3714- Evet «sath-ı âlemde kurulan şu sergi-yi İlahîde teşhir edilen tezyinata, kemalâta, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle uluhiyetin azametine bir müşahid, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lâzımdır ki, o güzellikleri görsün; o manzaralar arasında tenezzüh etsin; o hârika nakışlara, zinetlere tefekkür ile hayran olsun.» (M.N.189)
Kur’anın mebahisi içinde yer alan kâinattaki masnuat-ı İlahiyeden «herbiri birer hakikatın nümunesi olduklarından, efkârı hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur’an’da kasem ile temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet kasamet-ı Kur’aniye, nevm-i gaflette dalanlara kar’-ul asadır.» (Mu. 12) (Kasemat-ı Kur’aniye sırları, bak: 2133.p.)
3715- Hem «tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümatını dağıtıyor. Lakin nefsinde, batınında, hususi ahvalinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilat ile tedkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvalâta temmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilata geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilatında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma boğulursun.
Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilatlı, âfakî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır, evham seni havalandırır. Enaniyetin kalınlaşır, gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalalete isal eden kesret yolu budur.» (M.N.147)
Bir rivayette de «Azamet-i İlahiyeyi tefekkür edin, Zat-ı İlahiyenin künhünü tefekkür etmeyin, muktedir değilsiniz.» (306) buyuruluyor. (Aklın azamet-i İlahiyeyi ihata edememesi, bak:821, 1636, 3918.p.sonu)
Hem «âfakî malumat, yani hariçten, uzaklardan alınan malumat, evham ve vesveselerden halî olamıyor. Amma bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malumat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh merkezden muhite, dahilden harice bakmak lâzımdır.» (M.N.123)
3716- Tefekkürle alâkalı âyetlerden birkaç not:
-Büyük denizlerden buharı, buhardan bulutu inşa edip rüzgarla ihtiyaç bulunan yerlere göndermek ve ondan yağmuru yağdırıp nebatatı ihya etmekle tecelli eden rahmetli ve hikmetli tasarruf-u Rabbaniyenin tefekkürü: (2:22) (6:99) (7:57) (15:22)
- Âlemin intizamını, yaratılış gayesini ve ni’metleri tefekkür etmek: (3:191) (13:3) (16:11, 12,13, 69) (30:8, 20 ilâ 25) (45:13) (88:17-20)
- Dünya hayatının faniliğini tefekkür: (10:24)
- İhlas hakikatını tefekkür: (2:266)
- Dinin ancak vahye dayandığı hakikatını tefekür: (6:50)
- Ahkâm-ı şer’iyenin hikmetlerini tefekkür: (2:219)
- Levazımat-ı beşeriyeyi taşıyan gemilerin denizde akıp gidişini tefekkür: (2:164) (14.32)
3717- qqTEFE’ÜL Ķ_S# : (Tefaül) «“Fe’l” kökünden gelir. Fe’l: Fa’nın fethi ve hemzenin sükûnu ile “tıyere” mukabildir ki, lisanımızda fal derler. Uğur tutmağa ve yümn kelimesinin tahrif edilmişi olarak yom tutmak ta’bir olunur.
Meselâ: Bir hasta, bir kimseden “Ya Sâlim!” ve gayb bir şey arayan da, “Ya Vâcid!” lafızlarını işitince şifa ve aradığını bulmaya teyemmünle azm ve ümid eder. Ve bu fal daima hayırda kullanılır. Bir kavle göre, hayırda ve şerde kullanılır. Cem’i, fuûl ve uf’ul gelir. Hemzeyi elife kalb ile, fal demek dahi caizdir. Tefaül, tefe’ül, iftial hepsi de fal tutmak manasınadır.» (S.M. ci:7, sh:: 85) (Bak: İstihare, Teşe’üm, Tevafuk)
3718- Henüz bilinmeyen lehte veya aleyhte bazı durumları önceden bir derece anlamak yolunda, bazı hâdiseleri alâkalı görüp Allah tarafından birer alâmet ve işaret sayarak teyakkuza vesile olacak manada tefsir etmek meşru görülmüştür. Fakat tefe’ülü yani görülen işaretleri Allah tarafından olduğunu düşünmeden, tesadüfî veya eşyanın ve hâdiselerin zatlarında hayır ve şerlilik bulunduğunu kabul etmek, itikad esaslarına aykırıdır. Ve şeytan ve ervah-ı habisenin aldatmasına ve vesvese vermesine kapı açmaktır. Bütün kâinata hakim olan Allah’ın adaletli ve merhametli kaderini bilmemektir. Bu tarz fal, dinde şiddetle reddedilmiştir. Allah’ın rahmeti, şerri istemediği ve imtihan dünyasında hayırlara karşı şerlerin ve ervah-ı habisenin asılsız vesvese ve telkinatı olduğu cihetle, böyle vahi vesveselerle bazı şeyleri uğursuz saymak düşüncesi hakikat değildir, vehmîdir ve ehemmiyeti yoktur. (Bak: Vesvese)
3719- Bunun için teşe’ümü red ve «beşer idrakinin akibetini kestiremediği mühim işlerde İslâm dini istihare ile tefe’ülü talim etmiştir.» (S.B.M. cilt:11, sh:113)
Bir hadis-i şerif meali şöyledir: «Ebu Hüreyre (R.A.) Resulullah (A.S.M.)’ın: “İslâmda teşe’üm yoktur, en hayırlısı tefe’üldür” buyurduğunu işittim, dediği rivayet olunmuştur. Mecliste bulunanlar: Tefe’ül nedir ya Resulallah? diye sordular. Resul-i Ekrem: Sizden birinizin duyduğu salih (güzel) sözdür, diye buyurdu.» (307)
3720- Hem «Hudeybiye’de Kureyş, müslümanları müşkil bir vaziyete soktuğu sırada, Kureyş tarafından muahede akdine me’zun bir hey’etin Süheyl bin Amr’ın riyaseti altında gelmekte olduğu duyulunca, Resul-i Ekrem uysallık ve yumuşaklık ifade eden (Süheyl) adıyla tefe’ül ederek ashabına: “Artık işiniz kolaylaştı!” buyurmuştur. Güzel sözle tefe’üle dair güzel bir örnek de Arab edip ve şairi Asmai İbn-i Avn’dan hikâye ederek vermiştir ve doktora gitmek üzere evinden çıkan bir hastanın: (Sâlim) diye birisinin çağırıldığını duyarak hastalığından kurtulacağına yom tutmasıdır, demiştir.» (S.B.M. cild:12, sh:: 101) Sahih-i Müslim, Kitab-üs Selâm’ın Tıyer ve Fal babı ve İbn-i Mace, Kitab-üt Tıb, 43. bab da aynı mevzuya aittir.
3721- qqTEFSİR h[KS# : Arabca ‡ ‰ ¿ kökünden tef’il vezninde masdardır. Mestur, gizli bir şeyi aşikâr etmek. Manayı izhar etmek. *Anladığını anlatmak. Bildiği kadar açıklamak. *Kur’an-ı Kerim’in manasını açıklayan kitab. *Ehl-i hadis ıstılahında, tefsire dair hadis-i şeriflere de tefsir denilir. (Bak: Beyan, İctihad, Terceme, Te’vil) Tefsir kelimesi Kur’anda (25:33) âyetinde geçer.
3722- «Kur’andaki anasır-ı esasiye ve Kur’anın takib ettiği maksadlar: Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet ile ibadet olmak üzere dörttür.» (İ.İ.12) Hakiki bir tefsir, bu dört ana gaye üzerinde tahşidat yapıp diğer meseleleri de bu esasları takviye makamında zikretmelidir.
«Sual: Kur’anın, şu dört hedefe doğru yürüdüğü neden malumdur?
Cevab: Evet benî âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücud ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celbetti; “Şu garib ve acib mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?” diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükümeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı. Ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:
Hikmet: Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?
Bu suale, benî âdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm, nev’-i beşere vekâleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu:
Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’s-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî’nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!
Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’ın verdiği şu cevaplar, Kur’andan muktebes ve Kur’an lisanıyla söylenildiğinden; Kur’anın anasır-ı esasiyesinin şu dört maksatta temerküz ettiği anlaşılıyor.
3723- Sual: Şu makasıd-ı erbaa, Kur’anın hangi âyetlerinde bulunuyor?
Cevab: O anasır-ı erbaa, Kur’anın hey’et-i mecmuasında bulunduğu gibi; Kur’anın surelerinde âyetlerinde kelâmlarında, hatta kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır. Çünkü Kur’anın küllü, cüz’lerinde görüldüğü gibi; cüz’leri de, Kur’anın küllüne ayinedir. Bunun içindir ki, Kur’an müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan küllî gibi tarif edilir.
3724- Sual: ¬yÁV7~ ¬v²K¬" ve ¬y±V¬7 f²W«E²7«~ gibi âyetlerde makasıd-ı erbaaya işaretler var mıdır?
Cevab: Evet, ²u5 kelimesi, Kur’anını çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. Bu mezkûr ve mukadder olan ²u5 kelimelerine esas olmak üzere ¬yÁV7~ ¬v²K¬" dan evvel ²u5 kelimesi mukadderdir. Yani, “Ya Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve talim et.” Demek Besmelede İlahî ve zımnî bir emir var. Binaenaleyh şu mukadder olan ²u5 emri, risalet ve nübüvvete işarettir. Çünki Resul olmasaydı, tebliğ ve talime me’mur olmazdı. Kezalik hasrı ifade eden “car ve mecrur’un takdimi”, tevhide imadır. Ve keza w«W²&Åh7«~ nizam ve adalete, ¬v[¬&Åh7«~ de haşre delalet eder. Ve keza
¬y±V¬7 f²W«E²7~ daki Ä ihtisası ifade ettiğinden tevhide işarettir.
«w[¬W«7_«Q²7~ Ç«‡ adaletle nüvüvvete remizdir. Çünki terbiye, resuller vasıtasıyla olur.
¬w<¬±f7~ ¬v ²Y«< ¬t¬7_«8 zaten sarahaten haşir ve kıyamete delalet eder.» (İ.İ. 12-14) (Kur’anın takib ettiği dört esas, bak: 2107.p.)
3725- Kur’anın hakiki bir tefsirinde, Kur’anda ehemmiyet verilen hususlara ehemmiyet verilmelidir demiştik. Meselâ, ilim ile maneviyatı mezcetmek ve “kitab-ı kâinat” tabir edilen âlemdeki bütün eserleri okutup tefekkür ettirmek... (Bak: Tefekkür) Böylece eserlerden eser sahibini sıfatlarıyla ve eserlerinde takib ettiği hikmetleriyle tanıtıp, marifetullah (Bak: Marifetullah) derecelerinde terakki vermek; Kur’anın yüksek hususiyetlerinden biri olup tevhid esasının temelidir.
Evet velayet-i kübra mesleğini ders veren (Bak: Velayet-i Kübra) Kur’an; akıl ile kalbi, ilim ile maneviyatı, talim ile terbiyeyi beraber ele alır. Hatta Kur’anın ekser muhatabı avam olduğundan, terbiye ve irşada çok ehemmiyet verir. (Bak: İrşad) Kur’anın hakiki bir tefsiri, bir muallim ve mürşid gibi, okuyucusunu talim ve irşad etmelidir. Zira Kur’an «şu âlem-i insaniyetin mürebbisi.. ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin ma ve ziyası.. ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insanyeti saadete sevkeden hakiki mürşidi ve hâdisi.. ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci’ olacak çok kitabları tazammun eden tek, cami’ bir Kitab-ı Mukaddes’tir.» (S.366) şeklinde tarif edilmiştir.
İşte Kur’anın hakiki tefsiri, mezkûr hususiyetlerden hissesi olmalı ve okuyucusunu hem talim hem irşad etmelidir.
3726- Mezkûr tarifi yapan Bediüzzaman, eserlerinde, bazı tefsirlerde görüldüğü gibi, âyetlerin sebeb-i nüzulü, kelimelerin etimolojik incelemesi, kısas ve ihbarat-ı tarihiyede mekân, zaman ve vukuat şeklinin tesbiti gibi mesail-i fer’iyede uzun tafsilata yer vermemiş ve tefsir hakkında şöyle demiştir:
«Tefsir iki kısımdır: Birisi malum tefsirlerdir ki, Kur’anın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve isbat ederler. İkinci kısım tefsir ise: Kur’anın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zâhir malum tefsirler, bu kısmı bazan mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda, muannid feylesofları susturan bir manevi tefsirdir.» (Ş.515)
3727- Kur’an’ın diğer ehemmiyetli bir hususiyeti de şudur ki: Zikrettiği tarihî hâdisat-ı cüz’iye ile, umum zaman ve mekânlarda gelmiş ve gelecek beşer tabakalarına, düstur-u küllî kaidesiyle ders verip irşad eder. Şu halde Kur’anın hakiki bir tefsiri, Kur’andaki kıssaları, birer hâdise-i tarihiye olarak değil, belki birer manzara-i ibret ve irşad olarak nazara vermelidir. Meselâ Kur’anda tekraren zikredilen Fir’avun ve emsali olan azgınlar ve tağutları, sadece birer şahıs olarak değil, aynı zamanda bunların âhirzamana kadar tarihî akış içindeki çeşitli suret ve isimlerle ortaya çıkan tağutiyet ve fir’avuniyet cereyanlarını da anlamak ve şerlerinden muhafaza için halkı irşad etmek lâzımdır. Bu cereyanlar bulundukları cemiyetlerin mevcut şartlarına göre dine düşmanlıkları bazan açıkça, bazan da maskeli ve münafıkane şekillerde olur.
Hülasa hakiki bir tefsir, Kur’anın ana gayelerini ve küllî manasını izhar ve insanları irşad etmelidir.
Evet «Kur’anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belagat ittifak etmişler.» (S.254)
3727/1- Kur’anın her asra bakan dersinden bir misal: Kur’an (40:38) âyetinde, Firavun’a karşı çıkan bir mü’min zattan bahsedilir. O zat kavmine diyor ki: “Bana ittiba ediniz.” Demek o zaman halk, kendilerini hakka bağlayan mühdî ve mürşid zatın sözlerini dinlemeye çok muhtaçtı. Yani halkın, şer liderleri ve cereyanı tarafından idlal edildiği bir fitne devriydi. Bu fitneye karşı çare olarak, tahkikî imanı kazanmış bir zat, irşadla manen muvazzaf bulunuyordu. Mezkûr âyette zikredilen zatın, mü’min vasfının bilhassa ifade edilmesi, o asırda iman za’fiyeti ve küfrün dehşetli istilası olduğuna işarettir. O zat kavmine, sebil-ür reşada (rüşd yoluna) götüreceğini bildirir. Demek ki o zamanın menfî cereyanı, sebil-ür reşada düşman idi. Halkı sebilür reşaddan döndürmüş, aldatmış, şaşırtmış, ifrat ve tefrite düşürmüştü. Yine bu mü’min zat (39. âyetin beyanıyla) kavmine, dünya hayatının bir meta’dan ibaret olduğunu, hakiki hayatın dar-ül karar olan âhirette bulunduğunu tebliğ ve mukayeseli derslerle telkin eder. Âhiretin dar-ül karar olduğunu bildiren âyetteki cümle manidardır. Demek o zaman öyle bir gaflet istila etmiş ki, insanlar âhiretin tagayyürsüzlüğü ile ebedîliğini unutmuş, dünyayı ebedî tevehhüm eder olmuşlardı. O devir ile çağımız arasındaki benzerlik şayan-ı hayrettir. O asrın şerr cereyanı, insanları dünya hayatının menfaat ve lezzetlerine meftun etmiş, fani hayatın nefsanî cezibedarlığını artırmış, böylece âhireti unutturmuştu. Devamında gelen 40, 41, 42, 43. âyetlerde, o mü’min zat halka, dünya hayatında işlenen iyi ve kötü amellerin âhirette muhasebesi olduğunu hatırlatır. Bundan da anlıyoruz ki, âhiretteki muhasebeden de gafil idiler. Mü’min zat, kurtuluşa davet eder, karşı taraf ise Cehennem’e davet eder. Yani günahlara medenilik namı vererek vazgeçilmez bir hayat şekli olarak takdim eder. Hem fen namı altında esbab ve tabiat şirki, hem insanlar üzerine İlahî hâkimiyet yerine beşerî hâkimiyet prensibi gibi, hiç düşünülmedik çeşitli şirkleri dava ve telkin eder. (Bak: 3760/10.p.sonu)
Nihayet o mü’min zat, muvazzaf olduğu tebliğini yapar, irşadatını fetalarına neşrettirir ve Allah’a tevekkül eder. Kavmine hitaben, “Size söylediklerimi (sözlerimi) yakın bir gelecekte zikredeceksiniz, (tezekkür ve tezkiren okuyacaksınız, ona olan ihtiyacı anlayacaksınız)” der. Aynı surenin 45. âyeti ise ifham eder ki, o şer cereyanı o mürşide su-i kasdlar hazırlamış. Fakat Allah o kulunu, onların su-i kasdlarından muhafaza etmiştir. En nihayet o mütecaviz âl-i Firavunu (şer cereyanını), kötü bir azab kuşatmıştır. (Bu âyetin son cümlesi, cifren 1424 eder)
Kur’anda asrımıza bakan ibretli kıssalardan bir misal de 36. surenin 20-29. âyetlerinde anlatılan hâdisedir. Peygamberleri tekzib edip onların tebligatını ilga eden bir dehşetli hâdisenin vehametini gören ve (bunu önleme gayreti içinde uzaktan) koşarak gelen bir recül (mücahid ve kahraman bir zat), resullere (evamir-i İlahiyeye bilhassa İslâm ve hakiki İsevîliğin mümessilleri olan iki resule) uyulmasını (şer cereyanına uyulmamasını) tebliğ eder. Menfaatperest olan o asrın nazarında, dinin ve dini tebliğ edenlerin safiyet ve halisiyetini göstermek için,istiğna düsturunu nazara verir. Daha bunlar gibi pek çok nükte ve işaretlerle asrımıza daha çok bakan kıssanın sonu, devrimizin son hâdisesi olduğuna gizli bir işarettir ki, bir sayha ile o zalim cereyana son verilişini beyan eder.
İşte âyetlere bunun gibi ibret nazarıyla ve her asra bakan manevî dersleri cihetiyle bakılırsa, her asırda bilhassa asrımızda alınacak çok ehemmiyetli ders ve ibretler görülebir. Bir tefsirde, mevzumuzla alakalı bir bahiste geçen bir cümle şöyledir: «Şuayb’ın (A.S.) kıssasına iyi dikkat edilirse, zamanımız medeniyetinin ahlâk-ı umumiyesine pek yakından temas eden noktalar görülür.» (E.T. 2805) Evet Kur’an (12:111) âyetinde beyan edildiği gibi, peygamberlerin kıssalarında çok ibretler vardır.
3727/2- Bediüzzaman Hazretleri de, mevzumuza ışık tutan bir beyanında şöyle der: «Ramazan-ı Şerif’te Kur’an-ı Mu’ciz-il Beyan’ı okurken Risale-i Nur’a işaretleri Birinci Şua’da beyan olunan otuzüç âyetten hangisi gelse bakıyorum ki, o âyetin sahifesi ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-i Nur’a ve şakirdlerine kıssadan hisse almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sure-i Nur’dan ayat-ün nur on parmakla Risale-i Nur’a baktığı gibi, arkasındaki ayat-ı zulümat dahi muarızlarına tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Adeta o makam, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbeder. Ve bu asırda o külliyetin tam bir ferdi Risale-i Nur ve şakirdleridir diye hissettim. Evet Kur’anın hitabı, evvela Mütekellim-i Ezelî’nin rububiyet-i ammesinin geniş makamından, hem nev’-i beşer, belki kâinat namına muhatab olan zatın geniş makamından, hem umum nev’-i beşer ve benî-âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs’atli makamından, hem dünya ve âhiretin, arz ve semavatın, ezel ebedin ve Hâlik-ı Kâinat’ın rububiyetine bütün mahlukatın tebdirine dair kavanin-i İlahiyenin gayet yüksek ihatalı beyanatının makamından aldığı vüs’at ve ulviyet ve ihata cihetiyle o hitab, öyle bir yüksek i’cazı ve şümulü gösterir ki; ders-i Kur’anın muhatablarından en kesretli taife olan tabaka-i avamın basit fehimlerini okşayan zahirî ve basit mertebesi dahi, en ulvî tabakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asırda ve her tabakaya hitab ederek taze nazil oluyor. Ve bilhassa çok tekrar ile «w[¬W¬7_ÅP7«~ «w[¬W¬7_ÅP7«~ deyip tehdidleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semud ve Fir’avunun başlarına gelen azablarla baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, İbrahim ve Musa Alehimesselâm gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor.» (Ş.243)
Bir atıf notu:
-Kur’an’ın mezkûr kıssalara benzer diğer bazı kıssaları için 69, 288,973/1, 3894. p.lara bakınız.
3728- «Ulûm-u Arabiyece sahih ve usul-i diniyece hak olmak şartıyla ve Fenn-i Maanîce makbul ve İlm-i Beyanca münasib ve belagatça müstahsen olan bütün vücuh ve maani, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usulüddin ve ehl-i usul-ül Fıkhın icmaiyle ve ihtilaflarının şehadetiyle, Kur’anın manalarındandırlar. O manalara derecelerine göre birer emare vaz’etmiştir. Ya lafziyedir, ya maneviyedir. O maneviye ise, ya siyak veya sibak-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emare, o manaya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hatta seksen cild olarak muhakkikler tarafından yazılan yüzbinler tefsirler, Kur’anın camiiyet ve harikıyet-i hafziyesine kat’i bir bürhan-ı bâhirdir.» (S.395)
3728/1- Kur’an âyetlerinin manaları küllî olup bir cüz’î manaya inhisar etmez. (Bak:201.p.) Kur’anda keşfiyat-ı fenniyeye ait ihbaratın işaret ve remizler şeklinde olmasındaki bir hikmet: İmtihan sırrını muhafaza etmek olduğu gibi, fünun dahi zamanla ve telahuk-u efkârla inkişaf ettiğinden, müfessir fennî mesaile ait âyetlere kat’i ve muayyen hüküm vermemeli ve istikbaldeki yeni keşiflere ve hâdiselere de şamil olan Kur’an âyetlerini bir mana cüz’üne inhisar ettirmemelidir. (Bak: 1993, 1994.p.lar)
Bir atıf notu:
-Kur’anın pek çok vücuh-u irşadî ve mana tabakaları vardır, bak: 2109- 2112, 2116. p.lar)
Hem de «bir gayr-ı müslim yalnız mescide girmekle müslüman olmasına kâfi olmadığı gibi, tefsirin veya şeriatın kitaplarına, hikmet veya coğrafya veya tarih gibi bir fennin meselesi girmesiyle tefsir veya şeriat olamaz. Hem de bir müfessir veya fakîh mütehassıs olmak şartıyla, hükmü yalnız nefs-i şeriat ve tefsirde hüccettir. Yoksa tufeylî olarak izinsiz tefsir, şeriat kitaplarına girmiş emirlerde hüccet değildir. Zira onlarda tufeylî olabilir. Nâkile itab yoktur. Evet bir fende sözü hüccet olanın sair fenlerde nakil veya dava cihetiyle hükmünü hüccet tutmak, taksim-ül mehasin ve tefrik-ül mesai olan kanun-u İlahîsine vech-i rıza göstermemek demektir...
Hem de mukarrerdir ki; âmm,hassa delalet-i selasenin hiçbirisi ile delalet etmez. Meselâ: Tefsir-i Beyzavî’de (18:96) ¬w²[«4«fÅM7~ «w²[«" olan âyetinde Ermeniye ve Azerbeycan Dağlarının mabeyninde olan te’viline nazar-ı kat’i ile bakmak en büyük mantıksızlıktır. Zira esasen nakildir. Hem de tayini Kur’an’ın medlülü değildir. Tefsirden sayılmaz. Zira o tevil, âyetin bir kaydının başka fenne istinaden bir teşrihidir. Binaenaleyh o müfessir-i celilin tefsirdeki meleke-i rasıhasına böyle zayıf noktaları bahane tutmak, şüpheleri iras etmek, insafsızlıktır. İşte asıl hakaik-ı tefsir ve şeriat meydandadır. Yıldızlar gibi parlıyor.» (Mu.26) (Bak: 3731.p.)
3728/2- Kur’an beşerî ve felsefî düşüncelerin tesirinde kalan anlayışlarla tefsir edilmemeli. «Zira mukarrerdir: Asıl mana odur ki: Elfaz onu sımahta boşalttığı gibi zihne nüfuz ederek vicdan dahi teşerrüb etmekle, ezahir-i efkârı feyizyab eden şeydir.
Yoksa başka şeyin kesret-i tevaggulünden senin hayaline tedahül eden bazı ihtimalât.. veyahut hikmetin ebatîlinden ve hikayâtın esatîrinden sirkat edip cepte doldurarak sonra âyat ve ehadisin telafifinde gizletmek, çıkartmak, elde tutmak, çağırmak ki: “Budur mana, geliniz, alınız” dediğin vakit alacağın cevap şudur: “Yahu!. İşte senin manan siliktir. Sikkesi takliddir, nakkad-ı hakikat reddeder. Sultan-ı i’caz dahi onu darb edeni tardeder. Sen âyet ve hadisin nizamlarına taarruz ettiğinden âyet şikayet edip hâkim-i belagat senin hülyanı, senin hayalinde hapsedecektir. Ve müşteri-i hakikat dahi senin bu metaını almayacaktır. Zira diyecek: Âyetin manası dürrdür. Bu ise mederdir. Hadisin mefhumu mühec, bu hemecdir.» (Mu. 18)
3729- «Madem Kur’an-ı Mu’ciz-il Beyan ulûm-u hakikiyenin envaına cami’ ve umum asırlarda umum tabakat-ı beşeriyeye müteveccih bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette bir tek ferdin fehmi, ona lâyık ve mükemmel bir tefsir yapamaz ve mümkün olmuyor. Çünki bir ferd pek nadir olarak kendi hususi meslek ve meşrebinin te’sirinden kendi fikrini kurtarabilir. Onun hususi meşrebi te’sir ettikçe, tam tamına hakikatı safi olarak ifade edemez. Ferdin fehmi ve manası ona hastır. O ferd, onu kabul eder. Fakat başkalarını ona davet edemez. Eğer cumhur-u ülema onun fehmini kabul ile başkalara şümulünü gösterse, o vakit başkasını o manaya davet edebilir ve hakiki tam tefsir olabilir.
Hem ferdin ahkâmda istinbatı ve içtihadında (hevesi karışmamak şartıyla) o kendi nefsi için amel edebilir, fakat başkalarına hüccet tutamaz. Ta bir nevi icma’ o hükmü tasdik etsin.
Nasıl ki: Ahkâm-ı şer’iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş’et eden manevi anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki; ülema-i muhakkikînden bir hey’et-i âliye bulunsun ki, o hey’et umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ülemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dava vekili hükmünde olmaları cihetinde icma’-ı ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icma’ ile şer’an düstur olabilir. Ve icma’ın tasdik ve sikkesiyle umuma şamil oluyor. Aynen onun gibi lâzımdır:
Dostları ilə paylaş: |