3730- Kur’an’ın manalarının keşfi ve tefsirlerde ayrı ayrı mehasininin cem’i, hem zamanın çalkamasıyla ve fenlerin keşfiyle cilvelenen, tezahür eden Kur’an’ın hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki: Muhakkikîn-i ülemadan herbiri bir fende mütehassıs, geniş fikre, ince nazara malik allamelerden müteşekkil bir hey’et bu vazifeye sahip çıksın.
Elhasıl: Kur’anı tefsir edene lâzım gelir ki; gayet âlî bir deha ve nüfuzlu derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye sahibi olmak gerektir. Bu zamanda öyle bir zat, ancak bir şahs-ı manevi olabilir ki; o şahs-ı manevi, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telahukundan ve birbirine yardımından ve kalblerin birbirine in’ikasından ve ihlas ve samimiyetlerinden, mezkûr bir hey’etten çıkabilir. O hey’etin bir ruh-u manevisi hükmüne geçer.
Evet “mecmuunda bir hassa bulunur ki, ondaki her fertte bulunmaz” düsturuyla çok def’a içtihadın âsârı ve nur-u velayetin hassaları ve ziyası bir cemaatte görünüyor. Halbuki o cemaatin hangisine bakılsa, o hassa görünmüyor. Demek ami adamların ihlasla tesanüdleri, bir velayet hassasını veriyor.» (E.L.II.89)
Bir atıf notu:
-Şûra heyetine olan ihtiyaç, bak: 3580, 3581.p.lar.
3731- Bazı tefsir kitablarında bulunan bazı fennî malumatların yanlışlığı, Kur’ana isnad edilmemelidir. Evet «âdât-ı müstemirredendir ki: Kitab-ı vâhidde ulûm-u kesîre tezahüm eder. Zira ulûm birbirini intac ve birbirin elini tutmakla teanuk ve tecavüb ettiklerinden o derecede iştibak hasıl olur ki; bir fende telif olunan bir kitapta o fennin mesaili o kitabın muhteviyatına nisbeti ancak zekâtı çıkabilir. Bu sırdan gaflet iledir ki; bir şeriat veya bir tefsir kitabında istitraden derc olunmuş bir meseleyi gören bir zahirperest veya mugalatacı bir adam der ki: “Şeriat ve tefsir böyle” der. Eğer dost olsa diyecek: “Bunu kabul etmeyen müslüman değildir.” Şayet düşman olsa, o bahane ile der: “Şeriat veya tefsir, hâşa yanlış.”
Ey ifrat ve tefrit sahibleri!.. Tefsir ve şeriat başkadır, tefsir ve şeriatte telif olunan kitap yine başkadır. Zira kitap daha geniştir. O dükkanda cevherden başka kıymetsiz şeyler dahi bulunur. Eğer bunu fehmedebildin; hayse beyseden kurtulacaksın.» (Mu.25)
Atıf notları:
-İnkârı kabul etmeyen Kur’anın sarih hükümleri, bak: 2117.p.
-Tefsir usulünde riayeti gereken hususlar, bak: 422.p.
3732- qqTEHECCÜD f±DZ# : (Hecc’den) Kelime manasıyla: Gece uyumak manasında olmakla beraber ıstılahta bu manaya zıd olarak gece uyanıp namaz kılmak ve gece namazı, manasında dinî bir tabirdir. Bu namaz, nafile namazların en sevablısıdır. (Bak: Namaz)
«Yatsı namazından sonra daha uyumadan veya bir miktar uyuduktan sonra kılınacak nafile namazına “Salat-ı leyl” denir ki sevabı pek çoktur. Bir miktar uyuduktan sonra kalkılıp kılınırsa “Teheccüd” adını alır. Resul-i Ekrem Efendimiz, teheccüd namazına devam buyururlardı. Bu gece namazı, iki rek’atten sekiz rek’ata kadardır. Her iki rek’atta bir selâm verilmesi efdaldır.» (B.İ.İ. 187)
Teheccüd Kur’anda (17:79) âyetinde geçer. (73:2-6, 20) ve (39:9) (51:17, 18) âyetlerinde de gece namazı tavsiye edilir. Bu babda ehadis de çoktur. Ezcümle bir hadisin meali şöyledir:
«Gece namazına, teheccüde devam ediniz. Çünki bu, sizden evvelki salih zatların âdetidir. Allah Teala’ya manen takarrübe bir vesiledir, günahlardan men’ ve siyanete bir vasıtadır. Bir takım seyyieler için bir keffarettir. Bedenen hastalıkları uzaklaştırmağa da bir vesiledir.» (H.G. Hadis No: 237 ve T.T. ci:1 Hadis No:943)
Salât-ül leyl (gece namazı: teheccüd) ve hizb okumak mevzularına hadis kitablarında hayli yer verilmiştir. Ezcümle, T.T. ci:1, 931 ila 949. hadisleri ve İ.M. 5. Kitab-üs Salât, 171, 174, 177, 180, 181, 182. babları ve S.M. 6. Kitab, 17, 18, 20, 24, 26, 27, 28. babları örnek verilebilir.
qqTEKÂMÜL u8_U# :
Kemale erme, olgunlaşma. (Bak: Kemalat)
3733- qqTEKELLÜF r±VU# :
(Külfet’den) Zahmete ve zor bir işe katlanma. *Gösterişe kapılarak kendini büyük bir şahsiyet olduğu zannını uyandırmak için yapmacık hal ve hareketler göstermek. (Bak: Riya)
«Ziyade hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görünmek için kendini makam sahibi göstermek ve sırr-ı ihlasa tam münafi kendini büyük göstermek ve vakar perdesi altında benliğin zararlı ve fani zevkini aramak haletleri ise...» (E.L.I. 201) tekellüfî his ve tavırlardır. «Tekellüf şer’an ve hikmeten fenadır. Çünkü tekellüf sevdası, insanı hadd-i ma’rufu tecavüze sevkeder. Mütekellif olanlar, bazan hodbinane bir tezahür ve tefahür tavrı ve muvakkat soğuk bir riyakâr vaziyeti takınmaktan kurtulmaz. Halbuki, bunların ikisi de ihlası zedeler.» (T.H. 326)
Kur’an (38:86) âyeti Resulullah’ın tekellüfçülerden olmadığını bildirir.
3734- qqTELEVİZYON –Y: Elektromanyetik dalgalar vasıtasıyla hareketli ve hareketsiz şekilleri, resimleri ve sesleri uzaklara nakletme teknolojisi ve alıcı cihazı. (Bak: Musiki)
Kur’an (27:40) âyetinde, ses ve suret nakleden televizyon ve radyo gibi keşfedilen âletlere işaret ederek (Bak: 1155.p) bu âletlerle cemiyet hayatını mürakabe ile tam adalet yapmak için teşvik eder.
«Meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, Taht-ı Belkis’i yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: “ Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hâdise-i hârikaya delalet eden şu âyet:
¬y¬" «t[¬#´~ _«9«~ ¬_«B¬U²7~ «w¬8 °v²V¬2 ˜«f²X¬2 >gÅ7~ «Ä_«5
(27:40) ˜«f²X¬2 ~Èh¬T«B²K8 ˜³~«‡ _ÅW«V«4 «t4²h«0 «t²[«7¬~ Åf«#²h«< ²–«~ «u²A«5
ilâ âhir... işaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki: Risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu’cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek Cenab-ı Hakk’a itimad edip Süleyman Aleyhisselâm’ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadiyle Cenab-ı Hak’tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse: ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir. Demek Taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:
Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz; Süleymanvari ruy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki bir hâkim-i adaletpişe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.
Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum ve madem herbir insana, fıtraten zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre ruy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü manen erişebilir. Öyle ise şu azîm ni’metten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki; ruy-i zemini her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
¬y¬5²ˆ¬‡ ²w¬8 ~YV6«— _«Z¬A¬6_«X«8 |¬4 ~YL²8_«4 ®Y7«† «Œ²‡«²~ vU«7 «u«Q«% >¬gÅ7~ «Y;
‡YLÇX7~ ¬y²[«7¬~«— (67:15) deki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz.”
İşte beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayet hududunu şu âyet remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.» (S.256-258)
Yukarıdaki bahiste beyan olunduğu üzere, cemiyeti umumen murakabe ile adaleti ikame ve asayişi te’min etmeğe işaret eden mezkûr (27:40) âyetinin mana-yı küllîsinden asrımıza bakan vechinde şöyle bir işaret olabilir:
Âhirzaman fitnesinden sonra içtimaî hayatta küllî ve ekmel bir faziletin inkişafından daha çok, -Kastamonu Lahikası’nda da ifade edildiği gibi (hayat ve iktisadiyat cihetinde) mes’udane ve (fazilet cihetinde de) dindarane haletler ve vaziyetler... (K.L.26) beklenebilir.
3735- Yani müsbet yolda kullanmak şartıyla, televizyon gibi keşfiyat-ı fenniyenin daha mütekâmil ve ileri hududu keşfedilse, bütün cemiyet ahvalini her an kontrol edebilme mümkün olur. Bunun neticesi olarak da kimse kimseye zarar veremez. Hattâ yırtıcı hayvanlar yani anarşistler dahi inzibat altına alınır ve içtimaî sükûnet ve sulh-u umumî temin edilir. (Bak: 1000/3.p.)
Bediüzzaman Hazretleri istikbalde gelecek iyiliği müjdeleyen diğer bir ifadesi de şöyledir: “Eşhastan kat-ı nazar nev’î ve umumi hüsün ve hakkın meydan-ı galebesi istikbaldir.” (Mu:41)
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir: «Yırtıcı hayvanlar insanlarla konuşmadıkça, kamçısının ve ayakkabısının bağı, adama konuşmadıkça ve uyluğu, ailesinin kendisi bulunmadığı sırada ne yaptığını kendisine söylemedikçe kıyamet kopmayacaktır.» (T.T. cild:5, Hadis No: 996) Bu hadisin işarî bir manası, mevzumuzla alâkalı olsa gerektir. R.E. 143/4. hadis de aynı mealdedir.
3736- Televizyon ve radyo gibi âletler, birer ihsan-ı İlahî olduklarından bu âletlere bir şükür olarak hayırlı ve faydalı şeylerde kullanmak gerektir. Evet «hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi (35:10)
`¬±[ÅO7~ v¬V«U²7~ f«Q²M«< ¬y¬[«7¬~ âyetinin sırrıyla, güzel ve manidar ve imanî ve hakikatlı kelimelerin kalem-i Kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle bütün küre-i havadaki melaike ve ruhanilere işittirmek ve Arş-ı A’zam tarafına sevketmek için Kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır.
Madem havanın kudsi vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur. Ve ruy-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek mezil hükmüne getirip nev’-i beşere pek büyük bir ni’met-i İlahiye olmaktır. Elbette ve elbette beşer bu pek büyük ni’mete karşı, bir umumi şükür olarak o radyoları herşeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan Kelâmullah’ın, başta Kur’an-ı Hakîm ve hakikatları ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zaruri menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki o ni’mete şükür olsun; yoksa ni’met böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer.
Evet beşer, hakikata muhtaç olduğu gibi bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur. Hem beşerin tenbelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir ni’met iken, büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.
Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur’anı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibe veriliyor. Bunu da bir hata-yı beşerî olarak anladım. İnşaallah beşer bu hatasını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âli ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeğe vesile olan bu radyo ni’metine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebediyesine sarfedilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.» (N.A. 20) (Bak: 2286.p.)
Bir atıf notu:
-Radyo gibi vasıtalarla yapılan şaşırtıcı telkinler, bak: 3409, 3410. p.lar.
3737- Radyo ve televizyon gibi âletler, dinî ve ahlâki hayata aykırı olarak günah ve haramlarda kullanıldıkları zaman; din, bu âletlere haram hükmünü verir. Bu âletler ekseriyetle din, ahlâk, ilim ve maslahat-ı beşeriyede kullanılırsa, birer nimet-i İlahiye olurlar.
3738- Asrımızda bu gibi âletler, ekseriyetle haram yolda, zevk ve sefahet âleti olarak kullanıldığı cihetle, müslüman ailelerde büyük manevi zararlar verebilmektedir. Hele imanın asgari hududunu korumak için gerekli olan “haramı haram bilmek” kaidesiyle; bu gibi âletlerde devamlı görülen günah tablolarına ünsiyet ve alışkanlıkla bir kısım ailelerde haramiyetini unutmak tehlikesi, en çok endişe edilen cihetidir. Bu sebeple televizyonun ve emsali âletlerin günah ve zararlarından ikaz için hassasiyet gösterilmeli ve hafife alınmamalı ve bu âletler, fiilen teşvik tarzında misafir odalarında konulup, gelen gidenlerin görecekleri şekilde teşhir edilmemelidir. Çünkü hem teşvik vebali, hem de zamanla ünsiyet kazanarak günahlara karşı hassasiyet ve günahtan içtinab hissi zail olur. Ve “musibet-i amme hata-yı umumiyeden doğar” kaidesiyle, böylece hata-yı umumiye meydana gelir. (Bak: Müsibet-i Amme)
Hem günahı ibahe etmek gibi bir anlayışa ve hisse ve dolayısıyla fasık-ı mütecahirliğe kapı açar. (Bak: Fasık-ı Mütecahir)
Sinema ve televizyon gibi âletlerde en çok zararlı ve haram olan taraf ise, açık-saçık kız ve kadınların gösterilmesi ve bakılmasıdır ki maneviyatı geniş ölçüde tahrip eder. (Bak: Nazar-ı Haram)
Atıf notları:
-Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerin tahrimi, bak: 4042.p. sonu
-Edebiyatın üç sahasında menfi fikriyatı neşir vasıtlarının tahrimi, bak: 763-766.p. lar.
-Şerre dua mes’elesi, bak: 704.p. ve devamı
3739- qqTEMESSÜL uCW# : Benzeşmek. *Cisimlenmek. *Bir şeyin bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi, tecelli etmesi.
Kâinatın icad ve idaresindeki sühuleti akla yakınlaştırıp ikna eden delillerden birisi de temessül sırrıdır. Şöyle ki:
«Ey nefs-i nadan! Diyorsun ki: “Ehadiyet-i Zat-ı İlahiye ile külliyet-i ef’ali ve vahdet-i şahsiyesiyle muinsiz umumiyet-i rububiyeti ve ferdaniyeti ile şeriksiz şümul-ü tasarrufatı ve mekândan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması ve nihayetsiz ulviyetiyle herşeye yakın olması ve birliği ile her işi bizzat elinde tutması; hakaik-i Kur’aniyedendir. Kur’an ise hakîmdir. Hakîm ise, akıl kabul etmiyen şeyleri akla tahmil etmez. Akıl ise, zahirî bir münafatı görüyor. Aklı teslime sevkedecek bir izah isterim.”
Elcevab: Madem öyledir, itminan için istersen, biz de Kur’an’ın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur, çok müşkilatımızı halletmiş; inşaallah bunu da halleder..., Temsil i’caz-ı Kur’an’ın en parlak bir ayinesi olduğundan, biz dahi bir temsil ile şu sırra bakacağız. Şöyle ki: Bir tek zat, muhtelif meraya vasıtasıyla külliyet kesbeder. Cüz’i-yi hakiki iken, umumi şuunata malik bir küllî hükmüne geçer. Meselâ: Şems bir cüz’i-yi müşahhas iken, eşya-yı şeffafe vasıtasıyla öyle bir küllî hükmüne geçer ki, ruy-i zemini timsalleriyle, akisleriyle dolduruyor. Hatta katarat ve parlak zerrat adedince cilveleri bulunuyor. Güneşin harareti ve ziyası ve ziyanın içinde olan yedi renkli elvan-ı seb’ası, herbirisi mukabilindeki eşyaya muhit, âmm ve şamil oldukları halde; herbir şeffaf şey dahi güneşin timsaliyle beraber harareti, hem ziyayı, hem elvan-ı seb’ayı göz bebeğinde saklıyor. Ve safi kalbini ona bir taht yapıyor. Demek Şems, vâhidiyet haysiyetiyle ona mukabil umum eşyaya muhit olduğu gibi, ehadiyet cihetiyle herbir şeyde Güneş çok vasıflarıyla beraber bir nevi cilve-i zatıyla bulunur. Madem temsilden temessül bahsine geçtik. Temessülün çok envaından şu mes’eleye medar olacak üç nev’ine işaret ederiz.
3740- Birincisi: Kesif, maddi şeylerin akisleridir. O akisler hem gayrdır, ayn değil. Hem mevattır, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden başka hiçbir hasiyete malik değil. Meselâ sen ayineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zihayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hassaları onlarda yoktur.
3741- İkincisi: Maddi nuraninin akisleridir. Şu akis ayn değil. Fakat gayr da değil. Mahiyeti tutmuyor. Fakat o nuraninin ekser hasiyetlerine maliktir. Onun gibi hayy sayılıyor. Meselâ: Şems dünyaya girdi. Herbir ayinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, Güneş’in hassaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb’a bulunuyor. Eğer faraza Güneş zişuur olsa idi, harareti, ayn-ı kudreti; ziyası, ayn-ı ilmi; elvan-ı seb’ası, sıfat-ı seb’ası olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir ayinede bulunur, herbirini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mani olmazdı. Herbirimizle ayinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.
3742- Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir. Şu akis, hem hayydır hem ayndır. Fakat ayinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefs-ül emriyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda huzur-u İlahîde haşmetli kanatlarıyla Arş-ı Azam’ın önünde secdeye gider. Hem o anda hesapsız yerlede bulunur, evamir-i İlahiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mani olmazdı.
İşte şu sırdandır ki; mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salavatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirine mani olmaz. Hatta evliyadan, ziyade nuraniyet kesbeden ve abdal denilen bir kısmı dahi, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş.
Evet nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler ayine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı ayine hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ve o ruhaniler, hayal sür’atiyle o meraya-yı nazifede, o menazil-i latifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Madem Güneş gibi âciz ve müsahhar mahluklar ve ruhani gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnu’lar, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken pekçok yerlerde bulunabilirler. Mukayyed bir cüz’î iken, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz’î bir ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler. (Bak: 331.p.)
Acaba, maddeden mücerred ve mualla; ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra; ve şu umum envar ve bütün nuraniyat, onun envar-ı kudsiye-i esmasının bir kesif zılali; ve umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misal, nim-şeffaf bir ayine-i cemali; ve sıfatı muhita va şuunatı külliye olan bir Zat-ı Akdes’in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfatı ve cilve-i ef’ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir, hangi şahsiyet külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir?» (S.193) (Bak: Ehadiyet)
Bir atıf notu:
-Temessül-ü ervah, bak: 600.p.
qqTEMİZLİK t7i[W# : (Bak: Nezafet)
3743- qqTEMSİL u[CW# : Bir şeyin aynısını veya mislini yani benzerini yapmak. *Benzetmek. Teşbih etmek. *Örnek, nümune söz. (Bak: Kinaiyat, Müteşabihat, Temessül, Teşbih)
«Temsilin hasiyeti olan aklî bir şeyi, hissî bir şeyle ve aslı olmayan mevhum birşeyi muhakkak ve mevcud olan bir şeyle ve gaib olan birşeyi, hazır bir şeyle tasvir etmektir.» (İ.İ. 169)
3744- Temsil, Cenab-ı Hakk’ın zatında değil, ancak şuunatında vardır. «Evet bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerratı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zat-ı Akdes-i İlahî’nin şeriki, naziri, zıddı, niddi olmadığı gibi
(42:11) h[¬M«A²7~ p[¬WÅK7~ «Y;«— °š²|«- ¬y¬V²C¬W«6 «j²[«7 sırrıyla sureti, misli, misali, şebihi dahi olamaz.
Fakat (30:27) v[¬U«E²7~ i<¬i«Q²7~Y;«— ¬Œ²‡«²~«— ¬~«Y«WÅK7~ |¬4 |«V²2«²~ u«C«W²7~ y«7«— sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına ve sıfat ve esmasına bakılır. Demek mesel ve temsil, şuunat nokta-i nazarında vardır.» (L:101)
Evet «Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, hakikatları beyan ederken; çok zaman darb-ı mesel ile tabir edip serd-i kelâm eder. Bunun sırrı ise; çünkü hakaik-i mücerrede-i İlâhiye daire-i mümkinatta misallerin ayna ve kayıtlarında mütemessildir. Bir mümkin-i miskin olan insan ise, daire-i imkânda mütecelli olan misallere bakarak o emsalin arkalarında daire-i vücubun şuaatını mülahaza edebilir.
Evet |«V²2«²~ u«C«W²7~ ¬y±ÁV¬7«— (16:60) buna işaret eder.» (M.Nu. 213) Kur’an (25:33) âyeti de manaca alâkalıdır.
3745- «Temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve isbat içindir. Nasılki yazılan bir şey mühürlenmekle tasdik edilmiş olur; aynen bunun gibi, söylenilen bir söz de, bir misal ile tasdik ve isbat edilmiş olur. Yahut (2:26) «¬h²N«< ²–«~ ile paranın darbına ima edilmiştir. Yani temsillerin darbı ve darb-ı meseller, sikkenin darbı kadar kelâma kıymet veriyor. Yani nasıl ki sikke; gümüş ve altına kıymet veriyor, darb-ı meseller de kelâmlara o nisbette kıymet ve itibar veriyor. Ve bu işaretle, vehimleri defetmek için temsillerin güzel bir vasıta olduklarına ve temsillerin bid’a olmayıp belagat sahasında işler ve güzel bir cadde olduğuna ima edilmiştir.» (İ.İ. 168)
3746- «Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, hakikatları durub-u emsal ile beyan ediyor. Çünki daire-i uluhiyete ait hakaik-ı mücerrede, daire-i mümkinatta, ancak misaller ile temessül ve tavazzuh eder. Mümkün ve miskin olan insan da, daire-i imkânda misallere bakarak, fevkinde bulunan daire-i vücubun şuunatını, ahvalini düşünür.» (M.N. 106)
«Evet Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, çok hakaik-ı gamızayı nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i ammeyi rencide etmiyecek, fikr-i avamı taciz edip yormıyacak bir surette basitane ve zahirane söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tabirat istimal edilir.
Öyle de: ¬h«L«A²7~ ¬ÄYT2 |´7¬~ °}Å[¬Z´7¬~ °«Çi«X«# denilen mütekellim üslubunda, muhatabın derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan esalib-i Kur’aniye, en mütebahhir hükemanın fikirleriyle yetişemediği hakaik-ı gamıza-i İlahiye ve esrar-ı Rabbaniyeyi müteşabihat suretinde bir kısım teşbihat ve temsilat ile en ümmi bir amiye ifham eder. Meselâ: (20:5) >«Y«B²,~¬Š²h«Q²7~|«V«2 w«W²&Åh7«~ bir temsil ile, rububiyet-i İlahiyeyi saltanat misalinde ve âlemin tedbirinde mertebe-i rububiyetini, bir Sultanın taht-ı saltanatında durup icra-yı hükümet ettiği gibi bir misalde gösteriyor.» (S.390)
Bir atıf notu:
-Risale-i Nur’daki temsillerin hususiyetleri, bak: 3101.p.
3747- Bediüzzaman’a, eserlerinde verdiği temsiller için sorulan bir sual ve cevabı: « Diyorsunuz ki:”Sen Sözlerde kıyas-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki Fenn-i Mantıkça, kıyas-ı temsilî yakîni ifade etmiyor. Mesail-i yakîniyede bürhan-ı mantıkî lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, Usul-i Fıkıh ülemasınca zann-ı galib kâfi olan metalibde istimal edilir. Hem de sen, temsilatı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakiki olmaz. Vakıa muhalif olur?”
Elcevab: İlm-ı Mantıkça çendan “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’i ifade etmiyor” denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev’i var ki, mantıkın yakinî bürhanından çok kuvvetlidir. Ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz’î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikate bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususi maddede gösteriyor. Ta o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz’î maddeler, ona irca’ edilsin.
Meselâ: “Güneş nuraniyet vasıtasıyla, birtek zat iken her parlak şey’in yanında bulunuyor” temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz, uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zaptedemez.
Hem meselâ: “Ağacın meyveleri, yaprakları; bir anda, bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri” bir temsildir ki, muazzam bir hakikatın ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatın kanununu gayet kat’i bir surette isbat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatın ve o sırr-ı Ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelanıdır.
İşte bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, bürhan-ı kat’i-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakinîdirler.» (S.615)
Dostları ilə paylaş: |