İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə139/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   135   136   137   138   139   140   141   142   ...   169

3414/2- İslâmî şeairin tahribi ile bozulan bir İslâm cemiyetinde siyasî ve dinî sahada pek çok mutezad gruplaşmalar varken ve kuvvetli olan zayıfı adi bahanelerle ifna ederken; millet ekseriyetinin desteğine dayanan siyasî ikti­dara geçmek istiyenler, önce mevcut dinî cemaatlerin söz sahibleriyle gö­rüşmeleri ve ittifak ve mutabakatın sağlanıp sağlanamıyacağını ve böyle bir hareketin gerekli olup olmadığını meşveret etmeleri lâzımdır. Eğer ittifak sağlanırsa, aralarında ihtilafı önleyecek ciddiyette ve şer’î esasata müstenid bir hareket proğramının tesbiti ve bağlayıcılığı da gerektir. Bu husus, hem emr-i Kur’anî olan şûranın hem hâkimiyet-i diniyenin istinadgâhı olan ittihad-ı İslâmın lâzımıdır.

Mezkûr usulü terk ile veya dinî cemaatlerle mutabakat sağlanmadan, ekalliyette kalan bir grubun siyasî faaliyete görmesi hatarlıdır ve akîm kalır. Ancak 3415. p.ta beyan edilen bir “müsbet fikir partisi” olmak faziletini gösterebilmek hali müstesnadır.



İki atıf notu:

- Siyasi diplomatların aldatıcı ve sihirli propagandaları, bak: 3409, 3410. p.lar.

- Bediüzzaman Hz.nin siyasetten uzak durması, bak: 3223 - 3242. p.lar.

3415- Mühim bir ihtar: Asrımızda, tarafgirlik esasına dayanan ve aşırı mücadelelere sebebiyet veren çok partili siyasi hayatta, bilhassa âhirzaman fitnesinin istilasında dinî şahsiyetler veya şahs-ı manevi teşkil eden dinî ce­maatler, siyasi iktidara karşı “Sen iktidardan çekil, ta ki ben geleyim” niye­tiyle ve tavrıyla hareket etmemelidirler. Çünkü bu niyet ve bu anlayışın ge­reği olan siyasi tarafgirlikler ve mücadeleler, fitneyi ika eder. Tarih buna şa­hittir. Ancak mümkünse dinî şahsiyetler, siyasileri ve halkı ikaz etmelidirler. Bu ikazlarla istenen düzelme olmuyorsa, tarafgirliğe meydan vermeden ve cemiyet içinde siyasi temayüllü tezahürlere girmeden, kâmil bir tavırla ve idarî makama geçme hırsında olmamak şartıyla, partilerden tercih edeceği ta­rafı, tasvibsiz ve tâbi yahut dâhil olmadan destekleyebilir.

Bediüzzaman Hazretleri, Demokrat Parti devresi içinde mevcud siyasi partiler hakkında ehven-üş şer kaidesiyle siyasi tercih ölcüsünü bazı mektublarında kaydeder. Aynı siyasi şartların devamı halinde, bu tercihinin devam edeceğini bilen Nurcular, Bediüzzaman Hazretlerinin bu tasvibsiz tercihini muhafaza etmişlerdir. Pek çok icraatlarıyla dine zarar veren Halk Partisi içindeki icraat makamlarında bulunan ve Bediüzzaman’ın kendi ifade­siyle % 5 olan şahısları suçlu görüp diğerlerine hakkını helal eden Bediüzzaman (Bak: E.L. II 245) Halk Partisi mensublarına, dine muarız ol­mamalarını tavsiye eder. (Bak: 251. p.) Fakat yine de bu parti dine muarızlı­ğını bırakmamış olduğundan Müslüman Anadolu halkının ekseriyeti D.P. ye rey vermiştir. Gerçi D.P. içinde de dine dost olanlara nisbetle, dine ve din­darlara muarızlar çoktu.

Fakat bunlar C.H.P.nin akibetine düşmekten çekindiklerinden ehvenüşşer denecek bir parti durumunu zahirde muhafaza etmeyi tercih et­tiler.

Bu arada ortaya çıkan Millet Partisi ise, dine mütemayil görünüyor ve dindarların kendilerine rey vermeleri gerektiğini söylüyorlardı. Bediüzzaman Hazretleri ise yüzde altmış-yetmiş tam dindar ekseriyeti bulmadan, dindarla­rın şimdiki siyasetin başına geçmemeleri ve D.P. nin dindarlarına katılmala­rını tavsiye etti. (Bak: E.L. II 132) Fakat sonradan görüldü ki, dindarların D.P. ye girmeleri için normal şartlar bulunmadığı gibi, Millet Partisi de müstakil bir parti olarak devam etmeye kararlı idi. Bu duruma karşı Bediüzzaman Hazretleri önceden D.P. dışında dindar siyasilerin bir parti kurmalarını tasvib etmezken yeniden yazdığı diğer bir mektubunda, dine mütemayil Millet Partisi’nin başa geçmemek, D.P. ye yardım etmek (yani ehvenüşşer partisini zayıflatmamak) ve muaraza etmemek şartıyla (yani bir fikir partisi biçiminde) kalmasına işaret eder. (Bak: E.L.II 175) Bu parti bu tavsiyeye uysa idi, dindarların bu partiye rey vermeleriyle D.P. zayıflasa da iktidardan düşmezdi. Çünki bu iki parti, bir parti gibi hareket edip muaraza ile bölünmeyecek ve böylece reylerini Millet Partisi’ne veren müslüman ce­maat dahi reylerinin zayi olacağı endişesinde olmazlardı. Çünki ehvenüşşer partisi ile muhafazakâr parti zahirde iki parti olmakla beraber, teşri’de ve ik­tidar olmadaki müsbet faaliyetlerde bir parti gibi çalışacaklardı.

Bu tavsiye mevcud siyasi ve hukuki şartlar içinde müsbet hareketin mec­buri bir çıkış yolu idi. Fakat dindarlığa yardım edeceğini dava eden Millet Partisi ve muakibleri, bu tavsiyeye uygun hareket edemediler. Ve ehvenüşşer partisi ile muarazaya girdiler.

Bediüzzaman Hazretleri, siyasette bazı çareleri ve çıkış yollarını göster­mek için böyle bazı ikaz mektublarını yazmakla beraber, kendisi siyasi cere­yanlardan ve meşgalelerinden daima uzak durmuş ve has talebelerini de aynı hasassiyetle men etmiştir. (Bak: 1644, 2906. p.lar)



3415/1- Her hususta Kur’ana ittiba eden Bediüzzaman Hazretlerinin si­yasetten içtinab etmeye dair tercihi de kitab ve sünnete istinad eder. Bilhassa kütüb-ü sittenin kitab-ül-fiten kısmında pek çok ehadisin ifadesiyle âhirzaman fitnesinde içtimaî ve siyasî sahada hâkim olan şer cereyanından uzak durmak gerektiği bildirilmiştir. (Bu rivayetlerin az bir kısmı 387, 585, 989, 990, 993. paragraflarında ve 1000/5. paragrafın 4. bendinde geçmiştir.)

3415/2- Âhirzaman fitnesinin izale edilip İslâmî hayatın iade edilmesi hususu ise, rivayetlerde tekrarla kaydedildiği ve Bediüzzaman Hazretlerinin de bu rivayetleri beyan ettiği üzere bu vazife Mehdî’den sonra gelecek zâtın (Bak: 2305. p. son yarısı) ve cemaatının vazifesidir. Yani İttihad-ı İslâm’ın or­dularına istinad eder. (Bak: E.L. 1. sh: 266 p. 2,3 ve S.T. sh: 9 sonu) Yoksa as­rın menfî siyasetinden böyle bir umumî ıslahat beklenilmez. Ancak ittihad-ı İslâmı ciddiyetle esas alan bir siyasî partinin vesile olması ve ittihad-ı İslâma yolu açması olabilir. (İttihad-ı İslâm’ın tahakkuk şartları için, bak: 1835. p.)

3416- Siyasi liderlerin ekserisi, halkın itimad ettiği dinî şahsiyetleri politik maksadlarla kendi siyasi sahalarına çekip nüfuzundan istifade etmek isterler.

Kur’anda bizzat Resulullah’a hitab edip dolayısıyla dinî şahsiyetlere de ders veren bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:

Hayatperest ehl-i dalalet “ (68:9) ­w¬;²f­# ²Y«7~—Ç…«— arzu ettiler ki sen müdahene etsen; taptıklarına, alçak garazlarına, haksızlıklarına ilişmesen, muvafakat etsen, diye istediler de onlara dehalet etmediğin için tekzibe kal­kıştılar. Yoksa sen müdahene edecek, garazlarına revac verecek olsaydın, o suretle sen de onların dalaletlerine iştirak etmiş bulunsaydın «–Y­X¬;²f­[«4 o va­kit müdahene edeceklerdi - onlar da sana ne büyük, ne akıllı adam diyecek­lerdi. Lakin sen müdahene etmeyip hakkı söylediğin, Allah’ın emrini, risaletini tebliğ eylediğin için öyle iftiraya kalkıştılar, bile bile yalan söylediler. Onun için sen onlara itaat etme, İşte büyük ahlâkın ilk umdesi budur.” (E.T. 5271)

“Mühim bir suale hakikatlı bir cevaptır.

Büyük me’murlardan bir kaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkıyeye, Şeyh Sünusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul et­seydin, ihtilal yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun!” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer- otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul et­seydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Ri­sale-i Nur meydana gelmezdi.” (Ş.289)



Birkaç atıf notu:

-Mürşid zatların siyasete girmemeleri, bak: 3880. p.

-Âhirzaman fitnesinde siyasete girmemek, 387, 989-991. p.lar

-İmam-ı A’zam Hz. nin siyasete girmemesi, bak: 1609. p.

3417- Siyasi ve idari makama göz dikmemenin derin hikmetini ve içtimaî sükûnetin esasını tazammun eden ve siyasî ve içtimaî keşmekeşliğin esası olan sen makamdan in ki ben çıkayım, anlayışını yok eden şu gelen hadis-i şerifler, cay-ı dikkat ve şayan-ı teemmüldür. Şöyle ki:

“ ¬y[¬4 «p«T«< |ÅB«& ¬–²_ÅL7~~«g«Z¬7 ®}Å[¬;~«h«6 ²v­;Åf«-«~ ¬‰_ÅX7~¬h²[«' ²w¬8 «–—­f¬D«#

Siz insanların hayırlısı, emîr oluncaya kadar emareti çok fena görenler (ve arzu etmiyen kimseler) bulursunuz.” (288)

3418- Buhari’nin kitab-ül ahkâm, 7. babdaki bir hadiste de; yakın istik­balde, emarete harislik olacağını ve mes’uliyetlerini beyan ile ümmet ikaz edilir.

Diğer iki hadis meali şöyledir:

“Abdurrahman İbn Semure (R.A.) tahdis edip dedi ki:

Resulullah (A.S.M.) bana hitaben “Ya Abdurrahman! Emîrlik talebinde bulunma. Çünkü eğer senin istemenle sana emaret vazifesi verilirse, o vazi­fede Allah’ın inayetine mazhar olamazsın. Eğer sen istemeksizin bu vazife sana tevcih olunursa, vazifende Allah’ın yardımına mazhar olursun.” bu­yurdu.”

Hem “Ebu Muse-l Eş’arî (R.A.) şöyle dedi: Ben bir kere beraberimde amcam oğullarından iki kişi ile birlikte Peygamber’in (A.S.M.) huzuruna gir­dim. Bu iki kişiden birisi:

-Ya Resulallah! Aziz ve Celil olan Allah’ın seni tevliye ettiği vazifelerden biri üzerine beni memur tayin et, dedi. Öbürüsü de bunun gibi bir memuri­yet istedi. Bunun üzerine Resulullah (A.S.M.) :

-Vallahi biz memuriyet isteyen bir kimseyi ve memuriyete haris olan bir şahsı bu işler üzerine memur tayin etmeyiz, buyurdu.” (S.M. ci:6, sh: 15-16) (Bak: Ulema-üs Sû’)

3419- Siyaset mevzuunda Bediüzzaman Hazretlerinden sorulan bir sual ve cevabı:

“Sual: Geçen sene sizden sormuştuk ki; elli gündür merak edip dünya cereyanlarına bakmadınız ve sormadınız, o zaman bize bir cevab verdiniz. Gerçi o cevab hakikattır ve kâfidir. Fakat risale-i Nur’un intişarı ve hizmeti ve âlem-i İslâmiyetin menfaati noktasında bir derece bakmanız lâzım iken, şimdi onüç ay oluyor aynı hal devam ediyor. Merak edip hiç sormuyorsunuz.

Elcevab: (14:34) °•Y­V«P«7 «–_«K²9¬ž²~ «–¬~ âyetine en a’zam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil tarafdar olmak veya me­rakla o cereyanları takib etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acib zulümlere bakmak da caiz değil. Çünki zulme rıza zulümdür; tarafdar olsa, zalim olur. Meyletse (11:113) ­‡_ÅX7~­v­UÅK«W«B«4 ~Y­W«V«1 «w<¬gÅ7~ |«7¬~ ~Y­X«6²h«# «ž«— âyetine maz­har olur.” (K.L. 207) (Bak: 88, 2646. p. sonu, 3238, 3421. p. başı, 389 1 p. sonu)

3420- Evet zalimane mücadelelere tarafgirlikle zulme şerik olmamayı ıs­rarla tavsiye eden Bediüzzaman, mesele üzerindeki hassasiyetini şöyle ifade ediyor:

“Dün Emin bu havaliye gelen bir kolordu münasebetiyle, istemediğim ve Rus’un harbe devamını bilmediğim halde; Rusya’nın Kafkas’la ittisali ke­silmesini söyledi. Ben, onun sözünü kesip susturduğum halde, kalbim ehemmiyetle bir alâka gösterdi.

Sonra bugün namazda ve tesbihatında iken, manevi tarzda denildi ki: Küre-i Arzda çarpışan, mücadele eden cereyanlardan her halde birisi İslâmiyete ve Kur’ana ve Risale-i Nur’a ve mesleğimize taraftar olacak; (*) bu noktadan ona karşı bakmak gerektir. Bakmamak için bir iki mektubda yazdı­ğın sebebler çendan kalbe, akla kâfidir; fakat meraklı ve hevesli olan nefse kâfi gelmiyor diye kalbime geldi.

3421- Aynen tesbihatta ihtar edildi ki; ehemmiyetli sebebi ise: Bakmakta bir tarafa tarafgirlik hissi uyanır; tarafgir nazarı, tarafdar olduğu taraf cereya­nın kusurunu görmez, zulmüne rıza gösterir belki alkışlar. Halbuki küfre rıza, küfür olduğu gibi , zulme razı olmak dahi zulümdür. Elbette zemin yü­zünde bu dehşetli düelloda, semavatı ağlatacak zulümler ve tahribat oluyor; çok masum ve mazlumların hukukları kayboluyor, mahvoluyor. Mimsiz gaddar medeniyetin zalimane düsturu olan, “Cemaat için ferd feda edilir, milletin selâmeti için cüz’î hukuklara bakılmaz” diye, öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurun-u ûla vahşetlerinde de emsali vuku bulmamış.

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaata feda etmez; “Hak, haktır; küçüğe büyüğe, aza çoğa bakılmaz” diye kanun-u semavi ve hakiki adalet noktasında Risale-i Nur şakirdleri gibi haki­kat-ı Kur’aniye ile meşgul adamlar, zaruret olmadan lüzumsuz, yalnız hevesli bir merak için, netice itibariyle faidesi bulunan; ve netice daha gelmeden ev­vel lüzumsuz bakmak ve zalimane tahribatlarını alkışlamak suretiyle İslâmi­yet ve Kur’an lehine hizmet edeceği o cereyanın harekâtını fikren takib et­mekle meşgul olmak münasib olmadığı için; nefis de, akıl ve kalbe tabi olup merakını bırakmış diye anladım.” (K.L. 150)



3422- Atıf notları:

-Yıkılmaya mahkûm bozuk hiziblerden müteşekkil bir nevi koalisyon iktidarlar ve dinsizlik cereyanı, bak: 3355. p.

-Nasıl olursanız öyle idare olunursunuz mealindeki hadis, bak: 3893. p.

-Âhirzamanda recül-i fâcirlerden müteşekkil partilerin son durumlarına işaret eden bir rivayet, bak: 650/1. p.

-Dini siyasete değil, siyaseti dine âlet yapmak, bak: 3250. p.

-Siyaset-i hazırada cemaat için ferd feda edilir, bak: 996. p.

-Siyaset canibiyle âhirzaman fitnesine galebe edilmez, bak: 387. p.

-Siyaset-i diniyeyi birinci derecede nazara alanlar, bak: 2689, 3227. p.lar.

-Kuvvete dayanan menfî siyaset, bak: 1975/1. p.

3423- qqSİYONİZM •i[9Y[[, : (Kudüs’teki Sion Dağı’nın adından)

Filistin’de bağımsız bir Yahudi devleti kurmak isteyen ve Yahudiliği gaye edinen bir cereyan. (Bak: Mason, Yahudi)



3424- qqSOFESTAÎ |¶<_BK4Y, : (Sevfestaî) Kâinatın yaratıcısı yani Cenab-ı Hakk’ı kabul etmemek için herşeyi inkâr eden. Müsbet veya menfî hiçbir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefî bir doktrinin yani Septisizmin ilk ve basit şekli olan cereyanın mensubu. Âlemde hakikat namına hiçbir şey tanımayan va hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü sefa, şiir ve edebiyatla eğlenen safsatacılar. (Bak: Sofizm)

3425- qqSOFİ |4Y. : Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, manevi kemalât için çalışan.

3426- qqSOFİZM •i[4Y, : Fls: Sofestaiye. Safsatacılık. Âlemde hakikat olarak hiçbir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü sefaya dalıp şiir gibi şeylerle eğlenmeyi tercih eden batıl bir meslek. İnadiye, İndiye (Sübjektivizm) ve Lâ Edriye (Septisizm) adlarıyla üç kısma ayrılırlar. Ömer Nasuhi Bey, Mesail-i İlm-i Kelâm kitabında “Esasen bu üç cereyan aynı kökten istihale geçirerek aldıkları şekillerden türemiştir.” der.

3427- qqSOKRAT ~hT, : Eski bir Yunan feylesofu. (M.Ö. 470-399) Felsefî görüşlerine göre nâkis bir şekilde Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymaya çalışmıştır. “Dünyada yalnız birşey öğrenebil­dim, o da hiçbir şey bilmediğimdir.” sözü meşhurdur. Kendisinden önceki filozofların meşgul oldukları kâinata ait nazariyelerden daha çok, insan ha­yatı ve neticeleri üzerinde sistemli mantık yürütmüş ve insaniyeti müdafaa etmiştir. Devrinin gayr-ı insanî anlayışlarına karşı çıktığı için mahkemece kendisine idam kararı verilmiş, baldıran otunun zehirini içirmek suretiyle idam edilmiştir. Kendisinden sonra, öğrencisi olan Eflatun, Sokrat’ın fikirle­rini kitaplarında müdafaa etmiştir.

qqSOLCU |D7Y. : (Bak: Ashab-üş Şimal)

3428- qqSOSYALİZM •i[7_[,Y, : İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. Güya herkese müsavi mal verme esasını, idare sisteminde yerleştirmeyi ve mal birliğini iddia eden ve insan fıtratına zıd ola­rak hürriyetleri daraltıcı ve din aleyhdarı bir sistem. (Bak: Edvar-ı Hamse, Ko­münizm ve 3055. p.)

3429- Dinî şahsiyetlerin manevi imtiyazlarını istemeyen sosyalizm taraf­tarlarınca ortaya atılan tenkidkârane bir sualde Bediüzzaman’a atfen denili­yor ki:

“Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli şekva edip, “bana zulmediyorsunuz” diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var; bu asrın muktezası olarak hususi düsturlarımız var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz, kabul etmiyen isyan eder. Ezcümle:

Bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, mü­savat esası üzerine tahakküm ve tagallübü kaldırmak düsturu, bizim bir ka­nun-u esasimiz hükmüne geçtiği halde, sen kâh hocalık, kâh zahidlik sure­tinde teveccüh-ü ammeyi kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celbederek, hü­kümetin nüfuzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimaî elde etmeye çalıştığın, zahir halin ve eski zamandaki macera-yı hayatının delaletiyle anla­şılıyor. Bu hal ise, -şimdiki tabir ile- burjuvaların müstebidane tahakkümleri içinde hoş görünebilir. Fakat bizim tabaka-i avamın intibahıyla ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları, bizim daha ziyade işi­mize yaradığı için, o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vazi­yetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana ver­diğimiz sıkıntıdan şekvaya ve küsmeye hakkın yoktur?

Elcevab: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki ka­nun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.

Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kal­dırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.

Evet ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fik­ren, “müsavat-ı hukuk” mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümlerine karşı eskidenberi muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tamme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.



3430- Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka ka­nununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulat aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev’i ile de binler nev’in vazi­felerini gördürür.

İşte o sırr-ı azîmdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev’ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvalarına, latifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidad verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi vekâinatın neticesi ve zihayatın sultanı hükmüne geçmiştir,



3431- İşte nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayesi ve zenbereği; müsabaka ile hakiki imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet şu hürriyet perdesi altında müdhiş bir istib­dadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o to­kada müstahak olmayan gayet mühim bir zatın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün:

Ne mümkün zulm ile, bîdad ile imha-yı hürriyet,

Çalış idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:

Ne mümkün zulm ile, bîdad ile imha-yı hakikat,

Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

Veyahut:

Ne mümkün zulm ile, bîdad ile imha-yı fazilet,

Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

Evet imanlı fazilet medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdad da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek, faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i fazi­letin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içütimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır. “Lillahil Hamd” bu meşreb üstünde haya­tımız gitmiş ve gidiyor. Ben kendimde fazilet var diye fahr suretinde dava etmiyorum. Fakat nimet-i İlahiyeyi tahdis suretinde şükretmek niyetiyle di­yorum ki: Cenab-ı Hak fazl ve keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur’aniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı İlahîyi bütün ha­yatımda “Lillahil Hamd” tevfik-i İlahî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarfederek; hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfurumdur; onlardan kaçıyorum.” (L. 170-172)



3432- qqSU-İ ZAN ±w«1 ¬šY. : Kötü zanna sahib olma. Bir mü’minin kötü manada olması muhtemel bir hal ve hareketine -tam ve açıkça bilinme­dikçe- kötü hüküm vermemeli ve o nazarla bakmamalıdır. (Bak: Gıybet, Zann)

“Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan su-i ahlâkı, su-i zan saikasıyla başkalara teş­mil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin. Binaenaleyh eslaf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini be­ğenmemek, su-i zandır. Su-i zan ise, maddi ve manevi içtimaiyatı zedeler.” (M.N. 66)



3433- “Muhabbet, uhuvvet, sevmek İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adavet mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister, birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz birşey ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbin bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.” (H.Ş. 53)

3434- “Hem meselâ: Su-i zan ve su-i te’vilde bu dünyada muaccel bir ceza var. “Men dakka dukka” kaidesiyle, su-i zan eden, su-i zanna maruz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını su-i te’vil edenlerin harekâtı yakın bir zamanda su-i te’vile uğrar, cezasını çeker.” (Uhuvvet Risalesi, sh. 38)

3435- qqSULTAN –_OV, : Reis. İslâm hükümdarı. Hâkimiyet sahibi.

Padişah. * Allah’ın (C.C.) bir ismi. Kuvvet, kudret ve hâkimiyet sahibi. Allah’ın insanlar üzerindeki hâkimiyetinin mümessili manasında rivayette ge­çer. (Keşf-ül Hafa, hadis: 645) * Hükümdar ailesinden olan anne, kız gibi kadınlardan herbiri.

“Hüccet ve delil, kahr ve tagallüb manasında masdardır. Herşeyin yavuz, şiddet ve satvetine denir. Kelimenin aslı “selit” olup, cem’i sultandır. Selit ise zeytinyağının ismidir. Zeytinyağı kandilinin ışığıyla ışıklandırma yapıldığı gibi, padişah ve vali dahi şule-i adl ve zabt ü ihtimamıyla memleketini tenvir etmek münasebetiyle, onlara da bu mana ıtlak olunmuştur.” (Kamus-u Ok­yanus’tan hülasaten) (Bak: Halife)

3436- Kur’anda “Sultan”, çok kere aydınlatıcı delil manasında geçer. Ez­cümle:

“ ¬y¬¶[«V«8«— «–²Y«2²h¬4 |«7¬~ ¯w[¬A­8 ¯–_«OV­,«— _«X¬#_«<³_¬" |«,Y­8 _«X²V«,²‡«~ ²f«T«7«—

(11:96, 97) Kasem olsun ki Musa’yı da, âyetlerimiz ve bir sultan-ı mübin ile Fir’avne ve meleine gönderdik...

Burada Hazret-i Musa’nın Fir’avne gönderilmesi mevzu-i bahs olundu­ğundan _«X¬#_«<³_¬" da âyetlerden murad, Tevrat değil, Sure-i A’rafda (7:133) zikri geçen dokuz mu’cizedir ki; asa, yed-i beyza, tufan, cerad, kummel, dafadi’, dem, naks-ı emval ve enfüs hârikalarıdır.

Sultan, fil’asıl galebe ve istila manasına masdardır. Ve bürhan ve hüccet manasına gelir ve vali ve hükümdara da ıtlakı ma’lumdur. Fakat bu manada o kelime müennes olur. Kur’anda ekseriya bürhan ve delil manasınadır. Bu­rada da bürhan-ı kavi diye tefsir edilmiş ve bununla Hazret-i Musa’nın en bahir mu’cizesi olan asaya hassaten işaret edildiği söylenmiş ise de âyetlerde asa dahil olmak i’tibariyle bunun (28:35) ®–_«O²V­, _«W­U«7 ­u«Q²D«9«— de olduğu gibi galebe ve istila manasına olması ve Hazret-i Musa’nın Fir’avne karşı te­zahür eden kuvve-i kahiresini ifade etmesi daha zahir görünür. Maamafih asa ve yed-i bayza mu’cizeleri bu manayı müfid olduğuna göre evvelki tefsir de sahihtir.” (E.T. 2814 - 2815)

3437- qqSULTAN REŞAD …_-‡ –_OV, : (Mi. 1844-1918) Meşrutiyet devri Osmanlı padişahıdır. Merhametli ve halim tabiatlı olan bu dindar ve abdestsiz gezmeyen padişah, Mevlevi tarikatına bağlı idi. Boş vakitlerini Mesnevi okumakla geçirirdi. (Bak: 1869. p.)

qqSULTAN SELİM HAN –_' v[V, –_OV, : (Bak: Yavuz Sultan Selim)

3438- qqSULTAN SÜLEYMAN HAN –_' –_W[V, –_OV, : (Hi.900- 974 Mi. 1494-1566) Osmanlı padişahlarının onuncusu, İslâm halifelerinin yetmişbeşincisidir. Yavuz Sultan Selim Han’ın oğludur. Avrupavari bir kısım kanunlar yapılmasına vesile olduğundan Kanuni namı ile de anılır.

Padişahlık yılları Osmanlı Devleti’nin en haşmetli devri olup Avrupa, Asya Osmanlıların emrinde idi. İstanbul payihtaht idi. Bir fikir vermek için o zaman İstanbul’daki eserlerden bir kaç misal vereceğiz. İlk olarak o zamanda yapılar bir sayıma göre: 485 cami, 4494 mescid, 100 imaret, 417 kervansaray, 1653 ilk mekteb, 335 tekke, 4985 çeşme, 874 hamam, 743 kilise, onbir bin­den ziyade sokak ve cadde tesbit edilmişti.

İstanbul böyleyken Avrupalı bir muharrir Avrupa’yı şöyle anlatır:

“Avrupalılar bin sene banyosuz kaldı. Orta çağda pis ve kirli bulunmak bir faziletti. Bu çağlarda Avrupa baştan aşağı kaşınıyordu.”

3439- Sultan Süleyman Han’ın pek çok iyilikleri bulunmakla beraber, ka­nunî ve idarî sahada kısmen Avrupa tarzını getirmekle o yola bir derece kapı açtığından tenkidlere uğramıştır. Ezcümle:

“Sultan Süleyman Kanuni, kesretli kırk çeşme sularını istanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: “Hilaf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki; o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse, yüz senede temizliyemez.” (S.T. 161)

Bununla beraber, “hasenatla seyyiat müvazene edilmelidir” olan hakikat ölçüsüne göre; hasenatı çok olan büyük bir Osmanlı padişahıdır. İstanbul’da Süleymaniye Camii avlusunda medfundur.

3440- qqSUR ‡Y. : İsrafil (A.S.)’ın borusu diye ifade edilen bu sur me­selesi, oldukça derin bir hakikattır. Bunun için bu hakikat daha çok teşbihatla ifade ediliyor. Evet bu sur denen boru, bizim bildiğimiz borular­dan değildir. (Bak: Müteşabihat)

3441- Kur’anda sur hakkında müteaddid âyetler vardır. Ezcümle bir âyette şöyle buyuruluyor:

“ (27:87) ¬‡YÇM7~ |¬4 ­e«S²X­< «•²Y«<«— Hele Sur üfürüleceği gün-büyük kıya­met!

Sur, bazıları bunu “vav” ın fethiyle suver gibi “suret” in cem’i, nefhi de suretlere ruh nefhi diye telakki etmişlerdir. Lakin böyle olsa idi zamirinde _«Z[¬4 denilmek lâzım gelirdi, halbuki diğer bir âyette >«h²'­~ ¬y[¬4 «e¬S­9 Åv­$ diye müfred müzekker zamiri gönderildiğinden bu mana sahih olamaz. Bazıları da bunu bir temsile hamletmişler mevtanın kabirlerden mahşere çağırılışları halini, bir orduyu harekete getirmek için boru çalınması haline teşbih sure­tiyle bir istiare-i temsiliyye yapıldığına zahib olmuşlardır. Ekser müfessiriînin kavlince ise bazı hadislerde varid olduğu üzere üç defa nefh olunacaktır. Bi­rincisi nefha-i feza’, ikincisi nefha-i sa’ık, üçüncüsü nefha-i kıyamdır. Ve buna me’mur olan İsrafil’dir. Bu âyette beyan olunduğu üzere birincisi olan nefha-i feza’da Göklerde ve Yerde kim varsa Allah Teala’nın dilediği zevat­tan maadası hep dehşetinden sarsılacak; Sure-i “Zümer” deki (39:68)

­yÅV7~ «š_«- ²w«8ެ~ ¬Œ²‡«ž~|¬4 ²w«8«— ¬€~«Y«WÅK7~|¬4 ²w«8 «s¬Q«M«4¬‡YÇM7~|¬4 «e¬S­9«—

kavl-i kerimi mucebince, ikincisi olan nefha-i sa’ıkda ise Allah’ın diledikle­rinden maada hepsi yıkılıp ölecek;

«–Y­V¬K²X«< ²v¬Z¬±"«‡|«7¬~ ¬~«f²%«ž~«w¬8 ²v­;~«†¬_«4«–—­h­P²X«<°•_«[¬5 ²v­;~«†¬_«4>«h²'­~¬y[¬4«e¬S­9 Åv­$

mucebince, üçüncüsü olan nefha-i kıyamda kabirlerden kalkıp mahşere ko­şuşacaklardır.

Feza’ korkunç bir şeyden şahsa ârız olan tutukluk ve ürkeklik, yani şid­detli korku ile sarsılıp belinlemek demektir.” (E.T. 3707)



3442- Sur hakkında Kur’andan bir kaç not:

- Surun üfleneceği (Kıyamet) günü: (6:73) (69:13, 14) (74:8,9)

- Büyük anarşinin şiddetli dalgalanmalarından sonra sura üflenip kıyametin kop­masına işaret: (18:99)

- Sur’a (ikinci) üfürülmesi ve haşir: (20:102) (23:101) (36:51) (78:18)

- Sur’a üflenen o vaid gününde diriltilen her insan saik ve şehid (iki melek) nezare­tinde haşrolunacak: (50:20,21)

Sahih-i Buhari tercemesinin 1732. hadisinde de, “iki nefha arasında fark vardır” der.

3443- qqSURE ?‡Y, : Kur’an-ı Kerim’in 114 bölümünden herbiri. * Derece. *Duracak yer. Menzilet. *Şeref ve şan. *Güzel inşa edilmiş bina. Sur. *Refi’, alâmet, nişan. (Bak: Âyet)

“Kur’anın ekalli üç âyeti havi ve bir kitab-ı mahsus gibi hususi ismi haiz aksam-ı mahsusasından her birine sure denilmiştir ki, bunda başlıca iki vech-i teşbih vardır: Çünkü sure asl-ı lügatta iki manaya gelir: Birisi: menzile-i refia, yani yüksek rütbe demektir. Birisi de: bir medineyi, yani büyük bir şehri ihata eyliyen bir sur demektir.

Birincisine nazaran kur’an âlem-i semaya ve her sure semanın yüksek rütbede bulunan manzumelerine teşbih edilmiş olur ki, bunun zımnında her âyet de bir yıldıza benzer. ikincisine nazaran da Kur’anın yeryüzünde yüksek bir medeniyet te’sis edeceğine işareten her suresi büyük bir suru bulunan müstahkem bir şehre ve bunun zımnında her âyet bir konağa teşbih edilmiş olur.” (E.T. Mukaddeme’de 22)

3444- qqSURET ?‡Y. : (c. Sur-Suver) Biçim, görünüş. Kılık. Hal. Tas­vir. Dıştan görünen şekil. Çare. Resim. (Bak: Nazar-ı Haram)

Suret ve resimlerin memnuiyeti hakkında hayli ehadis vardır. Ezcümle Sahih-i Buhari muhtasarı ikinci cild, 244. hadiste “suretlerin namazın huzu­runa zarar verdiğini”; altıncı cild, 980. hadis ile 10. cild, 1570. hadiste “suret bulunan eve melaikenin girmediğini”; 1019. hadis ile 12. cild,1963, 2109. ha­disler “suret yapanlara âhirette azab verileceğini” bildirir. T.T. 3.cild 342. sh. “suretlerin memnuiyeti” bölümüdür.



3445- Bu hadislerin uzun izahları, bir hülasa olarak şöyle takdim ediliyor:

“Buraya kadar resim hakkında varid olan ehadis-i şerifeden bazıları, eimme-i selef ve halefden bir haylisini, ârâ ve içtihadlar ile beraber mütalaa etmiş bulunuyoruz. Bu babda ülemanın iki noktada ittifak ve bir noktada ih­tilaf ettiklerini görüyoruz. ittifak ettikleri noktalardan birisi: Ağaç, dağ, taş gibi eşya ve menazır resimlerinin mutlak surette mübah olduğudur. O birisi de vesikalık fotoğraflar gibi tamm-ül hilka olmayarak bedenin bir kısmına ait olan zihayat resimlerinin hem imal edilmelerinin hem de istimal olunmaları­nın cevazıdır.Tamm-ül hilka olanlar hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazı ülema, vesile-i ta’zim olmaksızın bunların istimalini de maal- kerahe tecviz etmişler­dir. Bazıları etmemiştir...

Burada namaz kılan kimsenin karşısında resim bulunmamasına dikkat etmesi ile bahse nihayet vereceğiz.” (S.B.M. ci:6, sh:512)

3446- Gölgeli gölgesiz resimler yani, madde üzerinde kabartma ve hey­kel gibi elle tutulan suretler veya resim makinalarıyla alınan ve boya ve renklendirme yoluyla yapılan şekillerin bütününü suretler olarak ele alan Bediüzzaman şöyle diyor:

“Sanem-perestliği şiddetle Kur’an men’ettiği gibi, sanem-perestliğin bir nevi taklidi olan suret-perestliği de men’eder. Medeniyet ise, suretleri kendi mehasininden sayıp Kur’ana muaraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli gölge­siz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçıla­yıp teşvik eder.” (S.410) (Bak: 2823. p.)



3447- Tekniğin gelişmediği geçmiş devrelerde heykeller ve putlarla şirk ve dalalete düşülüyordu. Asrımızda ise buna ilaveten güzel sanatlar perdesi altında sinemalar, hele televizyon gibi neşir organları çıplak kadın, müsteh­cen resimler ile milli ahlâkın bozulmasına yol açtı. Demek mezkûr hadis-i şe­riflerin resimler hakkındaki şiddeti, yalnız o asra değil, istikbali izn-i Rabbanî ile gören nübüvvet gözü, asrımıza bakarak o şiddeti göstermiştir denilebilir. Evet enaniyet saikasıyla hodfüruşane halklara görünmek, riyakârane şöhret kazanmak ve resimler, heykellerle ibka-i nam etmek gibi gayr-ı ahlâkî du­rumlar, beşer tarihindeki muhtelif devirlerde görüldüğü gibi asrımızda da daha acaib şekilde görülmektedir. (Bak: Sanemperest)

Bir atıf notu:

- Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı’na konulan resimleri, Bak: 3791. p.

3448- qqSÜBHANALLAH yV7~ –_EA, : Cenab-ı Hakk’ın zatında, sıfa­tında ve ef’alinde bütün kusurlardan münezzehiyetini ifade eder. (Bak: Tesbih) Günlük hayatta “Sübhanallah” sözü, Cenab-ı Hakk’ın mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifade için de söylenir.

3449- Sübhanallah kelime-i kudsiyesinin çok derin manaları vardır. Ez­cümle:

“Cenab-ı Hakk’ı şerikten, kusurdan, noksaniyetten, zulümden, aczden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek manasıyla, saadet-i ebediyeyi ve celal ve cemal ve kemal-i saltanatının haşmetine medar olan dar-ı âhireti ve ondaki Cennet’i ihtar edip delalet ve işaret eder.” (Ş.235)



3450- “Sübhanallah ve Elhamdülillah cümleleri, Cenab-ı Hakk’ı Celal ve Cemal sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar. “Celal” sıfatını tazammun eden “Sübhanallah”, abdin ve mahlukun Allah’tan baid olduklarına nazırdır. Ce­mal sıfatını içine alan “Elhamdülillah”, Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle abde ve mahlukata karib olduğuna işarettir.

Meselâ biri kurb, diğeri bu’d olmak üzere bize nazır şemsin iki ciheti vardır. Kurb cihetiyle hararet ve ziyayı veriyor. bu’d cihetiyle insanların ma­zarratlarından tahir ve safi kalıyor. Bu itibarla insan şemse karşı yalnız kabil olabilir, fail ve müessir olamaz.

Kezalik, -bilâ teşbih, Cenab-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle ona hamdediyoruz. Biz ondan uzak olduğumuz cihetle onu tesbih ediyoruz. Binaenaleyh rahmetiyle kurbüne bakarken hamdet. Ondan baid olduğuna bakarken, tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma ve her iki nazarı birleş­tirme ki, hak ve istikamet mültebis olmasın. Lakin iltibas ve mezc olmadığı takdirde, her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, hem cem’edebilirsin. Evet “Sübhanallahi ve bihamdihi” her iki makamı cem’eden bir cümledir.” (M.N. 124) (M.Nu 115. sahifede İkinci Bab, Sübhanallah’ın beyanı hakkın­dadır.)

3451- qqSÜFYAN –_[S, : Kamus-u Okyanus, bu kelime için “esami-i ricalden bir isimdir” der, yani mana aranmayacağına işaret eder. Âhirzamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına sebeb olacağı sahih hadislerle bildirilen ve şeair-i İslâmiyeyi tahribe çalışan dehşetli ve mü­nafık bir şahıs. “Süfyanîler” ise Süfyan cereyanıdır. İbn-i Cerir-i Taberî Süfyanîlerle alâkalı rivayetleri Cami-ül Beyan’da (34:51) âyeti altında cem’etmiştir. (Bak: Deccal)

3452- “Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiaze etmiş. (289) ­yÁV7~ ެ~ «`²[«R²7~ ­v«V²Q«<«ž Bunun bir te’vili şu­dur ki: İslâmların Deccal’ı ayrıdır. Hatta bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali’nin (R.A.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccal’ı, Süfyan’dır. İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccal’ı ayrıdır. Yoksa büyük Deccal’ın cebr u ceberut-u mutlakına karşı itaat etmiyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.” (Ş.585) (Bak: İkrah-ı Mülci)

3453- Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:

­u¬A²T­# °}«X²B¬4«— ¬}«X<¬f«W²7~ «w¬8 ­u¬A²T­# °}«X²B¬4 >¬f²Q«" ­–Y­U«# ¯w«B¬4 «p²A«, ²v­6­‡¬±g«&­~

«w¬8 ­u¬A²T­# °}«X²B¬4«— ¬•_ÅL7~ «w¬8 ­u¬A²T°# °}«X²B¬4«— ¬w«W«[²7~ «w¬8 ­u¬A²T­# °}«X²B¬4«— «}ÅU«W¬"

|¬9_«[²SÇK7~­}«X²B¬4|¬4 «|¬;—,¬•_ÅL7~ ¬w²O«A²7~ «w¬8 °}«X²B¬4«— ¬²h«R²7~ «w¬8 ­u¬A²T­# °}«X²B¬4«— ¬»²hÅL7~

“Sizleri benden sonra vuku bulacak yedi fitneden sakınmaya davet ede­rim: Medine’den çıkacak bir fitne, Mekke’den çıkacak bir fitne, Yemen’den çıkacak bir fitne, Şam’dan çıkacak bir fitne, şarktan çıkacak bir fitne, garbdan çıkacak bir fitne. Bir fitne de Şam’ın merkezinden zuhur eder ki, işte bu Süfyanî’nin fitnesidir.” (290)

Bir atıf notu:

-Âhirzaman fitnesinin yaygınlaşan neşir organlarıyla ifsadat-ı umumiyesi, bak: 985.p.

Kitab-ül Feteva-yı Hadisiyye, Ahmed Şehabeddin bin Hacer-il Heytemî adlı eserin 30. sahifesinde ve Kenz-ül Ummal, 14. cild 272. sahifede ve 39639, 39677. hadislerinde ve diğer bazı hadis kitablarında “Süfyan” dan bahsedilir. (Bak: 1000/1. p. sonu)

Evet “rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam’ın et­rafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş. (291) Allahu a’lem, bunun bir te’vili şu­dur ki: Merkez-i hilafet eski zamanda Irak’ta ve Şam’da ve Medine’de bu­lunduğundan, raviler kendi içtihadlarıyla -daimi öyle kalacak gibi, mana ve­rip” merkez-i hükümet-i İslâmiye” yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadisin mücmel haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmiş­ler.” (Ş. 585)

3454- Diğer “bir rivayette, “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek” denilmiş. (292) ­yÁV7~ ެ~ «`²[«R7~ ­v«V²Q«< «ž

Bunun bir te’vili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o za­manki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.

Garibdir hem çok garibdir. Yediyüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar, barika-asa bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeairine karşı istimal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor” diye rivayetlerden anlaşılıyor.” (Ş.596)

3454/1- “Hem büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdadları manasında üç eyyam var. Bir günü; bir devre-i hükümetinden öyle büyük icraat yapar ki, üçyüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci dev­resi, bir senede otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve dev­resi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve dev­resi adileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır.” diye, gayet yüksek bir belagatla ümmetine haber vermiş.” (Ş. 587) (Bak: 2305/1. p. başı)

3454/2- Âhirzamanda çıkan nifak cereyanının mahiyetini, Risale-i Nur’un ikazıyla anlayanların, o cereyandan alâkalarını keseceklerini anlatan Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

“Şimdi ihtiyarımızın haricinde onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’i hüc­cetler gösteren ve isbat eden Risale-i Nur geçmesi, kemal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hatta idam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur. (Ş. 339)

Kur’an (19:82) âyetinde remzî bir mana ile; anarşistlerle, onları yetişti­renler arasında zıdlaşma olacağına bir işaret vardır. (Bak: 3654. p. sonu)

3455- “Rivayette var ki: “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tabi olacaklar.”

Vel’ilmu indallah, bunun bir te’vili şudur ki: “Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i sal­tanat olmadığı halde, zekavetiyle ve fenniyle ve siyasi ilmiyle o mevkii kaza­nır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din derslerinden tecerrüd eden ma­arifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır.” demektir.” (Ş.585)

Süfyan ve Deccal’ın kendilerinden daha çok, Süfyaniyet ve Deccaliyet denilen cereyanları ve komiteleri daha dehşetlidir.

Kur’an (27: 48) âyetinde, 9 şerir çete veya çete başlarının şehirde devamlı ifsad edecekleri bildirilir.



Atıf notları:

-Mahkeme kararlarına kadar intikal ettirilen Süfyan mes’elesi, bak: 3841/1, 3841/2. p.lar.

-Rivayette ihbar edilen dine zararlı şahıs hakkında Reis-i Cumhura gönderilen is­tida zeyli, bak: 396/1. p.

-Süfyan’ın ifsadat ve tahribatı ve büyük Deccal’dan daha şerli olması, bak: 249. p.

-Süfyan ve Mehdi’ye dair olan hadislerin mübhem olmasının hikmeti, bak: 2032. p.

-Süfyan müslümanlar içinde çıkacak, bak: 2036. p.

-Süfyan’ı bildiren alâmet, bak: 1772, 2037 ve 3841. p.lar.

3455/1- qqSÜFYAN-I SEVRÎ z‡Y$ –_[S, : “Ebu Abdillah, Said İbni Mesruk’un oğludur. Tebe-i Tabiînden büyük bir fakih, büyük bir muhaddis­tir. Celalet-i kadri, kudret-i ilmiyesi,, salabet-i diniyesi ülemaca müsellemdir.

Ebu Asım demiştir ki: “Sevrî, hadiste Emirül’müminîndir.” ibni Müba­rek de demiştir ki: “Ben bin yüz şeyhten yazdım, Sevrî’den efdal bir zattan yazmadım.”

Nevevî merhum “Tehzib-ül Esma” adındaki kitabında diyor ki: “Sevrî, kendisine ittiba olunan altı mezheb sahiplerinden biridir.” Meşhur Cüneyd-i Bağdadî, Sevrî’nin mezhebine tabi idi. Bu mezheb takib edilmemiştir. Kûfe’li olan Sevrî, Mekke-i Mükerreme’ye gittiği zaman halk başına toplanarak ken­disinden birçok şeyler sormuşlar, o da hiç telaş eseri göstermeksizin onlara cevap vermiş, iftada bulunmuştur. Hafızasında kuvvet, fevkalâde idi. “Kal­bim= hâfızam kendisine tevdi’ ettiğim hiçbir şeyde bana hiyanet etmedi.” demiştir. El’Cami -ül Kebir, El’Cami-üs Sagir, Kitab-ül Feraiz adında eser­leri vardır.

Sevrî merhum Hicri 97 tarihinde Kûfe’de doğmuş, 161 senesinde Basra’da vefat etmiştir.” (H.İ. ci:1, sh: 486)



3456- qqSÜLEYMAN (A.S.) –_W[V, : “Hazret-i Süleyman, Davud Aleyhisselâm’ın oğludur. Onun irtihalinden sonra onüç yaşında olarak yerine geçmiş, sonra kendisine peygamberlik de verilmiştir. Bu cihetle babası gibi nübüvvetle hükümeti cem’etmiştir.

3457- Hazret-i Süleyman’a şark ve garbdaki hükümdarlar itaat göstere­rek kıymetli hediyeler göndermiş. Yemen melikesi Belkıs dahi kendisiyle gö­rüşmeğe gelmiştir. Kızıl Deniz’de hazırlattığı donanmayı Muhit Denizi sa­hillerine göndermişti. “Tedmür”, “Ba’lebek” şehirlerini ve yedi senede Mescid-i Aksa’yı yaptırıp ikmal etmiştir...

Kırk sene pek ihtişamlı bir hâkimiyet sürdükten sonra, elliüç veya altmış yaşında irtihal etmiştir.



3458- Hazret-i Süleyman’dan sonra İsrailoğulları iki devlete ayrıldı. Biri “Yehuda” devletidir ki, payitahtı Kudüs-i Şerif idi ve bu devlet nâs nazarında daha muteber bulunuyordu. Diğeri de “İsrail” devletidir ki, idare merkezi Nablus, ba’dehu Samire şehri olmuştur.

Bu devletler muahheren doğru yoldan çıktılar. İsrail devleti Asuriler tara­fından mahvedildi. Yehuda devleti de Buhdinassar’ın hücumuna uğradı. Bir çok Yehudiler Babil esaretine düştü;daha sonraları İsrailoğulları, İranlıların, Yunanların ve Romalıların hâkimiyeti altına düşerek hâkimiyetlerini elden çıkardılar.



3459- Buhdinassar, Kudüs’ü zabtettiği zaman Beyt-i Makdis’i ve Tevrat nüshalarını yakmış, Üzeyr Aleyhisselâm ile Daniyal Aleyhisselâm’ı da sair Benî İsrail âlimleriyle beraber Babil’e götürmüştü. Bilahare İran’daki “Kiyaniyan” hükümeti Babil’i zabt ile Geldaniye hükümetini mahvedince Benî İsrail, Babil esaretinden kurtulup vatanlarına dönmüşler, Beyt-i Makdis’i yeniden yapmışlar. Çoktanberi unutulmuş olan Musa Aleyhisselâm’ın şeriatı yeniden meydana çıkmıştır.” (B.İ.İ. 487)

Kamus-ul A’lam’ın nakline göre Süleyman (A.S.), Miladdan 962 ve bir rivayette 976 sene evvel irtihal (vefat) etmiştir.



3460- Süleyman (A.S.)’ın ins ü cin ve hayvanata kadar hâkimiyeti olduğu bazı âyetlerden anlaşılıyor:

Ezcümle: “Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men ve umur-u nafiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler: (38:38) ¬…_«S².«ž²~|¬4 «w[¬9Åh«T­8 ilâ âhir...

«t¬7«† «–—­… ®Ÿ«W«2 «–Y­W«V²Q«<«— ­y«7 «–Y­.Y­R«< ²w«8 ¬w[¬0_«[ÅL7~«w¬8«—

(21:82) ilâ âhir...... ayetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zişuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir, onlara temas edilebilir. Şeytanlar dahi düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet ede­bilirler ki, Cenab-ı Hakk’ın evamirine müsahhar olan bir abdine, onları müsahhar etmiştir. Cenab-ı Hak manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şaytanları ve şerirlerini itaat ettiri­yorum. Sen de benim emrime müsahhar olsan, çok mevcudat hatta cin ve şeytan dahi sana müsahhar olabilirler.”

İşte beşerin san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cin­lerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretle­rini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.” (S.258)

3461- Hem “kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali Radıyallahu Anhü, Celcelutiye’nin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum ma­nası hatırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pekçok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzuruna mani’ olunmamak için bir muhafız ifriti dergah-ı İlahîden niyaz etmiş.” (E.L.II. 246)

Bu hâdise de, Süleyman (A.S.)’ın mezkûr hâdisesinde olduğu gibi, Al­lah’ın kâmil insanlara çok mahkulatını teshir edeceğini gösteriyor.



3462- Süleyman Aleyhisselâm hakkında âyetlerden birkaç not:

-Hazret-i Süleyman (A.S.) kıssasında zikredilen “hubb-ul hayr” yani mal veya at ya da hâkimiyet ve muvaffakiyet vesilelerinin sevgisi sebebiyle gelen bir ibtila neticesi, Hz. Süleyman’ın saltanatında iktidarsız kalışı: (38: 31-35)

-Hz. Süleyman’ın (A.S.) mülk ve hâkimiyetinin aleyhinde ins ü cinlerin çıkardık­ları fitne ve entrikalar: (2:102) (Bak: 3401, 3402. p.lar)

-Hz. Süleyman’a (A.S.) rüzgarın teshiri: (21:81) (38:36) (Bak: 3734. p.)

-Hz. Süleyman (A.S.) Hz. Davud’a (A.S.) varis olduğu ve kuş dili öğretildiği ve karınca ve kuşların ahvaline ittıla ve onları istihdam etmek gibi meziyetler verildi: (27: 16-19)

- Hüdhüd’le Belkıs muhaberesi: (27:20-37)

- Taht-ı Belkıs’ın celbi : (27:38-44)

- Rüzgar ve cinlerin teshiri: (34:12, 13)

- Süleyman (A.S.)’ın vefatı: (34:14)

Atıf notu:

-Süleyman (A.S.)’ın tahttan indirilmesi, bak: 2260. p.

3463- qqSÜNNET }±X, : Kanun, yol, âdet. *Siret-i hasen. *Ist: Peygam­ber Aleyhissalatü Vesselâm’ın sözü, emri, hal ve takriri, Müslümanların ittibaında ve dinlemesinde maddi ve manevi pek çok fazilet bulunan, tatbi­kinde mühim sevablar, terkinde mühim zararlar bulunan İslâmî emirler. Sünnet’e Farz-ı Nebevî de denir. (Bak: Âdab, Bid’at, Tatavvu)

3464- “Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef’ali, ahvalidir. Bu üç kısım dahi üç kısımdır: Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir. Farz ve vacib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azab ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm sevablar var; ve tağyir ve tebdili, bid’a ve dalalettir ve bü­yük hatadır. âdât-ı seniyyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise, hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev’iye ve içtimaiye itibariyle onu taklid ve ittiba etmek, gayet müstahsendir. Çünkü herbir hareket-i âdiyesinde, çok menfaat-ı hayatiye bulunduğu gibi, mutabaat etmekle o âdab ve âdetler, iba­det hükmüne geçer. Evet madem dost ve düşmanın ittifakıyla Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) mehasin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil’ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mu’cizatın delaletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’an-ı Hakîm’in hakaikının tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaiyle milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dareyne vasıl olmuşlardır. Elbette o zatın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel nümunelerdir ve takib edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bah­tiyar odur ki: Bu ittiba-ı sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmiyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.” (L. 59)

Bir atıf notu:

- Bilfiil işlenemeyen umur-u hayriyeye binniyet sahib olmak gerektir, bak: 2554. p.

3465- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş:

¯f[Z«- ¬}«¶<_«8 ­h²%«~ ­y«V«4 |¬BÅ8­~ ¬…_«K«4 «f²X¬2|¬BÅX­K¬" «tÅK«W«# ²w«8 (293) Yani: “Fesad-ı üm­metim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.” Evet Sünnet-i Seniyyeye ittiba, mutlaka gayet kıymet­tardır. Hususan bid’aların istilası zamanında Sünnet-i Seniyyeye ittiba etmek, daha ziyade kıymettardır. Hususan fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdabına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuv­vetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı hatıra getiriyor. O ihtardan o hatıra, bir hu­zur-u İlahî hatırasına inkılab eder. Hatta en küçük bir muamelede, hatta ye­mek, içmek ve yatmak âdabında Sünnet-i Seniyyeyi müraat ettiği dakikada, o adi muamele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibadet ve şer’î bir hareket oluyor. Çünki o adi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a ittibaını dü­şünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder. Ve şeriat sahibi o ol­duğu hatırına gelir. Ve ondan Şari-i Hakiki olan Cenab-ı Hakk’a kalbi müte­veccih olur. Bir nevi huzur ve ibadet kazanır.

İşte bu sırra binaen Sünnet-i Seniyyeye ittibaı kendine âdet eden âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.” (L.49)

3466- “Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faideli görmek istersen ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittiba et. Çünki bir muamele-i şer’iyeye tatbik-i amel ettiği vakit, bir nevi huzur veri­yor. Bir nevi ibadet oluyor. Uhrevî çok meyveler veriyor. Meselâ: Birşeyi sa­tın aldın. İcab ve kabul-ü şer’iyeyi tatbik ettiğin dakikada, o adi alış-verişin bir ibadet hükmünü alır. (*) O tahattur-u hükm-ü şer’î, bir tasavvur-u vahy verir.

O dahi Şarii düşünmekle bir teveccüh-ü İlahî verir. O dahi, bir huzur ve­rir. Demek Sünnet-i Seniyyeye tatbik-i amel etmekle bu fani ömür, baki meyveler verecek ve bir hayat-ı ebediyeye medar olacak olan faideler elde edilir.

­˜Y­Q¬AÅ#~«— ¬y¬#_«W¬V«6«— ¬yÁV7_¬" ­w¬8ÌY­< «w<¬gÅ7~ ¬±|¬±8­ž²~ ¬±z¬AÅX7~ ¬y¬7Y­,«‡«— ¬yÁV7_¬" ~Y­X¬8´_«4

(7:158) «–—­f«B²Z«# ²v­UÅV«Q«7 fermanını dinle. Şeriat ve Sünnet-i Seniyyenin ah­kâmları içinde cilveleri intişar eden Esma-i Hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı cami’ olmağa çalış.” (S.362)



3467- Evet “(3:31) ­yÁV7~ ­v­U²A¬A²E­< |¬9Y­Q¬AÅ#_«4 «yÁV7~ «–YÇA¬E­# ²v­B²X­6 ²–¬~ ²u­5

âyet-i azîmesi, ittiba-ı Sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat’i bir surette ilan ediyor. Evet şu âyet-i kerime, kıyasat-ı mantıkıye içinde, kı­yas-ı istisnaî kısmının en kuvvetli ve kat’i bir kıyasıdır. Şöyle ki: Nasıl man­tıkça kıyas-ı istisnaî misali olarak deniliyor: “Eğer Güneş çıksa, gündüz ola­cak.” Müsbet netice için denilir: “Güneş çıktı, öyle ise netice veriyor ki; şimdi gündüzdür.” Menfi netice için deniliyor: “Gündüz yok, öyle ise netice veriyor ki: Güneş çıkmamış.” Mantıkça, bu müsbet ve menfi iki netice kat’idirler. Aynen böyle de: Şu âyet-i kerime der ki: “Eğer Allah’a muhabbe­tiniz varsa, Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki; Habibullah’ın Sünnet-i Seniyyesine ittibaı intac eder.”

Evet Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette O’na itaat edecek. Ve itaat yol­ları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şüphe Habibullah’ın gösterdiği ve takib ettiği yoldur. Evet bu kâinatı bu derece in’amat ile dolduran Zat-ı Kerim-i Zülcemal, zişuurlardan o nimetlere karşı şükür istemesi, zaruri ve bedihidir. Hem bu kâinatı bu kadar mu’cizat-ı san’atla tezyin eden o Zat-ı Hakîm-i Zülcelal, elbette bilbedahe zişuurlar içinde en mümtaz birisini kendine muhatab ve tercüman ve ibadına mübelliğ ve imam yapacaktır. Hem bu kâinatı had ve hesaba gelmez tecelliyat-ı cemal ve kemalâtına mazhar eden o Zat-ı Cemil-i Zülkemal, elbette bilbedahe sev­diği ve izharını istediği cemal ve kemal ve esma ve san’atının en cami’ ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir zata, her halde en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine nümune-i imtisal edip herkesi onun ittibaına sevkedecek; ta ki, o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.

Elhasıl: Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyyenin ittibaını istilzam edip intac ediyor. Ne mutlu o kimseye ki: Sünnet-i Seniyyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip, bid’alara giriyor.” (L.52) (Bak: 2552, 2556. p.lar)



3468- “Zat-ı Ahmediye’ye (A.S.M.) harekât ve ef’alde benzemek, iki ci­hetledir:

Birisi: Cenab-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı daire­sinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünki bu işde en mükemmel imam, Zat-ı Muhammediye’dir. (A.S.M.)

İkincisi: Madem Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) insanlara olan hadsiz ihsanat-ı İlahiyenin en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenab-ı Hak hesabına hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zata eğer benzemek kabil ise, fıtraten ben­zemek ister. İşte Habibullah’ı sevenlerin, sünnet-i seniyyesine ittiba ile ona benzemeye çalışmaları, kat’iyyen iktiza eder.” (L.58)

3469- “Evet rivayet-i sahiha ile, mahşerin dehşetinden herkes, hatta En­biya dahi “nefsî nefsî” dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesse­lâm “ümmetî ümmetî” diye re’fet ve şefkatını göstereceği gibi; yeni dünyaya geldiği zaman ehl-i keşfin tasdikiyle validesi onun münacatından “ümmetî ümmetî” işitmiş. Hem bütün tarih-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârane mekârim-i ahlâk, kemal-i şefkat ve re’fetini gösterdiği gibi; ümmetinin hadsiz salavatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemal-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle, hadsiz bir şefkatini göstermiş. İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyyesine müraat etmemek ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle.” (L.19)

3470- “İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî (R.A.) demiş ki: “Ben seyr-i ru­hanîde kat’-ı meratib ederken, tabakat-ı evliya içinde en parlak, en haşmetli, en letafetli, en emniyetli; Sünnet-i Seniyyeye ittibaı esas-ı tarikat ittihaz edenleri gördüm. Hatta o tabakanın ami evliyaları, sair tabakatın has velile­rinden daha muhteşem görünüyordu.”

Evet Müceddid-i Elf-i Sani İmam-ı Rabbanî (R.A.) hak söylüyor. Sün­net-i Seniyyeyi esas tutan, Habibullah’ın zılli altında makam-ı mahbubiyete mazhardır.” (L.50)



3471- “Arkadaş” Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ın sünnetleri birer yıldız, birer lamba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer’î, zulmetli dalalet yollarında gü­neş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse; şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye olacaktır.

Ve keza o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nail olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semaya çıkmak hamakatinde bulunan Fir’avun gibi bir fir’avun olur..” (M.N. 77) (Bak: Hablullah)



3472- Kur’an, Sünnet-i Seniyyeye uyulmasını müteaddid âyetlerde emre­der. Ezcümle: (4:80) (5:92) (24:54) (47:33) âyetleri birer örnektir. Ehadiste de hayli yer verilen aynı mevzu için ibn-i Mace, Mukaddimenin l. babında tafsilat verilmiştir.

Bir atıf notu:

-Sünnet manasında “on şey fıtrattandır” rivayeti, bak: 971. p.

3473- qqSÜNNETULLAH yV7~ }±X, : İlahî kanunlar. Kanun, âdet. (Bak: Âdetullah, Fıtrat)

Allah, küllî kanunlar şeklinde kâinatta tasarruf ettiği gibi, beşer âleminde de adalet-i İlahiye, asi insanlara musibetlerle ceza; ehl-i hidayete de himayet ve inayetiyle mükâfat vermesi, ekseriyetle cereyan eden Allah’ın umumi bir kanunudur.



Sünnetullah ifadesi hakkında âyetlerden birkaç not:

-Geçmişte zalimlere gelen musibetler, Sünnetullah ve âdet-i İlahiyedir mealinde: (3:137) (8:38) (18:55) (40:85)

-(Asi kavimlere gelen azablar) Sünnetullahtır ve değişmez: (33:62)

-Allah’ın kelimeleri değişmez, bak: 1967. p. da âyet notu.

-Sünnetullah değişmez: (17:77) (35:43) (48:23)

-Enbiya hakkında cari olan Sünnetullah: (33:38)

3474- qqSÜNUSÎ z,YX, : (Seyyid Muhammed bin Ali) (Hi. 1206-1276) Şazelî (Şazilî) Tarikatı’nın sonradan teşekkül eden kollarından birisinin kuru­cusudur. Cezayir’in büyük velilerindendir. Memleketinin bir çok yerlerini ve Mekke-i Mükerreme’yi ziyaret etmiş; Mısır’da, Bingazi’de tederrüsle iştigal etmiştir. Bingazi’de zaviye te’sis etmiş, ibadette ve tedriste bir çok hizmetleri ile büyük çapta muvaffak olmuştur. Vefatından evvel bir mağarayı makarr ittihaz etmiş, dar-ı bekaya irtihalinden sonra oğlu Muhammed Mehdi (Seyyid), halefi olmuştur. Muhammed Mehdi evlad bırakmadığından kendi­sinden sonra meşihat seccadesinde biraderzadesi Seyyid Ahmed Es-Sünusi bin Es-Seyyid Ahmed-üş Şerif bin Es-Seyyid Muhammed Es-Sünusi otur­muştur. Müşarünileyh Birinci Cihan Harbi’nin sonlarında Bingazi’den gelen, saltanat tebeddülünde son Osmanlı Padişahı VI.Mehmed Vahidüddin’in kılınç alayında yeni Padişaha kılınç kuşatmış olan son Sünusî şeyhidir. (R.A.) (Kamus-ul A’lam’dan)

3475- qqSÜVEYDA-ÜL KALB `VT7~ š~f: (Sevad-ül kalb, Sevda-ül kalb) Kalbin ortasında varlığı kabul edilen siyah nokta. Kalbdeki gizli günah. Buna Habbet-ül kalb, Esved-ül kalb de denir. Kalbdeki basiret mahalli diye bilinir. eskiden bir kısım muhakkikler, kalbin mezkûr mahalline; mahall-i ulûm-u diniye demişler. Ekseriyetle mahall-i idrak ve basiret olarak kabul edilir. Bir kısım âlimler de “Kalbin dahili olan akıldan ibarettir” demişler. (Kamus)

Kalbdeki bu mezkûr nokta; kâfirler ve Allah’a isyan edenler için şekavet ve günah, mü’minler için ise, basiret ve idrak mahalli olarak bilinir. (Bak: Ba­siret)



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   135   136   137   138   139   140   141   142   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin