cenab-ı Hakk’ı bulur. Öyle de şefkat -fakat müşkilatsız- daha kısa, daha safi bir tarzda kalbi Cenab-ı Hakk’a rabteder. Gerek peder ve ge­rek valide, veledini bütün dünya gibi severler. Veledi elinden alındığı vakit, eğer bahtiyar ise, hakiki ehl-i iman ise; dünyadan yüzünü çevirir, Mün’im-i Hakiki’yi bulur. Der ki: “Dünya madem fanidir, değmiyor alâka-i kalbe.” Veledi nereye gitmişse oraya karşı bir alâka peyda eder; büyük manevi bir hal kazanır.” (M. 79)

3507- Hem “şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evladı münasebe­tiyle bütün yavrulara, hatta ziruhlara şefkatini ihata eder ve Rahim isminin ihatasına bir nevi ayinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip, herşeyi mahbubuna feda eder; yahut mahbubunu i’la ve sena etmek için, başkalarını tenzil ve manen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bu­lut perdesini başına çekiyor.” Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i azamın bir sahife-i nuranîsi olan Güneş’i böyle utandırıyorsun?

Hem şefkat halistir, mukabele istemiyor, safi ve ivazsızdır. Hatta en adi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri, buna delildir. Halbuki aşk, ücret ister ve mukabele taleb eder. Aşkın ağla­maları, bir nevi talebdir, bir ücret istemektir. “ (M.31)



3507/1- Fart-ı şefkatten gelen elem-i şefkatin teskinini, Bediüzzaman Hz.leri şöyle beyan ediyor:

“Bu şiddetli kışta ve manevi, dehşetli ayrı tarz bir kışta ve nev-i beşer iç­timaî hayatında müdhiş, kanlı diğer tarz bir kışta çırpınan biçarelere, rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev’iye cihetinden gayet derecede bir hüzün ve elem his­settim. Çok yerlerde beyan ettiğim gibi, yine Erhamürrahimîn ve Ahkemülhakimîn olan onların Hâlik-ı Kerim ve Rahim’in hikmet ve rah­meti, benim kalbimin imdadına yetişti. Manen denildi ki: “Senin bu şiddetli teessürün, o Hakîm ve Rahim’in hikmetini, rahmetini bir nevi tenkid hük­müne geçer. Rahmet-i İlahiye’den ileri şefkat olunmaz. Hikmet-i Rabba­niye’den daha ekmel hikmet, daire-i imkânda olamaz. Asiler cezalarını; ma­sumlar, mazlumlar zahmetlerinden on derece ziyade mükâfatlarını alacakla­rını düşün! Senin daire-i iktidarın haricinde olan hâdisata, O’nun merhamet ve hikmet ve adaleti ve rububiyeti noktasında bakmalısın!..” Ben de o lü­zumsuz, şiddetli elem-i şefkatten kurtuldum.” (K.L. 220)



Atıf notları:

-Asr-ı Saadette İslâmiyetten gelen yüksek şefkat, bak: 306. p.

-Bediüzzaman Hz. nin yüksek şefkati, bak: 3265. p.

3508- qqŞEHİD f[Z- : Şahid olan. *Meşhude. *Şahidin mübalağası. *Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) bir ismi. *İlminden asla bir şey kaybolmayan, bütün şeyler ilminde hazır olan Allah (C.C.) *Allah (C.C.) yolunda canını feda eden müslüman. Hak için hayatını feda ederek ölen. Allah’ın rızasına eren.

Naklinde ve gaslinde Rahmet Melekleri hazır oldukları için yahut kıya­mette ümem-i salife hakkında istişhad olunan zevattan olduğu için yahut ve­fat etmeyip huzur-u İlahîde hazır ve zinde olduğu için yahut da âlem-i mülk ve melekûtu müşahede eylediği için “Şehid” denmiştir. (Bak: 581, 1252. p.lar)



3509- Şehidlik hakkında âyetlerden birkaç not:

-Şehidlere ölü demeyin: (2:154) (3:169)

-Şehidliğin fazileti: (3:157, 195) (4:69, 74) (22:58)

-Zafer veya şehidlik, herbiri iki güzel neticedir: (9:52)

-Allah yolunda sebat ve sadakatla şehadet istemek: (33:23)

-Harb ve cihad musibetleri, imtihan için olup halisler şehadetle mükâfatlanır: (47:4)

-Tahkikî iman sahibi olup o yolda cehd ü gayret gösterenler de, sıddık ve şehidler de­recesindedir: (57: 19) (Bak: 203, 1576. p.lar)

3510- Şehidlik hakkında pekçok ehadis-i şerife de vardır. Ezcümle:

Şehidliğin fazileti, S.M. 33. Kitab-ül İmaret 29, 33, 41, 46. bablarında ve ibn-i Mace 24. kitab-ül Cihad 2753, 2778, 2797. hadislerde ve aynı kitabın 16. babında ve S.B.M. 8. cild 1185, 1188, 1189, 1192. hadislerde kaydedilir. Keza, S.M. 32. bab 117, 119, 120. hadislerinde, sabır, sebat ve ihlas şartla­rıyla ve kul hakkı müstesna şehidin günahları afvedileceği; keza, S.M. 1. kitab-ül İman62. babında ve İbn-i Mace 20. Kitab-ül Hudud 21. babında mülk (ve mülkiyet hakkının) müdafaasında öldürülenin şehid olacağı; keza, S.M. 33. Kitab-ül İmaret, 51. babında ve ibn-i Mace 6. Kitab-ül Cenaiz 61. babı ile 24. Kitab-ül Cihad, 17. babında ve S.B.M. 8. cild 1195. ve 9. cild 1418. hadislerde şehidliğin nevileri beyan edilir. Keza, İbn-i Mace 6. Kitab-ül Cenaiz, 28. babı ve S.B.M. 4. cild 660, 661. hadisleri şehidlerin defn ve ce­naze namazları hakkındadır. Keza D.M.İ.F. sh: 750, B.İ.İ. 3. kitabın ve N.İ. 2. kısmın yani kitab-üs-salâtın sonundaki bahisler şehidlere dairdir.



3511- qqŞEHVET ?YZ- : Heva-yı nefsin meyli ve arzusu. *Bir şeyi fazla istemek. *Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyu­mak da şehvetin şubelerindendir.)

Kudsi Hadis’de Cenab-ı Hak buyuruyor: «Ey benim için şehvetini bıra­kıp gençliğini bana veren genç! Sen meleklerin bir kısmı gibisin.» (O.A.L.) (Bak: 3315.p.)



3512- qqŞEMS jW- : Güneş. Farsçada: Aftab, hurşid, mihr.

Dünyamızla beraber diğer bağlı oldukları seyyarelere merkez olmak vazi­fesi verilen ve dünya semasında ışıkla sıcaklık neşreden bir küredir. Kendi ekseni etrafında 25 günde bir döner. Kızgın bir gaz kütlesi olarak bilinen Güneşin ekvator sahasıyla kutublar kısmının dönüşü –seyyal oluşundan– farklıdır. Dünyadan uzaklığı 149,6 milyon km., çapı ise 1.391 bin km.dir. Hacmi dünyadan 1.300.000 kat daha büyüktür. Satıhtaki sıcaklığı 7500 ºC de­recedir. Merkezinde bu sıcaklığın 20 milyon ºC yani santigrad dereceyi bulduğu tahmin edili­yor. Güneşteki çekim kuvveti dünyanın çekim kuvveti­nin 28 katıdır. Buna göre dünyada 60 kg. gelen bir insan güneşte 1680 kg. gelecek demek olur. Bir gaz kümesi olan Güneş’in kürevî durumunu, Sani-i Âlem bu çekim kuv­vetiyle nizam altına almıştır.

Güneş’te kütlenin büyük parçası merkezde toplanmıştır ve dıştan içe doğru kesafet, çekim ve sıcaklık şiddetle artar. Asrımızdaki astronominin nazariyatına göre, Güneş’in yapısı iç içe dört katlı kabul edilir. Güneş ener­jisi, merkezdeki atomların bir kanun-u İlahî ile enerjiye çevrilmesi suretiyle halkediliyor. Hâdisenin ilmî izahından bunu anlıyoruz. Bu enerjinin zamanla biteceği ve âlemimizin harab olacağı kat’idir. (Bak: 758.p.da “ecramın ecel-i mü­semması” notu)

Yakın asırlarda bilhassa asrımızda ancak keşfedilebilen, Güneş’in mezkûr hususiyetlerinden, vazifesi cihetinde önemli olanlarını Kur’an 1400 sene önce, imtihan sırrını bozmamak için (Bak: 2106, 2108. p.lar) işaretle bildir­miş ve bu gibi pek çok ihbarat-ı istikbaliye-i fünuniye ile de hakkaniyetine delil göstermiştir.



3513- «Meselâ: (36:38) _«Z«7 ¯±h«T«B²K­W¬7 >¬h²D«# ­j²WÅL«7~ daki “lam”; hem kendi manasını, hem “fî” manasını, hem “ilâ” manasını ifade eder. İşte ¯±h«T«B²K­W¬7 in “lam”ı, avam o “lam”ı “ila” manasında görüp fehmeder ki, size nisbeten ışık verici, ısındırıcı müteharrik bir lamba olan Güneş, elbette bir gün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faidesi dokunmıyacak bir suret alacaktır, anlar. O da, Hâlik-ı Zülcelal’in Güneş’e bağladığı büyük ni’metleri düşünerek “Sübhanallah, Elhamdülillah” der. Ve âlime dahi o “lam”ı “ilâ” manasında gösterir. Fakat Güneş’i yalnız bir lamba değil, belki bahar ve yaz tezgahında dokunan mensucat-ı Rabbaniyenin bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektubat-ı Samedaniyenin mürekkebi, nur bir hokkası suretinde tasavvur ederek Güneşin cereyan-ı surîsi alâmet olduğu ve işaret ettiği intizamat-ı âlemi düşündürerek Sani-i Hakîm’in san’atına “Mâşâallah” ve hikmetine “Bârekallah” diyerek secdeye kapanır. Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa “lam”ı “fî” manasında şöyle ifham eder ki: Gü­neş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvari bir cereyan ile manzumesini emr-i İlahî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-ı kübrayı halkedip tanzim eden Sani-i Zülcelal’ine karşı kemal-i hayret ve istihsan ile “El-azametü lillah, vel kudretü lillah” der, felsefeyi atar, hikmet-i Kur’aniyeye girer. Ve dikkatli bir hakîme şu “lam”ı, hem illet manasında, hem zarfiyet manasında tutturup şöyle ifham eder ki: “Sani-i Hakîm, işlerine esbab-ı zahiriyeyi perde ettiğinden cazibe-i umumiye namında bir kanun-u İlahîsiyle sapan taşları gibi seyyareleri Güneş’le bağlamış ve o cazibe ile muhtelif fakat muntazam hareketle o seyyareleri daire-i hikmetinde döndü­rüyor ve o cazibeyi tevlid için Güneş’in kendi merkezinde hareketini zahirî bir sebeb etmiş.

Demek ¯±h«T«B²K­W¬7 manası: _«Z¬B«8Y­P²X«8 ¬‡~«h²T¬B²,¬ž¬ _«Z«7 ¯±h«T«B²K­8|¬4 yani, kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizamı için hareket ediyor. Çünki: Hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlid eder gibi bir âdet-i İlahiye, bir kanun-u Rabbanîdir. İşte şu hakîm, böyle bir hik­meti, Kur’anın bir harfinden fehmettiği zaman, “Elhamdülillah, Kur’andadır hak hikmet, felsefeyi beş paraya saymam!” der. Ve şairane bir fikir ve kalb sahibine şu “lam”dan ve istikrardan şöyle bir mana fehmine gelir ki: “Gü­neş, nurani bir ağaçtır. Seyyareler onun mütaharrik meyveleri. Ağaçların hila­fına olarak Güneş silkinir, ta o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse, düşüp dağılacaklar.” Hem tahayyül edebilir ki: “Şems, meczub bir ser-zakirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir.” Bir risalede şu ma­naya dair şöyle demiştim: “Evet Güneş bir meyvedardır; silkinir ta düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtiyle sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fe­zada muntazam meczubları.» (S.393)



3514- Hem yine diğer bir âyette şöyle buyuruluyor:

«(81:1) ²€«‡¬±Y­6 ­j²WÅL7~~«†¬~ Şu kelâm; “tekvir” lafzıyla, yani “sarmak ve toplamak” manasıyla, parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazîrini dahi ima eder.

Birinci: Evet Cenab-ı Hak tarafından adem ve esir ve sema perdelerini açıp, Güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misal bir lambayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlan­tayı perdelerine sarıp kaldıracak.

İkinci: Veya ziya metaını neşretmek ve zeminin kafasına ziyayı zulmetle münavebeten sarmakla muvazzaf bir me’mur oldunğunu ve her akşam o me’mura metaını toplattırıp gizlettiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alış-verişini az yapar; kâh olur Ay onun yüzüne karşı perde olur, muamelesini bir derece çeker, metaını ve muamelat defterlerini topladığı gibi, elbette o me’mur bir vakit o me’muriyetten infisal edecektir.

Hatta hiçbir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, Güneş yerin başına izn-i İlahî ile sar­dığı ziyayı, emr-i Rabbanî ile geriye alıp, Güneş’in başına sarıp, “Haydi yerde işin kalmadı” der. “Cehennem’e git, sana ibadet edip senin gibi bir me’mur-u müsahharı sadakatsızlıkla tahkir edenleri yak.” der. ²€«‡¬±Y­6 ­j²WÅL7~~«†¬~ fer­manını lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.” (S. 426)

3515- Farklı hız, uzaklık ve cesamette olup Güneş etrafında intizam al­tında dolaşan seyyareler (planet’ler) ile irili ufaklı bir çok küçük seyyareler (asteroid’ler), kuyruklu yıldızlar (komet’ler) ve göktaşları (meteor’lar) vardır ki bunların heyet-i mecmuasına, Güneş Sistemi (Manzume-i Şemsiye) denir. Bu güneş sistemi, Güneş etrafında dönen ve zamanla keşfedilen seyyarat (gezegenler) ve onlara bağlı peykler (uydular) ile, çok sayıda küçük seyyare­ler, kuyruklu yıldızlar ve milyarlarca küçük cisimlerin hep birlikte İlahî bir nizam ile birbirine irtibatlı ve hareketli bir topluluğudur.

Sıcaklık ve ışığı Güneşten alan meşhur dokuz seyyarenin isimleri ile bunlardan bir veya birden çok peyke sahib olanların peyk (uydu= satelit) sa­yıları (Parantez içindeki rakamlar, peyk sayısıdır) : Merkür, Venüs, Yer (1: Ay), Mars (2), Jüpiter (16), Satürn (17), Üranüs (15), Neptün (2) ve Plüton (1).

Ay hariç diğer peykler, Milâdî 1610 tarihinden 1986 yılına kadar peyder­pey keşfedilmişlerdir. Peyklerin ilk keşfi, meşhur İtalyan fizik ve astronomi âlimi Galilei ile başlamıştır. Galilei, o zaman kullanılmaya başlayan dürbünle, Jü­piter’in dört peykini keşfetmiştir. Zamanla inkişaf ettirilen rasat âletleri ve teknik vasıtalara uzay araçları denilen vasıtaların da katılmasıyla, astronomi sahasında pek çok keşifler olmuştur. Kur’anın (51:57) âyetinde işaret edilen, kâinatın genişlemesi hâdisesi de, bu meyanda asrımızda yapılan keşiflerden biridir. Mevzuumuz olan seyyaratın peyklerinden beşi Voyager 1 ve on bir tanesi de Voyager 2 adı verilen feza teknik vasıtası (uzay aracı) ile 1979-1986 yılları arasında keşfedilmiştir.

İrade-i İlahiye ile vaz’ edilmiş olan seyyaratın hareket kanuniyetini keşfe­den Kepler ve başka bazı astronomlar, yaptıkları hesaplara istinaden, bilinen seyyarelerden başka seyyarenin de olması lâzım geldiğini ileri sürmüşlerdir. Nitekim son seyyare olan Plüton’dan başka, Mars ve Jüpiter arasındaki sa­hada küçük seyyaratın varlığı keşfedilmiştir. Milâdî 1801-1977 yılları arasında keşfedilen ve asteroid denilen bu küçük seyyaratlardan çapları birkaç yüz kilometreyi bulanları da vardır. (Meselâ “Ceres” adı verilen asteroidin çapı 946 km.dir) Birçok astronomlarca kabul edilen görüşe göre, bu küçük seyyarat, daha önce mevcut büyük bir seyyarenin parçalanmasınadan kalan enkazdır.

Yıldızların da ecel-i müsemmaları vardır (Bak: 758.p.) ve Güneş sistemi içinde milyarlarca meteor, böyle enkazlardan haber vermektedir. Güneş sis­temi hakkında son söz söylenmiş değildir. Kur’an-ı Kerim’in (12:4) âyetinde oniki seyyareye bir telmih bulunduğu da söylenebilir. Tabir caizse henüz hayattar olan seyyarat yanında ecel-i müsemmasına ulaşıp parçalanan ve bu­gün enkazı kalmış seyyare ile enkazı bile kalmamış seyyareleri de düşünmek mümkündür. İlmî keşifler ilerledikçe bu hususlar herhalde daha iyi anlaşıla­caktır. (Bak: 4008,4009.p.lar)

3516- Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an ve marifetullah lisanı ile Man­zume-i Şemsiyeyi şöyle anlatıyor:

«Şu kâinatın lambası olan Güneş, kâinat Sanii’nin vücuduna ve vahdani­yetine güneş gibi parlak ve nurani bir penceredir. Evet Manzume-i Şemsiye denilen küremizle beraber oniki seyyare: Cirmleri küçüklük-büyüklük itiba­riyle pekçok muhtelif ve mevkileri uzaklık-yakınlık noktasında pekçok mütefavit ve sür’at-i hareketleri çok mütenevvi’ olduğu halde kemal-i inti­zam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar şaşırmıyarak hare­ketleri ve deveranları ve Güneş ile, cazibe kanunu tabir edilen bir kanun-u İlahî ile bağlanmaları, yani onlar imamlarına iktidaları, büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlahiyeyi ve vahdaniyet-i Rabbaniyeyi gösterir.

Çünki o camid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri, nihayet derecede inti­zam ve mizan-ı hikmet içinde, muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde ve muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek; ne derece bir kudreti ve bir hikmeti isbat ettiğini kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesa­düf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünki bir dakika tesadüf birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsademe etmesine yol açar. Küre-i Arz’dan bin def’a büyük cirmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.

3517- Manzume-i şemsiyenin, yani şemsin me’mumları ve meyveleri olan oniki seyyarenin acaibini ilm-i muhit-i İlahîye havale edip, yalnız gözü­müzün önünde seyyaremiz bulunan Arz’a bakıyoruz.

Görüyoruz ki: Bu seyyaremiz bir azamet-i şevket-i rububiyeti ve haşmet-i saltanat-ı uluhiyeti ve kemal-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir surette Gü­neş’in etrafında, emr-i Rabbanî ile -Üçüncü Mektub’da beyan edildiği gibi- pek büyük bir hizmet için bir uzun seyr ü seyahat ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbaniye olarak acaib-i masnuat-ı İlahiye ile doldurulmuş ve zişuur ibadul­laha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkat ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi, Kamer dahi dakik hesablarla, azîm hikmetlerle ona takılmış ve o Kamer’e başka menzillerde ayrı seyr ü seyahat verilmiş. İşte bu mübarek seyyaremizin şu halleri, Küre-i Arz kuvvetinede bir şehadetle, bir Kadir-i Mutlak’ın vücub-u vücudunu ve vahdetini isbat eder. Madem şu seyyaremiz böyledir. Manzume-i Şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin.

Hem Şems’e kendi mihveri üstünde cazibe denilen manevi ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan Güneş’i, bir Kadir-ü Zülce­lal’in emriyle döndürüp, o seyyaratı o manevi iplerle bağlayıp tanzim etmek ve Güneş’i bütün seyyaratı ile saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür’atle, bir tahmine göre “Herkül Burcu” tarafına veya Şems-üş Şümus canibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed sultanı olan Zat-ı Zülce­lal’in kudretiyle ve emriyledir. Güya haşmet-i rububiyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan Manzume-i Şemsiye ordusu ile bir ma­nevra yaptırır.» (S.672)

Atıf notu:

-Hikmet-i cedideye göre Manzume-i Şemsiyenin ilk teşekkülü, bak: 1921.p.

Bediüzzaman Hazretleri, 1930 yılları civarında, mezkûr parçada görül­düğü gibi, dünyamızla birlikte oniki seyyareden bahsetmiştir ki, daha önce verilen malumat müvacehesinde, bu husus dikkat çekicidir.



3518- Seyyarattan Güneş’e en yakın olanı Merkür olup, Güneş’e olan uzaklığı 58 milyon km.dir. Güneşten en uzak olanı ise Plüton olup, uzaklığı 6 milyar km. kadardır. Manzume-i Şemsiyeye bağlı kuyruklu yıldızlar ise bu­lutumsu yapıda, ışıklı ve kuyruklu gök cisimleridir. İrili ufaklı çok sayıda kuy­ruklu yıldız var olup bunlardan mühim olanlarının ad ve hususiyetleri alâkalı kaynaklarda tesbit edilmiştir. Bunlardan biri olan , Halley kuyruklu yıldızı 76 yılda bir, sanki bir akraba ziyareti gibi dünyamızın yakınından geçmekte ve gözle müşahede edilebilmektedir. Kaynaklar, komet adını verdikleri bu çeşit kuyruklu yıldızlardan 33 tanesine yer vermektedir. (Fundamental Astronomy, H.Kattuunen-P.Kröger; 1987-New York)

Meteor denilen göktaşları da Güneş Sistemi içinde bulunmaktadır. Bazan tek tek ve bazan da topluluk halinde Güneş etrafında dolanırlar. Bunların bir kısmı Arzımızın cazibe sahasına girip gittikçe hızlanarak hava tabakasına girer ve sürtünmekten mütevellid sıcaklıkla yanar. Cenab-ı Hakk’ın adl ve rahmetiyle dünya seması bu şekilde muhafaza edilmeseydi, yerdeki canlılar mahvolurdu.

Güneş Sistemi saniyede 19,4 km. hızla ve helezon şeklindeki bir gidişle ve kuvvetli ihtimal ile Vega Yıldızı’na doğru harekettedir. Güneş Sistemi, 125 bin ışık yılı çapındaki galaksinin (Samanyolu’nun) bir üyesi olarak da, onun dönüşüne emr-i İlahî ile iştirak eder. Bu Samanyolumuz ise fezadaki sayısız galaksilerden ancak biridir.

3519- Güneşle alâkalı âyet meâllerinden birkaç not:

-Şems, Kamer ve yıldızlar emrine müsahhar olan Allah gece ve gündüzü, Şems ve Kamer’i insanlara müsahhar kıldı: (7:54) (16:12)

-Güneş ve Ay’ın hareketleri hesablıdır: (6:96) (55:5)

-Allah Güneş’i ziyadar, Kamer’i nurlu kılıp muayyen mevzilerde takdir etti: (10:5)

-Şems ve Kamer’i Allah halketti ve hepsi feleğinde (mahrec ve medarında) yüzüp (dönüyorlar): (21:33) (36:40)

-(Karanlığın ve karanlık derecelerinden olan) gölgenin (zuhur ve bilinmesine) güneş (ziya) delil kılınmıştır: (25:45)

-Şems ve Kamer, Allah’ın âyetlerindendir: (41:37)

-Allah Güneş’i bir sirac (lamba) yapmıştır: (71:16)

3520- qqŞEM’UN –YQW- : Hz. İsa’nın (A.S.) havarilerindendir. Petrus veya Sen Piyer de denir. Antakya kilisesini yaptırmıştır. Mi.65’de Roma’da Neron tarafından hapsedilmiş ve çarmıha gerilerek şehid edilmiştir. Hıristi­yan âlemine büyük hizmeti vardır. Esas adı Şem’un-us Safa’dır.

qqŞER ±h- : (Bak: Şerr)

3521- qqŞERİAT }[2h- : Doğru yol. Hak din yolu. *Büyük ve geniş cadde. *Nur, aydınlık, ışık. *Kur’an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm’ın tarif ettiği ve bildirdiği yol. Allah (C.C) tarafından Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm vasıtasıyla vaz’ ve tebliğ olunan hüküm­leri havi İlahî kanunların hey’et-i mecmuası. Şeriat, aynı zamanda din mana­sına müsta’meldir ki, ahkâm-ı asliye denen itikadiyatı ve ahkâm-ı fer’iye de­nen ibadet, ahlâk ve muamelatı yani İslâm Hukukunu ihtiva etmektedir. «Şe­riat, insanlardan sudur eden ef’al-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hülasasıdır; veya devletin işlerini tanzim eden ni­zamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır.» (İ.İ. 90)

3522- «“Şir’a, Şeria, Meşrea”, lügatta bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların hayat-ı ebediyeye ve saadet-i hakikiyeye ulaşması için Allah Teala’nın vaz’ u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil’istiare ıtlak edil­miştir ki, din demektir. Ya kapalı birşeyi yarıp açmak ve beyan etmek mana­sına (şer’) masdarından veya bir şeye duhul manasına (Şuru’) dan alınmıştır.» (E.T.1697)

«Şeriat, din lisanında: Cenab-ı Hakk’ın, kulları için vazetmiş olduğu dinî, dünyevî ahkâmının hey’et-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat: Din ile müradif olup, hem ahkâm-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkâm-ı fer’iye-i ameliye denilen ibadet, ahlâk ve muamelatı ihtiva eder.

Şeriat, umumi manasına nazaran bir Peygamber-i Zişan tarafından tebliğ edilmiş kanun-u İlahî demektir. Ahkâm-ı Şer’iye denilince bundan kanun-u İlahî hükümleri manasını anlamak lâzımdır. Ve bununla asıl Kur’ana, Ha­dise, İcmaa sarahaten müstenid olan hükümler kasdedilmiş olur.» (H.İ. ci:1,shfa:20) (Bak: Din, Hadd, Hukuk, İctihad, Laiklik, Mecelle, Sadakat, Sırat-ı Müstakim, Teşri’, Teokrasi, Ümmet)

3523- Beşerî münasebetlerde Şeriat’a olan ihtiyacın bir hikmeti şudur ki:

«İnsandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye Sani’ tara­fından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz’-i ihtiyarîsiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başı boş bırakıldığından, muamelatta zülum ve teca­vüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye çalışmala­rının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lakin her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o küllî aklıdan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.» (İ.İ. 84)

Evet «insandaki lâyetenahîlik ve tabiatındaki meyl-üt tecavüz ve kuva ve âmâlindeki adem-i tahdid ve âlemdeki meyl-ül istikmalin dalı hükmünde olan insandaki meyl-üt terakkinin semeresi hükmünde olan kamet-i namiye-i istidad-ı insanîsine intibak etmeyen; belki camid ve muvakkat olan kanun-u beşer ki: Tedricen tecarüb ile hasıl olan netaic-i efkârın telahukuyla vücuda gelen o kavanin-i beşer, şu semere-i istidadın çekirdeklerinin terbiye ve im­dadına adem-i kifayetinin sebebiyle; maddeten ve manen iki âlemde saadet-i beşeri temin edecek, hem de kamet-i istidadının büyümesiyle tevessü’ ede­cek, zihayat ve ebedi bir şeriat-ı İlahiyeye ihtiyaç gösterir.» (Mu.125) (Bak: 1363.p.)

3523/1- «Eğer desen: “Biz görüyoruz ki, dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvalleri muaddele ve munazzemedirler.”

Elcevab: O adalet ve intizam, ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır. Ve o adalet ve faziletin esasları enbiyanın tesisleriyledir. (Bak: 2280.p.) Demek en­biya, esas ve maddeyi vaz’ etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işlediklerini işlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri, muvakkattır. Bir ci­hetten kaime ve müstakime ise, çok cihattan maile ve münhaniyedir. Yani: Ne kadar sureten ve maddeten ve lafzen ve maaşen muntazamadır; fa­kat sîreten ve maneviyaten ve manen faside ve muhtelledir.» (Mu.125)

«Meleke-i marifet-i hukuk dedikleri, her fenalığın maddeten zararını ih­sas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hasıl olan “meleke-i riayet-i hukuk” dedikleri emri, şeriat-ı İlahiyeye bedel olarak dinsizlerin tasavvuru ve şeriatten istiğnaları bir tevehhüm-ü batıldır. Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle bir şeyin mukaddematı da zahir olmadı. Bil’akis mehasinin terakkisiyle beraber mesavi dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor.» (Mu.126)

İslâm hukuku ise, vicdanlar üzerinde kudsiyetin manevi te’siriyle suçu işlenmeden önler. (Bak: 1098-1102.p.lar)



3524- «Din ve Şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i İslâmın esasatını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hatta en cüz’î âdabını dahi bizzat o getiri­yor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ı İslâmiye değişmeye ka­bil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse, esas din baki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir ceseddir; lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş, kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar.» (M.435)

3525- İbn-i Haldun “Mukaddime”sinde, beşerî hukukun dinî hukuk ye­rine ikame olunamıyacağını şöyle izah eder:

«Devlet ve uyruk, siyasetin ve siyasî olan hükümlerin icabına göre idare olunur ise, bu da yerilmiş olur. Çünkü Allah’ın nurundan ibaret olan şeriat hükümleri ihmal edilmiş oluyor. Beşerin bütün işi, gerek devlet işi ve gerek başka işler olsun iyiliği ve kötülüğü âhirette kendisine aittir. Yani iyi ise ecirli ve sevablıdır. Kötü ise cezaya çarptırılır. Allah Elçisi (A.S.M.): “Ancak dün­yadaki iyi ve kötü bütün amelleriniz âhirette kendinize reddedilir. Yani hayır ise ecir ve sevab kazanır, kötü ise cezaya çarptırılırsınız!” der. Siyasi hüküm­lerde ise ancak dünyevi fayda ve maslahatlar gözönünde bulundurulur. Siyasi kanunları koyanlar, ancak dünya hayatının dış görünüşünü görür ve bilirler. Şari’in maksadı ise, insanların âhiret saadetidir. İşte bundan dolayı, bütün in­sanların gerek dünyevi ve gerek âhiret işlerinde, şeriatlara uygun olarak gör­meye sevketmek vacibdir. Bu vazife, kendilerine şeriat indirilmiş olan Pey­gamberlere, onlardan sonra onların yerine geçenlere (devlet başkanlarına) yükletilmelidir... Siyasetçi demek, aklî delil ve hükümlere dayanarak dünya maslahat ve faidelerini elde eden, zarar ve ziyanları def’etmeye sevk eden in­san demektir.

Halifelik ise, umumiyetle âhiret fayda ve maslahatlarını gözönünde bu­lundurarak şeriat ile işgörmeğe sevkeder. Şari’e göre, dünya iş ve amellerinin hepsi de (sonucu bakımından) âhirete raci’dir. Halifelik ise, dini korumak ve dünya siyasetinin dine uygun olarak idare etmek hususunda şeriat sahibine naiblik etmek demektir.» (İbn-i Haldun, Mukaddime. ci:1. sh:: 508-510, Ma­arif Basımevi 1954, İst.)

Atıf notu:

- Laikliğin hukukî tarifi, bak: 2186, 2187.p.lar.

3526- Resul-ü Rabb-il Âlemîn ve «o Bürhan-ı Hak ve Sirac-ı Hakikat, öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki; iki cihanın saadetini te’min edecek desatiri cami’dir. Ve cami’ olmakla beraber, kâinatın hakaikını ve vezaifini ve Hâlik-ı Kâinat’ın esmasını ve sıfâtını, kemal-i hakkaniyetle beyan etmiştir. İşte o İslâmiyet ve Şeriat öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki; onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan zatın, o kâinatı kendisiyle bera­ber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasılki bir sarayın us­tası, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için, bir tarife kaleme alır; öyle de: Din ve Şeriat-ı Muhmmediye’de (A.S.M.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki; kâinatı halk ve tedbir ede­nin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister.» (M.193)

3527- Şeriatın mübelliği olan o Zat-ı Kerim (A.S.M.) «tek başına... Ne muini var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi. Meydana çık­mış, bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum et­meye hazırlanmıştır. Ve omuzlarına Küre-i Arz’dan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de, insanları saadetini te’min eden bir şeriat tutmuştur ki, li­basa benzemiyor; cild ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü’ ve inkişaf etmekle, saadet-i dareyni intac ve nev’-i beşe­rin ahvalini tanzim eder. O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i’cazıyla cevaben diyecektir ki:

Biz Kelâm-ı Ezelî’den ayrıldık; nev’-i beşerin fikriyle beraber ebede ka­dar devam edip gideceğiz. Fakat nev’-i beşer dünyadan kat’-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten, teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız. Fakat manevi­yatımız ve esrarımızla nev’-i beşerin arkadaşlağına devam edip, onların ruh­larını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.» (İ.İ. 114)

Evet «Şeriat-ı Garra Kelâm-ı Ezelî’den geldiğinden ebede gidecektir. Zira şecere-i meyl-ül istikmal-i âlemin dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin mahsul ve semeresi olan istidadın telahuk-u efkârla hasıl olan netaicinin teşerrüb ve tegaddi ile büyümesi nisbetinde, Şeriat-ı Garra aynen maddi zi­hayat gibi tevessü’ ve intibak edeceğinden ezelden gelip ebede gideceğine bürhan-ı bahirdir.» (İ.M.Ş. 76) (Bak: 327.p.)

3528- Hem bu «şeriat, ulûm-u esasiyenin hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulûm ve fünundan mülahhastır. Evet tehzib-ür ruh, riyazet-ül kalb, terbiyet-ül vicdan, tedbir-ül cesed, tedvir-ü menzil, siyaset-ül medeniye, nizamat-ül âlem, hukuk, muamelat, adab-ı içtimaiye vesaire vesa­ire gibi ulûm ve fünûnun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, Şeriat-ı İslâmiyedir. Ve aynı zamanda, lüzum görülen mes’elelerde, ihtiyaca göre iza­hatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin isti’dadı olma­yan mes’elelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir...

Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile; şu zaman-ı terakkide, en medeni yerlerde, en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh vicdanı in­saf ile müzeyyen olan zat, bu şeriatın hakikatının bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, takat-ı beşeriyeden hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder.» (İ.İ.112)



Atıf notları:

- Eski asırlarda muhtelif şeriatların gelmesi, bak: 831,832.p.lar.

- Eski şeriatların makbuliyeti mes’elesi, bak: 778/1.p. Ve esasatta müttefik ol­dukları, bak: 778.p. sonu.

Kur’an (5:48) âyeti, Hak’tan gelen muhtelif şeriatların sırr-ı teklif ve im­tihan hik­metlerini tazammun ettiğini beyan eder.

Şeriat kelimesi hadislerde de geçer. Ezcümle: Şeriat üzerine yaşayan bir ümmetin (cemaat) zail olmayacağı (İbn-i Hanbel, 3/439) ve imanın feraiz, şerayi’, hudud ve sünnetleri olup onları mükemmel kılmakla imanın kemal bulduğu (Buhari, 2. kitab-ül iman bab:1) kaydedilir. Ve İ.M. 3793. hadisinde geçen (şerai’el İslâm) ifadesi, Allah’ın kulları için koyduğu farzlar ve sünnet­ler diye açıklanır.

Atıf notları:

- Şeriatın temel kitabları, bak: 954.p.

- Tarikatlar şeriatın hakaikına yetişmek için vesilelerdir, bak: 3668, 3669.p.lar.

- Şeriatın getirdiği medeniyetin beş müsbet esası, bak: 368.p.

- Divan-ı Harb-i Örfi’de Bediüzzaman’ın “Sen de şeriat istemişsin?” sualine ver­diği cevab, bak: 358, 1716, 1844.p.lar.

- Asırlara göre şeriatlar gelmiştir, bak: 2419.p.

Kur’an (22:67) âyetinde de, her ümmet için bir mensek (ibadet usulü, şe­riat) tayin edildiği ve ona muhalefetsiz uyulacağı bildirilir. (45:18) âyetinde de, şeriata uymak gerekliliği emrediliyor.



3529- qqŞERİAT-I FITRİYE }
Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   136   137   138   139   140   141   142   143   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin