İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə152/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   148   149   150   151   152   153   154   155   ...   169
: Yolu açık ve vazıh kılma. *Şeriata isnad ve nisbet eylemek. *Kanun vaz’ ve tenfiz eylemek. *Peygamberimiz’in (A.S.M.) şeriata dair emretmesi. (Bak: Adalet, İctihad, Şeriat)

Bir atıf notu:

- Beşerî anlayışlarla dinde teşri’ yapılamaz, bak: 2196.p.

3799- İctihad yapmak salahiyetinde olmayan kişilerden müteşekkil bir hey’et, dinin hükmetmediği saha olan mubahatta, yani ²v­6_«[²9­…¬‡Y­8­_¬" ­v«V²2«~ ²v­B²9«~ (309) manasındaki hadislerini mana çerçevesine giren umûr-u dünya hak­kında maslahatlara göre kanun yapabilir. (Bak: 3677.p.sonu) Fakat dinde hükme bağlanmış ve dinin teşri’ sahasına girip müctehidînin yeni içtihadını ge­rekti­ren mes’elelerde böyle dinî salahiyeti bulunmıyan bir heyet, maslahat anlayışı ile teşri’ yapamaz.

3799/1- Kur’anda “Yoksa onların şerikleri var da onlara dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri meşru’ kıldılar öyle mi? mealindeki (42:21) âyetinin tefsirinde şöyle deniliyor:

«Allah’ın izin vermediği (şeriata zıd düşen) şeyleri meşru’ kılmak için şe­riat yapmaya kalkışmak (dine aykırı teşri’de bulunmak), dünya harsi (kültürü ve menfaatı) namına yapılan fenalıkların, şirklerin başında sayılmak lâzım geleceğini ihtar eder...

Allah’ın şer’ine (gönderdiği hükümlere) karşı gelmek için, yoksa o müş­riklerin, o muasır kâfirlerin bir takım şerikleri (Bak: Endad) var ve istedikleri gibi teşri’ (kanun yapma) salahiyetini haiz bulunuyorlar da

­yÁV7~ ¬y¬" ²–«ˆ²_«< ²v«7 _«8 ¬w<¬±f7~ «w¬8 ²v­Z«7 ~Y­2«h«- dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri onlara meşru’ mu kıldılar... Allah’ın izin vermediği, meşru’ kılmadığı bir takım şeyleri teşri’ ediyorlar, diledikleri gibi din yapıyorlar öyle mi?.. İn­sanların teşri’deki mesaisi Allah Teala’nın izni hududunu aşmamalıdır. (Mubahat dışına çıkmamalıdır.)» (E.T. 4238-4239) Kur’an (18:110) âyeti de, ibadette şirki men etmekle mezkûr manayı teyid eder.



Bir atıf notu:

- Hz. Lokman’ın oğluna “Allah’a şirk koşma” nasihatının asrımıza bakan vechi, bak: 3760/8.p.

3800- İkinci meşrutiyet devresinde teşri’ organı hakkında Bediüzzaman’a sorulan bir sual ve cevabı:

«Meclis-i Meb’usanda Hristiyanlar, Yahudiler vardır. Onların reylerinin şeriatta ne kıymeti vardır?

Cevab: Evvela, meşverette hüküm ekserindir. Ekseriyet ise müslümandır. Altmıştan fazla ülemadır. Meb’us hürdür. Hiçbir te’sir altında olmamak gerektir. Demek hâkim İslâmdır.

Saniyen: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte sanatkâr bir Haço veya Berham’ın reyi mu’teberdir. Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Meb’usandaki mesalih-i siyasiye ve menafi-i iktisadiye dahi ekseri bu kabil­den olduğundan reddetmemek lâzım gelir.



3801- Amma ahkâm ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez. Tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Meb’usların vazifesi o ahkâm ve hukuku, su-i istimal etmemek ve bazı kadı ve müftilerin hilelerine meydan vermemek için, bazı kanunları yapmak, etrafına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olmaz. Gidilse intihardır.» (A.B. 417)

3802- «Âlem-i İslâmiyetin ukde-i hayatiyesini tenbih ve te’min ve meyl-ütterakkisini fa’al etmek için adalet ve meşveretten ibaret olan meşrutiyetin me’haz ve menbaını, ezel ve ebed şanında olan kanun-u İlahiyenin şarihi olan mezahib-i erbaayı ittihaz etmektir. Zira milyonlarla dâhîlerin ecr-i âhiret için istinbat ettikleri bahr-ı umman gibi mesail-i şer’iyeye kanaat etmeyip, Avrupa’ya ahkâm ve ahlâkta dilencilik ve izhar-ı fakr etmek, din-i İslâma bir cinayettir.» (A.B. 372)

3803- qqTEVAFUKAT-I GAYBİYE y[A[3 ¬€_T4~Y# : Gayb cihetinden yani, kasd ve irade-i İlahiye ile tertiblenen ve farkına varılan tevafuklar. Kur’an veya kıymetli dinî eserlerde, bir kısım kudsi kelimelerin yazılışlarında İlahî bir takdir ile, altalta veya yanyana dizilişleri veya kâinat hâdiselerinde ve fıtrat âleminde görülen manidar ve hikmetli tertib ve nizamlılıklar. (Bak: Tefe’ül, Gayb) (Ebced hesabının meşruiyeti, bak: 730.p.)

3804- Fıtrat âlemindeki tevafuktan bir örnek verelim. Meselâ: «Senin yü­zün, vechin o kadar küçüklüğü ile beraber geçmiş ve gelecek bütün insanla­rın adedince kendisini onlardan ayıran ve tarif eden nişan ve alâmetleri havi olduğu gibi, yüzünü teşkil eden esas ve erkânında da bütün insanlar ittifak­tadır. Bütün insanlarda biri tevafuk, diğeri tehalüf olmak üzere iki cihet var­dır. Tehalüf ciheti Saniin muhtar olduğuna, tevafuk ciheti ise Saniin Vahid-i Ehad olduğuna delalet ederler. Bu iki cihetin bir Kasıd’ın kasdıyla, bir Muh­tar’ın ihtiyarıyla, bir Mürid’in iradesi ile, bir Alîm’in ilmiyle olmadığını te­vehhüm etmek, muhalatın en acibidir. Fesübhanallah! Yüzün o küçük sahi­fesinde nasıl gayr-ı mütenahi nişanlar dercedilmiştir ki, göz ile okunur da na­zar ile, yani akıl ile görünmez.

3805- İnsan nev’inde şu tehalüf ile beraber buğday, üzüm, arı, karınca nevilerindeki tevafuk, kör tesadüfün işi olmadığı güneş gibi aşikârdır. Ma­demki kesretin böyle uzak, ince, geniş ahval ve etvarında da tesadüfün mü­dahalesine imkân yoktur. Ve tesadüfün elinden mahfuzdur. Ve ancak bir Hakîm’in kasdı ve bir Muhtar’ın ihtiyarı ve Semi’, Basir bir Mürid’in iradesi­nin daire-i tasarrufundadır.

“Tesadüf, şirk ve tabiat”tan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.» (M.N. 180)



3806- Âlemdeki hadiseler nev’indeki tevafuka misal olarak, Mi’rac gece­sine ait bir tevafuk kerameti hakkında bir sual ve cevab:

«Sual: “Tevafukla bu keramet nasıl kat’i sabit oluyor?” diye kardeşleri­mizden birisinin sualine küçük cevaptır.

Elcevab: Bir şeyde tevafuk olsa, küçük bir emare olur ki; onda bir kasd var; bir irade var; rastgele bir tesadüf değil. Ve bilhassa tevafuk bir kaç ci­hette olsa, o emare tam kuvvetleşir. Ve bilhassa yüz ihtimal içinde iki şeye mahsus ve o iki şey birbiriyle tam münasebetdar olsa, o tevafuktan gelen işa­ret sarih bir delalet hükmüne geçer ki; bir kasd ve irade ile ve bir maksad için o tevafuk olmuş, tesadüfün ihtimali yok.

3807- İşte bu mes’ele-i Mi’raciye de aynen böyle oldu. Doksandokuz gün içinde yalnız Leyle-i Regaib ve Leyle-i Mi’raca yağmur rahmetinin teva­fuku ve o iki gece ve güne mahsus olması, daha evvel ve daha sonra olma­ması ve ihtiyac-ı şedidin tam vaktine muvafakatı ve “Mi’raciye Risalesi”nin burada çoklar tarafından şevk ile kıraat ve kitabet ve neşrine rastgelmesi ve o iki mübarek gecenin birbiriyle bir kaç cihette tevafuk etmesi ve mevsimi ol­madığı için acib gürültülerle, söylenmeyecek maddi manevi zemin gürültüle­riyle feryadlarına tehditkârane ve tesellidarane tevafuk etmesi ve ehl-i imanın me’yusiyetinden teselli aramalarına ve dalaletin savletinden gelen vesvese ve zafiyetine karşı kuvve-i maneviyenin takviyesini istemelerine tam tevafuku, bu geceler gibi şeair-i İslâmiyeye karşı hürmetsizlik edenlerin hatalarına bir tekdir olarak, kâinat bu gecelere hürmet eder, neden siz etmiyorsunuz? diye manasında, kesretli rahmetle şeair-i İslâmiyeye karşı, hatta semavat ve feza-yı âlem hürmetlerini göstermekle tevafuk etmesi, zerre miktar insafı olan bilir ki, bu işde hususi bir kasd ve irade ve ehl-i imana hususi bir inayet ve mer­hamettir; hiçbir cihetle tesadüf ihtimali olamaz. Demek hakikat-ı Mi’rac, bir mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) ve keramet-i kübrası olduğu ve mi’rac merdi­veni ile göklere çıkması ile Zat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) semavat ehline ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi; bu seneki Mi’rac da zemine ve bu memleket ahalisine kâinatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir keramet gösterdi.» (E.L.I.40)

3808- Kur’andaki tevafuklara gelince: Usulüne uygun olmak şartıyla, tevafukat-ı Kur’aniyeden hissedilen ince manalar makbuldür. Ancak Kur’andaki «tevafuklara ahkâm terettüb ettirilecek kadar ihticaca salih, ifa­desi maksud bir mana-yı murad nazarıyla bakmak doğru olmaz ise de, hakikatta ilm-i İlahîye nazaran tesadüf mülahazası varid olmıyacağı ve her tesadüfün dahi nefsül’emirde bir hikmet ve manası bulunmak iktiza edeceği teemmül olunursa, bu gibi tesadüflerin yerine remzî bir ma’na ifadesinden halî kalmıyacağı da inkâr edilemez. Bu sebeble bunları da letaif-i işarat ve müstetbeat-ı terakib kabilinden olan zevkî nüktelere mülhak remizler, imalar halinde kayd ve mütalaa etmek faideden halî olmaz. Kur’anda bu kabilden de çok incelikler bulunduğu malum.

Maamafih müteşabihat vadisi demek olan bu gibi nüktelerden muhkemat hilafına manalar çıkarmağa kalkışmak, Hurufîlik zeyg ü dalaliyle Batınîlik zulmetlerine sürüklenmek demek olacağı, bunun ise Kur’anın zul­metten nura götüren açık beyanına münafi olduğu da şüphesiz olmakla be­raber, muhkemata aykırı olmıyarak sezilen, duyulan lem’alar, ince ince ir­fanları, zevkleri okşayan remizler, imalar, kalden ziyade hale ait olan ve eh­linden başkasına keşf-i nikab etmiyen bedi’alar da ne kadar incelense o kadar müfid, o kadar latif olur.» (E.T.6430)



3809- «Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da tevafukatın envaı var. Tevafukat-ı nakş-ı lafzîden başka, tevafukat-ı maneviyesi var. Hem çok manidar ve çok vardır. Tevafukat-ı lafziyesi ise üç tarzdadır: Biri, bir tek sahifede; ikincisi, karşıdaki sahifede; üçüncüsü, yapraklar arasında bir tevafuktur...

3810- Kur’an kelâm-ı ezelî olduğundan ve kelime-i vahid hükmünde bulunduğundan ve âyatı birbirine bakmasından ve birbirini tefsir ve tekmil etmesinden anlaşılıyor ki, bir sahifede kelimeler birbirine baktığı ve bir inti­zam-ı tevafukkârane gösterdiği gibi, Kur’anın mecmuunda aynı hal vardır.» (Osmanlıca Mektubat mecmuasında 29. Mektub’un 3. kısmının 5.ve 6. Mes’elesinden)

3811- Tevafuktan bir örnek: «Hafız Osman hattıyla ve basmasıyla olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor.

Meselâ: Sure-i Kehf’de (18:22) ²v­Z­X¬8_«$«— kelimesi altında yapraklar delinse Sure-i Fatır’daki (35:13) h[¬W²O¬5 kelimesi, az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak.» (M.183)



3812- Yani: Kur’an (18:22) âyetinde, Ashab-ı Kehf 7 kişi olup sekisincisi köpekleri olduğunu, (35:13) âyetinde geçen (Kıtmir) kelimesi, yukarda geçen (kelbühüm) kelimesine tevafukla te’yid ediyor.

3813- İşte böyle «Kur’anın müteaddit yapraklar arkasında birbirine bakar çok cümleleri var ki, manidar bir surette birbirine bakar. İşte tertib-i Kur’an irşad-ı Nebevî ile, münteşir ve matbu’ Kur’anlar da ilham-ı İlahî ile oldu­ğundan; Kur’an-ı Hakîm’in nakşında ve o hattında, bir nevi’ alâmet-i i’caz işareti var. Çünki o vaziyet, ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünü­şüdür. Fakat bazı inhiraf var ki, o da tab’ın noksanıdır ki, tam muntazam ol­saydı, kelimeler tam birbiri üzerine düşecekti.» (M.183)

3814- Hem «göz ile görünecek, lafzî, nakşî mezayalar mananın hüsnün­den ve cemalinden ve intizamından ileri gelmezse, kabil-i takliddir. Kolayca onun naziri kasden yapılabilir. Halbuki i’caz, taklid edilmiyecek bir tarzda olacak. Hatta bu tevafukat-ı gaybiye tabir ettiğimiz san’at-ı bedia i’cazın ecza-yı hakikiyesinden değil, belki bir nevi’ i’cazın vazifesini gördüğü için i’cazın eczası içine dahil olmuştur. Çünki i’caz gösteriyor ki, Kur’an kelâmullahtır, beşerin değildir. Şu tevafukat-ı gaybiye dahi madem tesadüf işi olamıyor ve fikr-i beşerin düşünüşü değildir. O da delalet eder ki, o kelâm gaybdandır, beşerin değildir. Eğer tevafukata kasıd girse, o delalet hassası kaybolur.» (Osmanlıca 29. Mektubun 3. Kısmının 5. ve 6. Meselesinden)

3815- «Tevafukla işaretler eğer münasebet-i maneviyeye istinad etmezse ehemmiyeti azdır. Eğer münasebet-i maneviyesi kuvvetli ise, bu onun bir ferdi, bir masadakı hükmünde olsa ve müstesna bir liyakatı bulunsa, o vakit tevafuk ehemmiyetlidir. Ve o kelâmdan bunun iradesine bir emare olur. Ve ondan o ferdin hususi bir surette dahil olduğuna ya remz, ya işaret, ya delalet hükmünde onu gösterir.» (Ş.686)

3816- «Tenbih: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en ziyade münteşir nüshala­rının sahifeleri, en uzun âyet olan Âyet-i Müdayene vahid-i kıyasî olmuştur. Ve o ölçüye binaen sahifeler tanzim edilmiş ve satırlar için vahid-i kıyas ve mikyas ve ölçü, Sure-i İhlas olmuştur. Onun için bu kısım mushaflarda teza­hür edene meziyetler ve mehasin doğrudan doğruya Kur’anın i’cazına aittir ve Kur’anın malıdır. Bu mehasinin envaı çoktur. Bir nev’i, tevafukattır. Tevafukatın da envaı çoktur. Bir sahife içinde tevafukat ve karşı karşıya sahi­felerdeki tevafukat ve mecmu-u Kur’andaki tevafukattır. Bunların da hem manevi, hem lafzî, hem hükmî aksamları var. Biz çok enva’dan ve çok efraddan, yalnız bir sayfadaki tevafukatı, tafsilatlı yeni bir Kur’anı yazdır­makla göstereceğiz.» (Osmanlıca Mektubat, 29. Mektubun 4. Kısmından)

Burada bahsedilen tevafuklu Kur’an, tevafuklu kelimeleri kırmızı renkte olarak İstanbul’da Hizmet Vakfı tarafından neşredilmiştir.



3817- Tevafukat ve cifir ilmi gibi meselelerle fazla meşgul olmamayı an­latan Bediüzzaman Hz.nin bir mektubu:

«Kardeşlerim,

Bu günlerde Rumuzat-ı Semaniyeye ait iki risaleyi ehemmiyetli talebelere, bir yere gönderdim. Yol kapandı, gitmedi. O iki risaleyi tekrar dikkatle mü­talaa ettim. Fikren dedim ki: “Bu zevkli, güzel, meraklı, şirin bir maksada giden bu tevafuklu yolda ne için sevkedilmeden perde indi, başka yolda sevkedildik, çalıştırıldık.” Birden ihtar edildi ki: “O gaybî esrarı açacak olan meslekten yüz derece daha ehemmiyetli ve kıymetli ve umumi ihtiyaca me­dar ve herkes bu zamanda ona şiddetle muhtaç ve İslâmiyetin temel taşları olan hakaik-i imaniye hazinesine hizmet etmeye ve istifadeye zarar gelecekti. En büyük ve en yüksek maksad olan hakaik-i imaniyeyi ikinci derecede bıra­kacaktı. Onun için idi.”

Sure-i (110:1) ¬yÁV7~ ­h²M«9 «š_«% ~«†¬~ remzinde, esrar-ı gaybiye gösterildi; bir­den kapandı, perde indi.

Hem bu sır içindir ki, o yolda fazla istihdam edilmedik, yalnız o meslek-i tevafukiyenin tereşşuhatından Risale-i Nur’un hakkaniyetine bir imza ve cezaletine bir zinet ve huruf-u Kur’aniyenin intizamından ve vaziyetlerinden tezahür eden bir nevi i’caz çıktı. Daha o yolda çalıştırılmadık.» (K.L.112)

3818- qqTEVATÜR h#~Y# : Kuvvetli haber. *Müteaddid şeylerin birbiri ardınca zahir olması. *Bir hususun söylenmesi. Şayia. *Fık: İçinde yalan ih­timali olmayan ve bir cemaate dayanan kuvvetli haber.

3819- Rivayetlerde «Naklolunan haberler eğer tevatür suretinde olsa, kat'îdir. Tevatür iki kısımdır.HAŞİYE Biri "sarih tevatür", biri "manevî teva­tür"dür. Manevî tevatür de iki kısımdır: Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ: Bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hâdiseyi haber verse, cemaat onu tekzib etmezse, sükût ile mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan haber verdiği hâdisede cemaat onunla alâka­dar olsa, hem tenkide müheyya ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hâdisenin vukuuna kuvvetli delalet eder. İkinci kısım tevatür-ü manevî şudur ki: Bir hâdisenin vukuuna, meselâ "Bir kıyye taam, ikiyüz adamı tok etmiş" denilse; fakat onu haber ve­renler, ayrı ayrı surette haber veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir surette, di­ğeri başka bir şekilde beyan eder.. fakat umumen, aynı hâdisenin vukuuna müttefiktirler. İşte mutlak hâdisenin vukuu; mütevatir-i bil-manadır, kat'îdir. İhtilaf-ı suret ise, zarar vermez.» (M.94)

3820- Bediüzzaman Hazretlerine sorulan «bir sual: Deniliyor ki: Sen çok şeylere mütevatir dersin; halbuki biz onların çoğunu yeni işitiyoruz. Mütevatir birşey böyle gizli kalmaz?

Elcevab: Ulema-i şeriat yanında çok mütevatir ve bedihi şeyler var ki, onlardan olmayana göre meçhuldür. Ehl-i Hadis yanında da çok mütevatir var, sairlerin yanında ahadî de olmuyor ve hakeza... Her fennin ehl-i ihtisası, o fenne göre bedihiyatı, nazariyatı beyan edilir. Umum halk ise, o fennin ehl-i ihtisasına itimad eder, teslim olur veya içine girer, görür. Şimdi haber ver­diğimiz hakiki mütevatir veya manevi mütevatir veya tevatür hükmünde kat’iyyeti ifade eden vakıalar, hem ehl-i hadis, hem ehl-i şeriat, hem ehl-i usul, hem ekser tabaka-i ulemada hükmünü öyle göstermiş; gaflette bulunan avam veya gözünü kapayan nâdanlar bilmezlerse, kabahat onlara aittir.» (M.141)



3821- qqTEVAZU p/~Y# :  Œ — kökünden aşağı indirmek, alçalmak manasından alçak gönüllülük, kibirsizlik manasında kullanılır. Kur’an (25:63) (31:18, 19) ve emsali âyetlerde alçak gönüllülük ve mahviyetkârlık dersleri verilir.

Tevazu ve izzet gibi hasletlerin makbuliyetleri, makamlara göre değerle­nir. Meselâ: «Zaifin kaviye karşı izzet-i nefsi, kavide tekebbür olur; kavinin zaife karşı tevazuu, zaifde tezellül olur. Bir ulülemrin makamındaki ciddi­yeti vakardır; mahviyeti, zillettir. Hanesindeki ciddiyeti, kibirdir; mahviyeti teva­zudur. Ferd, mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa, hıyanettir, amel-i talihtir. Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefseder, tefahür edemez; millet namına tefahür eder, hazm-ı nefs edemez.» (H.Ş. 128)

«Her adam için, hey’et-i içtimaiyede görmek ve görünmek için, mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, te­kebbür ile tetavül edecek; eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu’ ile tekavvüs edecek ve eğilecek. Ta, o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası, küçüklüktür; yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı bü­yüklüktür, yani tekebbürdür.» (H.Ş.127) (Bak: Enaniyet, İzzet, Kibr, Tahdis-i Ni’met)

Atıf notu:

- Bediüzzaman Hz.nin tevazuu, bak: 3259.p.

3822- qqTEVBE y"Y# : (Tövbe) Yaptığı fenalığa pişman olmak, Allah’dan afv dilemek. Bir daha işlememeye azmetmek. Estağfirullah deyip, pişmanlık duymak. (Bak: Afv, Günah, İstiğfar)

3823- Tevbenin makbuliyeti, günahlara karşı kalben ciddi nedamet du­yup bilfiil ıslah-ı hal etmek gayretinde olmakladır. Kur’an müteaddid âyet­lerde bu manada ikazlarda bulunur. Yoksa işlediği günahlara karşı vicda­nında bir üzüntü ve nedamet duymadığı halde sadece ağızdan ve âdet olarak yapılan tevbenin makbuliyet ve ciddiyeti zayıftır. Ezcümle:

3824- Elmalılı Hamdi Efendi (2:37) âyetinin izahında, günaha ısrar et­memek ve tevbenin manası hususunda şöyle der:

«Tevbe esasen rücu’ etmek, asl-ı sabıka dönmek demektir. Binaenaleyh kula nisbet edildiği zaman, arazî olan günah halini bırakıp aslî olan salah ha­line dönmek demek olur. Allah’a nisbet edildiği zaman da, talî olan nazar-ı gadabdan, aslî olan nazar-ı rahmete dönmek manasını ifade eder. Bunun için tevbenin mana-yı şer’îsi, kulun günahını itiraf ve ondan nedamet edip bir daha yapmamaya azmeylemesi, Allah’ın da bu tevbeyi kabul ile, günahı mağ­firet etmesi diye tefsir olunur.» (E.T.326)

Bir hadiste şöyle buyuruluyor:

« ­w¬8ÌY­W²7~ ²v­U¬7«g«4 ­y­B«\¬±[«, ­y²B«=_«, «— ­y­B«X«K«& ­y²#Åh«, ²w«8

Kim yaptığı hasene ona sürur verirse ve işlediği seyyie de müteessir ederse, işte hakiki mü’min odur.» (T.T. 5.ci., 935. hadis) (Bak: 509/5, 1076.p.lar)

Atıf notu:

-Tevbe meyelan-ı şerri keser, bak: 1908.p.

3825- qqTEVBE-İ NASUH ƒYM9 šy"Y# : Sadık tevbe. Nasuh tevbesi. Rücu’ ettiği günaha bir daha dönmemek veya tevbe eylediği günahı bir daha yapmamak için kasd ve niyet etmek ve bunda tam kararlı olmak.

3826- Bir âyette şöyle buyurur: (66:8) _®&Y­M«9 ®}«"²Y«# Tevbe-i nasuh: Na­suh bir tevbe. Burada tevbenin sıfatı olan nasuh ise, gafur vezninde müba­lağa sigası olup nush, nasahat, nasihat maddesindendir. Bu madde Kamus Sahibinin de Besair’de beyan ettiği vech ile, esasen iki manaya mevzudur. Bi­risi, halislik ve safilik manasıdır. Nitekim mumu alınmış halis bala °d¬._«9 °u«K«2 denilir. Bu manaca nasuh, çok halis ve temiz demek olur. Birisi de sö­küğü dikmek, yırtığı yamamak suretiyle onarıp düzeltmek manasındadır. Nitekim elbisenin dikişine “nesahat-üs sevb” denilir. Bu manaca nasuh, çok ıslah edici, hiç bir gedik bırakmayacak vechile eksikleri düzeltip iyi onarıcı demek olur.» (E.T. 5126)

Buna göre tevbe-i nasuh, ciddi ihlas ile tam ıslah-ı hal etmek demektir.



3827- Tevbe hakkında âyetlerden birkaç not:

- Hırsızlıktan tevbe: (5:39)

- Cahillik sebebiyle kötülük yapıp sonra tevbe ile ıslah-ı hal edenlerin mağfireti: (4:16, 17, 18) (6:54) (16:119)

- İrtidaddan sonra tevbe: (3:86 ilâ 91)

- Münafıklıktan tevbe: (4:145, 146) (9:74)

- Müşriklikten tevbe: (9:5)

- Riba (faiz) almaktan tevbe: (2:279)

- Allah dilediği (lâyık gördüğü) kimseye tevbeyi nasib eder: (9:15, 27, 106, 18)

Tevbe ve istiğfar hakkında hadis-i şerifler de çoktur. Ezcümle: T.T. 5.ci.2, Kitab 5. Bölüm, sh:265-286; Sahih-i Müslim 49.Kitab-üt Tevbe ci:8, sh:234; İ.M. 37.Kitab-üz Zühd, 30.Bab, aynı mevzu ile alâkalıdır.



3828- qqTEVEKKÜL u±6Y# : İşi başkasına ısmarlamak. Sebeblere tevessül ettikten sonra neticesini Allah’a bırakmak. *Allah’tan gelene razı olmak. Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra neticesini Allah’tan istemek. Kadere razı olmak. Hakka güvenmek. Yeis ve kederden uzak olmak. (Bak: Hırs)

3829- Saadet-i dareyne vesile olan tevekkülün hakiki menbaı, tahkikî imandır. «Evet hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. “Tevekkeltü alallah” der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlar vari dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadir-i Mutlak’ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennet’e uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i safilîne çeker. Demek iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.

Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbatı yalnız Cenab-ı Hak’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.



3830- Tevekkül eden ve etmiyenin misalleri, şu hikâyeye benzer:

Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, bü­yük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi girer girmez yükünü gemiye bıra­kıp, üstünde oturup nezaret eder. Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğun­dan yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: “Ağır yükünü gemiye bırakıp ra­hat et.” O dedi: “Yok, ben bırakmıyacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim.” Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir. Daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağır­laşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tardedecek. Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bi­zimle istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. Hem herkese maskara olur­sun. Çünki ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi göste­ren gururun ile, riyayı ve zilleti gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren tasan­nuun ile kendini halka mudhike yaptın. Herkes sana gülüyor” denil­dikten sonra o biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstüne oturdu. “Oh”.. Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtul­dum.” dedi.

İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.» (S.314)

3831- Tevekkülde makamları iltibas etmemek ve «her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi takdirde daire-i esbabda iken tabia­tıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan; Mu’tezile olur ki, te’siri esbaba verir. Ve keza daire-i itikadda iken ruhuyla, imanıyla daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek Cebriye Mezhebi gibi tenbelcesine bir tevekkül ile nizam-ı âleme muhalefet eder.» (İ.İ. 20)

Evet «tertib-i mebadide tevekkül, tenbelliktir. Terettüb-ü netice nokta­sındaki tefviz, tevekkül-ü şer’îdir.» (S.725)



3832- «Nefis daima ıztıraplar, kalaklar içinde evhamdan kurtulup tevek­küle yanaşmıyor. Hükm-ü Kadere razı olmuyor. Halbuki şemsin tulu’ ve gu­rubu mukadder olduğu gibi, insanın da bu dünyada tulu’ ve gurubu ve sair mukadderat, kalem-i kader ile cephesinde yazılıdır. İsterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin; fakat başı kırılır, yazılara bir şey olmaz ha! Ve illa muhak­kak bilsin ki: Semavat ve Arz’ın haricine kaçıp kurtulamıyan insan, Hâlik-ı Külli Şey’in rububiyetine muhabbetle rıza-dade olmalıdır.» (M.N.122)

3833- Tevekkül hakkında Kur’andan birkaç not:

-Mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etmelidir: (3:122, 160) (5:11, 23) (8:2, 49) (9:51) (10:84) (11:88, 123) (12:67) (14:12) (58:10)

-Meşveretten sonra verilen kararda sebat ve tevekkül gerektir: (3:159)

-Tevekkül edene Allah yeter: (4:81) (33:3, 48) (39:38) (65:3)

3834- qqTEVHİD f[&Y# : Birleme. Bir Allah’tan başka ilah olmadığına inanma. Her yerde ve her şeyde Allah’tan başkasının te’sir ve hâkimiyeti ol­madığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamak. *Edb: Allah’ın varlığına ve birliğine dair yazılan manzume. *Kelime-i Tevhid olan ­yÅV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž sözünü tekrarlamak ki, buna tehlil de denir. Kelime-i tevhid bu şekli ile aynen Kur’anda (37:35) (47:19) âyetlerinde geçer. Az farklı ibarelerle Kur’anın muhtelif yerlerinde zikredilir. Hadis kitablarında ise, tevhid ve tesbih bö­lümlerinde çok yer verilmiştir. (Bak: Hanif, Şirk, Tecdid-i İman, Yakîn)

3835- «Tevhid iki kısımdır. Meselâ: Nasılki bir çarşıya ve bir şehre büyük bir zatın mütenevvi malları gelse, iki çeşitle onun malı olduğu bilinir. Biri icmalî, amiyanedir ki: “Bu kadar azîm mal, ondan başka kimsenin haddi de­ğil ki sahib olabilsin.” Fakat böyle ami bir adamın nezaretinde çok hırsızlık olabilir. Parçalarına çok adamlar sahib çıkabilir. İkinci çeşit odur ki, her denk üzerinde yazıyı okur, herbir top üstünde turrayı tanır, herbir ilan üstünde mührünü bilir bir surette “Herşey o zatındır” der. İşte şu halde herbir şey o zatı manen gösterir. Aynen öyle de: Tevhid dahi iki çeşittir.

Biri: Tevhid-i ami ve zahirîdir ki “Cenab-ı Hak birdir, şeriki naziri yok­tur. Bu kâinat onundur.”

İkincisi: Tevhid-i hakikidir ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hatem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle doğrudan doğruya herşeyden onun nuruna karşı bir pencere açıp onun birliğine ve herşey onun dest-i kudretinden çıktığına ve uluhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir veçhile, hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir.» (S.292)

3836- «Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrar ile, kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halavetle ders verdiği gibi, bütün enbiya ve asfiya ve evliya en büyük zevklerini ve saadetlerini kelime-i tevhid olan

­yÅV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž da buluyorlar.» (L.326) (Bak: 4100.p.)

«Hem kelime-i tevhidde azamet-i kibriya ve celal-i Sübhanî ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedaniye tahakkuk etmesi içindir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş:

­yÁV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž|¬V²A«5 ²w¬8 «–YÇ[¬AÅX7~«— _«9«~ ­a²V­5 _«8 ­u«N²4«~

Yani: “Ben ve benden evvel gelen Peygamberlerin en ziyade fazi­letli ve kıymetli sözleri, Lâ İlahe İllallah kelâmıdır.» (Ş.9)

«İmam-ı Azam demiş: ­yÅV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž tevhide alem ve isimdir.» (M.341)

«Tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki, ilm-i man­tıkta, tasavvura mukabil ve ma’rifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim deni­len tasdiktir. Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabul­dür ki; her bir şeyle Rabbini bulabilir ve her şeyde Hâlikına giden bir yolu görür ve hiç bir şey huzuruna mani ol­maz.» (Ş.154)

3837- Tevhid bütün enva-ı şirki reddeder. Zira «halk-ı eşya hakkında “mucibe-i külliye” sadık olmadığı takdirde “salibe-i külliye” sadık olur. Yani ya bütün eşyanın Hâlikı Allah’tır veya Allah hiç bir şey’in hâlikı değildir. Çünki eşyanın arasında muntazam tesanüd ile halk ve yaratmak, tecezziyi kabul etmez bir külldür, baziyet yoktur. Ya mucibe-i külliye olacaktır veya salibe-i külliye olacaktır. Başka ihtimal yok. Her şeyde illetin ademini teveh­hüm eden vehmin vahi hükmünde bir kıymet yok. Binaenaleyh edna bir şeyde Hâlikıyet eseri göründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder.

Ve keza Hâlık ya birdir veya gayr-ı mütenahidir, evsat yoktur. Zira Sani’ vâhid-i hakiki olmazsa, kesîr-i hakiki olacaktır. Kesîr-i hakiki ise gayr-ı mütenahidir.» (M.N. 183)



Atıf notu:

-Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesi, bak: 941.p.

3838- qqTE’VİL u<¬—¶_«# : «Bir nesneye redd ve irca etmek. Döndürmek. Te’vil kelimesi bazı müfessirlere göre, rücu’ manasına olanl “Evl: Ä — ~” den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin manasını bir nesneye irca ile beyan etmektir. Bazılarınca da Evvel: ı—~ lafzından alınmış olup kelâmı ev­veline sarf ve irca eylemektir. Bazılarınca da hükümet ve siyaset manasına olan iyalet: a7_«<~ den alınmıştır ki, te’vil eden kimse, zihin ve fikrini, ke­lâmdaki sırrın tetebbuuna taslit etmekten ibarettir ki, kelimeden maksud olan mana zahir ve söyleyenin muradı aşikâr ola. Tefsir ve te’vil beynindeki fark ise: Tefsir: Nüzul-ü âyetin sebebinden bahs ve lügat cihetinden kelâmın mevzuuna müteallik maddeye mübaşerettir. Te’vil ise: Âyetlerin sırlarını ve istar-ı kelimatı (kelimeler perdesini ve zarını) inceden inceye araştırmak ve âyetin mana ihtimallerinin birini tayin etmekten ibarettir ki, muhtelif vecih­lere muhtemel olan âyetler olur. Kur’anın anlaşılmasında birinci mertebe tenzil, ikinci mertebe te’vildir.

Te’vil, bundan başka “rüya tabir etmek” manasına gelir ve “hoş kokulu bir nebat” adıdır.» (Kamus Tercemesi) (Bak: Hadis-i Mevzu, Kıyamet Alâ­met­leri, Meal, Müteşabihat)



3839- Âhirzaman alâmetleri hakkında gelen ehadis-i şerifelerin ekserisi müteşabihat nevinden olduğu ve hakiki manalarını herkes bilemeyeceği gibi, onların tercüme manaları dahi hakiki maksadı ifade etmez. Evet «âhir za­manda vukua gelecek hâdisata dair hadislerin bir kısmı, müteşabihat-ı Kur’aniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde te’vil ederler. (3:7) ¬v²V¬Q²7~|¬4 «–Y­F¬,~Åh7~«— ­yÁV7~ ެ~ ­y«V<¬—Ì_«# ­v«V²Q«< _«8«— sırrıyla, vukuundan sonra te’villeri anlaşılır ve murad ne ol­duğu bilinir ki, ilimde rasih olanlar

_«X¬±"«‡ ¬f²X¬2 ²w¬8 Êu­6 ¬y¬" _ÅX«8´~ deyip o gizli hakikatları izhar ederler.» (Ş.578)



3840- «İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir mü­sabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan na­zarî mes’eleleri elbette bedihi olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zaruri olmaz. Ta ki Ebu Bekirler âlâyı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Ce­hiller esfel-i safilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu’cizeler seyrek ve nadir verilir. Hem dar-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’aniye gibi kapalı ve te’villi oluyor. Yalnız, Güneş’in mağripten çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tevbe kapısı kapanır, daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünki Ebu Bekirler Ebu Cehiller ile tas­dikte beraber olurlar. Hatta Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir, herkes bi­lemez...

Teşbihler ve temsiller suretinde rivayet edilen bir kısım hadisler, mürur-u zamanla avamın nazarında hakikat telakki edildiğinden vakıa mutabık çıkmı­yor. Ayn-ı hakikat olduğu halde vakıa mutabakatı görünmüyor.» (Ş. 579)

Meselâ, «musibetlerin vakti muayyen olsaydı, musibet başına gelen adam, musibetin intizarında o gelen musibetin belki on mislinden ziyade manevi bir musibet -o intizardan- çekmemesi için, hikmet ve rahmet-i İlahiye tara­fından gizli, perdeli bırakılmış. Ve ekser hâdisat-ı kevniye-i gaybiye böyle hikmetleri bulunduğundandır ki, gaibden haber vermek yasak edilmiş.

­yÁV7~ ެ~ «`²[«R²7~ ­v«V²Q«< «ž düsturuna karşı hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek içindir ki, medar-ı teklif ve hakaik-ı imaniyeden başka olan umûr-u gaybiyeden izn-i Rabbanî ile haber veren­ler dahi, yalnız işaret suretinde perdeli ve kapalı ihbar etmişler. Hatta Tevrat ve İncil ve Zebur’da Peygam­berimiz hakkında gelen müjdeler ve haberler dahi bir derece perdeli ve ka­palı gelmiş ki; o kitabların bir kısım tabileri te’vil edip iman etmediler. Fakat itikadat-ı imaniyeye giren mes’eleleri tasrih ile ve tekrar ile ihbar etmek ve açık bir surette tebliğ etmek hikmet-i teklifin muktezası olduğundan, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ve Tercüman-ı Zişan’ı (A.S.M.) umûr-u uhreviyeden tafsilen ve hâdisat-ı istikbaliye-i dünyeviyeden icmalen haber vermişler.

Hem Deccal’ın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükümetine ait ga­rip halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebetdar rivayet edilmesi cihetiyle manası gizlenmiş. Meselâ: “O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yal­nız Hazret-i İsa (A.S.) onu öldürebilir, başka çare olamaz.” rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek; ancak semavi ve ulvi, halis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-ı Kur’aniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulü ile o din­siz meslek mahvolur ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldü­rülebilir.» (Ş.580)

3841- Bediüzzaman, bazı müteşabih hadislerde yaptığı te’villere edilen itiraza karşı bir mahkeme müdafaasında şöyle diyor:

«Sabık mahkememizde bir müddeiumuminin yanlış bir mana ile “Beşinci Şua”ya dair suallerinde kanun hesabına değil, belki bir ölmüş şahsın dostluğu taassubu hesabına manasız ve lüzumsuz itirazları sebebiyle bu gelecek uzunca tafsilatı vermeğe mecbur oldum...

Bundan kırk sene evvel ve Hürriyet’ten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın baş kumandanı, İslâm ulemasından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o mü­nasebetle sual ettiler. Ezcümle, bir hadiste; “Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında “Hâzâ kâfirün” yazılmış bulunur diye hadis var deyip benden sordular. Dedim: Bir acib şahıs bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir. Bu cevaptan sonra bunu sordular: “Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?” Dedim: Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşaallah müslüman edecek. Sonra dediler: “Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile “Süfyan” olduğu bilinecek?” Ben de cevaben dedim: Bir darb-ı mesel var. Çok israflı adama eli deliktir denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak. Sonra birisi sordu ki: “O öldüğü zaman İstan­bul’da Dikili Taş’ta şeytan dünyaya bağıracak ki; filan öldü.” O vakit ben de­dim: Telgrafla haber verilecek, fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dar-ül Hikmet’te iken dedim: Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek. Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve Ye’cüc ve Me’cüc ve Dabbet-ül Arz ve Deccal ve Nüzul-ü İsa (A.S.) hak­kında sualler sormuşlardı. Ben de cevap vermiştim. Hatta eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar. Bir zaman sonra Mustafa Kemal iki defa şifre ile, Van vilayetinin eski valisi ve benim dostum Tahsin Bey’in vasıtasıyla beni -neşre­dilen Hutuvat-ı Sitte’ye mükâfaten taltif için- Ankara’ya celb etti, git­tim. Şeyh Sünusi Kürdçe lisanı bilmediğinden beni onun yerinde üçyüz lira ma­aşla vilayat-ı şarkiye vaiz-i umumisi hem meb’us, hem diyanet riyaseti dai­re­sinde Dar-ül Hikmet azalarıyla beraber eski vazifem ile memnun etmek ve benim Van’da temelini attığım Medreset-üz Zehra ve şark darülfünunuma Sultan Reşad’ın verdiği ondokuz bin altın lira -ikiyüz meb’us içinde yüzaltmışüç meb’usun imzasıyla- yüzellibin banknota iblağ edilerek kabul edildiği halde; ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim.» (Ş.358)

3841/1- Bediüzzaman, siyasi hayatla alâkasını kesip yalnız imana ve Kur’ana hizmet için vakf-ı hayat ettiği halde, bazı adlî makamlar, mezkûr ifadede görüldüğü gibi, ehadisin külli manadaki tevillerini siyasi maksada tevcih etmek gayretini göstermişlerdir. Böyle tenkidlere de cevablar veren Bediüzzaman, Afyon Mahkemesi müdafaasında şöyle der:

«Maslahat-ı hükümet namına derim: Madem “Beşinci Şua”ı hem Denizli, hem Ankara Mahkemeleri tedkik edip ilişmemişler, bize verdiler. Elbette onu, yeniden resmiyete koyup dedikodulara meydan açmamak, idarece zaru­ridir. Biz o risaleyi, mahkemelerin ellerine geçmeden ve onu teşhirlerinden evvel gizlediğimiz gibi, Afyon hükümet ve mahkemesi dahi onu medar-ı sual ve cevap etmemeli. Çünki kuvvetlidir, reddedilmez! Kablelvuku haber ver­miş, doğru çıkmış. Hem hedefi dünya değil, olsa olsa ölmüş gitmiş bir şahsa, müteaddid manalarından bir manası muvafık geliyor. Onun dostluğu taassu­buyla o gaybî ihbarı ve manayı, resmiyete koymamayı ve bizi onunla mua­heze etmekle daha ziyade teşhirine yol açmamayı, vatan ve millet ve asayiş ve idare hesabına ihtar etmeye vicdanım beni mecbur eyledi.» (Ş.355)

«Hem külli ve te’vil manasından makam-ı iddia cerbezesiyle o kuman­dana bir hisse çıkarıp ona tatbik etmiş. Böyle yüzde bir adam ancak fehme­den bir mana, mahrem ve gizli bir risalede bulunmasını hiçbir kanun suç sa­yamaz. Hem o risale hârika bir tarzda müteşabih hadislerin te’villerini beyan etmiş. O beyan otuz-kırk sene evvel olduğu ve üç mahkemeye ve mahke­menize ve Ankara’nın altı makamatına üç sene zarfında iki def’a takdim edi­lip tenkid görmeyen müdafaa ve itiraznamemde kat’i cevap verildiği halde, o hadisin hakikatını beyan sadedinde bir kusurlu şahsa mutabık çık­masını hiç bir kanun suç sayamaz.» (Ş.384) (Bak:1717.p.)

Bediüzzaman’ın mezkûr ifadelerinden açıkça anlaşıldığı gibi; Beşinci Şua’da sarihan şahıs ismi bulunmadığı ve kablelvuku yani 1907’de yazılmış olduğu cihetle Beşinci Şua’nın te’lifinde müellifin hadislerin mana-yı küllîsini beyan etmiş olduğu zahirdir. Bütün bu hakikatlara rağmen Beşinci Şua’daki mezkûr mahiyette olan izahları yani küllî manayı, bazı adliyeciler cüz’î bir hâdiseye tatbik ettiler. Bunlardan 26.12.1985 tarih ve 85/114 esas, 85/186 karar sayılı İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi kararındaki garip bir tatbi­kattan az bir kısmını örnek verelim. Kararda aynen şöyle deniliyor:



3841/2- «Yukarıdaki örneklerden anlaşılacağı üzere:

Deccal (âhir zamanda gelecek ve Hazret-i Muhammed’in peygamberli­ğini inkâr edip İslâmiyeti tahribe çalışacak ve dünyayı fesada verecek çok kötü ve dine ait hiçbir gerçeği, Allah’ın varlığına hiçbir delili kabul etmemek yolunda olan dehşetli bir şahıs) hakkındaki Hadislerde bahsedilen şahsın Atatürk olduğunu zaman göstermiştir. Atatürk, İslâmların deccalı olan Süfyandır.

Atatürk, İslâm şeriatının tahribine çalışmıştır, mağrur, firavunlaşmış, Al­lah’ı unutmuştur.

“Bir zaman gelecek, Allah Allah diyen kalmıyacak” Hadisine uygun ola­rak, Atatürk zamanında “Allah Allah” diyen tekke, zikirhane ve medreseler kapanmış, ezan Türkçe okunmuştur.

“İslâm Deccalı ölünce ona hizmet eden şeytan, İstanbul Dikilitaş’da o öldü diye bütün dünyaya bağıracak” Hadisine uygun olarak,

Atatürk’ün ölümü radyo ile dünyaya duyurulmuştur.

“Süfyan su içecek, eli delinecek” Hadisi, Atatürk’ün rakıya mübtela ola­cağını, bu yüzden hasta olacağını ve israf yapacağını göstermiştir.

“Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında ‘bu kâfirdir’ ya­zılmış olur.” Hadisine uygun olarak Atatürk kanun zoru ile herkese şapka giydir­miştir, fakat şapka da secdeye gittiği için istemeyerek giyenler kâfir ol­mamış­lardır.

“Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar kendilerine secde ettirecek­ler” Hadisine uygun olarak, Atatürk kendisine ve heykellerine baş eğdir­mektedir.

“Fitne-i Âhirzaman o kadar dehşetlidir ki kimse nefsine hâkim olmaz” Hadisine uygun olarak Atatürk devrinde dans, tiyatro gibi kadınlı erkekli oyunlar, gayr-ı meşru oyun ve eğlenceler, büyük günahlar ve âdetler ortaya çıkmıştır.

Atatürk devrinde, ordu ve millet tarafından yapılanlar, haksız olarak Atatürk’ün şahsına mal edilmiştir.

Atatürk devrinde kanun perdesi altında herkesin vicdanına, mukaddesa­tına, kıyafetine müdahale edilmiştir.

Millet mağlubiyet hangâmında gizli ve dehşetli mahiyetine bakmıyarak Atatürk’ü alkışlayıp başına koymuştur. Fakat ordu ve dindar millet, gerçeği görecek ve Atatürk’ün yaptığı bu dehşetli tahribatı tamire çalışacaktır.

Atatürk fiilleriyle İslâmiyet an’aneleri aleyhine çalışmıştır.

Atatürk Ayasofya camiini puthaneye, Meşihat dairesi (Osmanlı Dev­leti’nin diyanet dairesini) kız lisesine çevirmiştir.»

İşte aynı şekliyle ve şahıs ismi açıkça ve tekraren zikredilerek ve Bediüzzaman’a atfedilerek yapılan bu beyan, herhalde hayretle karşılanacak acib ve garib bir tevcihtir. Bu şekilde bir tatbikatın da Bediüzzaman, Afyon Mahkemesinde makam-ı iddia tarafından yapıldığını görerek gerekli cevabı vermiştir. Makam-ı iddia şöyle demişti: “Süfyan ve bir İslâm deccalı, Mustafa Kemal olduğu Beşinci Şua’da anlaşılıyor.”

Bediüzzaman ise cevabında: «Beşinci Şua, küllî bir surette çok zaman evvel müteşabih bir hadisin bir te’vilini beyan etmesi ve itiraznamemde kat’i cevabı verilmesi; bu zahir yanlışı ve medar-ı mes’uliyet olması büyük hata olduğunu gösteriyor. Eğer mes’uliyet varsa bu ince, küllî manayı böyle cüz’î bir şahsa tatbik edip mahkemede teşhir eden kimse mes’ul ve suçlu olur.» (Ş.417) diyerek müdafaada bulunmuştur ve nihayet aynı mahkeme beraet ka­rarını vermiştir.

3842- Risale-i Nur Külliyatından Şualar adlı eserin Beşinci Şua’ındaki kı­yamet alâmetlerine dair rivayetlerin te’villeri hakkında şu bilgi veriliyor:

«“Allahu a’lem bir te’vili budur” cümlesi denildiğinden manası budur ki: “Bu hadisin bir ihtimal ile manası bu olmak mümkündür” demektir. Bu ise mantıkça tekzibi kabil değil. Yalnız muhaliyetini isbat ile tekzib edilebilir.

Elhasıl te’vilin manası, hadisin veyahut âyetin birçok manalarından bir mümkün ve muhtemel manası demektir.» (Ş.386)

3843- Bediüzzaman, Afyon Mahkemesinde Beşinci Şua’da rivayetlere vaki itirazı red makamında diyor ki:

3844- «“Rivayetler, mevzudur veya zaifdir” iddiacının demesi üç vecihle yanlış olduğu, cedvelde isbat edilmiş.

Birisi: Bir milyon hadisi hıfzına alan İmam-ı Ahmed ibn-i Hanbel ve beşyüz bin hadisi hıfzeden İmam-ı Buharî’nin cesaret edemedikleri o nefyin isbatı kabil olmadığı ve bütün hadis kitablarını görmediği ve ümmetin ekse­riyeti her asırda o rivayetlerin manalarının zuhurlarını veya küllînin bir fer­dini görmesini bekledikleri ve ümmetçe telakki-i bilkabul derecesine yakın­laşmış ve ayn-ı hakikat bazı nümune ve ferdleri meydana çıkıp görüldüğü halde, o rivayetleri külliyetle inkâr etmek on cihetle hatalıdır.

İkinci Vecih: Mevzu’dur manası; bu rivayet an’aneli, senedli hadis değil demektir. Yoksa manası yanlıştır demek değildir. Madem ümmette, hususan ehl-i hakikat ve keşf ve bir kısım ehl-i hadis ve ehl-i içtihad kabul edip ma­nalarının vuku’larını beklemişler. elbette o rivayetlerin durub-u emsal gibi umuma bakan hakikatları vardır.

Üçüncü Vecih: Hangi mes’ele veya rivayet var ki, meşrebleri, mezhebleri muhtelif âlimlerin bir kitabında ona itiraz edilmesin. Meselâ: İslâm içinde birkaç Deccal geleceğine dair rivayetlerden birisi bu Hadis-i Şerif, sarih bir surette Cengiz ve Hülagû fitnesinden haber verir:

¬Ä_Å%Åf7~|«7¬~ _«Z­W¬V«K­< |ÅB«& ¬‰_ÅA«Q²7~|¬"«~ ¬Y²X¬.|¬±W«2 ¬f²7¬— |¬4 ­}«4«Ÿ¬F²7~ «Ä~«i«# ²w«7

(*) Yani: “Uzun zaman hilafet-i Abbasiye devam edecek, sonra o saltanat Deccal eline geçecek” (Bak: 14.p.) diye, beşyüz seneden sonra İslâm içine bir Deccal gelecek, o hilafeti bozacak gibi ki; eşhas-ı âhirzamandan çok riva­yetler haber verdikleri halde, mezhebi ayrı veya fikri müfrit bir kısım ehl-i içtihad kabul etmemişler, mevzu’ veya zaiftir demişler. Her ne ise.» (Ş.401) Böyle müteşabihatın hikmetlerini düşünmeyen «Bazı hocalar, “minare kadar yüksek bir adamı”, hem “alnında okunacak bir yazı bulunacak”, hem “bir­den eli bir su ile delinecek” gibi hakikatın perdesi olan teşbihleri hakikat zannetmek bahanesiyle, Nur’un bazı ihbarat-ı gaybiyesi, sathî nazarlarına muvafık gelmiyor.. ona daha yanaşmıyor.» (E.L.I.214)



3845- «Eskişehir hapishanesinde, âhir zamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin te’villeri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i iman onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım; bir iki sahife yazdım perde kapandı, geri kaldı. Bu beş senede, beş-altı def’a aynı mes’eleye müteveccih olup muvaffak olamı­yordum. Yalnız o mes’elenin teferruatından bana ait bir hâdiseyi beyan et­mek ihtar edildi. Şöyle ki:

Hürriyet’in bidayetinde, Risale-i Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümid ve itikad ile, ehl-i imanın me’yusiyetlerini izale için, “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordum. Hatta Hürriyet’ten evvel de ta­lebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayatımda merhum Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünuhat misillü risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum” diye dehşetli hâdisata karşı o ümid ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Halbuki hâdisat-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzib edip ümidimi kırardı.

Birden bir ihtar-ı gaybî ile kat’i kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: “Ciddi bir alâka ile senin eskidenberi tekrar ettiğin bir ışık var, bir nur göreceğiz diye müjdelerin te’vili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahminin ile geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mes’udane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu mu­accel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.

Evet otuz sene evvel bir hiss-i kablelvuku ile hissettin. Fakat nasıl kır­mızı bir perde ile siyah bir yere bakılsa karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.» (K.L.26) (Bak:1007/1.p.)



3846- Te’vil hakkında Kur’andan bir kaç not:

-Müteşabih âyetlerin te’vili meselesi ve su-i te’vil etmek isteyenler: (3:7)

-(Bir şeyi varacağı yere vardırmak manasında) te’vil: (7:53)

-İlmi yetmeyen ve kendilerine te’vil ilmi gelmemiş olanların inkârları: (10:39)

-Hz.Yusuf’a (A.S.) hâdiselerin te’vil ilminin verilmesi: (12:6, 21, 101)

-(Rüya tabiri manasında) te’vil: (12:36, 37, 44, 45)

-(Netice ve akıbet manasında) te’vil: (4:59) (17:35)

-(Bazı zahir hâdisatın içyüzündeki gaye ve hikmeti i’lam-ı İlahî ile bilmek mana­sında) Hızır’a (A.S.) verilen te’vil ilmi: (18:78,82)

3847- qqTEVRAT ?~‡Y# : İbranilerin (Bak: İbraniler, Yahudi) Ahd-i Atik adı verdikleri ve dört semavi kitabdan biri olan Tevrat, İsrail oğullarına pey­gamber gönderilen Hz. Musa’ya (A.S.) nazil olmuştur. Tevrat’a İbranicede kanun ve şeriat manasına gelen (Tora); Latincede beş kitabdan mürekkeb eser manasında (pentatechus) denilmektedir. Tevrat’ın lisanı İbranicedir. (Bak:Musa (A.S.))

Peygamberimiz’in (A.S.M) geleceğini ihbar eden «Tevrat, İncil ve Ze­bur’un ibareleri; Kur’an gibi i’cazları olmadığından, hem mütemadiyen ter­cüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabani kelimeler içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış te’villeri, onların âyetleriyle iltibas edildi; hem bazı nadanların ve bazı ehl-i garazın tahrifatı da ilave edildi. Şu surette o kitablarda tahrifat, tağyirat çoğaldı. Hatta Şeyh Rahmetullah-i Hindî (al­lame-i meşhur) kütüb-u sabıkanın binler yerde tahrifatını, keşişlerine ve Ya­hudi ve Nasara ulemasına isbat ederek, iskât etmiş. İşte bu kadar tahrifatla beraber, şu zamanda dahi meşhur Hüseyn-i Cisrî (Rahmetullahi Aleyh); o kitablardan yüzondört delil Nübüvvet-i Ahmediye’ye dair çıkarmıştır. Risale-i Hamidiye’de yazmış. O risaleyi de, Manastırlı merhum İsmail Hakkı ter­cüme etmiş. Kim arzu ederse, ona müracaat eder, görür.» (M.163)



3848- «Tevrat’ın âyeti:

_«;¬f«7«— ²w¬8 ­–Y­U«<«— ­f¬V«# «h«%_«; Å–¬~ «v[¬;~«h²"¬ž¬ «Ä_«5 «yÁV7~ «–¬~

¬Y­L­F²7_¬" ¬y²[«7¬~ °}«0Y­K²A«8 ¬p[¬W«D²7~ ­f«<«— ¬p[¬W«D²7~ «»²Y«4 ­˜­f«< ²w«8

Yani: “Hazret-i İsmail’in validesi olan Hacer, evlad sahibesi olacak ve onun evladından öyle birisi çıkacak ki, o veledin eli, umumun fevkinde ola­cak ve umumun eli huşu’ ve itaatle ona açılacak.”

Tevrat’ın ikinci bir âyeti:

|¬7²Y«5 >¬h²%­~«— «t«V²C¬8 ²v¬Z¬#«Y²'¬~ |¬X«" ²w¬8 _È[¬A«9 ²v­Z«7 °v[¬T­8|¬±9¬~|«,Y­8_«< «Ä_«5«—

­y²X¬8 ­v¬T«B²9«~ _«9«_«4|¬W²,¬_¬" ­vÅV«U«B«< >¬gÅ7~¬±|¬AÅX7~ «Ä²Y«5 ­u«A²T«<«ž>¬gÅ7~ ­u­%Åh7~«— ¬y¬W«4 |¬4

Yani: “Beni İsrail’in kardeşleri olan Beni İsmail’den senin gibi birini göndereceğim. Ben, sözümü onun ağzına koyacağım, benim vahyimle konu­şacak. Onu kabul etmiyene azab vereceğim.» (M:165)



3849- «Tevrat’ın üçüncü bir âyeti:

¯}Å8­~­h²[«' ²v­; ®}Å8­~ ¬}<´‡²YÅB7~ |¬4 ­f¬%«~ |¬±9¬~ ¬±«‡ |«,Y­8 «Ä_«5

¬h«U²X­W²7~ ¬w«2 «–²Y«Z²X«< «— ¬¿—­h²Q«W²7_¬" «–—h­8²_«< ¬‰_ÅXV¬7 ²a«%¬h²'­~

¯fÅW«E­8 ­}Å8­~ «t²V¬# «Ä_«5 |¬BÅ8­~ ²v­Z­V«Q²%_«4 ¬yÁV7_¬" «–Y­X¬8ÌY­<«—

İhtar: Muhammed ismi, o kitablarda ²dÅS«L­8 ve _ÅX«W«E²X­W²7«~ ve _«0_«[²W«& gibi, Süryani isimler suretinde, “Muhammed” manasındaki İbrani isimleriyle gelmiş. Yoksa sarih Muhammed ismi az vardı. Sarih miktarını dahi hasud Yahudiler tahrif etmişler.» (M.166)

3850- «Tevrat’ın bir âyeti daha:

«}«A²[«O¬" ­y­#«h²D¬;«— «}ÅU«W¬" ­˜­f­7 ²Y«8 ¬yÁV7~ ­ÄY­,«‡ °fÅW«E­8

«–—­…_ÅW«E²7~ ­y­BÅ8­~«— ¬•_ÅL7_¬" ­y­U²V­8«—

İşte şu âyette “Muhammed” lafzı, Muhammed manasında, Süryani bir isimde gelmiştir.» (M.167)

«Tevrat’ın beşinci kitabının otuzüçüncü babında şu âyet var:

“Hak Teala, Tur-u Sina’dan ikbal edip bize Sair’den tulu’ etti ve Faran Dağlarında zahir oldu.”

İşte şu âyet, nasılki “Tur’u Sina’da ikbal-i Hak” fıkrasıyla Nübüvvet-i Museviyeyi ve Şam Dağları’ndan ibaret olan “Sair’den tulu-u hak “ fıkrasıyla Nübüvvet-i İseviyeyi ihbar eder. Öyle de bil’ittifak Hicaz Dağları’ndan ibaret olan Faran Dağları’ndan zuhur-u hak fıkrasıyla, bizzarure Risalet-i Ahmediye (A.S.M) haber veriyor. Hem Sure-i Feth’in âhirinde ¬?~´‡²YÅB7~|¬4 ²v­Z­V«C«8 «t¬7«† (48:29) hükmünü tasdikan, Tevrat’ta Faran Dağları’ndan zuhur eden Pey­gamberin sahabeleri hakkında şu âyet var: “Kudsilerin bayrakları beraberin­dedir ve O’nun sağındadır.” “Kudsiler” namıyla tavsif eder. Yani: O’nun sa­habeleri kudsi, salih evliyalardır.» (M.167)

3851- «Tevrat’ın diğer bir âyeti daha: ­u¬±6«Y«B­W²7~ «t­B²[ÅW«,|¬7Y­,«‡«— >¬f²A«2 «a²9«~ İşte şu âyette, Benî-İshak’ın kardeşleri olan Benî-İsmail’den ve Hazret-i Musa’dan sonra gelen peygamberlere hitab ediyor.

Tevrat’ın diğer bir âyeti daha: ¯o[¬V«3 «ž«— ¯±o«S¬" «j²[«7 ­‡_«B²F­W²7~ >¬f²A«2

İşte : “Muhtar”ın manası: “Mustafa’dır, hem ism-i Nebevî­dir.» (M. 167)

Atıf notu:

-Tevrat’ta Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında gelen müjdeler bir derece kapalı idi, bak: 1008.p.

3852- Kur’anda Tevrat’la alâkalı âyetlerden birkaç not:

-Tevrat’ın bazı hususiyetleri: (2:53) (3:65) (5:44) (21:48)

-İncil’de ve Tevrat’ta sahabelerin tavsifatı: (48:29)

-Tevrat’ın tahrif olunmadan önceki aslını Kur’an tasdik eder: (2:41, 89, 91) (3:3)

-Yahudilerin Tevrat’ı tahrif etmeleri: (2:75) (4:46) (6:91)

-İsrail Oğullarına Tevrat’ta bazı yasakların gelmesi: (3:93)

-İncil de tahrif olunmadan önceki Tevrat’ı tasdik eder: (3:50) (5:46) (61:6)

-Tevrat ve İncil’de Nebiyy-i Ümmî’nin ismi yazılıdır: (7:157)

-Ehl-i Kitab’ın kütüb-ü semaviye ile amel etmekten i’raz etmeleri: (5:66, 68), izahı için 778.p.a bakınız.

-Tevrat’la amel etmeyen Tevrat ehlinin, kitab taşıyan eşeğe benzemesi: (62:5)

3853- qqTEYEMMÜM v±W[# : Arabça • • > kökünden, tefe’ul vez­ninde bir kelimedir. Lügatta, kasdetmek manasına gelir. *Fık: Su bulunma­dığı veya su bulunup da kullanılması mümkün olmadığı takdirde, temiz olan toprak cinsinden bir şey ile, abdestsizliği veya gusulsüzlüğü -hadesi- gider­mek maksadıyla yapılan bir ameliyedir.

3854- Kur’anda teyemmüm (4:43) (5:6) âyetlerinde geçer. Teyemmüm hakında hadisler de vardır. Fıkıh kitablarında teferruatıyla izah edilmiş­tir.Ezcümle Büyük İslâm İlmihali’nin teyemmüm bahsinden sectiğimiz bazı kısımlar şöyledir:

«Abdestsiz olan veya gusletmesi icab eden bir kimse, iki elini toprak cin­sinden temiz bir şeye bir kere vurup bununla yüzünü mesheder. Sonra iki elini bir daha vurup bununla da dirseklerine kadar iki elini mesheder. Ve bu ameliyesi, hadesi gidermek veya namaz kılmak veya taharetsiz sahih olmayan sair bir ibadette bulunmak niyetine mukarin olur. İşte teyemmümün mahi­yeti bundan ibarettir. O halde teyemmümün farzları da, bir niyet ile iki meshden ibaret bulunmuş olur. İmam Züfer’e göre teyemmümde niyet, farz değildir.

Teyemmümün meşruiyeti, Hicret-i Nebeviyenin beşinci senesindedir...

3855- Teyemmümün şartları:

... Su, temizlenecek kimsenin bulunduğu yerden en az bir mil yani dört bin kadem (adım) uzakta bulunmalıdır. Bu halde su hakikaten bulunmamış sayılır.

Yahud su var ise de yıkandığı takdirde hastalanmaktan veya hastalığın artmasından veya uzamasından, bittecrübe müslim, hâzık bir tabibin beya­nına nazaran korkulmalıdır. Bu halde su hükmen bulunmamış sayılır.

... Bedeli olan, yani kazası mümkün bulunan namazlar için su bulunduğu halde, mücerred fevtinden dolayı teyemmüm caiz olmaz. Cuma ve sair vakit namazları gibi.

... Teyemmüm edecek kimse, elini teyemmüm edeceği şeye vaz’ederken veya eline dokunan toprak ile yüzünü meshe başlarken, bu hareketini hadesten taharet veya namaz kılmak veya taharetsiz yapılması caiz olmayan başka bir ibadet-i maksudede bulunmak kasdıyla yapmalıdır. Böyle bir kasda mukarin olmayan bir teyemmüm ile namaz kılınamaz. Velev ki mücerred te­yemmüme niyet edilsin. Binaenaleyh su bulamayan abdestsiz bir kimse, me­selâ yalnız Mushaf-ı Şerifî eline almak veya bir mescid-i şerife girmek mak­sadıyla teyemmüm etse, bununla namaz kılınması sahih olmaz.

3856- ... Teyemmüm her vech ile temiz olan yer cinsinden bir şey ile ya­pılmalıdır. Şöyle ki: Kendisine pislik dokunmamış olan toprak ile, kum, ho­rasan, alçı gibi yer cinsinden olan şeyler ile, mermer gibi madeni taşlar ile, ki­remit, tuğla, yakut zümrüt, zebercet, kibrit, tutya, mercan ile, nemli veya ya­nık toprak ile, yer cinsinden olmayan bir şey ile karışık olup o şeye galib olan toprak ile, müftabih görülen kavle göre kaya tuzu ile ve çamur ile sıvanmış duvar ile teyemmüm olunabilir.

3857- ...Cünüblükten dolayı teyemmüm etmiş bir kimseden abdesti bo­zan bir şey zuhur etse cünüb değil, abdestsiz olmuş olur. Binaenaleyh yalnız abdeste yetecek su bulunursa bununla abdest alır, bunu da bulamazsa tekrar teyemmüm eder.

...Su bulunmadığından veya hastalıktan dolayı yapılmış olan bir teyem­müm, su bulunduğu ve hastalık zail olduğu anda bozulur, nihayet bulur. Su ile abdest alınmadıkça veya gusl edilmeyince namaz kılınamaz.

Cünüblükten dolayı yapılan teyemmüm, abdest yerine de geçer. Binae­naleyh araya yeniden bir cünüblük veya abdestsizlik hali geçmedikçe suyu istimale kudret hasıl oluncaya kadar bu teyemmümle müteaddit namazlar kı­lınabilir.» (B.İ.İ. 88-93) Bülûğ-ul Meram tercemesi, 1.cild sh: 152’de teyem­müm bab’ı vardır.

3858- qqTEZKİR h[6g# : Hatırlatma. Bilinen dinî hüküm ve hakikatları unutmamak ve bilhassa manevi tesirlerini takviye etmek ve meleke haline getirmek için tekrar etmek. *Vazifeyi veya Cenab-ı Hakk’ın emirlerini hatır­latma. Vaaz ve nasihat etme. Tenbih ve ikaz etme. *Gr: Bir kelimeyi müzek­ker kılmak. (Bak: Müzekkir, Tecdid-i İman)

3859- Dine ait mesailde hassaten esasat-ı diniyede tezkir ve tezekkür ga­yet mühimdir. Çünkü insan fıtraten unutucudur. Unutmaya karşı en birinci çare, unutulmaması istenen şeyin, zaman zaman bahsi yapılması ve tekrar edilmesidir. Binaenaleyh öğrenilen hak ve hakikatın ve vicdanında yerleşen hissiyat-ı diniyenin ve hizmet-i diniyede düstur ve kaidelerin unutulup lâkaydlığa ve gaflete düşülmemesi ve haricî tesirlerle doğru yoldan i’raz edilmemesi için samimiyet dairesinde tezkir ve tezekkür etmek gerektir. Hutbe-i Şamiye namındaki eserde: «Şu zaman-ı tereddüd ve evhamda iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nurani sıcak kalblerden çıkan müsbet ef­kârı ve müşevvik beyanatı hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir.» (H.Ş. 140) ifadesiyle anlatılan mana, tezkir hakikatını da tazammun eder.

3860- Hem Sözler Mecmuasında Cuma’da hutbe tezkir olduğu ve vic­danlara müessir olan Kur’an lisanıyla yapılması gerektiği şöyle ifade edilir:

«Eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyatı ve müsellematı ve malum olan ahkâmını, ekseriyet itibariyle imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyat-ı şer’iye ve mesail-i dakika ve nasayih-ı hafiyeyi anlamak için, bildiği lisan ile hutbe okunması ve suver-i Kur’aniyenin -eğer mümkün olsaydı- tercümesi (*) belki müstahsen olurdu. Fakat Namaz, Zekat, Orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malum olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye müh­mel kalıyor. Avam-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almağa muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâ­miyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki bir ami ne kadar cahil da dahi olsa, Kur’an’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meal-i icmaliyeyi anlar ki: “Herkese ve bana malum olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini hatib ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak ha­sıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, arş-ı azamdan gelen Kur’an-ı Hakîm’in i’cazkârane, müfehhimane ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin!» (S:483)

Görülüyor ki, tezekkür ve tezkir, telkin manasında ortak his ve vicdana te’sir ve teşvik etmektir ve lâkaydlık ve nisyan gafletinden ikazdır. Demek dinî hakaikı yalnız aklen bilmek yeterli değildir, manevi imtisal gerektir.

3861- Elmalılı Hamdi Yazır, (80:11) âyetini tefsir ederken tezkir hak­kında şu malumatı veriyor:

«Tezkire, esasen tezkir etmek, yani ana ana belletmek ve hatıra getirmek manasına masdar olmakla beraber, bir şeyi unutturmayıp hatırlatmaya vesile olan anımlık manasına müzekkire, muhtıra gibi isim olarak kullanılır. Meselâ parmağa bağlanan bir iplik, unutulmayıp kulakta küpe olacak ibretli bir söz, bir muhtıra defteri, her birer tezkire olduğu gibi, bu suretle verilen öğüt, edilen va’z u nasihat, yazılan bir eser, bir mektub ve kitablar hep birer tezki­redir ki, bunda esas itibariyle malum olan birşeyi zühul zamanında hatıra ge­tirip düşündürmek manası asıl olmakla beraber, o suretle yeniden birşey ih­bar ve ilka etmek, fikir ve hatıra koyup belletmek manası da yok değildir. İşte Kur’an âyetleri,sahifeleri, sureleri ve heyet-i mecmuası ile de taraf-ı İla­hîden bir tezkiredir.» (E.T. 5577)



3861/1- Kur’an’da tezkir sırrına hahişger mü’minler şöyle tavsif ediliyor:

«(25:73) ²v¬Z¬±"«‡ ¬€_«<´_¬" ~—­h¬±6­† ~†¬~ «w<¬gÅ7~«— Ve onlar ki Rablerinin âyetleriyle tezkir edildikleri vakit -yani kendilerine ihtar yapıldığı, va’z-u nasihat olun­duğu, ders verildiği vakitler _®9_«[²W­2 «— _ÈW­. _«Z²[«V«2 Çh¬F«< ²v«7 o âyetlerin üstüne sağırlar, körler halinde yıkılmazlar -yani dinlememezlik etmezler, üzerine üşüşürler, lâkin görür göz, dinler kulak ile üşüşürler.» (E.T.3614)

Kemal-i alâka ve dikkatle dinleyip tefeyyüz ederler ve onlara huzur ve sekinet gelir. (Bak: 3701.p.)

Hak kendilerine tebeyyün ettikten sonra haktan i’raz edenlere hitaben bir âyette de şöyle buyurulur:

«Kalblerinin kasavetinden veya bozukluğundan dolayı

¬y¬"~—­h¬±6­†_ÅW¬8_ÈP«&~Y­K«9«— (5:13) tezkir ve ihtar olundukları şeylerden en mühim bir kısmını da unuttular. -Diğer bir mana ile- tezkir edildikleri, belletildikleri şeylerin bir kısmından hazzalmayı, intifa’ etmeyi unuttular, hatırlarına getir­mez veya ge­tirmez oldular.» (E.T.1602)

Mezkûr âyet nakz-ı ahd ile yani gaflet dünyasına dalarak sadakatı terk ile ve nefis ve enenin temayüllerine kapılarak önceden okudukları ve aldıkları dersleri ve hakikatları unutanların ve tezkir ü tezekkür etmeyip gaflete dü­şenlerin hallerini ibret için nazara veriyor.

3862- S.M. cild:3, Kitab-ül Cum’ada 34. hadiste Resulullah’ın (A.S.M.) Cuma hutbesinde Kur’anla halka tezkir buyurdukları kaydedilir.

S.M. 2821 ve devamındaki hadiste: Cemaata yapılan ders ve tezkirde dinleyicileri bıktırmamak dersi verilir.



Kur’an’da tezkir ve tezekkürle alâlakalı âyetlerden birkaç not:

-Kur’an bir tezkir ve ihtardır: (74:54) Ayrıca (81:27) âyeti de aynı mana ile alâ­kalıdır.

-Hz. Peygamber (A.S.M.) tezkirle muvazzaf müzekkirdir, mütesallıt değil: (88:21)

-Kadınların dahi evlerinde âyat-ı İlahiye ve hikmeti tezekkür etmeleri: (33:34)

3863- qqTIBB ±`0 : Tabiblik, doktorluk. *Her şeyi gereği gibi bilmek. *Rıfk. Sühulet. *İrade. *Hastayı ilaçlarla tedaviye çalışmak. *Şan. *Şevhet. (Bak: Hastalık)

qqTİLAVET SECDESİ |,fD, ?—Ÿ# : (Bak: Secde-i Tilavet)

qqTÖVBE y"Y# : (Bak: Tevbe)

3864- qqTUFAN –_4Y0 : Çok şiddetli ve her tarafı kaplayan yağmur. *Nuh (A.S.) zamanındaki büyük su baskını hâdisesi. (Bak: Nuh (A.S.))

3865- qqTÛL-U EMEL u8¶~ ¬ÄY0 : Bitmeyen istek. *Hiç ölmeyecek gibi dünyaya dalmak ve dünyevi gayeler düşünmek. (Bak: Rabıta-ı Mevt ve 718.p.)

Bediüzzaman kendine hitaben diyor ki: «Ey gafil Said! Bil ki; galat-ı his nev’inden gayet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden, fani nefsini de o nazar ile sabit telakki ettiğinden, yalnız Kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve hususi dünyan, daimi zeval ve fena darbesine maruzsunuz.

Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan şu misale benzer ki: Bir adam elinde olan ayinesini bir hane veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa, misalî bir hane, bir şehir, bir bahçe o ayinede görünür. Edna bir hareket ve küçük bir tagayyür ayinenin başına gelse, o hayalî hane ve şehir ve bahçede herc ü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakiki hane, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana faide vermez. Çünkü senin elindeki ayinedeki hane ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız ayinenin sana verdiği mikyas ve mizan iledir.

Senin hayatın ve ömrün, ayinedir. Senin dünyanın direği ve ayinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakika o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harap olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Madem öyledir; sen, bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yük­letme!..» (L.114)

«Ey nefs-i emmare, katiyyen bil ki, senin hususi ama pek geniş bir dün­yan vardır ki; âmâl, ümid, taallukat, ihtiyacat üzerine bina edilmiştir. En bü­yük temel taşı ve tek direği, senin vücudun ve senin hayatındır. Halbuki o di­rek kurtludur. O temel taşı da çürüktür. Hülasa, esastan fasid ve zayıftır. Daima harab olmağa hazırdır.» (M.N.67)

3866- Kur’an (15:3) âyeti, insanı haktan uzaklaştıran dünya hayatında oyalayıcı emelleri bildirir, (18:46) âyeti de emel-i uhrevi sahibi olmaya teşvik eder. (14:44) âyeti de dünya hayatını zevalsiz zannedenleri zecreder.

qq3867- qqTÜRK ¾‡Y# : Türkler, Asyanın en büyük ve en meşhur milleti olup, Turan milletlerindendir. Türkler en evvel Sibirya ile Çin arasında olan Altın Dağı taraflarında yaşamışlar ve oralardan defalarca güney ve batıya doğru yayılarak Çin’de ve Türkistan memleketlerinde fetihler yapmışlardır. Türkler eskiden beri iki şubeye ayrılmış olup; Türkistan’ın doğu tarafında bulunanlar: Uygur; batı tarafındakiler de: Türk ve Türkmen isimleriyle bili­nirlerdi.

3868- Peygamberimiz’in (A.S.M.) hicretinden 350 sene sonra Tağ Han neslinden olduğu rivayet edilen Türkmen Hükümdarlarından Salur Han, İslâm dinini kabul ederek Kara Han ismini almış ve kavminin de ekserisine İslâm dinini kabul ettirmişti. O sıralarda Türk ve Türkmen kavimleri İslâm hilafet merkezi olan Bağdad’a gidip gelmeğe başlamışlardı. Fıtrî cesaret ve kahramanlıklar hasebiyle Abbasi Halifeleri, bunları askerlik hizmetlerine al­mışlardı. Bu sebeble Türkler, Azerbeycan ve Erzurum taraflarına dolmuş­lardı. Türkler, zamanla kumandanlık ve ümeralığa geçmişler, hükümet işle­rini de ellerine almışlardı. Bu cihetle bütün İslâm memleketlerine Türkler büyük bir nüfuz ve iktidara sahib olmuşlardı.

3869- Türkler, müslümanlığı kabul ettikten sonra lisanlarını Arab hattıyla yazmağa başlamışlardı. Şark Türkçesinde, yani Uygur lisanında hayli edebiyat vücuda gelmiş, bir takım şair ve edibler yetişmişti. İran’da kurulan Türk Devletleri Farisî’yi resmî ve edebî lisan olarak kabul ettikleri halde; Ana­dolu’da kurulan Selçuklular devrinde resmî lisan Türkçe kabul edilmişti. Daha sonraları Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan sonra bu lisan günden güne kesb-i Türkî etmeğe başlamış, hatta Sultan Mehmed Han, Sultan Selim ve Süleyman devirlerinde mükemmel bir Osmanlı Edebiyatı meydana gelmiş ve birçok edip ve şairler yetişmişti.

3870- «Cay-ı Dikkat Bir Hal: Türk milleti anasır-ı İslâmiye içinde en kes­retli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa, müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya müslüman olmıyan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imti­zaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin ma­zideki mefahirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir zemin yüzünde hiç­bir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme”..» (M.324)



3871- Menfi ırkçılığın zararını gösteren bir hâdiseyi, Bediüzzaman Hz.leri anlatıyor:

«Ben Van’da iken, hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâ­miyet’e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti (Allah rahmet etsin) o talebem ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksül’amel ile o da Kürdçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık hatta dinsiz de olsa bir Kürd’ü salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu bir kaç sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki; Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.» (E.L.II. 224)



3872- «İşte ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evladları! Altıyüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri bin senedir, Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’anı ilan etmişsiniz. Milliyeti­nizi, Kur’ana ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümatı def’ettiniz.

Tâ «w[¬X¬8ÌY­W²7~|«V«2 ¯}Å7¬†«~ ­y«9YÇA¬E­<«— ²v­Z¬±A¬E­< ¯•²Y«T¬" ­yÁV7~|¬#²_«<

(5:54) ¬yÁV7~ ¬u[¬A«, |«4 «–—­f¬;_«D­< «w<¬h¬4_«U²7~|«V«2 ¯?Åi¬2«~

ayetine güzel bir masadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenkmeşreb mü­nafıkların desiselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitaba masadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!..» (M. 324)



3873- «Türkler hakkında sena-i Peygamberî muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş. Hadis var. Fakat bu hadisin hakiki su­reti ne olduğunu, yanımda kütüb-ü hadisiye bulunmadığından bilemiyorum. Fakat manası hakikat ve Türk milletinin sena-i Peygamberîye mazhar olduğu hakikattır. Bir nümunesi Sultan Fatih hakkındaki hadistir.» (E.L.II. 37)

Hadislerden birkaç not:

-Türkler size dokunmadıkça Türkleri terkediniz (dokunmayınız): Ebu Davud, 36. kitab. 8, 11. bablar.

-Türklerle savaş: Buhari 56.kitab 95, 96.bablar. M.S. 52.kitab 63, 64, 66. ha­disler. Ebu Davud 36.kitab 9.bab. Tirmizi 31.kitab 40.bab, 25.kitab 42.bab. İ.M. 36.kitab 36.bab. İbn-i Hanbel 5/348

3874- (5:54) âyetinini, i’la-i kelimetullah ile İslâm’a hizmet edecek müteaddid akvama işaret ettiğini kaydeden Elmalılı Hamdi Yazır şöyle diyor: «Evvela Arablar, kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar, daha sonra Emeviye’nin son zamanlarında olduğu gibi bu hizmeti, Arabdan Aceme doğru geçmiş; hadis-i şerifin de delalet ettiği üzere Fars milleti manen ve maddeten İslâmiyete pek büyük hizmetler yapmış, sonra bunlar da aynı hale gelmiş; bu defa da Allah, Türkleri göndermiş. Arabların, Farslıların kıymetini bilemeyip zayi ettikleri İslâm devletini ele alarak İstanbul’a ve oradan dün­ya­nın her tarafına yaymışlar. Demek ki onlar da bu nimetin kıymetini bil­mez, küfr ü küfrana giderlerse mevkilerini, Allah’ın göndereceği diğer bir kavme terketmeğe mecbur olacaklardır. Ve kim bilir vâsi ve alim olan Allah Teala, kıyamete kadar daha ne kavimler gönderecektir. Binaenaleyh ey mü’minler! Dininizin kıymetini biliniz, hiç bir kavme inhisar kabul etmiyen ve bu vâsi feyz-i Hakkı, bu fadl-ı İlahîyi, bu yüksek hürriyeti bırakıp da baş­kalarının muvâlatı arkasına düşmeyiniz.» (E.T. 1719) (Bak: Milliyet)

Atıf notları:

-Türk milletinin tarihî şahsiyetinin korunması hakkında Bediüzzaman’ın bir tav­siyesi, bak: 251.p.

- İslâm Deccalının Türkler içinde çıkacağı rivayeti, bak 3454.p.

Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   148   149   150   151   152   153   154   155   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin