İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə155/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   151   152   153   154   155   156   157   158   ...   169

3927- Hey vahiy bir hâdise-i ruhiyedir. Gerek meşair-i zahire ve gerek meşair-i batınadan kalbe bir tarîk-ı hafi ile seri’ bir şuur telkin eden bir nü­zul-i ruhanidir. Eğer bu nüzulün bir ruh-u emin ile olduğu bittecrübe ma’lum bulunursa tam manasıyla vahiy tahakkuk etmiş ve o zat makam-ı Nübüvvet ihraz eylemiş olur. Nitekim

«w<¬*¬H²X­W²7~«w¬8 «–Y­U«B¬7 «t¬A²V«5 |«V«2  ­w[¬8«ž²~ ­ƒ—Çh7~ ¬y¬" «Ä«i«9

(26:193, 194) buyurulmuştur.» (E.T. 1525-1527) (Bak: İlham)

3928- «(73:5) ®Ÿ[¬T«$ ®ž²Y«5 «t²[«V«2 |¬T²V­X«, _Å9¬~ Çünkü biz sana ağır bir söz ilka edeceğiz -tahammülü, icra ve ifası çok zor olan büyük bir kelâmı üzerine indirip tatbik ve icrasını sana emredeceğiz ki o söz, ağır teklifleri ve mes’uliyetleri ihtiva eden ve def’ u reddi kabil olmayan Kur’an ile risalet emri, ilkası da onun vahyidir. Resulullah’a vahiy nazil olurken o kadar ağır ve şiddetle gelirdi ki derhal çehresi değişirdi. Nitekim Hazret-i Aişe demişti ki: Gayet soğuk bir günde vahiy inerken baktım, açılırken alnından ter fışkı­rıyordu. Kezalik Hıccetül’ veda’da Arafat’ta Gadba nam devesinin üzerinde iken vahiy gelince, ağırlıktan deve çöke kalmıştı. Vahiy ve ilka böyle madde­ten bile bir sıklet ve tazyik ile geldiği gibi, ma’nasındaki ahkâm ve ahlâkın icra ve tatbikatı da nice mücahedelere mütevakkıf ağırlıkları muhtevidir.» (E.T.5428)

3928/1- «Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim’de sened-i mahsuslarıyla Urvetübnü Zübeyr’den Hazret-i Aişe’den evvel-i vahiy ve evvele-i nüzul-i Kuran (96:1) ²~«h²5¬~ olduğu mealen şöyle rivayet edilmiştir ki: Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimize ilk vahiy ibtida rü’ya-yı saliha ile başlamıştır. Bir rü’ya görmezdi ki, fecr-i sadık gibi zuhur etmiş olmasın. Sonra halveti, uzleti hoş­lanır oldu. Hira mağarasına çekilir, avdet etmeksizin orada müteaddit geceler taabbüd ederdi ve bunun için azığını da götürürdü. Sonra Hazret-i Hatice’ye avdet eder, yine azığını alır, giderdi. Nihayet Gar-ı Hira’da idi ki, ona hak geldi. (Müslim’de füc’eten geldi.) Şöyle ki: Kendisine bir melek geldi ve ²~«h²5¬~=İkra yani oku dedi. O da ben okumuş değilim ¯š¬‡_«T¬" _«9«~ _«8 diye cevab verdi. Rasulullah şöyle buyurdu: bu cevab üzerin melek hemen beni tuttu ve vücudumu sarıp öyle sıktı ki takatım hemen tükeniyordu (bizim tabirimizle canıma tak dedi), sonra salıverdi.» (E.T.8)

«Bu hal üç kere tekrarlandı. Sonra Rasulullah (A.S.M.) eve avdet etti. Hazret-i Hatice Rasulullah’ı amcazadesi Varaka ibn-i Nevfel’e götürdü. Va­raka cahiliye devrinde Nasraniyeti kabul etmiş ihtiyar ve âlim bir zat idi. Hira Mağarasındaki hâdiseyi Rasulullah’a (A.S.M.) şöyle izah etti: Sana gelen Ceb­rail (A.S.)dır, telaş etme; bu nübüvvetin alâmetidir.» (E.T.8, kısmen telhisen alındı.) (Ve S.B.M. ci:1, hadis:2, ilk vahyin keyfiyeti hakkındadır.)

3929- «İbn-i Abbas hazretlerinden mervidir ki; (2:281) âyeti, Kur’anın en son nazil olan âyetidir. Şöyle ki: Resullullah hacc ettiği zaman âyet-i kelale yani (4:176)

¬}«7«Ÿ«U7²~ |¬4 ²v­U[¬B²S­< ­yÁV7~ ¬u­5 «t«9Y­B²S«B²K«< nazil oldu. Sonra Arafat’ta vakfede iken(5:3) ¬]B«W²Q¬9 ²v­U²[«V«2 ­a²W«W²#«~«— ²v­U«X<¬… ²v­U«7 ­a²V«W²6«~ «•²Y«[²7«~ nazil oldu. Sonra işbu (2:281) ¬yÁV7~ |«7¬~ ¬y[¬4 «–Y­Q«%²h­# _®8²Y«<~Y­TÅ#~«—

nazil oldu. Ve Cibril Aleyhisselâm “Ya Muhammed! Bunu Bakare’den ikiyüz sekseninci âyetin başına koy” dedi ve bundan sonra Resulullah seksen bir gün yaşadı ki, yirmi bir gün veya yedi gün, yahud üç saat yaşadığı da söylen­miştir.» (E.T. 975)

3930- Vahiy ve ilhamın farkları:

«Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekserisi melaike vasıtası ile ve ilhamın ekserisi vasıtasız olmasıdır. Meselâ: Nasılki bir padişahın iki su­retle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini bir valiye gönderir. O hâkimiyetin ihtişa­mını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir iç­tima yapıyor. Sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanı ile ve padişah-ı umumi ismiyle değil, belki kendi şahsı ile hususi bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçi veya bir adi raiyetiyle, hususi telefonu ile hususi konuşmasıdır. Öyle de Padişah-ı Ezelî’nin umum âlemlerinin rabbi ismiyle ve kâinat hâlikı ünvanı ile vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar ile mükâle­mesi olduğu gibi, her bir ferdin ve her bir zihayatın rabbi ve hâlikı olmak haysiyetiyle hususi bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir ve havassa hastır. İlham ise gölgeli­dir, renkler karışır, umumidir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayva­nat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok envalarıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.» (Ş.124)



3931- «Vahiy iki kısımdır:

Biri: “Vahy-i sarihî”dir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur’an ve bazı ehadis-i kudsiye gibi.

İkinci Kısım: “Vahy-i zımnî”dir. Şu kısmın mücmel ve hülasası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilatı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde Zat-ı Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm, bazan yine ilhama, ya vahye istinad eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilat ve tasviratı ya vazife-i risalet noktasında ulvi kuvve-i kudsiye ile beyan eder ve­yahut örf ve âdet ve efkâr-ı amme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında be­yan eder.

İşte her hadiste bütün tafsilatına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşe­riyetin muktezası olan efkâr ve muamelatında, risaletin ulvi âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumi cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilata bazan tefsir lâzım geliyor, hatta tabir lâzım geli­yor. Çünki bazı hakikatler var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasılki bir vakit huzur-u Nebevî’de derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Şu gü­rültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem’in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.” Bir saat sonra cevap geldi ki: “Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem’e gitti.” Zat-ı Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm’ın beliğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin te’vilini gösterdi.» (M.93)



3932- Kur’anda geçen ins ü cin şeytanlarının telkini manasındaki vahiy ifadesi şöyle tefsir ediliyor:

«İns ü cin şeytanları (6:112) ~®‡—­h­3 ¬Ä²Y«T²7~ «¿­h²'­ˆ ¯m²Q«" |«7¬~ ²v­Z­N²Q«" |¬E­< birbirlerine gurur için, aldatmak için laf zührufu, söz yaldızı, içi bozuk, dışı süslü aldatıcı sözler vahyederler.

Suret-i umumiyede vahiy, biri vahy-i hak, biri vahy-i batıl olmak üzere iki nevidir. Ve bunun ikisine de şamil olan en umumi manasıyla vahiy, “seri bir ima ile söz” demektir. Vahy-i hakiki vahy-i hak ve cebr-i İlahî olmakla bera­ber, seri bir ima ve işaretle suret-i hafiyede verilen telkinat-ı batılaya dahi mecazen vahiy ıtlak edilir.

Şeytanetkâr olanlar da vahiy veya ilhamı hep bu mecazi manada kullana­rak falan ve falandan icra-yı şeytanet edereler: İlham almış derler...» (E.T. 2032)



Bir atıf notu:

- İnsî ve cinnî şeytanların aldatıcı telkinleri, bak: 760/1, 2714.p.sonu.

3933- Vahiy hakkında âyetlerden bir kaç not:

- Vahyin lüzumu ve üç şekil: (45:51)

- Resulullah’ın (A.S.M.) vahyi unutmaması: (20:114)

- Miracdaki vahiy: (53:10)

- Havariyyuna gelen ilham manasındaki vahiy: (5:111)

- Hz. Musa’nın (A.S.) anasına ilham manasına gelen vahiy: (28:7) (20:38)

- Kendilerine vahiy gelen peygamberlerden bir kısmının isimleri: (4:163)

- İnsanlar arasında bir recüle gelen vahyin taaccüble karşılanması: (10:2)

- Vahiy ve hakikatının te’vilat-ı faside ile beşerî arzulara uydurulması isteğinin reddi: (17:73)

- Vahiy hakikatının ilim ve akl-ı beşerde bulunamıyacağına işaret: (17:86)

- Emrimizden bir ruh vahyettik mealindeki âyet: (42:52)

- Peygamberimizden önce, erkekler arasından seçilen peygamberlere vahiy gelmiştir: (12:109) (16:43) (21:7)

- Bütün Peygamberlere gelen vahyin en mühim müşterek hükmü: (21:25)

- Vahye mazhar olduklarını yalandan iddia edenlerin en zalim kimseler olacakla­rının beyanı: (6:93)

- Nübüvvet vahye istinad eder: (4:105) (6:50) (7:203) (10:15, 16) (33:2) (46:9)

- Kur’anın Ruh-ül Emin’le inzali: (2:97) (26:193)

- Vahiy gelmesi manasında, “Biz sana ağır bir söz ilka edeceğiz” mealindeki âyet: (73:5)

Bir atıf notu:

- Vahye şüphe iras etmemek için semadan şeytanların recmedilmesi, bak: 1018.p.

3934- qqVAKF r5— : Kelime manasıyla bir kimseyi veya birşeyi alıkoy­mak, durdurmak. Kımıldatmamak. Hareketten fariğ olma, imsak etme. Hap­setmek.

3935- «Istılahda vakıf: Bir mülkün menfaatini halka tahsis edip aynını Allah Teala’nın mülkü hükmünde olarak, temlik ve temellükden müebbeden men’ etmektir. Bu tarif, İmameyn’e göredir. İmam-ı Azam’a göre Vakıf: Bir mülkün aynı sahibinin mülkü hükmünde kalmak üzere mefaatinin bir cihete tasadduk edilmesidir.» (H.İ. ci:4, sh:155)

3936- «Vakıf, İslâm hukukunca caizdir. Yalnız caiz olmakla kalmayıp aynı zamanda pek memduhtur, kurubattan maduddur, insaniyete yardımdan ibaret bulunduğu cihetle pek müstahsendir. Bu hususta müctehidler arasında ittifak vardır. Yalnız fukahadan Şüreyh, vakfın cevazına kail olmamış,

¬yÁV7~ ¬m¬¶<~«h«4 ²w«2 «j²A«&«ž kavline istinad ederek vakıf sebebiyle varisleri muay­yen hisselerinden mahrum bırakmanın cevazına muhalif bulunmuştur. Fakat bu zatın bu ictihadı, vakfın meşruiyetini gösteren delillere muhalif, amme-i müslimînin bu babdaki teammülüne gayr-ı muvafık, şahısların kendi malları üzerindeki hürriyet-i tasarrufiyelerine münafi olduğundan bu husustaki itti­fakı ihlal edecek mahiyette değildir.» (H.İ. ci:4,shfa:203)



3937- Kur’anda vakıf kelimesi geçmemekle beraber,

- Karz-ı hasen: (57:18) (73:20)

- Fisebilillah infak: (2:195, 261)

- Yoksullara i’ta: (2:177)

- Fakiri yedirmek, it’am: (89:18) (107:3)

- Sadaka vermek: (4:114)

- : Hayratta yarışmak (2:148) (3:114) gibi âyetlerin işaretlerine ve bilhassa hadiste bildirilen sadaka-i cariye (İbn-i Mace, Mukaddime, 20.Bab) gibi rivayetlerin dela­letine istinaden ülema-i İslâm vakfın meşruiyet ve müstahsenliğine ictihaden hük­metmişlerdir.

3938- Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusunun 4. cild, 12. Kitabı, vakıflara aittir. Bu kitapta, vakıfların nevileri, tarihçesi, şartları, tadil ve tahsis edilip edilmemesi, kiraya verilmesi, mürur-u zaman gibi çeşitli me­seleler hakkında geniş bilgi verilmektedir. Tac Tercemesi 2. cild sh: 429’da onikinci bölüm, vakfa dairdir.

3939- qqVAKF-I HAYAT ?_[& r5— : Hayatını dinî hizmete vakfetme. Kur’anda (3:35) (24:37) âyetlerinin işaret ettikleri vecihle, hayatını dünyevi kayıdlardan azade kılarak din hizmetine verip bağlamaktır. (Ashab-ı Suffa gibi.) Kur’anda zikredilen feta, havariyyun ve Ashab-ı Kehf gibi genç mücahidler de bu manada yiğitlerdi. (Bak: Ashab-ı Suffa, Bekâr, Havariyyun, Hicret, Miskin)

Birkaç atıf notu:

- Dine hizmet ehlinin ve meskenlerinin hususiyetlerine âyetin işareti, bak: 3700, 3701.p. lar.

- Zekata en lâyık olan fisebilillah çalışanlar, bak: 4050.p.

- Dünyayı terkedenler, bak: 4107.p.

- Din yolunda hicret eden cemaat-ı kalile, bak: 958/1.p.

Kur’an (9:122) âyetinde de cemaat-ı İslâmiyeden bir taifenin ilm-i dini tahsil ve tebliği için bulunmasının lüzumu bildirilir. Bu sahada hizmet etmek isteyenlere mani olmak isteyenler ebeveyn dahi olsalar, sözleri dinlenmez. (Bak: 178 ve 1613-1615.p.lar)



3940- Hizmet-i Kur’aniyede sadakat ve ihlas hakikatına uygun olarak vakf-ı hayat eden manevi hizmet fedakârlarının kıyamete kadar devamını is­teyen Bediüzzaman’ın yazdığı vasiyetnamelerinden biri aynen şöyledir:

«Ecel muayyen olmadığı için benim şiddetli hastalığım her vakit gelebilir diye, evvelce yazdığım vasiyetnamelerimi te’yiden bu vasiyetname de şid­detli, dahilî bir hastalığımdan ihtar edildi. Ben de beyan ediyorum ki: Benim vefatımdan sonra, benim emaneten elimde bulunan Risale-i Nur sermayesi hem mu’cizatlı Kur’anımızı tab’ettirmek için Eskişehir’de muhafaza edilen sermaye, o Kur’anın tevafukla ve fotoğrafla tab’ına ait, yanımızdaki sermaye ise, Risale-i Nur’un sermayesidir. O sermaye Cenab-ı Erhamürrahimîn’e hadsiz şükür olsun ki; yetmiş küsur sene evvel o zamanın âdetine muhalif olarak kendim fakirliğimle beraber onların tayinlerini verdiğime bir ihsan ve lütf-u Rabbanî olarak o zamandan elli-altmış sene sonra Cenab-ı Erhamürrahimîn o örfî âdete muhalif kaidemi manevi ve geniş Medeset-üz Zehra’nın halis ve nafakasını te’min edemeyen ve zamanını Risale-i Nur’a sarfeden talebelerine aynen ve eski zaman ihsan-ı İlahî neticesi olarak şimdi yanımızdaki sermaye onların tayınlarıdır ve tayınlarına sarf edilecek ve kaç senedir benim yaptığım gibi benim manevi evlatlarım, benim vereselerim aynen öyle yapmak vasiyet ediyorum.

İnşaallah tam Risale-i Nur intişara başlasa; o sermaye şimdiki fedakâr, kendini Risale-i Nur’a vakfeden şakirdlerden çok ziyade fedakâr talebelere kâfi gelecek ve manevi Medreset-üz Zehra ve Medrese-i Nuriye çok yerlerde açılacak. Benim bedelime bu hakikate, bu hale manevi evlatlarım ve has ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nur’a kendini vakfeden kahraman ve herkesçe malum kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını rica ediyorum. Risale-i Nur itibariyle bana hiç ihtiyaç kalmadığı için âlem-i berzaha gitmek benim için medar-ı sürurdur. Siz mahzun olmayınız. Belki beni tebrik ediniz ki, zahmetten rahmete gidiyorum.» (E.L.II. 234)

3940/1- Yukarıdaki ifadede görüldüğü gibi, Bediüzzaman Hazretlerinin Medrese-i Nuriyelerinin açılması hakkında bazı tavsiyeleri vardır. Ezcümle, Risale-i Nur’un ehemmiyetini anlatan bir mektubunda şöyle der:

«Elbette bizlere lâzım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususi dershaneler açılma ve izin verilmesine binaen, Nur şakirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dersane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir mes’elesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlarının izahı ol­duğu için; hem ilim, (*) hem marifet, hem ibadettir. Eski medreselerde beş-on seneye mukabil, inşaallah Nur medreseleri, beşon haftada aynı neticeyi te’min edecek ve yirmi senedir ediyor. Ve hem hükümet ve millet ve vatan, hem hayat-ı dünyeviyesine ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok faidesi bulunan bu Kur’an lemeatlarına ve dellalı bulunan Risale-i Nur’a değil iliş­mek, tamamıyla terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki; geçen dehşetli gü­nahlara keffaret ve gelecek müdhiş belalara ve anarşistliğe bir sed olabilsin.» (E.L.I. 249) (Ashab-ı Suffa’nın da böyle cemaat dersleri vardı, bak: 3701.p.)



3940/2- Bediüzzaman Hz.nin yazdığı müteaddid vasiyetnamelerinde, (bir önceki parağrafta kaydedildiği gibi) hassaten Nur hizmetinde vakf-ı ha­yat eden fedakârların üzerinde durması calib-i dikkattir. Mezkûr vasiyetna­melerden iki kısa parça:

«Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin sermaye­sini, kendilerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayinlerine vermek, hususan nafakasını çıkaramayanlara vermek lâzımdır.» (E.L.II. 200)

«Hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bula­mayan fedakâr Nur talebelerinin tayinatına acib bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o halis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki, altmış-yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler.» (E.L.II.216)

3940/3- Bediüzzaman Hz.nin hizmetkârları tarafından teksir makinasıyla çoğaltılmış bir broşürde, azami fedakârlığı fiilen yaşayan ve “ha­kiki fedakâr Zübeyir” (E.L.II. 15) takdirini kazanan ve hayatıyla ve teşvikatıyla çok fedakârların yetişmesine de vesile olan merhum Zübeyir Gündüzalp aynı mevzuda diyor ki:

«Üstadımız Merhum Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Risale-i Nur’la Kur’an ve imana hizmet mesleğinde azami ihlası esas tutmuştur. Buna maz­har olabilmek için de, bütün meşru maddi-manevi lezzetleri ve menfaatleri terketmiştir. Feragat ve fedakârlıkta azami bir derecede istiğna teşkil etmiştir.

...Ömürlerini bu ulvi hizmete vakfedenlerin ruhlarına rahmet-i İlahî öyle bir lezzet, öyle İlahî zevk ve şevk veriyor ki, bu mazhariyete erişenler artık başka bir ücret ve zevk aramaya kendilerinde ihtiyaç hissetmiyorlar. Şu mu­vakkat dünyada rıza-yı İlahî uğrunda imana hizmet aşkının tevlid ettiği bu manevi zevkten başka bir zevk tanımıyorlar; hem tanımak da istemiyorlar...

... Bediüzzaman Said Nursî’nin (R.A.) Risale-i Nur’la imana hizmet eden Nur Talebelerine evvelce yazdığı bir mektubdan bir parça okuyacağız:

«Aziz sıddık kardeşlerim,

Bu zamanda avam-ı mü’minînin itimat etmesi ve iman hakikatlarını te­reddütsüz alması için öyle muallimler lâzım ki; değil dünya menfaatını, belki âhiret menfaatlarını dahi ehl-i imanın menfaat-ı uhreviyesine feda ederek o ders-i imanîde her cihetle şahsî faidelerini düşünmeyip yalnız ve yalnız hakikatlara rıza-i İlahî, aşk-ı hakikat ve hizmet-i imaniyedeki hak ve hakkani­yet için çalışsın. Ta her muhtaç delilsiz kanaat edebilsin; bizi kandırıyor de­mesin. Ve hakikat pek çok kuvvetli olduğunu ve hiç bir cihette sarsılmadı­ğını ve hiç bir şeye âlet olmadığını bilsin. Ta imanı kuvvetlensin ve o ders ayn-ı hakikattır desin, vesvese ve şüpheleri zail olsun.» (S.N. 114)

«Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek, pek büyük bir fa­zilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad olur ki; şuursuz olarak avam-ı mü’minîn o iman-ı tahkikî sahibinin imanına istinad ederek, kuvve-i maneviyeleri kırıl­maz, dalaletlere karşı dayanırlar.» (B.L. 250)

Evet Risale-i Nur’un «iman-ı tahkikîyi taşıyan halis ve sadık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde -hizmet-i imaniye itibariyle- adeta birer gizli kutub gibi, (Bak: 1517.p.ilk bend) mü’minlerin manevi birer nokta-i istinadı olarak bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi, kuvve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü’minlere manen mukavemet ve cesaret veri­yorlar.» (Ş.749)



3940/4- Atıf notları:

- Risale-i Nur’da fedakârlık bir esastır, bak: 2924.p.

- Bediüzzaman Hz.nin azami fedakârlık için mücerred kalması, bak: 415.p.

- Münafıkların, nazarları harice dağıtmak planlarına rağmen hizmet-i imaniyede vakf-ı hayat eden fedakârlar, bak: 3098.p.

- Risale-i Nur’un fedakâr hizmet cemaatı, Mehdiyetin hâkimiyet devresinde dahi manevi bir istinad merkezi olarak devam edecek, bak: 2303.p.

3940/5- Hizmet-i diniyede fedakârlık yapan bir hizmet ehlinin bazı me­ziyet ve hususiyetleri vardır. Bu hususiyetlerin mühimlerinden birincisi ih­lastır. Yaptığı hizmetinde rıza-yı İlahîden başka bir maksadı yoktur. İhlas maddesinde beyan olunduğu üzere, ihlasa zarar veren hareketlerden kaç­mağa çalışır ve ihlasın fiilî tezahürlerini yaşar, lafızda bırakmaz. İhlasın fiilî tezahürlerinden bazı örnekler 1514-1521.p. larda gösterilmiştir, oraya bakı­nız.

3940/6- İkinci meziyet, azami sadakattır. Yani kişi kendi anlayış ve te­mayüllerine göre değil, “Risale-i Nur’un talimatı dairesinde” (E.L.I.73) hiz­met etmektir. Geniş bilgi içn “Sadakat” maddesine bakınız.

3940/7- Üçüncü meziyet, takva ve ciddiyettir. Laübali ve gayr-ı ciddi ha­reketlerden uzak durmaktır ki, bir dava adamının bütün meziyetlerinin istinad ettiği temel vasfıdır. Bu hakikatı Bediüzzaman Hazretleri şöyle anla­tır:

«Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikata yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgarlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.» (İ.İ. 107)

«Evet şu rabıta olan sıdk ve ciddiyet kesildiği anda, o ahlâk-ı âliye kurur ve hebaen gidiyor.» (Mu. 130)

Bir rivayette de mealen şöyle buyuruluyor: «Birr (iyilik), elbise ve kıyafet güzelliği değil velâkin birr, sekinet (Bak: Sekinet) ve vakar (ağırbaş olup ha­fif-meşreb olmamak)tır.» (R.E.sh:362)

Maneviyat sahasında bulunan bir hizmet ehlinin takva ve ciddiyeti baş­kalarına da in’ikas eder; hizmet-i diniyenin kudsiyetini korur. Hizmet ehli için lâzım olan, vicdan-ı ammenin itimad ve güvenini te’min eder, gayr-ı cid­diliği ve lâübalilikleri önler, manevi kemalâtın yolunu açar. Mezkûr evsafta mütesanid bir hizmet cemaatının varlığı, âlem-i İslâm ve bilhassa avam taba­kasının manevi bir istinad merkezi olur.

Evet böyle bir hizmet cemaatı, bu fesad ve fitne zamanında, Âl-i Beyt’in âlem-i İslâmda manevi merkeziyet vazifesini hamildir. (Bak: 198, 199.p.lar) Elbette ki böyle kudsi bir vazifede vazifedar olan, o vazifeye lâyık olmalı ve olmaya ciddi çalışmalıdır. (Bak: 3118.p.)

Bu fedakârların hayatları ve lisan-ı halleri, bilhassa yeni gençler için bir örnek ve erişilmesi istenen bir nokta-i kemal olur. Hem yeni fedakârların ye­tişmesine en elzem zemini teşkil eder. Nazarları dünyaya ve makamata çev­rilen ve asrın fitne ve fesadı içine itilen gencin fedakâr, müttaki, İslâmî hayat ve vicdaniyata sahib (Bak: Vicdaniyat) bir ehli olması ihtimali zayıftır. O halde mezkûr evsafta bir cemaat-ı mümtazenin varlığı elzemdir. Aksi halde kudsi vazifeler payimal olur. (Bak: 1452.p.)

Bilhassa yeni gençlerle alâkadar ve örnek olan hizmet ehlinin takva, cid­diyet ve vakar gibi ulvi meziyetleri kazanmaları için gereken hususların en mühimlerinden bir kısmı 2820/1.p. da zikredilmiştir. Atıflarıyla beraber o parağrafa bakınız.



3940/8- Dördüncü meziyet, azami istiğna ve iktisaddır. Medeni hayat namı altında israfata girmemek (Bak: İsraf) ve insanların teveccüh ve menfa­atlerini aramamakla izzet-i diniyesini ve hizmette ihlasını muhafaza etmektir. (İstiğna maddesine de bakınız.)

3940/9- Beşinci meziyet, azami fedakârlıktır ki, bu üzerinde durduğu­muz vakf-ı hayat maddesinde izah ediliyor. (2924.p.a da bakınız.)

3940/10- Altıncı meziyet ise sebattır. Bediüzzaman Hazretleri hizmette sebat etmenin, bazı haricî tesirlerle ve nefsanî temayüllerle dünyevi menfaat ve keyiflere esir olmamanın lüzum ve ehemmiyeti üzerinde durur ve Eski Said devrinde de sebatkârlığı bir esas olarak benimser. Bununla alâkalı ola­rak eserlerinden birkaç kısa örnek:

«Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet nokta­sında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zann ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.» (K.L. 89)

«Risale-i Nur, kendi sadık ve sebatkâr şakirdlerine kazandırdığı çok bü­yük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiat olarak, o şakirdlerden tam ve halis bir sadakat ve daimî ve sarsılmaz bir sebat ister.» (K.L122)

«Senin gibi Risale-i Nur’un bir fedaisi (dünya ile) alâkası olmamalı ve alâka peyda etmemeli. Alâkalı olsa, fevkalâde bir sebat bir ihlasın lüzumu ile beraber; bazı arızalar içinde sarsılır, tam fedakârlık edemez.» (K.L.231)

«Mesleğimizde ihlası tammeden sonra büyük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki; öyleler, herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş, adi bir adam ve yirmi-otuz yaşında iken, altmış-yetmiş yaşındaki velilere teveffuk etmişler var.» (K.L. 248)

«Kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-ı ihlas ile, herşeyin fevkinde hakaik-ı imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehem­miyetli görüyorum. Çünki o on adam, tam o hakikatı herşey’in fevkinde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpleler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini, hususi makamından ve hususi hissiyatın­dan geliyor nazarıyla bakıp, mağlub olarak dağılabilirler. Bu mana için hiz­metkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.» (E.L.I. 75)

«Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhur-u selasenin çok sevablı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silahla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i Nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.» (E.L.I.43)

«Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sair yerlere nisbeten en sıkıntılı ve en soğuk olan bu hapsin zahmet ve meşakkatını çeken, elbette bu hapsin sebebinde derecesine göre bir kaçın­mak meyli olacak. Fakat onun zahirî sebebi olan Risale-i Nur’un o zahmet çekenlere kazandırdığı iman-ı tahkikî ve iman-ı tahkikî ile hüsn-ü hatime ve şirket-i maneviye ile yüzer adam kadar a’mal-i saliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, bu iki neticenin fiatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebat­kârlıktır. Onun için, pişman olmak ve vazgeçmek, büyük bir hasarattır.

Şakirdlerin dünya ile alâkası olmayan ve pek az bulunanları için bu hapis daha hayırlıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alâkası bulunan ve idaresi ye­rinde olanlara, sarfedilen paraları muzaaf sadakalara ve geçirilen ömür saat­leri muzaaf ibadetlere çevirmesinden, şekva yerine şükür etmeleri iktiza edi­yor. Ve fakir ve zaif kısmı ise; zaten hapsin haricinde onlara, faidesiz sevablar, mes’uliyetli meşakkat verdiğinden, bu hayırlı, çok sevablı, mes’uliyetsiz ve arkadaşlarının mütekabil tesellileriyle hafifleşen meşakkat, onlar için medar-ı şükrandır.» (Ş.316)

«Mahkemede son söz olarak yüzlerine söylediğim bu cümle: “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsi hakikata, başımız dahi feda olsun” ile, bizim nihayete kadar sebat edeceğimizi dava etmişiz. Bu davadan vazge­çilmez. İçinizde vazgeçecek yok ümid ediyorum.» (Ş.339)

«Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmıyan bu samimi dindarlar ve ciddi müslümanlar eğer her biri bir veli, hatta bir kutub görünse, benim nazarımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyadeleştirecek ve eğer birer ami ve adi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmiyecek diye karar verdim.» (Ş.307)

İşte ehl-i hizmetin daha bunlar gibi mezaya-yı mümtazaneleri vardır. Se­vilen bir kişidir, münakaşa etmez, cemaati dağıtmaz, toplar; şahsî hukukta anlaşmazlık ve mes’eleler çıkarmaz, ikna edicidir; Risale-i Nur’u dikkatle okur ve ona hasr-ı fikir eder, manevi ve fikrî istifadeyi ve hizmet düsturlarını Nurlardan alır; müsbet hareket eder. Vazifesinin dışına taşıp geniş dairenin cazibesine kapılmaz; vazife sahasında istikrarlıdır, müdebbirdir, münafıkların gizli desiselerini sezer ilh...

Mezkûr nakillerde de görüldüğü gibi hizmet ehli, hizmet hayatında kar­şılaştığı sıkıntılar, sabır, sebat ve tahammül ile karşılar. Bahsimiz olan bu im­tihan çeşitlerinden bazan hizmet hayatında yalnız kalmak, bazan etrafında çokların toplanması, bazan dünyanın cazib menfaat ve zevkleriyle karşılaş­mak, bazan mahrumiyetler içine düşmek gibi pek çok İlahî imtihanlar vardır. Bu haller karşısında sabr u sebat ve fedakârlığı tercih etmekle, imtihanı güzel vermek gerektir. Mücahidlik ve fedakârlık gibi sıfatlar,meşakkatsız tahakkuk etmez.



Bir atıf notu:

-Sebatkârlığı kırmamak dersini veren. Hz. Kâ’b’ın hâdisesi, bak: 575-580.p.lar.

3940/11- Sebatla âkalı âyetlerden bir kaç not:

- Cihadda sebat: (8:45)

- Allah hakiki mü’minleri sabit söz (değişmez hakikat: hakaik-ı Kur’aniye) ile tesbit eder, sebat verir: (14:27)

- Allah, Resulünü sebatkâr kılarak gayr-ı hak fikirlere meyilden korudu: (17:74)

- (Kur’anı inzal etmekle hak ve imanın şuuruna erdirip) mü’minlere sebat verildi: (16:102)

- Allah, İslâma yardım (maddi veya manevi cihad ve hizmet) edenlerin ayaklarını kaydırmaz, sebat verir: (47:7)

3941- Kur’an (10:62) âyetinde evliyaullah namıyla mezkûr ve azami ihlas, takva ve teslimiyetle mümtaz cemaat-ı makbule hakkında şu izahat veriliyor:

«Evliyaullah ünvanı; Allah’a dost olanlar, Allah için dost olanlar, Allah için icra-yı velayet edenler manalarına gelebilir. Ve velayet; muhabbet, nusret, tenfiz-i emir mefhumlarını ifade eder. Bu ünvana kimlerin müstahak oldukları hakkında müfessirînin naklettikleri bazı rivayetler vardır. Senedleri Taberi’de mezkûr olduğu üzere Said ibn-i Cübeyr’den mervidir ki, Resulüllah’a evliyaullahtan sual edilmiş ve şöyle buyurulmuştur: ­yÅV7~ «h¬6­† ~ Η­‡ ~«†¬~ «w<¬gÅ7~ ­v­; (335) Diğer bir rivayette:

²v¬Z¬B«< Ì—­h¬7 ­yÅV7~ ­h«6 ²g­< -onlar öyle zevattır ki gördükleri zaman Allah zikr ü yad olunur. Ta’bir-i âherde sade görülüvermelerinden dolayı Allah hatırlanır. Semt ve hey’etleri yani siretleri ve halleri derhal Allah’ı ihtar eder ki, İbn-i Abbas işbu “semt ve hey’et” tefsiri yerine “ıhbat ü sekinet” demiştir. Bunla­rın mal ve sair esbab ü menafi’ ile alâkadar olmayarak ancak Allah için Al­lah’da seviş, yV7~ |4 `& ile birbirlerine muhabbet ve musafat eden yV7~|¬4 –Y"_EBW7~ oldukları da mervidir. Nitekim Ömer İbnilhattab Radıyallahü anhü’den mervidir ki Resulüllah Sallallahü Aleyhi Vesellem şöyle buyur­muştur:

“Allah’ın kullarından bir takım insanlar vardır ki; enbiya değil, şüheda da değildirler amma yevm-i kıyamette Allah indindeki makamlarından dolayı onlara enbiya ve şüheda gıbta edecekler.”

“Bunlar kimlerdir? Ve amelleri nedir? Bize haber ver ki bu surette biz de onlara muhibb oluruz ya Resulallah” dediler. Resulullah: “Bunlar bir kavmdir ki aralarında ne akrabalık, ne de teati edecekleri emval alâkası ol­maksızın Allah ruhuyla Allah’da sevişirler; fevallahi yüzleri bir nur ve kendi­leri nurdan bir minber üzerindedirler. Nâs korktuğu vakit bunlar korkmaz­lar, nâs mahzun oldukları zaman bunlar mahzun olmazlar” buyurdu ve bu âyeti okudu:

«–Y­9«i²E«< ²v­; «ž«— ²v¬Z²[«V«2 °¿²Y«' «ž ¬y¬±V7~ «š_«[¬7²—«~ Å–¬~ «ž«~ (10:62) Ebu Hüreyre’den ve Ebu Malik-i Eş’arî’den dahi aynı mealde rivayetler varid olmuştur.» (E.T. 2730) (Bak. Ebdal)



Bir atıf notu:

- Ashab-ı Suffa’nın huzur-u Nebevî’den kovulmasını isteyen mütekebbirlere karşı nüzul eden âyetler, bak: 295.p.

3941/1- qqVASİYET }[.— : Bir işi birisine havale etmek. *Emir. *Fık: Bir malı veya menfaatı ölümden sonrası için bir şahsa veya bir hayır cihetine teberru yolu ile (yani, meccanen) temlik etmek.

H.İ. 4. cild 13. kitap, sh: 373 vasiyetlere dairdir. Elmalılı Hamdi Efendi tefsirinde (2:180, 181) âyetlerinin izahında vasiyet hakkında geniş malumat vermektedir.

Vasiyet, hadislerde de hayli geçer. Ezcümle: Ebu Davud 17.kitab, Buharî 55. kitab, Müslim 25. kitab, İbn-i Mace 24. kitab örnek verilebilir.

3942- qqVAZİFE yS[1— : Bir kimsenini yapmaya mecbur olduğu iş. *Yapılması birisine havale edilen şey. *Kıymet verilen iş. *Ücret. (Bak: Teb­liğ)

«Tarik-ı Hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini dü­şünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk’a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler.» (L.130)

«Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordu­sunu müteaddit defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın; Cenab-ı Hak seni galip edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle cihad yolunda hareket etmiye vazifedarım, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir.” İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.

Evet insanın elindeki cüz-i ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenab-ı Hakk’a ait netaici düşünmemek gerektir. Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor.. gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit zaiflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor, şevk­leri bir derece sönüyor. Halbuki Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm (5:99) ­«Ÿ«A²7~ ެ~ ¬ÄY­,Åh7~ |«V«2_«8«— olan ferman-ı İlahîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çe­kilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş.

Çünki ­š_«L«<²w«8 >¬f²Z«< «yÁV7~ Åw¬U7«— «a²A«A²&«~ ²w«8 >¬f²Z«#«ž «tÅ9¬~ (28:56) sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk’ın vazi­fesidir. Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmazdı.» (L.131)

3943- qqVEHHABÎLİK tV[¬"_«;«— : 18. yy.da Arabistan’ın Necid bölge­sinde ortaya çıkmış bir mezhebdir. Teyim kabilesinden Necid’li Muhammed bin Abdülvehhab tarafından kurulmuştur. Mi. 1703’de tevellüd eden Mu­hammed, Hanbeli Mezhebi âlimlerinden olan babası Abdülvehhab’dan ilk dersini aldı. Sonra tahsil için Mekke ve Medine’ye gitti. Medine’de yayılma­sına çalışan İbn-i Teymiye’nin dinî anlayışlarını öğrendi. Sonra Basra’ya ge­çip dinî anlayışlarını yaymada sert tutumuyla tenkidler sahasına girdi. Kur­duğu mezhebe, babasının adına nisbetle Vehhabîlik denilmiştir. Bu mezheb Arabistan’da Suudi Hanedanınca korunmuştur. Bugün Arabistan’ın resmi mezhebidir.

Fıkıh meselelerinin ekserisinde Hanbeli Mezhebine, itikadda ise İbn-i Teymiye’ye bağlıdır. (Bak. İbn-i Teymiye) Bazı meselelerde cumhura muha­lefetlerinden dolayı Ehl-i Sünnet ülemasının ekseriyeti bu mezhebin, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat dairesinde olmadığı hükmünü vermişlerdir.



3944- Mazisi asr-ı sahabeye varan Vehhabîliğin çıkışının bazı tarihî âmilleri vardır. Ezcümle: Vehhabîlerin ecdadından eski Necid kabilesinden olan Haricîlere Hz. Ali (R.A.)’ın darbesi sebebiyle Vehhabîlerde Âl-i Beyt’e ve ekseriyetle Âl-i Beyt’ten çıkan din büyüklerine karşı bir küsmek ve mu­halefet meyli doğmuştur. Hem Müseylime-i Kezzab’ın fitnesiyle irtidada yüz tutan Necid havalisi, Ebubekir-i Sıddık’ın hilafetinde Halid Bin Velid’in kuvvetiyle darbelendiklerinden Hz.Ebu Bekir’e (R.A.), Hulefa-i Raşidîne ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet Ve-l Cemaata karşı bir iğbirar, seciyelerine girdi.

Hem Vehhabîlerin büyük imamlarından İbn-i Teymiye ve İbn-i Kayyım-ı Cevzi’nin Muhyiddin-i Arabî gibi büyük velilere şiddetli hücumları ve Şii­lere karşı Ehl-i Sünnet’i muhafaza ve Hz. Ebubekir’in (R.A.) Hz. Ali’den efdaliyetini müdafaa etmekte ifrat edip, Hz. Ali’yi (R.A.) tenkîs ederek müvazene-i şer’iyeyi aşıp büyük velilerin ve mürşidlerin türbelerinin tahri­bine gidiyorlar.



3945- Asrımızda yayılan sosyalizm, avamın havassa nefret ve igbirarını aşıladığından bu cihetiyle dinî sahada da bazı dinî şahsiyetlere karşı hürmet­sizlik temayülünü doğurdu ve büyüklerin şerafetini idame eden alâmetleri imha etmeye kadar gitti. Hem muhaliflerini bahanelerle ezmek isteyen ve dine hürmetkâr olmayan menfi milliyet hissi de bu asırda çokça telkin edildi.

İşte bu gibi sebeblerle bazı kişiler veya kavimler için menfi istikamete doğru tahrik unsuru oldu. Beşer hatadan halî olmaz. Ancak bir fert veya ce­maatin istikamet ve makbuliyeti için; şeriatın mesail-i fer’iye kısmındaki ha­taları, hasenatından az olması ve esasat-ı diniyede müvazene-i şer’iyeyi mu­hafaza ile ifrat ve tefrite gitmemesi gereklidir. (Bak: 447-450, 2364, 3673.p.lar)



3946- qqVELAYET-İ KÜBRA >hA6 }<ž— : Büyük velilik. Akrebiyet-i İlahiyenin inkişafına bakan ve veraset-i Nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zahirden hakikata geçen velilik mesleği. (Sahabeler gibi) (Bak: Cadde-i Kübra, Müceddid)

3947- Âlem-i İslâmda üç mühim meslekten birisi: Tasavvuf mesleğidir ki, tarikatlar olarak yaygındır. Bu meslek, nefsi terbiye eder ve ruhî terakki için maneviyat yolunda çalışır. Aklî ve mantıkî delillere fazla yer vermez.

İkincisi olan İlm-i Kelâm mesleği, aklî ve mantıkî delillere dayanır. Avama değil, ilim ve fikir sahiblerine hitab eder.

Üçüncü meslek de: Velayet-i kübra, veraset-i Nübüvvet ve cadde-i kübra gibi tabirlerle ifade edilen sahabe, asfiya ve müceddidlerin yoludur. Bu mes­lekte Kur’anın tarzına uygun olarak akıl, ilim, mantık, kalb ve maneviyat müşterek çalışır ve inkişaf ederler ki, en isabetli yol budur.

Bu yolda çalışıp inkişaf edemiyen müslümanlar, velayet-i kübra mesle­ğindeki asfiyaların gösterdikleri düsturlara sadakatla ve teslimiyetle bağlı kalmaları gerektir. (Bak:İlm-i Kelâm)

Evet «cadde-i kübra elbette velayet-i kübra sahibleri olan Sahabe ve Asfiya ve Tabiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve Eimme-i Müçtehidînin caddesi­dir ki, doğrudan doğruya Kur’anın birinci tabaka şakirdleridir.» (M.85)

3948- «Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvet­ten gelen, berzah tarikına uğramııyarak, doğrudan doğruya zahirden hakikata geçip, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafına bakan bir velayettir ki, o velayet yolu gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Hârikaları az, fakat meziyyatı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür.

Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlahî olarak bir hârika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında, tarikat berzahından geçtikleri vakit, adi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilaf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar.

Sahabeler ise, sohbet-i Nübüvvet in’ikasıyla ve incizabıyla ve iksiriyle ta­rikattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir ka­demde ve bir sohbette zahirden hakikata geçebilirler. “Nübüvvet ve veraset-i Nübüvvetteki velayet, sırr-ı akrebiyetin inkişafına bakar. Velayet-i saire ise, ekseri kurbiyet esası üzerine gider. Bir çok meratibde seyr ü sülûke mecbur olur.» (M.50)

«Sahabelerden ve Tabiîn ve Tebe-i Tabiînden en yüksek mertebeli vela­yet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i Kur’andan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur’an onlar için hakiki ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi, velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder.

Evet zâhirden hakikata geçmek iki suretledir:

Biri: Tarikat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek hakikata geçmektir.

İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan, lütf-u İlahî ile hakikata geçmektir ki, Sahabeye ve Tabiîne has ve yüksek ve kısa ta­rik şudur.» (M.356)

3949- «Velayet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zen­gini; Sünnet-i Seniyyeye ittiba’dır. Yani: A’mal ve harekâtında Sünnet-i Seniyyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklid etmek ve muamelat ve ef’alinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.

İşte bu ittiba’ ve iktida vasıtasıyla, adi ahvali ve örfî muameleleri ve fıtrî hareketleri ibadet şekline girmekle beraber; herbir ameli, sünneti ve şer’i o ittiba’ noktasında düşündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü şer’î veriyor. O ta­hattur ise, sahib-i şeriatı düşündürüyor. O düşünmek ise, Cenab-ı Hakk’ı hatıra getiriyor. O hatıra, bir nevi huzur veriyor. O halde mütemadiyen ömür dakikaları, huzur içinde bir ibadet hükmüne getirebilir. İşte bu cadde-i kübra, velayet-i kübra olan ehl-i veraset-i Nübüvvet olan Sahabe ve selef-i salihînin caddesidir.» (M. 450)



Bir atıf notu:

- Marifetullahı kazanma yolları olan üç meslek, bak: 2251-2253, 3088, 3089.p.lar.

3950- qqVELEDİYET AKİDESİ |, ?f[[T2 }: Hristiyanlıkta bir batıl akide. (Bak: Teslis)

Bazı Hristiyanların, İsa’nın (A.S.) (hâşa) Allah’ın oğlu diye uydurdukları batıl inanışın neticesi olarak İlahî kudsiyetin bu velediyet yoluyla İsa’ya (A.S.) ve bir kısım ruhbanlarına geçtiğini ve dolayısıyla da papaz, Allah’ın mutlak vekili ve günahkârları affetmek salahiyeti gibi imtiyazlara sahib olduklarını iddia etmeleridir ki, İsa (A.S.) zamanındaki Hristiyanlıkta ve İslâm dininde bu inanış reddedilir. (Bak: Teokrasi)

«İslâmiyet, tevhid-i hakiki dinidir ki; vasıtaları, esbabları iskat ediyor. Enaniyeti kırıyor, ubudiyet-i halisa te’sis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, ta her nevi rububiyet-i batılayı kat’ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki; ha­vastan bir büyük insan tam dindar olsa, enaniyeti terketmeye mecbur olur. Enaniyeti terketmiyen, salabet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terkeder..

Şimdiki Hristiyanlık dini ise: “Velediyet Akidesi”ni kabul ettiği için, ve­sait ve esbaba te’sir-i hakiki verir. Din namına enaniyeti kırmaz; belki Haz­ret-i İsa Aleyhisselâm’ın bir mukaddes vekili diye, o enaniyete bir kudsiyet verir.» (M.437) (Bak: 1753.p.)



3951- qqVELİ |7— : Sahib, malik. *Evliya. *Muin. Muhafaza eden. *Küçük çocukların halinden mes’ul kimse. *Sıddık. *Baba. Babanın babası, cedde de denir. *Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden Allah’ın (C.C.) izniyle gaybdan haber vermek ve gaybî ahvali keşfetmek gibi ilmî ve kevnî hârikalar zuhura gelen zat. Allah’a (C.C.) manevi yakınlık kesbetmiş olan, şerif zat. *Cenab-ı Hakk’ın (C.C.) isimlerinden birisi: (Bak: Velayet-i Kübra)

qqVERASET y$~‡— : (Bak: Miras)

qqVERASET-İ NÜBÜVVET ?±YA9 }$~‡— : (Bak: Velayet-i Kübra)

3952- qqVESVESE y,Y,— : Şüphe. Tereddüt. Kuruntu. Aslı olmayan ihtimaller. (Bak: Hannas, Şeytan)

«Vesvese, lügatta hışırtı, fısıltı gibi gizli ses demektir. Bu münasebetle gönülde tevali ve tekerrür eden gizli söze vesvese; ve bir nefse böyle bir söz ilka etmeğe de, vesvese vermek tabir olunur.» (E.T. 2140)



3953- «Ey maraz-ı vesvese ile mübtela! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer. Ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür. Küçük görsen, küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder. Havf etmezsen hafif olur, mahfi kalır. Mahiyetini bil­mezsen devam eder, yerleşir. Mahiyetini bilsen, onu tanısan gider. Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksam-ı kesiresinden kesir-ül vuku olan yalnız “beş vechini” beyan edeceğim. Belki sana ve bana şifa olur. Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder. Tanımazsan gelir, tanı­san gider.

3954- BirinciVecih- Birinci Yara: Şeytan evvela şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şüpheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münafi-i edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah” de­dirtir, ye’se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki kalbi, Rabbine karşı su-i edebde bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtul­mak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi budur:

Bak ey biçare vesveseli adam! Telaş etme. Çünki senin hatırına gelen şetm değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahay­yül-ü şetm dahi, şetm değildir. Zira mantıkça tahayyül, hüküm değildir. Şetm ise, hükümdür. Hem bununla beraber o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünki hü­kümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kal­bine mal eder. Onun sözünü, ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği odur.



3955- İkinci Vecih budur ki: Manalar kalbden çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebeb tahtında bir nevi suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretle­rini yol üstünde bırakır. Hangi mana geçse; ya ona giydirir, ya takar, ya bu­laştırır, ya perde eder. Eğer manalar, münezzeh ve temiz iseler, suretler mü­levves ve rezil ise, giymek yoktur, fakat temas var. Vesveseli adam, teması telebbüsle iltibas eder. “Eyvah!” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefil­lik, bu hisset-i nefs, beni matrud eder.” Şeytan onun şu damarından çok isti­fade eder. Şu yaranın merhemi şudur:

Dinle ey biçare! Nasılki senin namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnının batınındaki necaset ona te’sir etmez ve bozmaz. Öyle de: Maan-i mukaddesenin, suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez.



Meselâ sen âyât-ı İlahiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor. El­bette senin hayalin, deva-i illet ve kaza-i hacetin levazımatını görecek, baka­cak, onlara münasib süfli suretleri nescedecek ve gelen manalar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ne zarar var ve ne hatar var. Yalnız hatar ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.

3956- Üçüncü Vecih budur ki: Eşya mabeynlerinde, bazı münasebat-ı hafiyye bulunur. Hatta hiç ümid etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzat bulunur veya senin hayalin, meşgul olduğu san’ata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış. Şu sırr-ı münasebettendir ki, bazan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir. Fenn-i Beyan’da beyan olunduğu gibi, “Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyettir.” Yani: İki zıddın suretlerinin cem’ine vasıta, bir münase­bet-i hayaliyedir. Bu münasebetle gelen tahattura, tedai-yi efkâr tabir edilir. Meselâ: Sen namazda, münacatta, Kâbe karşısında, huzur-u İlahîde iken, âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedai-yi efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder. Senin başın böyle bir tedai-yi efkâra mübtela ise, sakın telaş etme. Belki intibaha geldiğin anda, dön. “Aman ne kusur et­tim” deyip tedkikle meşgul olup durma. Ta o zaif münasebet, senin dikka­tinle kuvvet peyda etmesin. Zira teessür gösterdikçe, ehemmiyet verdikçe, senin o zaif tahatturun melekeye döner. Bir maraz-ı hayalî olur. Korkma, maraz-ı kalbî değil. Şu nevi tahattur ise, galiben ihtiyarsızdır. Hususan hassas asabilerde daha galibdir. Şeytan, şu nevi vesvesenin madenini çok işlettirir. Şu yaranın merhemi şudur ki:

3957- Tedai-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes’uliyet yoktur. Hem tedaide mücaveret var; temas ve ihtilat yoktur. Onun için efkârın keyfiyetleri birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasılki şeytan ile melek-i il­ham, kalb taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları zarar vermez. Öyle de tedai-yi efkâr saikasıyla iste­mediğin pis hayalât gelip, nezih efkârın içine girse zarar vermez. Meğer kasden olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. Hem bazan kalb yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur. Pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.

3958- Dördüncü Vecih: Amelin en iyi suretini taharriden neş’et eden bir vesvesedir ki, takva zannıyla teşeddüd ettikçe, hal ona şiddetlenir. Hatta bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlasını ararken, harama düşer. Bazan bir sünnetin araması, bir vacibi terkettiriyor. “Acaba amelim sahih oldu mu?” der, iade eder. Bu hal devam eder. Gayet ye’se düşer. Şeytan şu halin­den istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var:

3959- Birinci Merhem: Bu gibi vesvese, ehl-i i’tizale lâyıktır. Çünki onlar derler: “Medar-ı teklif olan ef’al ve eşya, kendi zatında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var sonra o hüsne binaen emredilmiş veya kubhu var sonra ona bi­naen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh, zatîdir; emir ve nehy-i İlahî ona tabidir.” Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: “Acaba amelim nefs-ül emirdeki güzel surette yapılmış mıdır?” Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: “Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur. Demek emir ile güzellik, nehiy ile çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellifin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, suri ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirette bakan yüzdedir.

Meselâ sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdes­tini fesada verecek bir sebeb, nefs-ül emirde varmış. Lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mutezile der: “Hakikatte kabih ve fasiddir, lâkin senden kabul edilir. Çünki cehlin var, bilmedin ve özrün var.”

Öyle ise Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zâhir-i şeriata muvafık olarak iş­lediğin ameline: “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat “Ka­bul olmuş mu?” de. Gururlanma, ucbe girme.

3960- İkinci Merhem: Dinde harec yoktur. ¬w<¬±f7~|¬4 «‚«h«&«ž Madem dört mezheb haktır. Madem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise, gurura mün­cer olan hüsn-ü amelin rü’yetine -böyle vesveseli adama- müreccahtır. Yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evladır. Madem böyledir; sen vesveseyi at. Şeytana de ki: Şu hal, bir harecdir. Hakikat-ı hale muttali olmak güçtür. Din­deki yüsre münafidir.

(336) °h²K­< ­w<¬±f7«~  ¬w<¬±f7~ |¬4 «‚«h«&«ž esasına muhaliftir. Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka muvafık gelir. O bana kâfidir.



Hem lâakal ben aczimi itiraf ederek ibadeti lâyık-ı veçhile eda edemedi­ğimden istiğfar ve tazarru ile merhamet-i İlahiyeye dehalet edip, kusurum af­folunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilane bir niyaza vesi­ledir.

3961- Beşinci Vecih: Mesail-i imaniyede şüphe suretinde gelen vesvese­dir. Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani: Hayale gelen bir şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm edip, itikadına ha­lel gelmiş zanneder. Hem bazan tevehhüm ettiği bir şüpheyi, imana zarar ve­ren bir şek zanneder. Hem bazan tasavvur ettiği bir şüpheyi, tasdik-i aklîye girmiş bir şüphe zanneder. Hem bazan bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder. Yani dalaletin esbabını anlamak suretinde kuvve-i müfekkirenin cevelanını ve tetkikatını ve bîtarafane muhakemesini, hilaf-i iman zanneder. İşte telkinat-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek: “Eyvah! Kalbim bozulmuş, itikadıma halel gelmiş” der. O haller, galiben ihtiyarsız olduğun­dan, cüz’-i ihtiyarîsiyle ıslah edemediğinden ye’se düşer. Bu yaranın merhemi şudur ki:

3962- Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir. Tasavvur-u dalalet, dalalet olmadığı gibi; tefekkür-ü dalalet dahi, dalalet değildir. Çünki: Hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür; tasdik-i aklîden ve iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. On­lar bir derece serbesttirler. Cüz’-i ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz’an, öyle değiller. Bir mizana tabidirler. Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasılki tasdik ve iz’an değiller. Öyle de: Şüphe ve tereddüd sayılmazlar. Fakat eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstakar bir hale gelse, o vakit hakiki bir nevi şüphe, ondan tevellüd edebi­lir. Hem bîtarafane muhakeme namıyla veya insaf namına deyip, şıkk-ı mu­halifi iltizam ede ede, ta öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız taraf-ı muhalifi ilti­zam eder. Ona vacib olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer. Has­mın veya şeytanın bir vekil-i fuzulisi olacak bir halet, zihninde takarrür eder. Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam; imkân-ı zatî ile im­kân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani: Bir şeyi zatında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkûk tevehhüm eder. Halbuki İlm-i Kelâm’ın kaidelerindendir ki: İmkân-ı zatî ise, yakîn-i ilmîye münafi değil ve zaruret-i zihniyeye zıddıyeti yoktur. Meselâ şu dakikada Karadeniz’in yere batması, zatında mümkündür ve o imkân-ı zatî ile muhtemeldir. Halbuki ya­kînen, o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şüphesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı zatî bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakî­nimizi bozmaz. Meselâ: Şu güneş zatında mümkündür ki, bugün gurub et­mesin veya yarın tulu’ etmesin. Halbuki bu imkân, yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez. İşte bunun gibi, meselâ hakaik-ı imaniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyenin tuluuna, imkân-ı zatî cihe­tinde gelen vehimler, yakîn-i imanîye zarar vermez.

Hem ¯u[¬7«… ²w«2 ¬š|¬-_ÅX7~¬h²[«R²7~ ¬Ä_«W¬B²&¬Ÿ²¬7 «?«h²A¬2«ž Yani: “Bir delilden neş’et etmiyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur” olan kaide-i meşhure; hem usul-üd din, hem usul-ül fıkhın kaide-i mukarreresindendir.



3963- Eğer desen: “Bu derece mü’minlere muzır ve müz’iç olan vesvese, ne hikmete binaen bize bela olmuş?”

Elcevab: İfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebebdir, taharriye daîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaydlığı atar, tehâvünü def’eder.

Onun için Hakîm-i Mutlak, şu dar-ı imtihanda,şu meydan-ı müsaba­kada, bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Beşerin başına vuruyor.

Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahim’e şekva etmeli, ¬v[¬%Åh7~ ¬–_«O²[ÅL7~«w¬8 ¬yÁV7_¬"­†Y­2«~ demeli.» (S. 274-278) (Bak: 1636.p.)



3963/1- Aynı mevzu ile alâkalı olarak Bediüzzaman bir talebesine yaz­dığı mektubunda diyor ki:

«Sabri kardeş! Sabırlı ol, ehemmiyetsiz ve zararsız olan vehmî ve asabî hastalığına ehemmiyet verme. Şifaya dua edilmekle beraber; zararsız, hatarsızdır. Çünki eğer hatarat, seyyie ise; nasılki ayinede temessül eden pis­lik, pis değil ve ayinedeki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin ayinelerinde rızasız, ihtiyarsız gelen pis ve çirkin ve küfrî hatıralar zarar vermezler. Çünki İlm-i Usul’de tasavvur-u küfür, küfür değil ve tahayyül-ü şetm, şetm olmaz. Hasene ise nurani olduğundan, tasav­vur ve tahayyülü dahi hasenedir. Çünki ayinede nuraninin timsali ziya verir, hasiyeti var; kesifin misali ölüdür, hayatsızdır, te’siri yoktur.

Eğer sair teelümat-ı ruhaniye ise; sabra, mücahedeye alıştırmak için Rab­bani bir kamçıdır. Çünki emn ü ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ü reca müvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast haletleri, Celal ve Cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.» (K.L.8)

3964- Vesvese hakkında âyetlerden birkaç not:

- Şeytanın Hz. Âdem ve Havva’yı vesvese ile aldatması: (7:20 ilâ 22) (20:117 ilâ 121)

- Nefsin insana vesvesesi: (50:16)

- Şeytanın insana vesvesesi: (114:4, 5)

3964/1- qqVEYSEL KARANÎ z9~hT7~ j<—~ : Halife-i Resül-i Ekrem (A.S.M.) olan Hz. Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde Medine-i Münev­vere’de çok hürmet gören ve Tabiînin büyüklerinden olup hadis-i şerif ile medh ü senası yapılan büyük bir veli. Peygamberimiz (A.S.M.) zamanında yaşamış ise de, validesine çok hürmetinden dolayı Peygamberimizle görüşe­memiş, fakat ona bütün ruh u canı ile bağlı kalmıştır. Sıffîn Muharebesinde Hz. Ali’nin (R.A.) askerleri arasında şehid düşmüştür. (Hi:37) Veys veya Üveys diye de anılır.

3964/2- S.M. 44. Kitab-ı Fezail-i Sahabe, 55.Bab Veysel Karanî’nin fezaili hakkındadır. Aynı babın bazı kısımlarında şunlar kaydedilir:

«Ömer (R.A.) şöyle demiştir: Tabiînlerin en hayırlısı Üveys denilen bir recül (şahıs)tır... Resulullah şöyle buyurdu: Üveys bir şey hususunda Allah üzerine yemin etmiş olsa, Allah onun yeminini muhakkak doğru çıkarır. (Bak: 1980.p.) Eğer sen (ya Ömer) Onun, senin için istiğfar etmesine muk­te­dir olabilirsen bunu yap...

Bir gün Hz. Ömer, Veysel Karanî’ye: Nereye gitmek istersin? diye sordu.

Üveys: Kûfe’ye gitmek isterim, dedi.

Hz.Ömer: Öyle ise Kûfe Emîrine senin için bir mektup yazayım mı? dedi.

Üveys: Ben insanların fakirleri, zaifleri ve kendine önem verilmeyenlerin arasında olayım. (Bak: 295.p. sonu) Öyle olmaklığım bana daha sevimlidir, dedi.

Ravi dedi ki: Ertesi yıl olunca, Kûfelilerin eşrafından bir kimse hac yaptı ve Ömer (R.A.) ile buluştu. Hz. Ömer ona Üveys’in halinden sordu. O zat: Ben Üveys’i evi çok fakir ve az eşyalı olarak bıraktım, dedi...»

3965- qqVİCDAN –~f%— : İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan manevi his. *Kendinden geçme, dalma. *Bir şeyi bir halde görme, bulma. *Duyma, duygu. *İnanç. *Şuur. *Batın ile Hakk’ı tanımak. *Din. (Bak: Fıtrat, Hürriyet-i Vicdan)

«Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhu dört havassı olan irade, zihin, his, la­tife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayet-ül gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin ma’rifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayat-ül gayata sevkeder.» (H.Ş. 136)



Bir atıf notu:

- Vicdandaki aşk-ı beka için bak: Beka

3966- «Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniye­dir. İkisinin imtizaciyle hakikat tecelli eder.» (Mün. 78)

«Din saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, vicdanın selâmetidir.» (Mün. 13)

«Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri, İslâmiyet’ten tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyet’ten vazgeçemez.» (Mün. 38)

«Bizde biri fâsık olsa galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu masiyet, vicdandaki imanın sadasını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve maneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için İslâmiyet fasıkı hain bilir, şehadetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, idam eder. Hristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka eder. Ha­nefi Mezhebi zimmînin şehadetini kabul eder.» (H.Ş. 144) (Bak: Mürted)



3967- qqVİCDANİYAT €_[9~f%— : İnsanın fıtrat-ı asliyesinin yani fıtrat-ı selimesinin, sefaheti terk ve terbiye-i İslâmiye ile tekâmül edebilir bir mahi­yete sahib olması. (Bak: Fıtrat)

İnsanda fıtrat-ı asliye, manevi bir proğramı tazammun eden çekirdek gi­bidir. Nasılki çekirdeğin fıtrat-ı asliyesinde ağaç olma manevi proğramı var­dır ve eğer o manevi proğram olmazsa büyüyüp ağaç olamaz; aynen öyle de, insanın ruhunda fıtrat-ı asliyesi ve insaniyetin manevi proğramı olmasa idi o da tekâmül edemez ve bir nevi hayvan olarak kalırdı. (Bak: 143.p.)



3968- Vicdaniyata ait muhtelif hisler, zahirî sebebler itibariyle ele alı­nırsa, kişinin yaşadığı hayat şeklinin, gördüğü terbiye tarzının ve içinde bu­lunduğu cemiyet hususiyetlerinin te’siri ile tedricen şekil alır. Bu itibarla, İs­lâmî şeairin (Bak: Şeair) yaşandığı müsbet cemiyetler, ulvi hislerin mütevarisen ferdlere intikal etmesine vesile olur. Sefahete düşkün bozuk cemiyetlerde ise, ferdin fıtratındaki istidadlar, zahirî sebebler itibariyle alelekser tekâmül etme imkânını bulamaz. Bu hale sebebiyet verenler de mes’ul olurlar. (Bak: Essebebü Kelfail)

3968/1- Vicdaniyata ait hisler, insanda tedricen olgunlaşıp teşekkül etti­ğinden insanın istediği anda yaptığı ihtiyarî fiillerinden ayrıdır. Meselâ vicdaniyattan olan haya (Bak: Haya) hissine sahip olan bir kadın bil-ihtiyar başını açsa, utanır ve yüzü kızarır. Utanmayı, niyet ve ihtiyariyle önleyemez. Ancak açık-saçık hayata meylederek zamanla ve tedricen vicdaniyatını boza­rak utanmaz hale gelir. Tersine vicdaniyatını bozmuş bir kadın da, açık-saçıklığından dolayı istese de utanamaz. Bütün vicdanî hissiyat bu kıyasla dü­şünülse, vicdaniyatını kaybeden insanın kendini ne dehşetli tedenniye attığı anlaşılır. Mevzumuz olan vicdaniyatı çok veciz ifade eden aşağıdaki parça şayan-ı teemmüldür. Şöyle ki:

3969- «Hasenatın hayatı niyet iledir (yani livechillah olan niyet iledir). Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.

Hem vicdaniyatın bizzat meş’ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta’a uğrar.

Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ tevazu ki, bir haldir. Ona sun’î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş’ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi, onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de, onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!» (M.Nu. 403)

3969/1- Kalbde hissiyat-ı vicdaniye şeklinde sabitleşmiyen ilim yalnız akılda kalıp fiilî ve amelî tezahürleri görülmez. Nitekim bazı rivayetlerde, âhizzamanda ümmetin Kur’an okuyacağı fakat boğazlarından aşağı geçmiyeceği (yani vicdanda, kalbde seciyeleşmiyeceği) bildirir. (R.E. 301, 302) (Bak: 1586, 3883.p. da dip notu) (Daha geniş tafsilat için: Ehadisin elif­baya göre tanzimli fihristesi olan miftah-ı künûz-is-sünne isimli eserde Kur’an maddesinin 2. notuna bakınız.)

3970- qqVİLDAN –~f7— : (Velid. c.) Çocuklar. *Kullar. Köleler. (Bak: Gılman, 2398-2401.p lar)

3971- Cenab-ı Hakk’ın, ehl-i Cennet olan ebeveyne bir ihsanıdır ki, «onbeş yaşına girmeden, yani hadd-i büluğa vasıl olmadan vefat eden çocuklar, «–—­fÅVF8 ­–~«f²7— ile tabir edilen Cennet çocukları şeklinde ve Cennet’e lâyık bir tarzda; gayet süslü, sevimli bir surette, onları Cennet’te dahi peder ve vali­delerinin kucaklarına verir, veledperverlik hislerini memnun eder. Ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerin­den; ebedî, sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar.

Dünyadaki her lezzetli şeyin en âlâsı Cennette bulunur. Yalnız çok şirin olan veledperverlik, yani çocuklarını sevip okşamak zevki Cennet tenasül yeri olmadığından Cennet’te yoktur zannedilirdi. İşte bu surette o dahi var­dır. Hem en zevkli ve en şirin bir tarzda vardır. İşte kabl-el büluğ evladı ve­fat edenlere müjde.» (S.648)



3972- «Bir kısım eski tefsirlerde, demişler: “Cennette çocuktan gayet ih­tiyara kadar herkes otuzüç yaşında olacak.” Bunun hakikatı Allahu a’lem şu olacak ki: Sarih âyet °–~«f²7~¬— tabiri ifade eder ki, feraiz-i şer’iyeyi yapmağa mecbur olmayan ve mesnuniyet cihetiyle de yapmıyan ve kabl-el büluğ vefat eden çocuklar Cennet’e lâyık ve sevimli çocuk olarak kalacaklar. Fakat şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara peder ve valideleri onları alıştırmak için, teşvikkârane emretmek ve on yaşına girse, şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatta var. Demek vacib olmadığı halde, nafile nev’inden yedi yaşından hadd-i büluğa kadar büyükler gibi namaz kılıp, oruç tutan çocuklar, mütedeyyin büyükler gibi büyük mükâfatı görmek için otuzüç yaşında olacaklar diye bir kısım tefsir bu noktayı izah etmeden umum çocuklara teşmil etmişler. Has iken âmm zannedilmiş.» (E.L.II. 66)

3973- qqVÜCUD …Y%— : Varlık. Var olmak. Bulunmak. *Cesed, cisim, ten, gövde.

«Vücud mertebeleri muhteliftir. Ve vücud âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücudda rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ: Âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hâfıza âlem-i manadan bir kütübhane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i haricîden olan tırnak kadar bir ayine-i vücudun, âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır. Ve o âlem-i haricîden olan o ayine ve o hâfızanın şuurları ve kuvve-i icadiyeleri olsaydı, bir zerrecik vücud-u haricîleri kuvvetiyle, o vücud-u manevîde ve misalîde hadsiz tasarrufat ve tahavvülat yapabilirlerdi. Demek vücud rüsuh peyda ettikçe, kuvvet ziyadeleşir; az bir şey çok hük­müne geçer. Hususan vücud rüsuh-u tam kazandıktan sonra, maddeden mücerred ise, kayıd altına girmezse; o vakit cüz’î bir cilvesi, sair hafif tabakat-ı vücudun çok âlemlerini çevirebilir.

İşte |«V²2«ž²~ ­u«C«W²7~ ¬yÅV¬7 «— şu kâinatın Sani’-i Zülcelal’i, Vacib-ül Vücud’dur. Yani: O’nun vücudu zatîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mü­kemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, O’nun vücuduna nisbeten gayet zaif bir gölge hükmündedir. Ve o derece vücud-u Vacib, rasih ve hakikatlı ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaiftir ki; Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tah­rik, sair tabakat-ı vücudu evham ve hayal derecesine indirmişler: Lâ mevcude illâ hu demişler. Yani: Vücud-u Vacib’e nisbeten başka şeylere vücud denilmemeli; onlar, vücud ünvanına lâyık değillerdir diye hükmet­mişler.» (M.248)

3974- «Eşya, zeval ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor; âlem-i şehadetten âlem-i gayba gidiyor, âlem-i tegayyür ve fenadan âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor. Hakikat nokta-i nazarında eşyadaki cemal ve kemal; Esma-i İlahiyyeye aittir ve onların nukuş ve cilveleridir. Madem o esma bakidirler ve cilveleri daimîdir; elbette nakışları teceddüd eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenaya gitmiyor, belki yalnız itibarî taay­yünleri değişiyor; ve medar-ı hüsün ve cemal ve mazhar-ı feyz ve kemal olan hakikatları ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bakidirler. Ziruh olmıyanlar, doğrudan doğruya onlardaki hüsün ve cemal, Esma-i İlahiyeye aittir; şeref onlaradır; medih onların hesabına geçer; güzellik onlarındır; mu­habbet onlara gider, o ayinelerin değişmesiyle onlara bir zarar iras etmez. Eğer ziruh ise, zevil-ukulden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem ve fena değil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından kur­tulup, kazandıkları vazifenin semerelerini baki olan ervahlarına devrederek; onların o ervah-ı bakiyeleri dahi birer esma-i İlahiyeye istinad ederek devam eder; belki kendine lâyık bir saadete gider. Eğer o ziruhlar zevil-ukulden ise; zaten saadet-i ebediyeye ve maddi ve manevi kemalâta medar olan âlem-i bekaya ve Sani’-i Hakîm’in dünyadan daha güzel, daha nurani olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketle­rine bir seyr ü seferdir; bir mevt ü adem ve zeval ü firak değil, belki kemalâta kavuşmaktır.

Elhasıl: Madem Sani’-i Zülcelal vardır ve bakidir; ve sıfat ve esması, daimî ve sermedîdirler; elbette o esmanın cilveleri ve nakışları, bir manevi beka içinde teceddüd eder; tahrib ve fena, idam ve zeval değildirler.

Malumdur ki insan, insaniyet cihetiyle ekser mevcudatla alâkadardır. Onların saadetleriyle mütelezziz ve helaketleriyle müteellimdir. Hususan zi­hayat ile ve bilhassa nev-i beşerle ve bilhassa sevdiği ve istihsan ettiği ehl-i kemalin âlâmıyla daha ziyade müteellim ve saadetleriyle daha ziyade mes’ud olur. Hatta şefkatli bir valide gibi, kendi saadetini ve rahatını, onların saadeti için feda eder. İşte her mü’min derecesine göre, nur-u Kur’an ve sırr-ı iman ile, bütün mevcudatın saadetleriyle ve bekalarıyla ve hiçlikten kurtulmalarıyla ve kıymettar mektubat-ı Rabbaniye olmalarıyla mes’ud olabilir ve dünya ka­dar bir nur kazanabilir. Herkes derecesine göre bu nurdan istifade eder. Eğer ehl-i dalalet ise; kendi elemiyle beraber, bütün mevcudatın helâketiyle ve fe­nasıyla ve zahirî idamlarıyla -ziruh ise âlâmlarıyla- müteellim olur; yani onun küfrü, onun dünyasına adem doldurur; onun başına boşaltır; daha Ce­hen­nem’e gitmeden Cehennem’e gider.» (M.287) (Bak: 104. p.)

Atıf notları:

- Vücud (var oluş, varlık) hayr-ı mahzdır, bak: 2641.p.

- Vücudun en kuvvetli mertebesi, bak: 229.p. son yarısı.

- İmkânî vücudlar, bak: 319.p.

- İstidadların inkişafıyla kazanılan vücud, bak: 815.p.

- Vücudda esbab konulmamış, bak: 845, 1222.p. sonu, 2535.p.lar.

- Hareket vücuddur, bak: 894.p.

- Vücudun kemali hayat iledir, bak: 1246.p.

- Vücud, kemali ister,bak: 1973.p.


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   151   152   153   154   155   156   157   158   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin