İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə156/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   152   153   154   155   156   157   158   159   ...   169

Y


3975- qqYAHUDİ z…YZ< : Hz. Yakub’un (A.S.) oğullarından Yehuda’ya mensub olan. Benî İsrail, Musevi.

İslâm Ansiklopedisi, Yahudi kelimesinin kökü hakkında muhtelif riva­yetleri kaydeder. Ve bütün bu farklı rivayetlere rağmen, Yahudi kelimesi Yuda bölgesinde yerleşmiş bulunan eski İsrail halkının yeni nesilleri için kullanılmıştır, der. (Bak: Ehl-i Kitab, İsrail, Siyonizm, Tevrat)



3976- Yahudilerin dünya hayatına aşırı bağlılıklarını, peygamberlere da­ima isyankâr hallerini ve bundan dolayı da Allah tarafından musibetlerle ce­zalandırıldıklarını Kur’an tekrarla bahseder. Ezcümle Kur’anda şöyle buyuruluyor:

3977- «(2:96) ¯?Y«[«& |«V«2 ¬‰_ÅX7~ «‹«h²&«~ ²v­ZÅ9«f¬D«B«7«—

¬–~«—²f­Q²7~«— ¬v²$¬ž²~ |¬4 «–Y­2¬‡_«K­< ²v­Z²X¬8 ~®h[¬C«6 >«h«#«—

(5:62) «–Y­V«W²Q«< ~Y­9_«6 _«8 «j²\¬A«7 «a²EÇK7~ ­v¬Z¬V²6«~«—

(5:64) «w<¬f¬K²S­W²7~ Ç`¬E­< «ž ­yÁV7~«— ~®…_«K«4 ¬Œ²‡«ž²~|¬4 «–²Y«Q²K«<«—

(17:4) ¬w²[«#Åh«8 ¬Œ²‡«ž²~ |¬4 Å–­f¬K²S­B«7 ¬_«B¬U²7~|¬4 «u[¬¶<~«h²,¬~ |¬X«" |«7¬~ _«X²[«N«5«—

(2:60) «w<¬f¬K²S­8 ¬Œ²‡«ž~ |¬4 ²Y«C«Q«# «ž«—

Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur’anî, o milletin hayat-ı içtima­iye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri, şu iki müthiş düstur-u umumiyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y ü ameli, ser­maye ile mübareze ettirip, fukarayı zenginlerle çarpıştıran, muzaaf riba yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud’a ile cem’-i mal eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükümetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesad komitelerine karıştıran ve her nevi ihtilale parmak karışıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.



3978- Meselâ: (2:94) «€²Y«W²7~ ~­YÅX«W«B«4 “Eğer doğru iseniz, mevti isteyiniz. Hiç istemiyeceksiniz.” İşte meclis-i Nebevîde küçük bir cemaatin cüz’î bir hâdise ünvanıyla, milel-i insaniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı mematla en meşhur olan millet-i Yehud’un ta kıyamete kadar lisan-ı halleri mevti istemiyeceğini ve hayat hırsını bırakmıyacağını ifade eder.

Meselâ: (2:61) ­}«X«U²K«W²7~«— ­}«7 ¬±g7~ ­v¬Z²[«V«2 ²a«"¬h­/ Şu ünvanla o milletin mukadderat-ı istikbaliyesini umumi bir surette ifade eder. İşte şu milletin se­ciyelerinde ve mukadderatında münderic olan şöyle müthiş desatir içindir ki, Kur’an onlara karşı pek şiddetli davranıyor. Dehşetli sille-i te’dib vuruyor. İşte şu misallerden kıssa-i Musa Aleyhisselâm ve Benî-İsrail’in sair cüz’lerini ve sair kıssalarını bu kıssaya kıyas et.» (S.402)



Bir atıf notu:

- Yahudilerin mevti hiç istemiyecekleri, bak: 2397/1.p. sonu.

«Hem dünyada, milletler içinde şiddet-i hırs ile meşhur olan Yahudi Milletinden daha ziyade rızk peşinde koşan olmuyor. Halbuki zillet ve sefalet içinde en ziyade su’-i maişete onlar maruz oluyorlar. Onların zenginleri dahi süflî yaşıyorlar. Zaten riba gibi gayr-ı meşru’ yollarla kazandıkları mal, rızk-ı helal değil ki, mes’elemizi cehretsin.» (M.418) (Bak: 1275.p.)



3979- Kur’anda (2:61) ­}«X«U²K«W²7~«— ­}«7¬±g7~ ­v¬Z²[«V«2 ²a«"¬h­/ âyetinin delaletiyle Yahudi milletinin daima zillet ve meskenet içinde kalmaları gerekirken 1947’de Filistin’den küçük bir devlet kurmuş olmaları sebebiyle sorulan bir suale Bediüzzaman’ın verdiği cevab:

«Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeğe müstahak olmuşlar. Fakat bu Fi­listin mes’elesinde, hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-i Benî-İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin o eski peygamberlerin kendi milli­yetle­rinden bulunması cihetiyle bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî ol­masından çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.» (Ş.507)



3979/1- Yahudilik cereyanının Türkiye ve İslâmiyet aleyhinde Lozan’da oynadığı rol:

«Büyük Doğu’nun yirmidokuzuncu sayısında; “Lozan’ın İçyüzü” diye yazılan makaleden:

İngiliz murahhas hey’eti reisi Lord Gürzon, nihayet en manidar sözünü söyledi. Dedi ki:

“Türkiye İslamî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.”

Lozan’da Türk murahhas hey’eti başkanı bulunan ve henüz hakiki kasıt­ları anlıyamıyan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesatı kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve te’minatı veriyor ve diyor ki: “Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden... (yani an’ane-i İslâmiyet’ten) kurtulmak hususunda bes­ledikleri (yani İsmet’in beslediği) azmin, inkâr edilmez delilidir.”

Harfi harfine iktibas ettiğimiz bu sözlerle, Türk başmurahhasının yani İsmet’in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak husu­sunda Türk milletine beslediği kat’i azimle ne kasdettiğini ve bunu hangi maksad altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz diye takdim ettiğini sormak lâ­zımdır.

Konferansın birinci defasında Türk başmurahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve büyüğüne, yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için, memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götü­ren tren ve devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve başbaşa seyahat... Sonra Ankara gizli meclis toplantıları... Fakat esas mes’elelerde daima başbaşa. Mustafa Kemal ile İsmet beraber içtimaları ve karar: “Din öldürülecektir.”

Lozan Konferansı’nın ikinci sahifesi: ...Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile herşey yapılacak. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükümeti) bundan böyle, bu millete, İslâmiyet’i katletmek prensi­biyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salib kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu ve örnekler ve­receği ve bilhassa hudut dışı değil de, hudut içi ve milli irade yaftası altında çalışacağı şüpheden varestedir.

Nihaî Vesika:

Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarası’nda “Türkler’in istiklalini ne için tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevab:

“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamıyacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldür­müş bulunuyoruz.” Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk Milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.

Artık bunun üzerine herşey apaçık anlaşılıyor değil mi?

Gizli anlaşmanın entrikası:

Türkler’e dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’i istiklal işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile Yahudiliktir. Buna me’mur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvela Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türk’ün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, ta içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani Masonluk hase­biyle Kur’anın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müthiş planının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve halis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:

“Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyet’i ve İslâmî temsilciliklerini, ayaklar altında çiğnetmeği taahhüd ediyorum.” Aynı Hayim Naum, Türk murahhaslar hey’etine müşavir sıfatıyla sokulma­nın da yolunu bulmuş, yani Mustafa Kemal ve İsmet’i kendine dost bulmuş. Onun için üçü birleşmiş. Ve artık arada santralın intizamla işlemesine hiçbir mani kalmamıştır. Hayim Naum o sırada Ankara’ya kadar da uzanarak pla­nın muvaffakıyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde -yani Mustafa Kemal yanında- emin bulunduğu te’sirinin derecesini ölçmek iste­miştir. Öyle ki bu te’sir, mahud mevzuda Hayim Naum’dan daha heveskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş. Ve artık Türk’ü içinden vurmanın planını gerçekleştirmek için her unsur tamamlan­mıştır.

3979/2- İşte bu ehemmiyetli vesika, tam tamına Risale-i Nur tercüma­nının kırk küsur sene evvel Hadis-i Şerif’in ihbarına dair beyan ettiği hâdiseyi tasdik ettiği gibi; ve Şeriat-ı Ahmediye’ye ihanet eden o dehşetli şahsın mü­him bir kuvveti Yahudi olduğu, (Bak: 2070.p.) Yahudi olan Lord Gürzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatını gösterdiklerini ve yirmibeş seneden beri Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor.» (E.L.II. 31-33)

«Bizim en mühim suçumuz olarak gösterdikleri eski partinin bir kısım şeflerine hakikat namına itirazımızın yüz misli ziyade şimdiki dinî mecmua­lar, resmî cerideler aynı itirazı şiddetle vurdukları halde, Risale-i Nur’un bir mahrem parçası şimdiki zaman tamamıyla tayin ettiği bir hadisin hakikatını tefsir bahsinde, şeflerin başı Lozan Muahedesinde hiçbir zaman hiçbir Müslüman hakiki Türk’ü, hiçbir Nasraniyete ve Yahudilik’e ve başka dine girmiyen ve İslâm kahramanları olan Türkler’i Protestan yapmağa malum hahambaşı ile ittifak ederek rey veren o adam, bütün ülema-yı İslâm’ın “Ce­vazı yok” diye ittifaktan hükmettikleri halde, on cihetle kanunlarla onun bütün bu vatandaki masum Müslümanlar’a cebren giydirdiği ve tarih-i be­şerde bu çeşit manasız acib bir cebr-i umumi yapmak ve hiçbir kanuna uy­mayan keyfî kanun namına kanun ile onu (şapkayı) bu millet-i İslâmiye’ye cebren giydirmek; elbette o adama, o Lozan Muahedesinde verdiği dehşetli fikrini isbat etmiş ki, Din-i İslâm’a gayet muzır olarak Hadis’in haber verdiği adam bu zamanda o şeftir.» (E.L.II, 41)



Bir atıf notu:

- Bediüzzaman Hz.leri ile Mustafa Kemal arasında anlaşmazlık, bak: 385.p.

3980- «“Rivayette var ki: Deccal’in mühim kuvveti yahudidir. Yahudiler severek tabi olurlar.” (337) (Bak: 2070.p.)

Allahu a’lem.. diyebiliriz ki, bu rivayetin bir parça te’vili Rusya’da çıkmış. Çünki her hükümetin zulmünü gören Yahudiler, Almanya memleketinde kesretle toplanıp intikamlarını almak için, Komünist Komitesi’nin te’sisinde mühim bir rol ile yahudi milletinden olan Troçki namında dehşetli bir adamı, Rusya’nın başkumandanlığına ve terbiyegerdeleri olan meşhur Le­nin’den sonra Rus hükümetinin başına geçirerek Rusya’nın başını patlatıp bin senelik mahsulatını yaktırdılar. Büyük Deccal’ın komitesini ve bir kısım icraatını gösterdiler. Ve sair hükümetlerde dahi ehemmiyetli sarsıntılar verip karıştırdılar.» (Ş.587)



3980/1- Kur’anda 17:4-7. Ayetleri, Yahudilerin azgın kısmı yeryüzünde iki kere fesad hadisesini yapacakları; buna karşı Allah, onların üzerine güçlü kullarını musallat edeceği bildiri­lir. Birinci fesadları ikinci cihan harbine; ikinci fesadları ise, Allah onları birinci fesadlarından sonra kuvvetlendir­mesine rağmen perişaniyetlerine sebeb olacağı manasını hatırlatır şekilde açıklayan Elmalı tefsiri önce ayet mealle­rini, sonra tefsirini veriyor. Şöyle ki:

“ Å–­f¬K²S­B«7 ¬_«B¬U²7~ z¬4 «u<¬š³~«h²,Ë~ ³z¬X«" ]«7Ë~ _«X²[«N«5«—

~®h[¬A«6 ~Èx­V­2 Åw­V²Q«B«7«— ¬w²[«#Åh«8 ¬Œ²‡Ïž² z¬4

4- Biz İsrailoğulları’na Tevrat’ta şu hükmü verdik:

“Muhakkak siz, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksı­nız ve muhakkak bü­yük bir yükselişle yükseleceksiniz.”

¯‰Ì_«"z¬7—Î~ ³_«X«7 ~®…_«A¬2 ²v­U²[«V«2 _«X²C«Q«" _«W­Z´7—Î~ ­f²2«— «š³_«% ~«†Ë_«4

®žx­Q²S«8 ~®f²2«— «–_«6«— ¬‡_«<¬±f7~ «ÄŸ¸¬' ~x­,_«D«4 ¯f<¬f«-

5- (Yeryüzünde, ekser insanları istila eden fesadınızdan) Bi­rincisinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kulları­mızı gönderdik. Onlar, evlerin aralarına gi­rip araştırdılar. Bu yerine getirilmesi gereken bir vaad idi.

¯Ä´x²8Ï_¬" ²v­U´9²…«f²8Ï~«— ²v¬Z²[«V«2 «?Åh«U²7~ ­v­U«7 _«9²…«…«‡ Åv­$

~®h[¬S«9 «h«C²6Ï~ ²v­6_«X²V«Q«%«— «w[¬X«"«—

6- Sonra sizi tekrar o istilacılar üzerine (ilk fesadınızda sizi ezdirdiklerime karşı) galip kıldık ve size mallarla ve oğullarla yardım ettik. Ve toplum olarak sizin sayınızı artırdık.

_«Z«V«4 ²v­#Ì_«,Ï~ ²–Ë~«— ²v­U¬K­S²9Ϟ¹ ²v­B²X«K²&Ï~ ²v­B²X«K²&Ï~ ²–Ë~

~x­V­'²f«[¬7«— ²v­U«;x­%­— ~x­=³x­K«[¬7 ¬?«h¬'Ϟ² ­f²2«— «š³_«% ~«†Ë_«4

~®h[¬A²B«#~x«V«2 _«8 ~—­h¬±A«B­[¬7«— ¯?Åh«8 «”Å—Ï~ ­˜x­V«'«… _«W«6 «f¬D²K«W²7~

7- Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz ve eğer kötülük eder­seniz yine kendinizedir. Artık diğer (yani Kur’anda bildirilen ikinci) fesadınızın za­manı gelince, yüzleri­nizi üzüntüye sokmaları, kötülük yapmaları ve (üzerinize sal­dırttığım güçlü kullarımın) ilk kez girdikleri gibi yine Beyt-i Makdis’e girmeleri, ele geçirdikleri yerleri mahvetmeleri için onları tekrar (üzerinize) göndereceğiz.”

Bu dört ayetin sadeleştirilmiş tefsirinden bazı kısımları şöyledir:

“Allah’ın yüceliği, onlara (Yahudilerin azgınlarına) o kor­kunç kulları saldırttı da, evlerin aralarını yokladılar. Yani öyle istila ettiler, öyle can kırımı (katl-i am) yaptılar ki, her­kese açık genel yerlerden başka, evlerin aralarını arayıp öldü­recek İsrailoğulları’nı aradılar ve bu, yerine getirilmiş ve vaad oldu. Yani birinci fesat dö­neminde vaad edilen hüküm ve alın yazısı (kader) bu şekilde gerçekleşti, tamam oldu...

Sonra da size, (İsrail oğullarına) onlar üzerine (bi­rinci defa sizi ezen kuvvete karşı) tekrar saldırma imkânını ver­dik. Devletinizi tekrar verdik ve sizi malllarla ve oğullarla destekledik ve sizi orduca çoğalttık. Şöyle diyerek ki: Eğer iyilik ederseniz; Allah’a itaat, emir ve yasaklara riayet etmekle güzel çalışır, iyilikler yaparsanız ken­dinize iyilik etmiş olursunuz. Çünkü o iyilik ve itaatin be­reketleriyle yüce Allah, size her türlü iyilik ve bereket kapıla­rını açar ve eğer kötülük yaparsanız o da kendi aleyhini­zedir. Allah’a isyan eder, yasak şeyler ve bozgunculuk peşinde olursanız, kendinize kötülük etmiş olursunuz. Çünkü isyan ve bozgunculuğun uğur­suzluğu ile, üzerinize dünya ve ahiret ce­zalarının kapıları açılır.

Demek ki İsrailoğulları devletinin bu şekilde geri veril­mesi Allah’ın bir yardımı olmakla beraber, aynı zamanda ken­dilerinin iyi çalışmalarıyla da ilgili idi. O acı ter­biye ile (ilk kez güçlü kullarıyla ezdirilme ile) tevbe etmişler, durumları düzelerek gü­zel çalışmışlar.....Fakat bu iyilik, devam etmeyip ikinci boz­gunculukları başla­yacak ve o vakit son cezalan­dırma za­manları gelecek, kötülükleri yüzlerine çar­pılacak, devletleri başlarına yıkılacaktı. Nitekim şöyle buyurulmuştur: Bu­nun üzerine sonraki (son ikinci fesadlarına karşı) cezalandırma zamanı gelince; önce ha­ber verilen iki defa fesat çıkarmaktan sonuncusunun cezalandı­rılma zamanı gelince ..... yüzleri­nizi kötü duruma sokmak için ve (ilk defa sizi ezen kulla­rın) ilk kez gir­dikleri gibi Mescid’e (Kudüs’e) girmeleri için ve her istila ettiklerini mahvetmeleri içindir.” (Elmalı Tefsiri sh.3156-3163 arasından seçme kısımlardır.)

Âhirzamanda İslâmların Yahudi kıtalinde taşların dahi Yahudi’yi ihbar edeceği rivayeti için bakınız: Buhari 56. Kitab, 94.Bab; Müslim 52. Kitab-ül Fiten 18.Bab, hadis:79-82.



Bir atıf notu:

-Yahudilere bazı helâl şeylerin yasaklanması, bak: 3143.p.

-Kıyamette müslümanların dağlar gibi günahları yahudilere yüklenir, bak: 952.p.sonu

3981- qqYAHYA ALEYHİSSELÂM |[E< : «Hazret-i Yahya, Zekeriyya Aleyhisselâm’ın oğludur. Onun ihtiyarlığı zamanında zevcesi İşa’dan dün­yaya gelmiştir.

Daha genç iken kendisine Peygamberlik ihsan olundu. Rivayete nazaran Hazret-i Musa’nın şeriatıyla amel ederdi, sonra İncil-i Şerif’in Hazret-i İsa’ya verilmesi üzerine İsa Aleyhisselâm’ın şeriatıyle amele me’mur olmuştu.

Yahya Aleyhisselâm Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın şeriatıyla amele başla­dığı bir sırada idi ki, Benî İsrail’in reisi olan “Hiredus” Musa Aleyhisselâm’ın şeriatı üzere kendi kardeşinin kızını almak istedi. Fakat Hazret-i Yahya, İsa Aleyhisselâm’ın şeriatına mebni bu nikahın artık caiz olmayacağını bildirdi. Bunun üzerine muhteris reis, gücenip o masum peygamberi henüz otuz yaşlarında iken şehid etti. Bu şehadet rivayete nazaran Hazret-i İsa’nın se­maya kaldırılmasından bir sene evvel vuku bulmuştur. Bu cinayete cür’et edenler bunun cezasını çekmiş, yurdları harab olmuş, nesilleri kesilip gitmiş­tir. Âhirette görecekleri azab ise her türlü korkunç tasavvurların fevkinde­dir.» (B.İ.İ. 490)

3982- Bu gelen âyette örnek faziletleri bildiren Hz. Yahya’nın (A.S.) ihti­yar olan anasından doğuşu, hilaf-ı âdet hârika bir hâdise olup, Hz. İsa’nın (A.S.) babasız dünyaya gelmesine bir tasdiktir. Kur’anda şöyle buyurulur:

«(3:39) ¬yÁV7~ «w¬8 ¯}«W¬V«U¬" _®5¬±f«M­8 Allah’dan bir kelime yani, İsa’yı musaddık. -Burada Hazret-i Yahya’nın Hazret-i İsa’yı ilk tasdik eden zat olduğu zikre­diliyor. Bu tasdik Yahya’nın rahm-ı madere düşmesiyle başlamıştır. Çünkü “âkır” hayz ü nifastan kesilmiş pek ihtiyar bir kadının hamli de hilaf-ı âdet bir şeydir. Bina­enaleyh Yahya, Cenab-ı Allah’ın hilaf-ı âdet şeyler halk ede­bileceğine fiilen bir şahiddir. Ve onun vücuduyla asıl tasdik ettiği de

(3:40) ­š_«L«< _«8 ­u«Q²S«< ­yÁV7«~ kelâmıdır. Bu ise Meryem’in de hilaf-ı âdet olarak hâmil olabileceğini tasdiktir. Bu mana iledir ki, valide-i Yahya’nın Hazret-i Meryem’e “Benim karnımdaki senin karnındakini tasdik ediyor” dediği riva­yet olunuyor.

~®f¬±[«, Bir efendi: kerim, halim, batıla tenezzül etmeden hüsn-ü suretle nâsın rızasını alır, akranına faik, riyasete lâyık ~®‡Y­M«& kudreti var iken gerek kadın ve gerek sair şehevat-ı dünyadan nefsini son derece hasr u zabt eden mücerred, afif, zahid, târik-i dünya, bir hadis-i Nebevîde varid olduğu üzere bir hatîe yapmamış, gönlünden bir masiyet arzusu da geçmemiş,musaddık-ı kelime olan Yahya böyle bir efendi, böyle bir zahid, böyle bir Nebiyy-i Salih idi.



3983- Hazret-i Yahya’nın Hazret-i İsa’dan sinnen altı ay büyük olduğu ekseriyetle mervidir. Maamafih üç yaş da denilmiştir. Müşarünileyh ref’-i İsa’dan mukaddem şehid edilmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle mervidir: “Dün­yanın Allah’a karşı haysiyetsizliğindendir ki, Yahya ibn-i Zekeriya’yı bir kadın öldürmüştür. Meryem’in mütekeffili, Yahya’nın babası olan ve gayz u iftira­larla şehid edilen Hazret-i Zekeriya da böyle nezih ve fevkalâde bir mazha­ri­yet-i Rabbaniyede idi.» (E.T. 1095)

3984- Kur’andan birkaç not:

-Hz. Zekeriya’ya (A.S.) Yahya’nın (A.S.) müjdelenmesi: (19:7) (21:89, 90)

-Hz. Yahya’nın (A.S.) yüksek faziletleri: (19:12 ilâ 15)

-Hz. Yahya’nın (A.S.) seyahati: (6:85)

3985- qqYAKÎN w[T< : Şüphesiz, sağlam ve kat’i olarak bilmek.

Kur’an (2:4) âyetinde geçen –YX5Y< kelimesinin tefsirinde yakîn tabiri şöyle izah ediliyor:

«Îkan, istikan, teyakkun, yakîn hepsi bir manaya gelir. Yakîn, vakıa mu­tabık ve herhangi bir teşkik ile zail olmayacak surette şekk ü şüpheden ari olan sabit ve cazim bir itikad demektir. Tabir-i âherle yakîn, şekk ü şüphe bulunmayan ilm-i mütkan, rayb karışmayan ilim, nakzına ihtimal bulunma­yan ilimdir. Maamafih yalnız cezm-i kalbî manasına da yakîn ıtlak edildiği vardır.

İlm-i İlahîye yakîn ıtlak edilmez. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi esma ve sıfat-ı İlahiye tevkifîdir. Kitab ve Sünnet’te ise ilmullaha yakîn ıtlakı gö­rülmemiştir. İkincisi yakîn ve îkan, şekk ü şüphe şanından olanlar hakkında kullanılır.

Bunun için ulûm-u zahiriyeye yani huzurî olan bedihiyata, bedihiyat-ı evveliyeye yakîn denilemiyceğine zahib olanlar bile vardır. Yakînden matlub olan, vakıa mutabakat ve adem-i raybdır. Fakat bu vakiin zaruri olması değil, ancak vaki olması şarttır. Binaenaleyh müşahedat, mücerrebat, mütevatirat ve istidlalât-ı sahiha dahi yakîn ifade ederler.

Bazı Garb feylesoflarının iddia ettikleri gibi yakîn yalnız ilm-i zarurî ve huzurî demek değildir. Yakînin meratibi vardır. Meselâ riyaziyat, istintacat-ı mantıkiye yakînî ve zarurî olduğu gibi; ulûm-u adiye ve mücerrebe, ulûm-u tabiiye miyanında kimya ve fizik ilimleri zaruri olmayarak yakînîdirler. Ancak bunların vakıat-ı mücerrebesinden istidlalât-ı faside ile intac edilen nazariyat ve farziyatın hepsi yakînî değildir. Kezalik ilm-i hayat, tıb ve emsali henüz yakînî değildir.» (E.T. 201-202)

Yakîn: Marifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, marifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ül yakîndir) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerleyerek bü­tün hislerimizle ateşin varlığını, yakması ve sair sıfatlarını bildik ise, bu nevi’den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor.

3986- «İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdika münhasır değil. Bir çe­kirdekten, ta büyük hurma ağacına kadar ve eldeki ayinede görünen misalî güneşten ta deniz yüzündeki aksine, ta güneşe kadar mertebeleri ve inkişaf­ları olduğu gibi, imanın o derece kesretli hakikatları var ki, binbir Esma-i İlahiye ve sair erkan-ı imaniyenin kâinat hakikatlarıyla alâkadar çok hakikatları var ki:

“Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.

Evet iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlub olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratib var.

O meratiblerden ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazan mağlub olur.



3987- Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki Esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir.

Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse, bir halt edemez. Ve ülema-i ilm-i kelâmın binler cild kitabları, akla ve mantığa istinaden te’lif edilip, yalnız o marifet-i imaniyenin bürhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatın yüzer kitabları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat Kur’anın mu’cizekâr cadde-i kübrası, gösterdiği hakaik-ı imaniye ve marifet-i kudsiye; o ülema ve evliya­nın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.» (E.L.I. 103) (Bak: Hakk-al Yakîn, İlm-el Yakîn)



Yakîn ile alâkalı âyetlerden birkaç not:

- İman-ı Billahda yakîn derecesi: (13:2) (26:24) (44:7)

- Ayât-ı İlahiyeyi idrakte yakîn: (27:82) (32:24)

- Âhirete imanda yakîn: (2:4) (27:3) (31:4)

- İlm-el yakîn: (102:5)

- Ayn-el yakîn: (102:7)

- Hakk-al yakîn: (56:95) (69:51)

-Yakîn (yani meşhur kavillere göre mev’ud olan nusret-i İlahî veya mevt) gelinceye kadar ibadet: (15:99)

- İmanda yakîne niyetli olmayanlar: (52:36)

3988- qqYA’KUB (A.S.) YTQ< : Kur’an-ı Kerim’den mükerreren adı ge­çen peygamberlerindendir. Yusuf Aleyhisselâm’ın babası ve İshak Aleyhisselâm’ın oğludur. Bir adı da İsrail olduğundan bu sülaleden gelenlere İsrailoğulları manasına gelen “Benî İsrail” denilmektedir. Büyük oğlunun ismi Yehud olduğundan, sonradan bunlara denilmiştir. (Bak: Yusuf A.S.)

3989- Hz. Yakub’un ismi geçtiği âyetlerden birkaç not:

-Hz. Yakub’un (A.S.) oğullarına İslâmda ve tevhidde karar kılıp şirke düşmeme­leri tavsiyesi: (2:132, 133)

-Hz. Yakub’a (A.S.) vahyen verilen ilim: (12:68)

-Hz. Yakub’un (A.S.) (eydî ve ebsar) sahibi olduğu: (38:45)

qqYALAN –ž_< : (Bak: Kizb)

qqYARATMAK »_W#~‡_< : (Bak: İcad)

3990- qqYAVUZ SULTAN SELİM v[V, –_OV, ˆ——_< : (Hi. 875-926) Osmanlı Padişahlarından dokuzuncusudur. Sultan Süleyman Han’ın babası, II.Bayezid Han’ın oğludur.

Azim ve sebat örneği olan ve memleket mes’elelerinde en küçük kusur­ları bile afvedemiyen Yavuz Selim, Çaldıran seferine çıkmıştı. Uzun müddet seferde olan askerleri bir gün padişahın çadırına kurşun atacak kadar işi ileri götürdüler. Yavuz Selim hemen çadırından dışarı fırladı, atına atladığı gibi toplu bir halde duran yeniçerilerin arasına atını sürdü, öfkeli nazarlarla sert sert baktıktan sonra:

“Bre asker kıyafetli korkak herifler! Askerî itaat, emre muhalefetten mi ibarettir? Zahmete katlanmadan zafer kazanmak kande görülmüştür? Şecaat ve erliğinden şüphe edenler, rahatını düşünenler geri dönüp karılarının yan­larına gitsinler. Ben buraya kadar zahmetler ihtiyar edip, kemal-i zelilane bir surette geri dönmek için gelmedim. Şemşir-i celadetim altında hamaset ve şecaat göstermek isteyenler benimle beraber gelsinler. Siz gelmezseniz, ben yalnız da giderim.” diyerek atını Çaldıran’a doğru sürmüştür.

Neticede Şah İsmail’e galip geldi. Şiiliğin Anadolu’ya yayılmasına mani oldu. Daha sonra Tebriz ve Mısır’ı aldı. Hutbelerde “Haremeyn-i Şerifeynin Hâdimi” diye ismini okuttu ve İlk Osmanlı Halifesi oldu. Osmanlı Dev­leti’nin topraklarını iki misline çıkardı. Büyük bir İslâm ittihadı için gayret gösteriyordu. Şirpençe denilen bir çıban sebebiyle rahmet-i Rahman’a ka­vuştu. Türbesi, İstanbul’da yaptırdığı Sultan Selim Camii avlusundadır. (R.Aleyh)

Yavuz Sultan Selim, haklı olarak ittihad-ı İslâma çok ehemmiyet vermiş ve bu yolda çok gayret sarfetmiştir. Bu mevzudaki hassasiyetini bir beytinde şöyle dile getirmiştir:

İhtilaf ü tefrika endişesi

Kûşe-i kabrimde hatta bîkarar eyler beni,

İttihadken savlet-i a’dayı def’a çaremiz;

İttihad etmezse millet, dağdâr eyler beni...

3991- qqYE’CÜC VE ME’CÜC ‚Y% ¶_8— ‚Y­%²_< : Kur’an-ı Kerim’de (18:94) ve (21:96) âyetlerinde bahsi geçen ve ortalığı fitne ve anarşiye boğan ve boğacak olan bozguncu taifelerin ismidir. Bunlar ayrı ayrı milletler içinde de bulunabilir.

3992- Ye’cüc ve Me’cüc’ün bahsi hadis kitablarında da geçer. Ezcümle, S.B.M. 789 ve 1372. hadislerinde; İbn-i Mace 36. Kitab-ül Fiten 9, 28, 33. Bablarında; S.M. 8.ci. 52.Kitab-ül Fiten 1.bab sh: 403’de ve başka hadis kitablarında Ye’cüc ve Me’cüc’den bahsedilir.

Mezkûr S.B.M 1372. hadisinin izahında; Zülkarneyn’in önce batıya, sonra doğuya, daha sonra mağrible maşrık arasında gittiğini kaydeder ve ha­şiyesinde şöyle der:

«Müfessir Dahhâk, Zülkarneyn’in bu üçüncü seferinde mülâki olduğu kavim Türk ırkındandır, demiş. Süddî de: Türk, Ye’cüc ve Me’cüc’den ayrılıp Türkistan’da devlet kuran bir soydur, demiştir ki; seddin öbür tarafında ka­lan Ye’cüc ve Me’cüc’ün de Moğollar olması icab eder. Katade’ye göre şi­mal akvamı yirmiiki kabile olup, bunlardan birisi Türk idi. Seddin inşasından sonra Türk, seddin hâricinde öbürleri dâhilinde kalmıştır.

Tarihçilere göre Nuh Aleyhisselâm’ın evladı üçtür: Sam, Ham, Yafes. Sam, Arab’ın, Acem’in, Rum’un babasıdır. Ham, Habeşîlerin Zencilerin Nubîlerin, Yafes de Türk’ün, Hazer’in, Sakalibe’nin, Ye’cüc ve Me’cüc’ün babasıdır.» (S.B.M. ci:9 sh:114)



3993- Ye’cüc ve Me’cüc hakkında Bediüzzaman Hazretleri, şu izahatı veriyor: «Ye’cüc ve Me’cüc hâdisatının icmali Kur’anda olduğu gibi, rivayette bir kısım tafsilat var. Ve o tafsilat ise, Kur’anın muhkematından olan icmali gibi muhkem değil, belki bir derece müteşabih sayılır. (Bak: Müteşabihat) Onlar te’vil isterler. Belki ravilerin ictihadları karışmasıyla tabir isterler.

Evet ­yÁV7~ ެ~ «`²[«R²7~ ­v«V²Q«<«ž bunun bir te’vili şudur ki: Kur’an’ın lisan-ı semavîsinde “Ye’cüc ve Me’cüc” namı verilen Mançur ve Moğol kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin’den bir kısım başka kabileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa’yı herc ü merc ettikleri gibi, gelecek zamanlarda dahi dünyayı zir ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir. Hatta şimdi de komü­nistlik içindeki anarşistin ehemmi­yetli efradı onlardandır. Evet ihtilal-i Fransavîde hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrib ettiğinden aşıla­dığı fikir, bilâhare Bolşevikliğe inkılab etti. Ve bolşeviklik dahi çok mukad­desat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi boz­duğundan; elbette ektikleri to­humlar hiç bir kayıd ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insan­ları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hük­müne geçirir. Daha siyasetle idare edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise; hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan ça­pulcu kabileler olacak. Ve o şeraite muvafık insanlar ise; Çin-i Maçin’de kırk günlük bir mesafede yapılan ve acaib-i seb’a-i âlemden birisi bulunan sedd-i Çinî’nin binasına sebebiyet ve­ren Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız ka­bileleridir ki, Kur’an’ın mücmel haberini tefsir eden Zat-ı Ahmediye (Aleyhissalatü Vesselâm) mu’cizane ve muhakkikane haber vermiş.» (Ş.588)



3993/1- Ye’cüc ve Me’cüc hakkında müfessirlerin muhtelif beyanları ol­duğunu zikreden Bediüzzaman, Muhakemat adlı eserinde de şunları kayde­der;

«Amma Ye’cüc- Me’cüc, bazı müfessir: “Veled-i Yafes’den iki kabile” ve bazı diğer: “Moğol ve Mançur” ve bazı dahi: “Akvam-ı şarkiye-i şimalî” ve bazı dahi: “Benî-Âdemden bir cemiyet-i azîme, dünya ve medeniyeti hercümerc eden bir taife” ve bazı dahi: “Mahluk-u İlahîden yerin zahrında veyahut batnında âdemî veya gayr-ı âdemî bir mahluktur ki kıyamete, böyle nev’-i beşerin hercümercine sebeb olacaktır.” Bazı ve bazı ve bazı dedikle­rini dediler... Nokta-i kat’iyye ve cihet-i ittifakî budur: Ye’cüc ve Me’cüc, ehl-i garet ve fesad ve ehl-i hadaret ve medeniyete, ecel-i kaza hükmünde iki ta­ife-i mahlûkullahtır.» (Mu.59) (Bak: Anarşizm, 2034, 4110.p. lar)



3994- qqYEMİN w[W< : Sözü Allah’ı (C.C.) zikrederek kuvvetlendirmek. Kasem. *El tutuşarak, Allah’a bağlılıklarını bildirerek, Allah’a ve birbirlerine söz vererek ahitleşmek. *Mübarek. *Sağ taraf, sağ el. (Bak: 2133.p.)

3995- «Yemin: Esasen kuvvet ve sağlamlık demektir. Bu münasebetle sağ ele yemin denildiği gibi, “bir kelâmı, ismullahı suret-i mahsusada zikre­derek takviye etmeğe” de şer’an yemin denilir ki, söylediği sözü Allah huzu­runda Allah’ı işhad ederek onun azameti namına söylediğini göstermek su­retiyle bit-taahhüd ifade eder. Bunun için yalan yere yemin etmek, akıbeti pek vahîm bir günahtır.» (E.T. 780)

«Yemin, bir zaruret ve kat’i lüzum halinde hakkı te’yid ve izhar için yapı­lır, pek büyük bir kuvve-i te’yidiyedir. Çok çok yemin edip durmak ise onu istihfaf etmek, kendi şahidini kendi cerhetmektir. Gerçi Allah’ın ismini ta’zim ile çok zikretmek çok sevabdır. En büyük ibadettir. Fakat onu herşeyde bir vasıta-ı terviç olmak üzere kullanmak, sık sık şahid olarak çağı­rıp durmak ise, zikr ü ta’zim değil, onun izzet ve kudsiyetine tecavüz etmek­tir.» (E.T. 5272)



Atıf notu:

- Münafıklar yeminlerini kalkan gibi kullanırlar, bak: 2714.p.

3996- qqYEMİN-İ LAĞV YR7 w[W< : Alışkanlıkla veya dil sürçmesiyle veya sehven yapılan yemine yemin-i lağv denir ki, şer’an keffaret lâzım gel­mez. Bu yemin, Kur’anda (2:225) (5:89) âyetlerinde geçer.

3997- Yemin hakkında âyetlerden birkaç not:

-Yemin bozmamak: (16:91)

-Menfaat karşılığında yeminlerinden dönenlerin uhrevi cezası: (3:77)

-Yemin keffareti: (5:89) (66:29

-Şahidlere yemin verdirmek: (16:94)

-Yemini ifa için Hz. Eyyub’un (A.S.) yüz değnek vurmağa bedel yüz çubuklu de­metle bir defa vurmasına ruhsat verilmesi: (38:44)

İki yüzlü olup daima insanları aldatmak isteyen münafıkların bu aldatıcı­lık seciyelerince çok kere yeminleri vasıta yaptıklarını Kur’an çok âyetlerinde bildirmiştir. (Bak: Münafık)

Yeminler mevzuunda hadislerde de çok yer verilmiştir. Buhari’de 83, Müslim’de 27. kitablar yeminler kitabı olduğu gibi, diğer hadis kitablarında da geniş yer verilmiştir. Âyet ve hadislere dayanıp netice ve hükümleri bildi­ren fıkıh kitablarında ise, tafsilat vardır ve yemin hususundaki şer’î hüküm­lere bu kitablardan bakmak gerektir.

3997/1- qqYENİÇERİLER h7h% |U< : Osmanlı kara ordusunun dâimî ve hazineden ulûfe alan (ücretli) kapıkulu askerî zümresinden en mühim ağır piyade sınıfıdır. Osmanlılarda askerî sınıflar umumiyetle “ocak” tabiri ile ifade edildiğinden Yeniçeriler de bir askerî sınıf olarak Yeniçeri Ocağı olarak adlandırılagelmiştir.

Yeniceri Ocağı’nın esası Hristiyan çocuklarının devşirilip (seçilip) Türk­leştirilmesi ve Müslümanlaştırılmasından sonra asker olarak yetiştirilmesidir. Osmanlılardan önce Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları, harp esirle­rinden askerlik alanında faydalanmakta idiler.

Hatta merkezde bulundurdukları piyade kuvveti içinde çeşitli İslâm ka­vimlerine mensup unsurların yanında Rumlar, Ermeniler ve Frenkler de vardı. Osmanlılar da bu askerî kölelik (gulâm veya memlûk) usûlünü gelişti­rerek ordunun ikinci bir insan kaynağı olarak devşirme usûlünü getirdiler.

Osmanlılar fetih yolu ile Anadolu’dan Trakya’ya geçip Edirne’yi fethet­tikten sonra askerî ihtiyaçlar da arttı. Daîmî bir ordu ihtiyacı doğdu. Edirne’nin fethinden sonra Avrupa’ya doğru fütuhatın devamlılığını sağla­mak için devamlı bir ordunun varlığı şarttı. Bu orduya kaynak olarak, fethe­dilen memleketlerin Hristiyan çocukları düşünüldü.

Yeniçeri Ocağı, Gelibolu’da Gazi I.Sultan Murad zamanında 1363’te ku­ruldu. Yeniçeri, “Yeni Asker” manasına gelir. Bunlara “Kapıkulu” veya “Devşirme” de denirdi.

Yeniçeri Ocağı’nın ilk kurulan yıllarında harp esirlerinden Hristiyan gençler, yaşlarına bakılmadan ocağa alınırdı. Sonları Devşirme Kanunu’na göre 10-20 yaş arasındaki çocuklar alınmaya başlanmıştır.

Üç, beş veya yedi senede bir, gürbüz ve sıhhatli olanlar devşirilirdi.

Devşirme ihtiyaca göre mıntıka mıntıka yapılırdı. Devşirme Kanunu’na göre İslâmiyeti kabul etmiş ailelerin çocukları alınmazdı. Hristiyan çocukla­rından asîl ailelere mensup olanlar ile papaz oğulları alınırdı. Tek oğlu olan bir ailenin çocuğu alınmadığı gibi, bir aileden birden fazla çocuk alınmazdı. Ana babası ölmüş çocuk da alınmazdı. Devşirilen çocuklar sünnet edilir ve bir müslüman ismi verilirdi. Sonra bu çocuklar en az 3, en çok 8 sene Ana­dolu ve Rumeli’deki çiftlik sahiplerinin veya Türk köylüsünün hizmetine ve­rilirdi. Bu sûretle çocuklar bedence zindelik kazandıkları gibi, Türkçe’yi öğ­renir ve İslâm terbiyesinin icaplarına göre yetiştirilirdi. Bundan sonar Geli­bolu’ya gelip Acemi Ocağı’na giren devşirmeler, “acemi oğlanı” sıfatını alır­lardı. Bu kışlada askerî terbiyelerini tamamlayınca “Yeniçeri Neferi” olma hakkını kazanırlardı. İstanbul’un fethinden sonra da İstanbul Acemi Ocağı kuruldu. Hepsinin komutanı “Yeniçeri Ağası” idi. Yeniçeri Ağası, Dîvan-ı Hümayûn’a katılırdı. İkinci dereceden bir bakan mesabesinde idi.



3997/2- Devşirmelerin hepsi asker olarak yetiştirilmezdi. Bunlardan zeki, kabiliyetli, iyi terbiye görmüş, sağlıklı, yakışıklı olanlar seçilir ve bir sa­ray üniversitesi mahiyetinde olan Mekteb-i Enderûn’a hazırlamak üzere sa­ray okullarına alı­nırdı. Buralardan tahsillerini parlak derecede bitirenler, Topkapı Saray-ı Hümayûnu’nda okumaya hak kazanırlardı. Enderûn’dan çı­kanlar parlak is­tikbâle namzettiler. Nitekim bunların bir kısmı sadrâzam, yüzlercesi vezir, binlercesi beylerbeyi olmuştur.

Enderûn yalnız devşirmelere mahsus yüksek bir okul değildi. Yüksek mevkilerdeki devlet adamlarının çocukları da bu okula alındığı gibi, san’at kabiliyeti gösteren müslüman halk çocukları da, padişah iradesi ile Enderûn-i Hümayûn’a girerlerdi.



3997/3- Yeniçeri Ocağı’na Hristiyan çocukların devşirilmesi 1646’dan sonra azalmış ve buna mukabil Türkler ve diğer müslümanlardan da Acemi Ocağı’na efrad alınmaya başlanmıştır. Böylece Ocakta 18. ve 19.yy.da büyük çoğunluğu bunlar almışlardır. Yeniçeriler 16. asır ortalarına kadar emekli oluncaya kadar evlenmeleri, şehirde oturmaları yasaktı. Kışlalarında yaşar­lardı. Sultan I.Selim zamanında Yeniçeri emekdarına bahşedilen evlenme hakkı tedricen genişletilmiş; yetim kalan çocuklar da kul-oğul adıyla Acemi Ocağı’na alınmaya başlanmıştır.

Yeniçerilerin mevcudu devamlı değişiklik arzetmiştir. Kuruluş yıllarında bin kişi civarında olan Ocak, sonraki yıllarda ihtiyaca göre artmıştır. Çok defa birkaç on bin civarında kalmış, nadiren yüzbin veya daha fazla sayıya ulaştığı olmuştur.

Yeniçeri Ocağı, Osmanlı askerî kuvvetleri içinde hiç bir zaman büyük bir yekûn tutmamıştır. Buna rağmen şöhret kazanmasının sebebleri; hazarda ve seferde padişahın maiyetinde olmaları, Hristiyan ailelerden devşirme yolu ile alınmaları sebebiyle yabancı tarihçiler, yazar ve siyasîlerin çok alâka göster­meleri, istidad ve kabiliyetlerine göre devlet idaresinde en yüksek makamlara kadar gelebilmeleri, padişahların hal’ ve cülûslarında mühim rol almaları, bir takım isyanlara karışmalarıdır.

3997/4- Yeniçeri Ocağı kuruluşundan 16. asır ortalarına kadar disiplinli ve itaatkâr bir teşkilat iken, bu durum tedricî olarak çeşitli sebeplerle bozul­maya başlamıştır. Zamanla işe yaramaz ve hatta zararlı bir teşkilat haline gelmiştir. Zaman zaman teşebbüs edilen ıslah çalışmaları netice vermemiş, çok defa devletin başına dert olmuştur. Zamanla liyakat yerine, iltimas ile İstanbul ve taşrada ocağa kayıtlar yapılmış, askerî talim ve tedris ihmal edil­miş, nizam bozulmuştur. Yeniçeriler ev-bark sahibi olmuşlar, esnaflıkla da uğraşan başıbozuk bir hale gelmişlerdir.

Ocak, kuruluş tarihi olan 1363’ten 463 yıl sonra, 1826 tarihinde II.Sultan Mahmud tarafından lağvedilmiştir. Ocağın lağvına “Vak’a-yı Hayriye” de­nilmiştir. Vaka’-yı Hayriyye, çok kanlı bir şehir muharebesinden sonra ger­çekleştirmiştir. Devlete baş kaldıran, talim yapmayı reddeden, savaştan ka­çan, emir dinlemez hale gelen Yeniçeri Ocağı’na karşı; padişahın arzusu üze­rine, sancak-ı şerif çıkarıldı. Devlet erkânı ve ülemaya halk da iltihak ederek, Yeniçerilere karşı harekete geçildi. Padişaha bağlı topçu, lağımcı ve kalyoncu askerî kuvvetler, âsilere karşı muharebe ederek Yeniçeri Teşkilatı ortadan kaldırılmıştır.



3997/5- Yeniçeri Ocağı’nın bozulma sebepleri incelendiğinde, bir hiz­met cemaatının zamanla bozulma sebeplerine benzediği görülür. Meselâ ih­lâsın zedelenmesi, keyfiyet yerine kemiyetin kazanması, dünyevî ve şahsî menfaatlerin üste çıkması, liyakatsızlık, adam kayırma, gayret ve terbiye nok­sanlığı, dış düşmanların içten bazı kimseleri kullanmaları, temel hizmet pren­siplerine sadakatsızlık, itimadın zayıflaması veya kötüye kullanılması gibi.

İbrete şayan bir husus da şudur ki: Osmanlılarda İslâmiyetin canlı bir şe­kilde, bütün şeairi ile yaşandığı zamanda, Hristiyan çocuklarının devşirilip müslümanlaştırılması yolu ile bunların Hristiyan dünyasına karşı bir cihad unsuru olarak kullanılışının tam zıddı bir durumun, İslâmî hayatları zaafa uğ­ramış müslüman memleketlerde ortaya çıkışıdır. Asrımız medeniyetinde ilerlemiş devletler içindeki menfî cereyanlar, müslüman halk çocuklarından kabiliyetli olanları imtihanla seçerek kendilerine bağlı yüksek okullarda, kendi düşünce ve ideolojilerine uygun bir tedrisat proğramı içinde yetiştir­melerini sağlamakta, bunların içinde üstün kabiliyet gösterenlere burslar tah­sis ederek yabancı memleketlerde yüksek ihtisaslarını tamamlamalarını temin etmekte ve bu yolla bir kısmını kendilerine bağlı ve yaşayış şekillerine hayran bir zihniyete sahip kıldıktan sonra, bunlar vasıtası ile müslüman ülkelerin idaresini elinde tutmaya çalışmaktadırlar.

Bu sahada büyük rol oynayan Masonluk cereyanı bunları himaye etme, maddî destek sağlama faaliyetlerini ekleyerek, memleketlerin siyasî, kültür ve iktisadî hayatlarını bütünü ile kontrol ve idareleri altına almaya çalışmakta; müslümanların uyanış hareketlerinin görülmesi halinde, “irtica var” yaygara­larıyla sindirme yoluna gitmektedirler. Bu ise İslâm âleminde, aks-ül amele sebep olmakta ve İslâm birliği fikir ve hareketlerinin canlanmasına yol aç­maktadır.

Unutmamak lâzım ki, bir zamanlar Fir’avun, kendi saltanatına son vere­bileceği korkusu ile, erkek çocukları katlettirmekteydi. Fakat nasıl ki Cenab-ı Hak, bir çocuğu Fir’avunun sarayında büyüttürüp onun saltanatına son ver­mişse, İslâm memleketlerini baskı altına almaya çalışan İslâm düşmanı bu cereyanlara karşı Mehdî-misal nuranî bir şahsiyet ve onun cereyanı çıkmakla deccaliyeti zir ü zeber etmesi mukadderdir, inşâallahü teâlâ. (Not. Kaynaklar: 1- İslâm Ansiklopedisi, Yeniçeri Maddesi, 2-Büyük Türkiye Tarihi, cilt:7, sa­hife:350-394)



3998- qqYE’S ‰¶_< : Emelinden kesilmek. Ümidsizlik. Nevmid olmak. Matlubunun hâsıl olmasına ümidini kesmek. Allah’ın rahmetinden ümid kesmek. (Bak: Reca ve 1075.p.)

Atıf notu:

-Havf u recayı muhafaza eden fakîhi mehd, bak: 242.p.sonu.

-Ye’s (ümitsizlik) hakkındaki âyetlerden birkaç not:

-Muvaffakiyet, rahat ve nimetten sonra gelen zorluk ve mahrumiyetten ye’se düşen­ler: (6:44) (11:9) (17:83) (30:36) (41:49)

-Allah’ın rahmetinden ümidi kesip ye’se düşmemek: (12:87) (15:55, 56) (29:23) (39:53)

-Peygamberlere, kavimlerinin ıslahından ümid kestikleri zaman gelen nusret-i İla­hiye: (12:110)

-Günahkârlar da Allah’ın rahmetinden ümid kesmemelidirler: (29:53)

qqYETMİŞÜÇ FIRKA y5h4 ‚—~ k[WB< : (Bak: Fırka-i Naciye)

3999- qqYEVM •Y< : Gün, yirmi dört saatlik zaman. *Sene. Asır. Devir. *Devre.

Fatiha suresinde geçen Yevm-id Din tabiri (Bak: 684.p.) «yani; din günü ve ceza günü ve maneviyat günü demek. Nasıl dünya, maddiyat ve maddî harekâtın ve amellerin günüdür. Elbette o harekâtın neticelerini ve o hiz­metlerinin ücretlerini ve o maneviyatın semeratlarını belki o faniyat ve zâilatın baki ve daimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o faniyat ve zâillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşrede­cek bir gün gelecektir, diye ifade ediyor.» (E.L.II. 96)



4000- qqYEVM-İ FASL uM4 ¬•Y< : İnsanların kısım kısım ayrıldığı ve davalarının halledildiği kıyamet günü. Bundan başka kıyamet gününe aşağı­daki isimler de verilir: Yevm-ül cem’, yevm-ül cevab, yevm-ül ceza, yevm-üd din, yevm-ül ahd, yevm-ül fezail-il ekber, yevm-ül haşr, yevm-ül hisab, yevm-ül ivaz, yevm-ül karar, yevm-ül karia, yevm-ül kıyam, yevm-ül kıyame, yevm-ül mev’ud, yevm-ül miad, yevm-ül misak, yevm-ül mizan, yevm-ül va’d, yevm-ül vakıa, yevm-üs sual, yevm-ül arz. Yevm-i Fasl Kur’anda (37:21) 44:40) (77:13, 14, 38) (78:17) âyetlerinde geçer.

4001- qqYEVM-İ ŞEK ±t- ¬•Y< : «Yevm-i şek, Şaban-ı Şerifin otu­zuncu günüdür. Velev ki havada bir arıza bulunmasın. Çünki o gün başka bir bel­dede hilalin görünmüş olması melhuzdur. Bu, metali’ ihtilafına itibar olun­masına göredir. Matla’ların ihtilafını muteber sayan zatlara göre bir gü­nün, “yevm-i şek” sayılabilmesi için hava bulutlu bulunmalıdır veya gecenin otu­zuncu gece olduğuna dair bir alâmet bulunmamalıdır. Meselâ hilalin gö­rün­düğüne dair olan şehadet reddedilmiş olmalıdır. Şek günü, Ramazan-ı Şe­rife veya bir vacibe niyet edilerek oruç tutulsa bakılır; eğer ramazan olduğu anla­şılırsa bu oruç ramazan-ı şerif orucundan olmuş olur. Ramazan olma­dığı anlaşılırsa ramazan-ı şerif orucuna niyet edilmiş olduğu takdirde bir na­file olmuş olur, iftar edilirse kazası lâzım gelir. Fakat bir vacibe niyet edilmiş ol­duğu takdirde o vacib namına sahih olur.

Şayet o günü Şabandan mı, yoksa Ramazandan mı olduğu anlaşılmazsa bir vacib namına niyet edilmiş olan oruç, o vacib namına sahih olmaz. Çünkü o günün ramazandan olmak ihtimali vardır. Şek gününde tatavvua (nafileye) niyet edilse -sahih olan kavle göre- bunda bir beis yoktur. Rama­zan-ı Şerif olduğu anlaşılırsa, Ramazan orucu tutulmuş olur. Şaban olduğu tebbeyyün ederse bu oruç nafile olmuş olur. Bu halde iftar edilse kazası lâ­zım gelir. Çünkü bunun tutulması iltizam edilmiştir.



Şek gününde “Ramazan ise oruç tutmaya, değilse iftar etmeye” niyet et­miş olan bir kimse, oruç tutmuş olmaz. Zira oruca niyette katiyyet lâzımdır. Böyle tereddütle oruca karar verilmiş olamaz. Yevm-i şekde nâsa işaa et­meksizin oruç tutmak, havass-ı ümmet için efdaldir, avam hakkında ise “tevellüm” efdalidir.» (B.İ.İ. 254)

4002- qqYILDIZ i: Güneş ve Aydan başka gökyüzünde görülen ışıklı cisimlerden herbiri. (Bak: Semavat)

4003- Bu mevzu hakkında pek çok ansiklopedi ve alâkalı kaynaklar daha çok maddi cephesiyle ele alarak malumat verirler. Biz ise burada mevzuu, o çeşit kaynaklarda pek temas edilmeyen manevi cephesi ile ve calib-i dikkat bazı hususları cihetiyle ele aldık ve fennî teferruata yer vermedik.

4004- Semavatta ışıksız olduğundan görünmeyen cisimler de vardır. «Küre-i Arzın seyahat ettiği mesafe-i azîmede pek çok mahlukat var ki, nur­suz oldukları için görünmezler. Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahluklar gözümüzün önünde olup göremiyoruz.» (M.9)

4005- «Melekler ve semekler gibi yıldızların dahi gayet muhtelif efradları vardır. Bir kısmı nihayet küçük, bir kısmı gayet büyüktür. Hatta gök yüzünde her parlıyana yıldız denilir. İşte bu yıldız cinsinden bir nev’i de, nazenin sema yüzünün murassa zinetleri ve o ağacın münevver meyveleri ve o deni­zin müsebbih balıkları hükmünde Fâtır-ı Zülcelal, Sani-i Zülcemal onları ya­ratmış ve meleklerine mesireler, binekler, menziller yapmıştır ve yıldızların küçük bir nev’ini de, şeyatînin recmine âlet etmiş.» (S.181)

4006- «Resul-i Ekrem’den (A.S.M.) şöyle rivayet olunmuştur: Sema’ya uruç buyurdukları zaman kale burçları gibi bir mevkide bir takım melaike görmüştü. Bunlar birbirlerinin yüzüne doğru, mütekabilen yürüyüp gidiyor­lardı. Bunlar nereye gidiyorlar diye Resul-i Ekrem (A.S.M.) Cebrail’e (A.S.) sordu. Cebrail: “Bilmiyorum. Ancak yaratıldığımdan beri ben bunları görü­rüm ve evvel gördüğümün bir tanesini bir daha görmem” dedi. Onlardan bi­rine, ikisi birden: “Sen ne zaman halk olundun?” diye sordular. O da: “Bil­miyorum. Ancak Cenab-ı Hak, her dörtyüz bin senede bir yıldız halk eder. Ben yaratıldığımdan beri de dörtyüz bin yıldız halk etti” diye cevap verdi. Melaikenin kesretini ve kudret-i ezeliyenin vüs’at-i tecelliyatını anlamalı.» (E.T. 307)

4007- «Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki: O ulvi âlemlerin tabakatında muhalefet var. Meselâ: Nehr-üs sema ve kehkeşan namıyla ma­ruf, Türkçe “Samanyolu” tabir olunan bulut şeklindeki daire-i azîmenin bu­lunduğu tabaka, elbette sevabit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya ta­baka-i sevabit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o kehkeşandaki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar.» (L.67)

4008- «Bu saray-ı âlemdeki paklık, safilik, nuranilik, temizlik; mütemadi­yen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hay­vanların yüzbin milletleri Arzın yüzünde boğulacaklardı. Ve semavatın feza­sında, tahribe ve mevte mazhar olan kürelerin ve peyklerin, belki yıldızların enkazları, başımızı ve diğer hayvanatın başlarını, belki Küre-i Arzın başını, belki dünyamızın başını kıracaklardı. Dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı. Ve bizi bu vatan-ı dünyevîmizden kaçıracaklardı. Halbuki eskidenberi o yukarı âlemlerdeki tahrib ve tamirden, medar-ı ibret olarak yalnız bir kaç semavi taşlar düşmüş ise de, kimsenin başını kırmamış.» (L.306)

Bir atıf notu:

- Rusya’ya düşen gök taşı, bak: 285.p.

4009- Yıldızların sukutu gibi çeşitli sebeblerle sema harabiyete gidiyor: Evet «Dünya hanesinin tavanı olan sema mekânı ise, ecramların harekâtıyla, kuyruklu yıldızların zuhuruyla, küsufat ve husufatın vuku bulmasıyla yıldızla­rın sukut etmeleri gibi tagayyürat gösterir ki: Sema dahi sabit değil; ihtiyar­lığa, harabiyete gidiyor. Onun tagayyüratı, haftalık saatte günleri sayan bir mil çendan ağır ve geç oluyor. Fakat her halde geçici ve zeval ve harabiyete karşı gittiğini gösterir.» (S.437)

4010- Yıldızlara Cehennem’den nar, Cennet’ten nur veriliyor:

«Evet bir Kadir-i Zülcelal ve emr-i Kün feyekûn’e malik bir Hakîm-i Zülkemal, gözümüzün önünde kemal-i hikmet ve intizam ile Kamer’i

Arz’a bağlamış; azamet-i kudret ve intizam ile Arz’ı Güneş’e rabtetmiş ve Güneş’i seyyeratıyla beraber arzın sür’at-i seneviyesine yakın bir sür’at ile ve haşmet-i rububiyetiyle, bir ihtimale göre Şems-üş Şümus tarafına bir ha­reket vermiş ve donanma elektrik lambaları gibi yıldızları, saltanat-ı rububiyetine nurani şahidler yapmış; onunla saltanat-ı rububiyetini ve aza­met-i kudretini göstermiş ve Zat-ı Zülcelal’in kemal-i hikmetinden ve aza­met-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki, Cehennem-i Kübra’yı elektrik lambalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semanın yıldızlarını onunla iş’al etsin, hararet ve kuvvet versin. Yani âlem-i nur olan Cennet’ten yıldızlara nur verip, Cehennem’den nar ve hara­ret göndersin. Aynı halde o Cehennem’in bir kısmını ehl-i azaba mesken ve mahbes yapsın.» (M.9)

4011- «Yıldızları Konuşturan Bir Yıldızname

Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirinine,

Name-i nurin-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:

Bir Kadir-i Zülcelal’in haşmet-i Sultanına

Birer bürhan-ı nur-efşadınız vücud-u Sania,

Hem vahdete, hem kudrete şahidleriz biz.

Şu zeminin yüzünü yaldızlayan

Nazenin mu’cizatı çün melek seyranına;

Bu semanın Arz’a bakan,Cennet’e dikkat eden

Binler müdakkik gözleriz biz. (*)

Tuba-yı hilkatten semavat şıkkına, hep kehkeşan ağsanına

Bir Cemil-i Zülcelal’in dest-i hikmetiyle takılmış binler güzel meyveleriz biz.

Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvi aşiyane,

Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareleriz biz.» (S.228)

Bir atıf notu:

-İsm-i Kayyum’un cilvesi ile yıldızlar âlemindeki intizamat, bak: 1952, 1953. p.lar.

4012- YUNUS (A.S.) j9Y< : «Hazret-i Yunus, Benî İsrail’den müba­rek bir peygamberdir... Asuriye devletinin payitahtı olup elyevm Musul şeh­rinin karşısında harabesi görülen Ninova ahalisine peygamber gönderilmişti. Putlara tapmakta bulunan Ninova ahalisi Hz. Yunus’un otuz sene devam eden nasihatları dinlemediler. Hz. Yunus da kendisine taraf-ı İlahîden daha mezuniyet verilmeden Ninova’yı bıraktı. Dicle kenarına gitti. Bir gemiye bi­nip bir tarafa gitmek istedi. Fakat gemi yürümedi. İçinde bulunanlar ara­mızda bir suçlu var demeğe ve kur’a atmağa başladılar. Hz. Yunus o suçlu benim, Rabbimden daha müsaade almadan kavmimi terkettim diye kendisini suya attı. Derhal bir büyük balık tarafından yutuldu... Hemen tevbeye, istiğ­fara başladı... Bir müddet sonra balık kendisini çıkarıp sahile attı...

Yunus (A.S.)’dan sonra Ninova şehrini korkunç bir kara duman kapla­mıştı. Ahali derhal Allah Teala’ya yalvararak tevbe ettiler, yaptıklarına piş­manlık gösterdiler. O duman da üzerlerinden açılıp gitti. Başlarına gelecek beliyyelerden kurtulmuş oldular.

Hz. Yunus tekrar Ninova’ya gelip bir müddet daha mukaddes vazifesine çalıştı. Ba’dehu bu şehri terkederek uzlet buyurduğu bir mahalde irtihal etti.

Asuriye devleti bilahare munkariz olmuştur. Şöyle ki: Medye hükümdarı ile Babil valisi Ninova şehrini muhasara ederek yakıp yıktılar. Asurilerin son hükümdarı bu halden müteessir oldu. Ailesi efradıyla beraber yaktırdığı bü­yük bir ateşin içine atılarak yanıp gittiler. Bu surette sona eren Asuriye dev­letinin yerinde Medye ve Geldan devletleri kaim oldu.» (B.İ.İ. 489)



4013- Kur’an (21:87) âyetinde bahsi geçen «Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalatü Vesselâm’ın münacatı, en azîm bir münacat­tır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır. Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın kıssa-i meşhuresinin hülasası: Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette

(21:87) «w[¬W¬7_ÅP7~«w¬8 ­a²X­6 |¬±9¬~ «t«9_«E²A­, «a²9~ ެ~ «y«7¬~ «ž münacatı, ona sür’aten vasıta-i necat olmuştur.

Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab, bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki; hükmü hem ba­lığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hut ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine müsahhar eden bir Zat, onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı. Demek esbabın te’siri yok. Müsebbib-ül Esbab’dan başka bir melce olamadığını aynelyakîn gördüğünden sırr-ı , nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birden bire geceyi, denizi ve hutu müsahhar etmiştir. O nur-u tevhid ile hutun kar­nını bir tahtelbahir gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvari emvac deh­şeti içinde denizi o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak, o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri bir lamba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdid ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Ta sahil-i se­lâmete çıktı. Şecere-i Yaktîn (37:146) altında o lütf-u Rabbanîyi müşahede etti.

4014- İşte Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın birinci vaziyetinden yüz de­rece daha müdhiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor. Onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hutumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.

Madem hakiki vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’a iktidaen umum esbabdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbih-ül Esbab olan Rabbimize iltica edip (21:87)

«w[¬W¬7_ÅP7~ «w¬8 ­a²X­6 |¬±9¬~ «t«9_«E²A­, «a²9~ ެ~ «y«7¬~ «ž demeliyiz ve ayn-el yakîn anlamalıyız ki; gaflet ve dalaletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve heva-yı nefsin zararlarını def’edecek yalnız o zat olabilir ki; istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir. Acaba Hâlik-ı Semavat ve Arz’dan başka hangi sebeb var ki, en ince ve en gizli ha­tırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbali, Âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvacından kurtaracak; hâşâ, Zat-ı Vacib-ül Vücud’dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette O’nun izni ve iradesi olmadan imdat edemez ve halaskâr olamaz.

Madem hakikat-ı hal böyledir. Nasılki Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’a o münacatın neticesinde hutu ona bir merkûb, bir tahtelbahir; ve denizi bir güzel sahra; ve gece, mehtablı bir latif suret aldı.

Biz dahi o münacatın sırrıyla «w[¬W¬7_ÅP7~ «w¬8 ­a²X­6 |¬±9¬~ «t«9_«E²A­, «a²9~ ެ~ «y«7¬~ «ž

demeliyiz. «a²9~ެ~«y«7¬~«ž cümlesiyle istikbalimize, «t«9_«E²A­, kelimesiyle dün­ya­mıza, «w[¬W¬7_ÅP7~ «w¬8 ­a²X­6 |¬±9¬~ fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz.

Ta ki nur-u iman ile ve Kur’anın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılab etsin. Ve mütema­diyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur’an-ı Hakîm’in tezgahında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçip, ta sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur’anla, o terbiye-i Fürkaniye ile; nefsimiz bize binmiyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.

4015- Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin camiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizazatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebinî bir mikrobdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de; hadsiz ebedî Cennet’i dahi müştakane sever. Elbette böyle bir insanın Ma’budu, Rabbi, melcei, halas­kârı, maksudu öyle bir zat olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir insan daima Yunusvari «w[¬W¬7_ÅP7~ «w¬8 ­a²X­6 |¬±9¬~ «t«9_«E²A­, «a²9~ ެ~ «y«7¬~ «ž demeye muhtaçtır.» (L.5-7)

4016- Yunus (A.S.) hakkında Kur’andan birkaç not:

-Hz. Yunus’un kıssası: (37:140 ilâ 148)

-Hz. Yunus’un (A.S.) kavminin iman etmeleri: (10:98)

-Hz. Yunus’un (A.S.) risaleti: (37:139)

-Hz. Yunus’un (A.S.) kıssasından öfke ile değil, sabırla ve emr-i İlahîye teslimiyetle hareket etmek cihetinde alınacak dersler: (68:48, 49, 50)

Yunus (A.S.) hakkında hadislerde de bahis vardır. Ezcümle: tirmizi 45. Kitab 81. Bab’da , Yunus’un (A.S.) balığın karnında iken yaptığı duasını; Sa­hih-i Müslim 43. Kitab 43.babda,hayırlılıkta tavsifini kaydederler.



4017- qqYUSUF (A.S.) r,Y< : «Hz. Yakub’un (A.S.) oniki oğlundan en küçüğü idi, babası kendisini çok severdi. Gördüğü bir rü’yayı babası tabir ederek Peygamber olacağını ve bütün kardeşlerinin kendisine itaat edecekle­rini söyledi. Kardeşleri kendisini kıskandıkları için bir hile ile izini kaybetmek istediler ve bir kuyuya attılar. Oradan Mısır’a giden kervancılar aldılar. Mı­sır’da köle diye sattılar. Sarayda Mısır Maliye nazırının yanında hizmet ederdi. Güzelliği, temizliği destan oldu. Mısır Azizinin karısı Zeliha’nın ifti­rasına uğrayarak bir müddet hapiste, zindanda kaldı. Orada peygamberlikle müşerref oldu. Mısır Melikinin gördüğü rü’yayı en sahih olarak Hz.Yusuf (A.S.) tabir ederek bir müddet sonra hapisten çıktı. Rüyadaki tabir gibi yedi sene bolluk oldu. Ve ondan sonra da yedi sene kıtlık başlamıştı. Hz.Yusuf da hazine nazırı tayin edildi. Her taraftan mahsul, yiyecek almağa gelirlerdi. Ke­nan illerinde hasta ve Yusuf’una ağlamakla gözleri görmez olan Hz.Yakub’un evladları da mahsul almak için geldiler. Hz.Yusuf evvela onları tanımazdan geldi, onlara iyilik etti ve babalarını da Mısır’a davet etti. Yu­suf’un gömleğini gözüne sürmekle Hz.Yakub’un gözleri de açılmıştı. Yusuf (A.S.) Mısır’a Aziz oldu, Zeliha ile evlendi. Kardeşleri, babası da Mısır’a da­vet edildi ve mes’udane bir hayata kavuştular.» (Kısas-ı Enbiya’dan)

4018- «En güzel bir kıssanın güzel bir nüktesidir. Ahsen-ül kasas olan Kıssa-i Yusuf Aleyhisselâm hatimesini haber veren «w[¬E¬7_ÅM7_¬"|¬X²T¬E²7~«—_®W¬V²K­8|¬XÅ4«Y«# (12:101) âyetini, ulvi ve latif ve müjdeli ve i’cazkârane bir nük­tesi şudur ki: Sair ferahlı ve saadetli kıssaların âhirindeki zeval ve firak ha­berlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırı­yor. Bahusus kemal-i ferah ve saadet içinde bulunduğu ihbar ettiği hen­gamda, mevtini ve firakını haber vermek daha elîmdir; dinliyenlere “Eyvah!” dedir­tir. Halbuki şu âyet, Kıssa-i Yusuf’un en parlak kısmı ki; Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan dünya­daki en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki:Şu ferahlı ve saadetli vazi­yetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenab-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti; o saadete mazhar oldu. Demek o ünyevî, lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve fe­rahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zat; o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan ; ta öteki sa­adete mazhar olsun.

İşte Kur’an-ı Hakîm’in şu belagatına bak ki, Kıssa-i Yusuf’un hatimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinliyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürur ilave ediyor. Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalı­şınız, hakiki saadet ve lezzet ondadır. Hem Hazret-i Yusuf’un âlî sıddîkıyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor, yine âhireti istiyor.» (M.283) (Ölümün temenni edilip edilemeyeceği meselesi, bak: 2397/1.p.)



4018/1- Mezkûr manevi dersler ve ibretler alındığı için kıssa-i Yusuf’a (A.S.) (12:3) âyetinde “ahsen-ül kasas” denilmiştir.

«Ahsen-ül kasas: En güzel anlatış veya en güzel kıssa manasına mef’ul-i mutlak emf’ulün bih olur.

Kaf’ın fethiyle kasas, esasen masdardır ve asl-ı lügatta manası, bir şeyin izini ta’kib ederek arkasına düşmektir... Saniyen bundan me’huz olarak ta’kibe şayan bir haber nakl ü hikâye etmek manasına gelir... Salisen o anla­tılan haber veya hikâyede masdar bimana mef’ul, yani maksus manasına kasas yahud kıssa denilir ki “Kaf”ın kesriyle kıssa bunun cem’idir. Kıssa da esasen izi ta’kib olunmaya şayan hal ü şan manasınadır. Bu münasebetle şehnameler gibi kaleme alınan, dillerde dolaşan hikâyelere de ıtlak olunur...

Demek ki bir haber veya hikâyenin kıssa olabilmesi, şayan-ı ta’kib ve tahrir bir hasiyeti haiz olmasına mütevakkıftır.» (E.T.2846)

Şu halde kıssa-i Yusuf’tan (A.S.) her zaman ve herkesin alacağı çok yük­sek ve şayan-ı itibar dersler vardır:

4019- Yusuf (A.S.) hakkında âyetlerden birkaç not:

-Zeliha’nın Yusuf’a (A.S.) muhabbeti ve kadınların hilesi ve kardeşlerinin ihaneti ve sair karşılaştığı musibet ve imtihanlara karşı sabır ve takva gibi mühim dersleri veren kıssası: (12:4 ilâ 101)

-Hz. Yusuf’a (A.S.) hidayet ve beyyinat verilip peygamber olarak gönderilmesi: (6:84) (40:34)

4020- YUŞA (A.S.) p-Y< : Hz. Musa’dan (A.S.) sonra peygamber ol­muş ve Benî İsrail’i çöllerden kurtarmıştı. Ondan sonra pek çok reisler Ya­hudilerin idaresinde bulundu, bazan da hâkimsiz kalarak esaret hayatı ya­şa­dılar. Ta bir müddet sonra İsmail (A.S.) hâkim oldu. Onbir sene Benî İs­rail’i idare etti. Sonra içlerinden bir melik olmasını istediler. İsmail (A.S.) Talut’u intihab eyledi. Benî İsrail meliklerinin birincisi Talut oldu.

Talut saltanata geçtikten sonra Hz. İsmail’in (A.S.) tedbiri üzere Benî İs­rail’den bir ordu tertib etti. Ve Filistin üzerine yürüdü. Düşmanları Amelika ordusu karşı geldi. Reisleri Calut meydana çıkıp er istedi. Talut tarafından Hz. Davud çıktı ve Calut’u öldürdü. Bir müddet sonra devlete, Benî İsrail’e Hz. Davud (A.S.) hâkim oldu. Amalika ile sonradan bir muharebede Talut öldü. Davud (A.S.) nübüvvetle saltanatı cem eyledi . Kudüs’ü pay-i taht ey­ledi. Kırk sene Musa’nın (A.S.) şeriatı üzerine Benî İsrail’i idare eyledi.



4021- Kur’an (18:60) âyetinin delaletiyle: «Musa’nın fetası, yani delikan­lısı da ekser rivayete göre Yuşa İbn-i Nun’dur. Çünkü hizmet ediyor, taallüm eyliyordu. Hâdimler alelekser genç yaşta olduğundan Arabda hâdime feta ıt­lak olunmak da lisan-ı edebdir. Bir hadis-i şerifte “Hizmetçilerinize kölem, cariyem demeyiniz; fetam deyiniz.” buyurulmuştur. Gerçi bazılarının dediği vechile bir başkası olmak da muhtemeldir. Fakat ahbar-ı sahihadan Yuşa varid olmuştur. O halde vak’a Mısır’dan hurucdan sonra Sahra-yı Tîh’de iken vuku bulmuş demek olur.» (E.T.3256)

Bazı müfessirler, (2:246) âyetinde bazı rivayete istinaden Hz. Yuşa’ya da işaret bulunduğunu kaydeder.



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   152   153   154   155   156   157   158   159   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin