İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə158/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   154   155   156   157   158   159   160   161   ...   169
: Benî İsrail Peygamberlerinden ve Hz. Süleyman Aleyhisselâm’ın neslindendir. Beyt-ül Makdis’de Tevrat ya­zan ve kurban kesen reis idi. Zevcesi, Hz. Meryem’in teyzesi idi. Benî İs­rail’in büyüklerinden olan İmran namındaki zatın karısı Hanne, Zekeriya (A.S.)ın karısının kardeşidir. Hz. Meryem İmran kızı ve Hanne’den doğ­muştur. Ze­keriya Aleyhisselâm’ın himayesinde büyümüştü. Sonra Yahudiler Zekeriya’ya (A.S.) iftira ederek onu şehid ettiler. Kur’an-ı Kerim’de yedi defa ismi geçer. (Bak: Yahya (A.S.)

4067- Hz. Zekeriyya (A.S.) hakkında âyetlerden birkaç not.

- Hz. Zekeriyya’nın (A.S.) Hz. Meryem’e muhafızlığı: (3:37)

- Hz. Zekeriyya’ya (A.S.) Peygamberlik ihsan edilmesi: (6:85)

- Hz. Zekeriyya (A.S.) kıssası: (19:2 ilâ 15)

4068- qqZELZELE y7i7ˆ : Yer sarsıntısı. Yeryüzündeki musibetlerin envaı arasında oldukça şiddetli ve küllî helakete sebebiyet veren bir afettir. Her hâdisede olduğu gibi zelzelenin de biri maddî ve zahirî, diğeri kaderî ve hakiki iki sebebi vardır. Zahirî sebeb, imtihan sırrı iktizasınca kaderî tasar­rufa ancak bir perdedir. (Bak: Musibet)

Zelzelenin ehl-i fence beyan edilen zahirî sebebleri malum olduğundan biz burada din nazarındaki hikmetlerinden birkaç nümune nakledeceğiz. Şöyle ki:

Kur’anın kelâm ve cümlelerinde, insanların herbir tabakasının birer hisse-i dersi bulunduğu kaidesiyle, “Dağları zemininize kazık ve direk yap­tım” mealindeki (78:7) ~®…_«#²—«~ «Ä_«A¬D²7~«— cümesinden her taife hissesini alır. Meselâ: «Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bazı inkılabat ve imtizacatın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizazı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğu ve medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticacıyla medar-ı senevîsinden çık­mamasına sebeb, dağların hurûcu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gadabı, dağların menafiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder; tamamen imana gelir. “Elhikmetü lillah” der.» (S. 392)

Bu hakikatla alâkalı olarak Kur’anda (15:19) (16:15) (21:31) (31:10) (78:7) (79:32) âyetlerinde, arzın sarsıntılardan korunmasına ve müvazenesine dağla­rın medar kılındığı beyan edilir.



4069- Zelzelenin en ehemmiyetli ciheti, insanları ikaz ve irşaddır. Allah böyle musibetlerle kullarının azgınlıktan, sefahetten dönmelerini murad eder. Ezcümle, «Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzeleden bir kaç saat ev­vel, umumi ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle o oyuncu kızlardan dört güzelinin çırıl çıplak olarak alayişle çarşıda ve pazarda gezdirerek, o cazibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken birdenbire arz, kemal-i hiddet ve gayz ile on­ların hayasız yüzlerini dehşetli tokatladı; mahvedip zir ü zeber etti. Ve o bi­nayı hâk ile yeksan eyledi.» (K.L. 262)

4070- Kur’anda 99. Zilzal Suresi kıyametteki büyük zelzeleyi haber ver­mekle beraber bu büyük zelzeleyi hatırlatan bildiğimiz diğer zelzelelere de işaret ve bütün bu zelzelelerin Allah tarafından olduğunu beyan eder.

Mezkûr sureye istinaden zelzelenin en ehemmiyetli hikmeti olan gaflet­ten ikaz etmek dersini veren bir parçayı aynen naklediyoruz:



4071- «Ondördüncü Sözün Zeyli:

 _«Z«7~«i²7¬ˆ­Œ²‡«ž²~¬}«7¬i²7­ˆ~«†¬~  ¬v[¬&Åh7~ ¬w«W²&Åh7~ ¬yÁV7~¬v²K¬"

 _«Z«7 _«8 ­–_«K²9¬ž²~ «Ä_«5«—  _«Z«7_«T²$«~ ­Œ²‡«ž²~¬a«%«h²'«~«—

 _«Z«7 |«&²—«~~ «tÅ"«‡ Å–«~¬_"  _«;«‡_«A²'«~ ­¬±f«E­# ¯g¬¶[«8²Y«<

Şu sure kat’iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.

[Manevi ve ehemmiyetli bir canibden şimdiki zelzele münasebetiyle altı-yedi cüz’î suale karşı yine manevi ihtar yardımıyla cevapları kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç def’a niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmalen kı­sacık yazılacak.]



4072- Birinci Sual: Bu zelzelenin maddi musibetinden daha elîm manevi bir musibet olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me’yusiyet ek­ser halkın ekser memlekette gece istirahatını selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir?

Yine manevi cevab: Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemal-i neş’e ve sürur ile sarhoşçasına gayet heveskârane şarkıları ve bazan kızların sesleriyle radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşe­sinde cazibedarane işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.



4073- İkinci Sual: Niçin gavurların memleketlerinde bu semavi tokat başlarına gelmiyor? Bu biçare müslümanlara iniyor?

Elcevab: Büyük hatalar ve cinayetler te’hir ile büyük merkezlerde ve kü­çücük cinayetler tacil ve küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hik­mete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı azamı, Mahkeme-i Kübra-yı Haşre te’hir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası veri­lir.(*)



4074- Üçüncü Sual: bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumi şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevab: Umumi musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle ekser nasın o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken ta­raftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i ammeye sebebiyet verir. (Bak: 126.p.)



4075- Dördüncü Sual: Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffaret-üz zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?

Yine manevi canibden elcevab: Bu mes’ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader’e havale edip yalnız burada bu kadar denildi:

(8:25) ®}Å._«' ²v­U²X¬8~Y­W«V«1 «w<¬gÅ7~ Åw«A[¬M­# «ž ®}«X²B¬4 ~Y­TÅ#~«—

Yani: “Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”

Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler A’la-yı İlliyyîne çık­sınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar, böyle musi­betlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevi terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.

Madem mazlum, zalim ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâ­zım geliyor. Acaba o biçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?

Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünki o masumların fani malları, onların hak­kında sadaka olup, baki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fani hayatları dahi bir baki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve daimî bir ka­zancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında aynı gazab içinde bir rahmettir.

4076- Beşinci Sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususi hata­lara hususi ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemal-i rahmetine ve şümul-ü kudretine nasıl muvafık düşer?

Elcevab: Kadir-i Zülcelal, herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde, birtek ne­ticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de gü­zel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men’edilse; o vakit o güzel netice­ler adedince hayırlar terkedilir ve lüzumlu bir hayır yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır. Tâ birtek şer gelmesin gibi; ga­yet çirkin ve hilaf-ı hikmet ve hilaf-ı hakikat ve kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler.

Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlukatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. El­bette o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde “Onları terbiye et” diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.

4077- Altıncı Sual: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılabat-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işaa edip, adeta tesadüfî ve tabiî ve maksadsız bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin manevi esbabını ve neticelerini görmüyorlar; ta ki intibaha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikatı var mıdır?

Elcevab: Dalaletten başka hiçbir hakikatı yoktur. Çünki her sene elli mil­yondan ziyade münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler envaın birtek nev’i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz efradından birtek ferdin yüzer a’zasından birtek uzvu olan kanadının kasd ve irade ve meşiet ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayd kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil hadsiz zişuurun beşiği ve anası ve mercii ve hamisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef’al ve ahvali belki hiç­bir şeyi, -cüz’î olsun küllî olsun- irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlahî haricinde ol­maz. Fakat Kadir-i Mutlak hikmetinin muktezasıyla zahir esbabı tasarrufatına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazan da bir madeni harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi madenî inkılabat dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlahî ile olur; başka olamaz Meselâ: Bir adam bir tüfek ile birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip, biçare maktûlün büsbütün hukukunu zayi et­mek; ne derece belahet ve divaneliktir. Aynen öyle de: Kadir-i Zülcelal’in musahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyaresi olan “Küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irade ile iddihar edilen bir bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyanı uyandırmak için ateşlendir” diye olan emr-i Rabbanîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakatın en eşneidir.» (S. 171-174)



4078- Hadis-i şeriflerde de zelzeleden bahsedilir. Ezcümle, fitne zaman­larında zelzelelerin çoğalacağını (T.T. 989.hadis) ve İslâm memleketleri çer­çevesinde bilhassa fitnelerin çıktığı beldelerde zelzeleler olacağını bildiren (T.T. 940. hadis) gibi haberler ile ümmet ikaz edilir. (Bak: 2656.p.)

4078/1- qqZEMAHŞERÎ EBU-L KASIM >hLF8ˆ : «Mahmud ibn-i Ömer, Hanefî fukahasından meşhur bir âlimdir. Pek kudretli bir müfessirdir, kendisi Türk olduğu halde Arab lisanına fevkalâde bir surette vakıftı.

Zemahşerî Türkistan’ın bir büyük parçasını teşkil eden “Harzem” ülke­sinin Zemahşer köyünde Hi. 467 tarihinde doğmuş, bilahare seyahatlerde bulunup bir kaç defa Bağdad’a gitmiş. Mekke-i Mükerreme’de bir müddet mücavir kalıp “carullah” ünvan-ı mefharetini kazanmış, nihayet Harzem’e avdet edip Hi. 538 tarihinde vefat etmiştir. Cürcan kasabasında medfundur.

Zemahşarî, fevkalâde ilmî iktidarına, faziletine rağmen itikadça Mu’tezile Mezhebinde bulunmuştu. Pek kıymettar olan tefsirinde maalesef bu mezhe­bin yanlış akideleri görülmektedir.» (H.İ. ci:1, sh:506-507)

4078/2- qqZENBİLLİ ALİ EFENDİ >fX4¶~ |V2 |VV[A9ˆ : «Alaüddin Aliyy-ül Cemalî İbn-i Ahmed, Osmanlı şeyhülislâmları arasında pek mümtaz bir simadır. Esasen Karaman’lıdır. Cemalüddin-i Aksarayî nes­lindendir. Ka­raman’da Mevlana Hamza’dan ve sonra İstanbul’a gelerek Molla Hüsrev’den ve Bursa’da Hüsamzade’den ilim tahsil etmiştir. Ana­dolu’nun bir çok yerle­rinde ve bilhassa Edirne’de, Amasya’da, Bursa’da mü­derris olmuş, Hi. 908 tarihinden itibaren de vefatına kadar Meşihat maka­mında bulunmuştur. Müsteftîleri bekletmemek için evinin penceresinden bir zenbil sarkıtır, soru­lacak şeyler yazılarak bu zenbilin içine bırakılırdı. Bu sebebden kendisine “Zenbilli Ali Efendi” denilmiştir.

Ali Efendi Sultan Selim’in pek çok teveccühlerine mazhar bulunuyordu. İcab edince o dehşetli hükümdara bile hak ve hakikate riayeti tavsiyeden geri durmazdı. Zamanından itibaren müftülük makamı, vezaret ve kazaskerlik makamlarına takdim edilmişti. Pek fakih, fazıl olan Ali Efendi’nin ül Fetava, Edeb-ül Evsiya adında iki eseri vardır. Edeb-ül Evsiya’yı Mekke-i Mükerreme kadılığında cem’ etmiş. İkinci Sultan Bayezid’e ilm-i ahlâka dair bir eser yazmış olduğu da söylenmektedir. Hi. 932 tarihinde vefat etmiştir. Kabri İstanbul’da Zeyrek yokuşundadır.» (H.İ. ci:1 sh:507) (Bak: 3439.p.)



4079- qqZERRE ?±‡† : Pek ufak parça. *Çok küçük karınca. *Güneş ışı­ğında görünen ufacık tozlar. *Atom.

4080- Nur-u iman ve ilm-i Kur’anla kâinata bakmayan bir kısım feyle­sofların içinde boğuldukları zerratın harekâtında çok derin hikmetler vardır. Ezcümle: (34:3) âyetinde beyan buyurulduğu gibi, tasarruf-u Rabbaniye ile meydana gelen «tahavvülat-ı zerrat, Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyat-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevela­nıdır. Yoksa maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, manasız bir hareket değildir.

Çünki bütün mevcudat gibi zerreler ve herbir zerre mebde-i hareketinde “Bismillah” der. Çünki nihayetsiz kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğ­day tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi... Hem vazifesinini hitamında “Elhamdülillah” der. Çünki bütün ukûlü hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i san’at, faideli bir hüsn-ü nakş göstererek Sani-i Zülcelal’in medayihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et.

Evet tahavvülat-ı zerrat, âlem-i gaybdan olan herşey’in geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamata medar ve ilim ve emr-i İlahînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin”in düsturları ve imlası tahtında ve zaman-ı hazır ve âlem-i şehadetten teşkil ve icad-ı eşyada tasarrufa medar ve kudret ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı olan “Kitab-ı Mübin” den istinsah ile ve seyyal zama­nın hakikatı ve sahife-i misaliyesi olan “Levh-i Mahv İsbat”da kelimat-ı kud­reti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve manidar ihtizazattır.» (S. 547-549)

4081- «Zerratın harekâtındaki vazifelere, hikmetlere küçük bir işarettir: Evet akılları gözlerine sukut etmiş maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülat-ı zerratı, bütün düsturlarına üss-ül esas tutup, masnuat-ı İlahiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı, hikmetsiz, manasız, karmakarışık birşeye isnad etmeleri, ne kadar hilaf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.

4082- Şimdi Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti nokta-i nazarında tahavvülat-ı zerratın pekçok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır.

(17:44) ¬˜¬f²W«E¬" ­d¬±A«K­< ެ~ ¯š²|«- ²w¬8 ²–¬~«— gibi çok âyetlerle hikmetlerine ve vazifelerine işaret eder. Nümune olarak birkaçına işaret ediyoruz.

Birincisi: Cenab-ı Vacib-ül Vücud’un tecelliyat-ı icadiyesini tecdid ve ta­zelendirmek için her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu’cizat-ı kud­retinden taze birer cesed giydirmek ve her birtek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikatı başka başka su­rette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcudatların, taife taife arka­sından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak için Fâtır-ı Zülcelal kud­retiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.

4083- İkincisi: Malik-ül Mülk-i Zülcelal şu dünyayı, bahusus ruy-i zemin tarlasını bir mülk suretinde yaratmıştır. Yani neşvünemaya, taze taze mah­sulat vermeğe kabil bir surette müheyya etmiştir. Ta ki, nihayetsiz mu’cizat-ı kudretini orada ekip biçsin. İşte şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hik­metle tahrik ederek, intizam dairesinde tavzif edip her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mu’cizatı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yer yüzü avlusuna başka başka mahsulat verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin hedayasını, nihayetsiz kudretinin mu’cizatının nümunelerini harekât-ı zerrat ile izhar eder.

4084- Üçüncüsü: Nihayetsiz tecelliyat-ı Esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maanileri ifade edecek olan hadsiz âyatları yazmak için Nakkaş-ı Ezelî zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.

Evet geçen senenin mahsulatıyla şu senenin masulatının mahiyetleri bir hükmündedir. Fakat maanileri başka başkadır. Taayyünat-ı itibariyeyi değiş­tirmekle maanileri değişir ve çoğalır. Taayyünat-ı itibariye ve teşahhusat-ı muvakkate tebdil edildikleri ve zahiren fani oldukları halde; onların maani-i cemileleri muhafaza olunup, sabit ve baki kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsali­nin hakikatça aynılarıdır. Yalnız teşahhusat-ı itibariyede fark var. Fakat o iti­barî teşahhuslar her vakit tecelliyatı tazelenmekte olan şuunat-ı Esma-i İlahiyenin maanilerini ifade için şu bahardakiler, ayrı teşahhusatla onların ye­rine geldiler.



4085- Dördüncüsü: Hadsiz âlem-i misal gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-ı mahdud sair uhrevi âlemlere birer mahsulat veya tezyinat veya le­vazımat gibi onlara münasib şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraa-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında Hakîm-i Zülcelal, zerratı tahrik edip; kâinatı seyyale ve mevcudatı seyyare ederek; şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulat-ı maneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazine-i kudretinden nihayetsiz bir seyli, dünyadan akıttırıp âlem-i gayba ve bir kıs­mını âhiret âlemlerine döküyor.

4086- Beşincisi: Nihayetsiz kemalat-ı İlahiyeyi, hadsiz celevat-ı cemaliyeyi ve gayetsiz tecelliyat-ı celaliyeyi ve gayr-ı mütenahi tesbihat-ı Rabbaniyeyi şu dar ve mahdud zeminde ve mütenahi ve az bir zamanda göstermek için zerratı kemal-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemal-i inti­zamla tavzif ederek; mütenahi bir zamanda, mahdud bir zeminde gayr-ı mütenahi tesbihat yaptırıyor. Gayr-ı mahdud tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye ve kemaliyesini gösteriyor. Çok hakaik-ı gaybiye ve çok semerat-ı uhreviye ve fanilerin baki olan hüviyet ve suretlerinden pekçok nukuş-u misaliye ve çok manidar nusuc-u levhiyeyi icad ediyor. Demek zerreyi tahrik eden; şu makasıd-ı azîmeyi, şu hikem-i cesimeyi gösteren bir zattır. Yoksa herbir zer­rede, güneş gibi bir dimağ bulunması lâzım gelir.

Daha bu beş nümune gibi belki beşbin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülatını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta bir enfüsî, diğeri afakî iki hareket-i cezbekâranede zikir ve tesbih-i İlahî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’metmişler. İşte bundan anlaşılıyor ki; onların ilim­leri ilim değil, cehildir. Hikmetleri, hikmetsizliktir.» (S. 550-552)



4087- «Tahavvülat-ı zerratın ve zihayat cisimlerde zerrat harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binasına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve manidar olmaktır. Güya cism-i hayvanî ve insanî hatta nebatî; terbiye dersini almak için gelen­lere bir misafirhane, bir kışla, bir mekteb hükmündedir ki; camid zerreler ona girerler, nurlanırlar.

Adeta bir talim ve talimata mazhar olurlar, letafet peyda edeler. Birer va­zifeyi görmekle âlem-i bekaya ve bütün eczasıyla hayattar olan dar-ı âhirete zerrat olmak için liyakat kesbederler.



4088- Sual: Zerratın harekâtında şu hikmetin bulunması ne ile bilinir?

Elcevab: Evvela, bütün masnuatın bütün intizamatıyla ve hikmetleriyle sabit olan Saniin hikmetiyle bilinir. Çünki en cüz’î bir şeye küllî hikmetleri takan bir hikmet; seyl-i kâinatın içinde en büyük faaliyet gösteren ve hikmetli nakışlara medar olan harekât-ı zerratı hikmetsiz bırakmaz. Hem en küçük mahlukatı vazifelerinde ücretsiz, maaşsız, kemalsiz bırakmıyan bir hikmet, bir hâkimiyet; en kesretli ve esaslı me’murlarını, hizmetkârlarını nursuz, üc­retsiz bırakmaz.



4089- Saniyen: Sani-i Hakîm, anasırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i kemal hükmünde) madeniyat derecesine çıkarmasıyla ve madeniyata mahsus tesbihatları onlara bildirmesiyle ve madeniyatı tahrik ve tavzif edip nebatat mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle ve nebatatı rızk ederek tahrik ve tavzif ile hayvanat mertebe-i letafetini onlara ihsan etmesiyle ve hayvanattaki zerratı tavzif edip rızk yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çı­karmasıyla ve insanın vücudundaki zerratı süze süze tasfiye ve taltif ederek ta dimağın ve kalbin en nazik ve latif yerinde makam vermesiyle bilinir ki, harekât-ı zerrat hikmetsiz değil, belki kendine lâyık bir nevi kemalâta koştu­ruluyor.

4090- Salisen: Zihayat cisimlerin zerratı içinde çekirdek ve tohumdaki gibi bir kısım zerreler öyle manevi bir nura, bir letafete, bir meziyete mazhar oluyorlar ki, sair zerrelere ve o koca ağaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer. İşte azîm bir ağacın bütün zerratı içinde bir kısım zerrelerin şu mertebeye çıkmaları, o ağacın tabaka-i hayatında çok devirleri ve nazik vazifeleri gör­mesiyle olduğundan gösteriyor ki: Sani-i Hakîm’in emriyle vazife-i fıtrat içinde zerratın enva-ı harekâtına göre onlara tecelli eden esmanın hesabına ve şerefine olarak birer manevi letafet, birer manevi nur, birer makam, birer manevi ders almalarını gösteriyor.» (S.554)

4091- «Hallak-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hatta güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlukların enkaz-ı maddiyesini ba­har masnuatında istimal ediyor, onların binalarında dercediyor. Elbette (14:48) ¬Œ²‡«ž²~«h²[«3 ­Œ²‡«ž²~ ­Ä¬±f«A­# «•²Y«< sırrıyla, (29:64) ­–~«Y«[«E²7~«|¬Z«7 «?«h¬'´ž²~«‡~Åf7~ Å–¬~«— işaretiyle şu dünyada camid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı Arziyenin elbette taşı, ağacı, herşeyi zihayat ve zişuur olan âhiretin bazı bi­nalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünki harab olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Hikmet”in ucu görünüyor.

4092- Hem madem şu dünyanın pek çok âsârı ve maneviyatı ve meyve­leri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-ı amelleri, sahaif-i ef’alleri, ruh­ları, cesedleri âhiret pazarına gönderiliyor. Elbette o semerata ve manalara hizmet eden ve arkadaşlık eden zerrat-ı arziye dahi, vazife noktasında ken­dine göre tekemmül ettikten sonra, yani nur-u hayata çok defa hizmet ve mazhar olduktan sonra ve hayatî tesbihata medar olduktan sonra şu harab olacak dünyanın enkazı içinde, şu zerratı dahi öteki âlemin binasında dercetmek mukteza-yı adl ve hikmettir. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Adl”in ucu görünüyor.

4093- Hem madem ruh cisme hâkim olduğu gibi; camid maddelerde dahi kaderin yazdığı evamir-i tekviniye, o maddelere hâkimdir. O maddeler, kaderin manevi yazısına göre mevki ve nizam alabilirler. Meselâ: Yumurtala­rın envaında ve nutfelerin aksamında ve çekirdeklerin esnafında ve tohum­ların ecnasında kaderin ayrı ayrı yazdığı evamir-i tekviniye cihetiyle ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde itibariyle mahiyetleri (*) bir hükmünde olan o maddeler, hadsiz muhtelif mevcudata menşe’ oluyorlar. Ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Elbette hidemat-ı hayatiye ve ha­yattaki tesbihat-ı Rabbaniyede defaatla bir zerre bulunmuş ise ve hizmet et­miş ise, o zerrenin manevi alnında o manaların hikmetlerini, hiçbir şeyi kaybetmiyen kader kalemiyle kaydetmesi; mukteza-yı ihata-i ilmîdir. Ve şunda pek muazzam bir “Kanun-u İlm-i Muhit”in ucu görünüyor. Öyle ise zerreler başı boş değiller.» (S. 556) (Bak: Atom, Faaliyet-i Rububiyet)

qqZEVK »—† : (Bak: Lezzet)

4093/1- qqZEYNEL ABİDİN w: (Zeyn-ül Abidîn) Lü­gat manası, ibadet edenlerin ziyneti demektir. (Hi. 50-97) Oniki imamın dör­düncüsü olan zattır (R.A.). Peygamber (A.S.M.)’ın torunu olan Hazret-i Hüseyn’in ortanca oğlu. Asıl adı: Ali’dir. Tabiînin büyüklerindendir. Medine-i Münevvere’de vefat etmiştir. (Rahmetullahi Aleyh)

qqZID ±f/ : (Bak: Ezdad)

4094- qqZİKİR h6† : Anmak, hatırlamak..Anılmak. *Allah’ı (C.C.) çok çok anıp azametini düşünmek ve esma-i hüsnasını okuyup tefekkür etmek. *Kur’an-ı Kerim’in bir ismi. (Bak: Cevşen-ül Kebir, Hizb, Sevab, Şuhur-u Selase, Tatavvu’, Tezkir)

«Zikir dahi şükür gibi ya lisanî veya kalbî veya bedenî olur. Zikr-i lisanî Allah Teala’yı esma-i hüsnasıyla yad etmek, hamdetmek, tesbih ve temcid eylemek, kitabını okumak, dua etmektir.

Zikr-i kalbî gönülden anmaktır ki, başlıca üç nevidir: Birincisi vücud-i İlahîye delalet eden delilleri düşünmek ve şübheleri defederek, sıfat ve esma-i İlahiyeyi tefekkür etmek; ikincisi, ahkâm-ı rububiyet ve vezaif-i ubudiyeti, ya’ni Allah’ın tekalifini, ahkâmını, evamir ü nevahisini, va’d ü vaidini ve bunların delailini tefekkür etmek. Üçüncüsü, enfüsî, âfakî mahlukatı ve bunlardaki esrar-ı hilkati temaşa ve tefekkür ile her zerrenin âlem-i kudse bir ayine olduğunu görmektir ki, bu ayineye gereği gibi bakanların gözüne o âlem-i celal ü cemalin envarı in’ikas eder ve bundan bir ân-ı şuur içinde alı­nacak olan zevk-i şuhudun bir lemhası bile cihanlar değer ve bu makam-ı zikrin hiç nihayeti yoktur. Bu noktada insan kendinden ve âlemden geçer. Bütün şuuru hakka müstağrak olur. Hatta zikir ve zakirden nam ü nişan kalmaz da, meş’ur yalnız mezkûrdan ibaret kalır. Gerçi bu makamın lafını edenler çoktur, fakat buna erenlerin laf ile alâkası yoktur. Aleyhissalatü Ves­selâm Efendimiz:

(*) °u«,²h­8°±|¬A«9 «ž«— °Åh«T­8 °t«V«8 ¬y[¬4|¬X­Q«K«< «ž °}²5«— ¬yÁV7~ «p«8|¬7

“Benim Allah ile bir vaktim vardır ki, onda bana ne bir melek-i mukarreb ne de bir nebiyy-i mürsel, hiç biri yanaşamaz.” buyurmuştur.» (E.T. 540)

«Zikreden adamın, feyz-i İlahîyi celbeden muhtelif latifeleri vardır. Bir kısım kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tabi değildir. ­h­Q²L«< «ž ­b²[«& ²w¬8 husule gelir. Binaenaleyh gaflet ile yapılan zi­kir­ler dahi feyizden halî değildir.» (M.N.87)



4095- Kur’anda çok âyetlerde tavsiye edilen zikr-i İlahî ile insanın kalb ve ruhu inkişaf eder ve iç âlemi nurlanır. Enaniyet ve nefsanî hislerin hâki­miyeti önlenir. Evet nasılki «tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delin­diği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle fir’avunlaşamaz ve Hâlik-ı Semavat ve Arz’a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde ene mahvolur.

İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmaresinin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kadi­rîler de, zikr-i cehrî sayesinde tabiat tağutlarını tar u mar etmişlerdir.» (M.N. 103) (Zikirle kalbi işletmek, bak: 3665.p.)



4096- Ve keza «musibetler, dergah-ı İlahîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münacat da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. Sahabelerdeki ibadetlerinin sırr-ı tefevvuku bu noktadandır. Tesbih ve zikri bütün manasıyla şuurlu bir su­rette söyledikleridir.» (B.L. 284)

4097- Asrımızdaki umumi gaflet ve günahlar sebebiyle zikir ve manevi hayatta ihlas ve kalb hassasiyeti bir derece zedelendiği cihetle, nafile ibadet­lerden ziyade takvaya dikkat etmek gerektir. (Bak: Takva)

4098- Zikir hayatında manevi zevk arayıp bulamıyan ve bunun sebebini soran bir talebesine Bediüzzaman’ın verdiği cevab:

«Bir zat çok defa dehşetli şekva ediyor ki: “Ben adam olamıyorum, git­tikçe fenalaşıyorum, manevi hizmetlerimin neticelerini göremiyorum.” diye meded istiyor. Ona yazıyoruz ki: “Bu dünya dar-ül hizmettir, ücret almak yeri değildir. A’mal-i salihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O baki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları iste­mek, âhireti dünyaya tabi etmek demektir. O amel-i salihin ihlası kırılır, nuru gider. Evet o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse teşvik için verildi­ğini düşünüp şükreder.”

Evet bu asırda, bir-iki mektubda beyan edildiği gibi, o derece hayat-ı dünyeviye damarına dokunmuş ve yaralanmış ve heyecana getirmiş ki; mü­barek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salahat olan bir zat dahi, dünyada bir nevi hayat-ı uhreviye ezvakını istiyor; birinci derecede dünyada zevk-i hayat onda hükmediyor.» (K.L. 134)

4099- Aynı mevzuda başka bir misal: «Bizimle alâkadar bir zat, pek çok­ların şekva ettikleri gibi; eskiden şiddetli bir tarikatta okuduğu evradındaki zevk ve şevkini kaybettiğini ve sıkıntı ve uyku galebe ettiğini müteessifane şekva etti. Ona dedik: Maddi hava bozulduğu vakit nasılki sıkıntı veriyor, asabi sinelerde inkıbaz hali başlıyor; öyle de, bazen manevi hava bozuluyor. Husan maneviyattan yabanileşmiş bu asırda ve bilhassa hevesat ve müştehiyat-ı nefsaniyeyi taammüm etmiş memletlerde ve hususan şuhur-u muharreme ve şuhur-u mübarekede manevi havayı tasfiye eden âlem-i İslâmın intibah ve teveccüh-ü umumisi, o mübarek şuhurun gitmesiyle te­vakkuf etmesinden fırsat bulup havayı bozan dalaletlerin te’sirleri zamanında ve bilhassa kış tazyikatı altında, bir derece hayat-ı dünyeviye ve hevesat-ı nefsaniyenin tasallutlarının noksaniyetinden, ehl-i İslâm ve ehl-i imanda, ha­yat-ı uhreviyeye çalışmak iştiyakı, baharın gelmesiyle hayat-ı dünyeviyenin ve hevesat-ı nefsaniyenin inkişafıyla o iştiyak-ı uhreviyeyi gizlemesi anında el­bette böyle kudsi evradlarda zevk, şevk yerinde, esnemek ve fütur gelir.» (K.L. 134)

Mürur-u zaman ve ülfet ve sefahet ve ihtilaflarla bozulan ilk dinî neş’enin techididi: «Bu günlerde herkes sıkıntıdan şekva ediyor. Âdeta ma­nevi havanın bozukluğundan, maddî ve umumî bir sıkıntı hastalığını vermiş. Hattâ bana da bir gün sirayet etti. Bizim her derdimize ilâç olan Risale-i Nur ile meşgul olanlarda, o sıkıntı hastalığı ya yok veya pek azdır.» (K.L.249) (Bak: 2691.p.)



4100- Zikir hayatında hayalin geniş nazarıyla daire-i zikrin vüs’ati tahay­yül edilebilir. Evet « ­yÅV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž olan kelime-i zikriyeyi bir insan vird-i zeban ettiği zaman, zamanı bir halka-i zikir tahayyül etmekle o halkanın sağ tarafı olan mazi cihetinde enbiyanın, sol tarafı olan kendisi de o cemaat-i uzma içinde bulunarak şu kubbe-i minayı dolduran yüksek İlahî ve tatlı sadalarına iştirak ettiğin tahayyül etsin. Kuvve-i hayaliyesi daha keskin olan­lar da kâinat mescidinde bütün masnuatın teşkil ettikleri halka-i zikirlerine girsin, şu fezayı velvelendiren o sadaları dinlesin.» (M.N. 73)

4101- Vird ve zikirlerde gaye, rıza-yı İlahî olmalı. Evet «ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-i İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi, emr-i İlahî; ve neticesi, rıza-yı Hak’tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmiyerek verilen semereler, ubudiyete münafi olmaz. Belki zaifler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar; o ubudiyete ve o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa; o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akîm bı­rakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, meselâ yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendîyi veyabin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir’i, o faidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek oku­yorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzat istenilmiyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o halis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradı oku­mak için, zaif insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip; evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, Aktabdan ve Selef-i Salihînden mervi olan faideleri görmediklerinden şüp­heye düşer, hatta inkâr da eder.» (L.131)

İki atıf notu:

- Sahabelerin zikirdeki üstün tefeyyüzleri, bak: 3206.p. (bak:4101/2.p.)

- Zikir ve şükrün hakikatı, bak: 3599.p.

4101/1- Zikir hakkında Kur’anda çok âyetler vardır. Ezcümle bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:

«(73:8) «t¬±"«‡ «v²,~ ¬h­6²†~«— “Ve Rabbinin ismini zikret -gece ve gündüz an ki tesbih ve tehlil, tekbir, temcid, tevhid, namaz, Kur’an okumak, ilim talimi, Allah için nasihat ve irşad gibi. Resulullah’ın gece ve gündüz bütün saatlarında meşgul olduğu şeyler bunda dahildir.

®Ÿ[¬B²A«# ¬y²[«7¬~ ²uÅB«A«#«— Ve ona, yani Rabbine tebtil ile tebettül eyle- kendini her şeyden çekerek Rabbine çekil, ihlas ile onun emr ü taatine meşgul ol, içinde yüzdüğun dünya meşagil ve makasıdı, alâkası gönlünü asla işgal etme­sin.» (E.T. 5430)

4101/2- Zikir hakkında âyetlerden bir kaç not:

-Kur’anın âyette zikri “Zikr-ül Hakîm” diye tavsifi: (3:58)

-Ayakta, oturarak ve yatarak Allah’ı zikretmek :(3:191) (4:103)

-Allah zikredilince hakiki mü’minlerin kalbleri ürperir: (8:2) (22:35) (bak:1231/1,1940 ve 4101.p.sonu)

-Düşmanlarla karşılaşmada (dolayısıyla musibetlerde) Allah’ın çok zikretmek: (8:45)

-Allah’ın küllî ve mucizevî icraat ve eserlerini tefekkür manasında zikretmek: (10:3) (32:4)

-Zikr-i İlahî ile ancak kalbler mutmain olur, (evham korkularından ve küfür ka­ranlıklarından kurtulup nur-u tevhidde huzur bulur): (13:28)

-Kur’andaki temsil ile (hakikatı tefekkür ile iyi anlamak manasında) tezekkür et­mek: (14:259

-(Mantıkî bir mukayese olarak) Hâlik’ın mahluka benzemiyeceği hakikatını te­fekkür manasında tezekkür etmek: (16:17)

-Bir kısım emr-i Kur’anînin hikmetlerini tefekkür manasında tezekkür etmek: (16:90)

-Kalbleri ve kulakları manen körleşmiş olanların Kur’anda Allah zikredildiğinde uzaklaşmaları: (17:46)

-“Allah’ın zikri en büyüktür” mealindeki çok küllî manaları taşıyan bir âyet: (29:45)

-‘Kalbî, kalî ve fiilî zikir çeşitleri ile) Allah’ı çok zikretmek: (33:41) (62:10)

-Kur’an (nasihat ve hakikat dersleri veren bir kitab olduğu manasında) bir zikir­dir: (38:87)

-Allah zikredildiğinde, yani Allah’ın varlığını, birliğini isbat eden deliller izhar edilince arka çevirip Allah’dan gayrı olan putlar, şer cereyanlarının liderleri gibi, bağlı oldukları kimseler anılınca neşelenen ehl-i dalaletin acib durumlarına dikkat çeken âyet: (39:45)

-Zikr-i İlahî ve Hakk’a karşı huşu’: (57:6)

-Hizbüşşeytanın (zikirhaneleri kapatma ve sefahetleri intişar ettirerek) zikr-i İla­hîyi unutturması: (58:19)

-Zikr-i İlahî’nin daha müstahsen olan vakitleri: (76:25)

Hadislerde de zikir hakkında bahisler çoktur: Ezcümle Buhari 80/66; Müslim: 48/8, 9, 10, 11. bablar; İbn-i Mace 33. Kitab-ül Edeb’in 53.babı, T.T. 5.cild. sh: 154’de 2. kitabı, zikirler ve zikrin fazilet hakkındadır.



İki atıf notu:

-Kur’an okumak, bak: 326, 327.p.lar.

-Esma-ül Hüsna ile zikir, bak: 852.p.

4102- ZİNA š_9ˆ : Geniş manasıyla nikahsız, gayr-ı meşru cinsî mu­kareneti ifade eden bu kelime, hukuk lisanında muayyen bir tarif içine alınır. Bu tarife göre zina, hukuken cezayı gerektirir. Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu adlı eserin 3. cild, 27. sahifesinde zina şöyle tarif ediliyor:

Zina: «Bir akd-i şer’îye müstenid olmaksızın bil’ihtiyar yapılan haram bir mücameattır.»



4103- Aynı cildin 208. sahifesinde ise: «Zina fazihası, haddi icabeden gayr-ı meşru mukarenettir ki bu, dar-ı İslâmda mükellef, yani İslâm ahkâmını müstelzim bir şahsın halen veya sabıkan müştehat bulunan berhayat bir ka­dınla mülkaen, nikahdan ve mülk ile nikah şübhelerinden halî olarak bil’ihtiyar irtikâb ettiği mücameattır.» diye ifade edilir. Binaenaleyh «Bir insa­nın ön veya arka cihetinden bilâşübhe taammüden vatıyde bulunsa, hadde müstahik olur. Vatıy ise: haşefenin, haşefe mevcud değilse o miktarın mez­kûr iki uzuvdan birinde tagayyüb etmesidir.» (H.İ. ci:3, sh: 210)

“Zina haddi gerçekte zina edenin ikrarına bağlıdır. Zinakâr suçu işledi­ğini ikrar etmezse, bu suçu onun üzerine beyyineyle isbatlamak mümkün olmaz. Çünkü bu suç, penisin vajinaya girdiğini gören dört adil şahid (bak: şahid) ile ancak isbatlanabilir. Bu isbat her ne kadar imkansız değilse de çok zordur...

Fıkıhçılar, zina suçunun şahidlikle veya ikrar ile isbatlanabileceği husu­sunda görüş birliği etmişlerdir. Yine bu çirkin suçun isbatlanmasında gerekli şahid sayısının diğer hukukun tersine dört olduğu hususunda ittifak etmiş­lerdir...

Mezheb imamları şahidlerin adil nitelikli, erkek ve daha önce hadd ceza­sına çarptırılmamış kimseler olmaları gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Penis’in vajina’ya (rahim yoluna) girmiş olduğunu gözleriyle ayan beyan görmüş olmaları şahidliğin kinaye değil de, sarih lafızlarla olması gerektiğinin bu şahidliğin şartı olduğu hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Dört şahidin şart koşulmasında şeriat koyucunun önerdiği Allah kullarının ayıplarının setr edilmesi gerçeği vardır.” (M.Er sh: 2966)

Aynı eserin 3048 ila 3051 arası, bu ve benzeri suçların örtülüp işaa edil­memesi hakkındadır.

Mezahib-i Erbaa eserinde şu kayıd vardır:

“Müsahaka= Tenasül uzuvlarının biri birine temas ettirilmesi, aralarında nikah veya mülkî rekabe ile cariyelik bulunmayan kimseler hakkında haram­dır. Maahaza bu, zina değildir. Çünkü bunda ilâc idhal yoktur, bunu irtikâb eden kadınlar veya erkekler hâkimin ictihadına göre te’dib edilirler.” (H.İ. ci:3, sh: 210)

Aynı eserin 3. cild 7.kitab 2.bölüm 2. mebhası sh:208, hadd-i zinaya ait olup bu mevzuda tafsilat verilmektedir.

Yukarıda beyan edilen şekilde bir zina suçunun hukuki sübutu, imkânsız denecek derecede şartlara bağlanmasının hikmetleri vardır. Zira İslâm hu­kuku, beşeri hukuk gibi yalnız dünya hayatına bakmaz. Belki daha çok âhirete bakar. Bu itibarla da insanların tesbit edemediği suçları Allah bil­mektedir. Şeriat, suçun teşekkül şeklini ve hududlarını tayin edip tebliğ eder. Gizli ve aşikar her şeyi bilen Allah, sonra bunu iktiza ediyor. Hem İslâm hu­kukunun hedefi, kişiyi cezalandırmaktan daha çok suçu önlemektir. Onun için bazı suçlarda çok ağır cezayı ve bunun infazında kişiyi terzil şeklini geti­rirken, sübut şeklini de zor şartlara bağlamıştır. Yani hükm-ü şer’î bu ağır ceza şekliyle, vicdan-ı umumiye-i İslâmiyeye manen der ki: İşte bu suç bu kadar şeni’ ve rezalettir. Buna göre kendini zabtetmeye ve takvaya çalış.

Böylece kişi yalnız ceza korkusuyla değil, belki fazilet ve şahsiyetini kay­betme endişesiyle karşı karşıya kalır. Zina suçunda diğer bir cihet de, suçu işleten saik olan, şedid meyelan-ı fıtrî, iradeyi selbetme derecesiyle bazan, bazı ahvalde vaki olduğundan, suçun subutiyeti, zor şartlara bağlanmıştır.

Mezahib-i Erbaa eserinde şu kayıt var:

«Zina haddi gerçekte zina edenin ikrarına bağlıdır. Zinakar suçu işledi­ğini ikrar etmezse, bu suçu onun üzerine beyyineyle isbatlamak mümkün olmaz. Çünkü bu suç, penisin vaginaya girdiğini gören dört adil şahid (Bak: Şahid) ile ancak isbatlanabilir. Bu isbat hernekadar imkansız değilse de çok zordur.

Fıkıhçılar, zina suçunun şahidlik veya ikrar ile isbatlanabileceği husu­sunda görüş birliği etmişlerdir. Yine bu çirkin suçun isbatlanmasında gerekli şahid sayısının diğer hukukun tersine dört olduğu hususunda ittifak etmiş­lerdir.

Mezheb imamları, şahidlerin adil nitelikli erkek ve daha önce had ceza­sına çarptırılmamış kimseler olmaları gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Penisin vaginaya (rahim yoluna) girmiş olduğunu gözleriyle ayan beyan gör­müş olmaları, şahidliğin kinaye değil de sarih lafızlarla olması gerektiğinin bu şahidliğin şartı olduğu hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Dört şahidin şart koşulmasında şeriat koyucunun tavsiye ettiği Allah kullarının ayıplarının setredilmesi gerçeği vardır.» (M. Er sh: 2966)

Aynı eserin 3048 ila 3051 sahife arası, bu ve benzeri suçların örtülüp işaa edilmemesi hakkındadır. Daha bunun gibi pek çok hikmet-i teşriiye de var­dır.

Sünen-i İbn-i Mace 20. kitabın 7 ilâ 16. babları, zina ve hadd-i zina hak­kındadır. S.B.M. 2132. hadis, zina çeşitlerini; 2032. hadis ise dil ve tenasül uzvunu koruyanların mükâfatını, 1703. hadis de fuhşiyatın gizli ve aşikârının haram kılındığını beyan eder. (Bak: Nikâh)



Atıf notu:

-Zaniye ve gizli dost edinen ile evlenmemek, bak: 419/2.p.

-Zina iftirası, bak: Kazf-ul Muhsanat

4104- Zina fiil-i şeni’ini takbih ve tahrim eden âyetlerden bir kaç not:

-Sonra nesh olan ilk devredeki zina cezası: (4:25)

-Cariyelerin zina cezası: (4:25)

-Zinanın yasaklanması: (17:32) (25:68)

-Zina cezası: (24:2)

-Zani ve zaniye nikahları meselesi: (24:3) (Bu âyeti, Elmalılı Hamdi Efendi geniş tefsir etmiştir.)

-Zina iftirası: (24:4 ilâ 9)

-Hz. Yusuf’un (A.S.) inayet-i İlahiye ile, kendini nefsine celbeden kadından kur­tulması: (12:24)

Livata şenaetinin takbihi hakkında müteaddid âyetler gelmiştir. Âyetlerin tekrarı, bu fiilin şiddetle tel’in edildiğini gösterir. Bununla alâkalı âyetlerden birkaç not:

-Genç erkekler (şabb-ı emred) şeklinde temessül edip görünen melekleri, genç er­kekler sanan Lût Kavminin onlara su-i niyetle bakışlarına karşı Lût (A.S.)ın ikazı ve onlardan korunmak istemesi: (11:77-80) (15:65-71)

-Lût (A.S.)ın kavmini livatadan vazgeçmeleri için ikazda bulunması: (26:165-169) (27:54-57) (29:28-30)

-Bazı müfessirler, (4:16) âyeti livatanın ta’zirini; (7:80,81) âyetleri ise livatanın takbihini beyan ettiğini ifade ederler: (Bak: Lût A.S.)

Büluğ-ul Meram 4. cild 31. sahifede livatanın tecziyesine dair izahat vardır. İ.M. 20. Kitab-ül Hudur 12. Bab, livatanın cezası hakkındadır.

Livata ve hayvanla işlenen fiil-i şeni’e verilen katl cezası, R.E. 446. sahifenin 3, 4. hadislerinde zikredilir. Aynı eserin 303. sahifenin 11. hadisinde de livata fiili la­netlenir. (Bak: 2639.p. sonu)

(23:7) (70:31) âyeti, meşruiyet dışı bir sebeple yapılan istimna-i bilyed’in yasak­lanmasına delalet eder. K.H. 1462. hadisi ile R.E. sh: 269’da bu yasak te’yid edi­lir. K.S.M. 3.ci. sh: 316 de bir özet verilir

4105- qqZÜHD f;ˆ : Dünyaya rağbet etmemek. Nefsanî zevk ve ar­zu­dan kendini çekerek ibadete vermek. (Bak: Dünya, Takva)

Sünen-i İbn-i Mace, 37. Kitab-üz Zühd Bab: 19’da 4190. hadis mealinin bir kısmı şöyledir: «Allah’a yemin ederim ki, benim bildiğim (gerçekleri) siz bilseydiniz az gülerdiniz ve çok ağlardınız. Yataklar üstünde kadınlardan da zevk duymazdınız.»

4193. hadis meali de şöyle: «Çok gülmeyiniz. Çünkü gülmenin çokluğu kalbi öldürür (yani katılaştırır).»

Sahih-i Buhari Muhtasarı 10. cild 1736. hadisi, Peygamberimiz’in (A.S.M.) gülmesi ancak tebessümle olduğunu bildirir.

Bir başka hadiste mealen şöyle buyuruluyor: «Kahkaha ile, başkalarının işitecekleri surette gülmek şeytandandır. Tebessüm etmek ise Allah’tandır.» (H.G. Hadis:264) (Bak: Mizah)

4106- Hokkabazlıkla insanları güldürüp gafletin galebesine çalışan in­sanları zecreden bir hadis meali de şöyledir: «Yazıklar olsun o kimseye ki, in­sanları güldürmek için konuşur ve yalan söyler; yazık yazık ona.» (Seçme Hadisler 1. kitab 52. hadis) (Bak: 2652.p.)

4107- “El-İthafatüsseniyye fi-l Ehadis-il Kudsiye” adlı kitabdan toplanan “Kırk Kudsi Hadis” kitabında, zühd ve terk-i dünya hakkında müteaddid kudsi hadis nakledilir. Ezcümle:

«t²[«V«2 «l<¬h«E²7~|¬8¬h²&«~ _«[²9­… _«< _«[²9Çf7~|«7¬~ |«&²—«~ «yÁV7~Å–¬~

«t[¬4 «f¬;~Åi7~ |¬8¬f²'~«— «l<¬h«E²7~ |¬8¬f²F«B²,~«— «t[¬4 «f¬;~Åi7~ |¬R«B²"~«—

«Allah dünyaya şöyle vahyetmiştir: Sana hırsla düşkün olanı mahrum et! Seni önemseyip geri çekileni de ara (onu mahrum etme). Sana düşkün olanı kendine hizmetçi edin ve sana düşkün olmayana hizmetçi ol.» (Kırk Kudsi Hadis sh:22, Türdav, 1975 İstanbul) (T.T. ci:5, 3. kitab sh:287; S.M. 53. ve İ.M. 37. kitablar zühd ve dünyadan sakınmak hakkındadır.



Bir atıf notu:

-Tebettül yani, dünyanın faniyatından kalbî alâkayı kesmek, bak: 4101/1.p.

4108- qqZÜLKARNEYN w²[«9²h«T²7~—­† : Zülyedeyn gibi bir lakabdır ki, zülcenaheyn vasfına benzer. Kamus’ta tafsil olunduğu üzere karn gibi çok manalara gelir. Ezcümle boynuz, asır, bir zamanda mütekarn olan cemaat manalarına geldiği gibi; insanın tepesine ve bahusus başının yanlarına, yani şakaklarına -ki hayvanda boynuzun yeridir- ve erkeklerin perçemine, kadınla­rın zülüflerine, güneşin kursunun kenarına ve bir kavmin başında olan efen­disine ilh... ıtlak olunur. Binaenaleyh Zülkarneyn lakabının vech-i tesmiye­sine karn’ın manalarından her birine nazaran muhtelif mülahazalar mümkün olduğundan da anlaşılacağı vechile Arzın şark u garbına sahib demek olma­sıdır ki, lisanımızla cihangir tabir olunur. Hüseyin Vaiz tefsirinde mezkûr ol­duğu üzere, zâhir ü bâtına sahib manası da Kur’anın mezakına münasib ve­cihlerdendir. Buna da lisanımızda Zülcenaheyn denilir. Müfessirînin beyana­tından Zülkarneyn lakabıyla telkib edilmiş olan zevatın bir değil, müteaddit olduğu anlaşılıyor. Kur’anda zikrolunana “Zülkarneyn-i Ekber” deniliyor.» (E.T. 3275)

4109- Kur’anınn (18:86, 94) âyetlerinde zikredilen Zülkarneyn hakkında sağlam hükmü tesbit için, Kur’ana ait manada «zaruri ve gayr-ı zaruriyi tefrik edeceğiz. İşte cevab-ı Kur’anîde mefhum olan zaruri hükümler ki; inkârı ka­bul etmez. (Bak: 2117.p.)

Şudur: Zülkarneyn “müeyyed-min-indillah” bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir. Zalimlerin ve bedevilerin def-i fesadları için... Ve Ye’cüc Me’cüc iki müfsid kabiledirler. Emr-i İlahî geldiği vakit sed harab olacaktır. İlââhirihi... Bu kıyas ile, ona Kur’an delalet eden hükümler, Kur’anın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir.

Fakat o mevzuat ve mahmulatın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetle­rinin hududu ise; Kur’an onlara kat’yyüddelalet değildir. Belki “âmm hassa, delalet-i selaseden hiçbirisiyle delalet etmez” kaidesiyle ve Mantık’ta beyan olunduğu gibi “Bir hüküm, mevzu ve mahmulün vech-i ma ile tasavvur et­mek, kâfi olduğu”nun düsturuyla sabittir ki: Kur’an onlara delalet etmez. Fakat kabul edebilir. Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delaile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda için mecal vardır. Mu­hakkikînin ihtilafatı nazariyetine delildir.» (Mu.58)

4110- Zülkarneyn hakkında Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual:

«Sedd-i Zülkarneyn nerededir; Ye’cüc, Me’cüc kimlerdir?

Elcevab: Eskiden bu mes’eleye dair bir risale yazmıştım. O vaktin mülhidleri onunla mülzem olmuşlardı. Şimdilik hem o risale yanımda yoktur, hem kuvve-i hâfızam tatil-i eşgal etmiş, yardım etmiyor. Hem Yirmidördüncü Söz’ün Üçüncü Dalında bir nebze bu mes’eleden bahsedil­miş. Onun için bu mes’elenin yalnız iki-üç nüktesine gayet muhtasar bir işa­ret edeceğiz. Şöyle ki:

Ehl-i tahkikin beyanına göre, hem Zülkarneyn ünvanın işaretiyle Yemen padişahlarından Zülyezen gibi “zü” kelimesiyle başlıyan isimleri bulundu­ğundan bu Zülkarneyn, İskender-i Rumî değildir. Belki Yemen padişahların­dan birisidir ki, Hazret-i İbrahim’in zamanında bulunmuş ve Hazret-i Hızırdan ders almış. İskender-i Rumî ise, miladdan takriben üçyüz sene ev­vel gelmiş, Aristo’dan ders almış. Tarih-i beşerî, muntazam surette üçbin se­neye kadar gidiyor. Bu nâkıs ve kısa tarih nazarı, Hazret-i İbrahim’in zama­nından evvel doğru olarak hükmedemiyor. Ya hurafe-vari, ya münkirane, ya gayet muhtasar gidiyor. Bu Yemenî Zülkarneyn, tefsirlerde eskiden beri İs­kender namıyla iştiharının sebebi, ya o Zülkarneyn’in bir ismi İskender’dir ki, İskender-i Kebir ve Eski İskender’dir. Veyahut âyat-ı Kur’aniyenin zik­rettiği hâdisat-ı cüz’iyeler, küllî hâdisatın uçları olduğu cihetle:

Zülkarneyn olan İskender-i Kebir’in nübüvvetkârane irşadatıyla akvam-ı zalime ile milel-i mazlume ortasında hail ve gaddarların garetlerine mani ola­cak meşhur Sedd-i Çinin binasını kurduğu gibi; İskender-i Rumî misillü müteaddit cihangirler ve kuvvetli padişahlar, maddi cihetinde ve manevi âlem-i insaniyetin padişahları olan bir kısım Enbiya ve bazı aktab dahi ma­nevi ve irşadî cihetinde o Zülkarneyn’in arkasında gidip iktida edip, maz­lumları zalimlerden kurtaracak çarelerin mühimlerinden olan dağlar ortala­rında sedleri(*), sonra dağlar başlarında kal’aları kurmuşlar. Ya bizzat maddi kuvvetleriyle veyahut irşad ve tedbirleriyle te’sis etmişler.

Sonra şehirlerin etrafında surları ve ortalarında kal’aları, ta son çare ola­rak kırk ikilik topları ve kal’a-i seyyar gibi diritnavtları yapmışlar. Hatta ruy-i zeminin en meşhur seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çini Kur’an lisanıyla Ye’cüc ve Me’cücün ve tabir-i diğerle tarih lisanında Mançur ve Moğol denilen ve âlem-i beşeriyeti kaç defa zir ü zeber eden ve Himalaya Dağlarının arkasından çıkan ve şarkdan garba kadar harab eden akvam-ı vahşiye ve garetkâr milletlerin Hind ve Çin’deki akvam-ı mazlumeye teca­vüzlerine durdurmak için o Himalaya silsilelerine yakın iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o akvam-ı vahşiyenin kesretle hücümlarına çok za­man mani olduğu gibi, Kafkas Dağlarında Derbent cihetinde yine çapulcu garetgir akvam-ı Tatariyenin hücumunu durdurmak için Zülkarneyn-misal eski İran padişahlarının himmetiyle sedler yapılmıştır. Bu neviden çok sedler var. Kur’an-ı Hakîm umum nev-i beşer ile konuştuğu için, zahiren bir hâ­dise-i cüz’iyeyi zikredip, umum o hâdiseye benzer hâdisatı ihtar ederek ko­nuşuyor.

İşte bu nokta-i nazardandır ki, Sedd’e ve Ye’cüc ve Me’cüc’e dair riva­yetler ve akval-i müfessirîn ayrı ayrı gidiyor.

4111- Hem Kur’an-ı Hakîm, münasebet-i kelâmiye cihetinde bir hâdise­den uzak bir hâdiseye intikal eder. Bu münasebatı düşünmiyen zanneder ki, iki hâdisenin zamanları birbirine yakındır. İşte Sedd’in harabiyetinden kıya­metin kopmasını Kur’anın haber vermesi, kurbiyet-i zaman cihetiyle değil, belki münasebat-ı kelâmiye cihetinde iki nükte içindir. Yani bu sed nasıl ha­rap olacak, öyle de Dünya harab olacaktır. Hem nasılki fıtrî ve İlahî sedler olan dağlar metindir, ancak Kıyametin kopmasıyla harap olurlar; öyle de bu sed dahi dağ gibi metindir, ancak dünyanın harab olmasıyla hâk ile yeksan olabilir. İnkılabat-ı zaman tahribat yapsa da, çoğu sağlam kalır demektir. Evet sedd-i Zülkarneynin külliyetinden bir ferdi olan Çinî binler sene yaşa­dığı halde daha meydanda duruyor. İnsanın eliyle zemin sahifesinde yazılan, mücessem, mütehaccir, manidar tarih-i kadimden uzun bir satır olarak oku­nuyor.» (L.108)

Sonra şehirlerin etrafında surları ve ortalarında kal’aları, ta son çare ola­rak kırk ikilik topları ve kal’a-i seyyar gibi diritnavtları yapmışlar. Hatta ruy-i zeminin en meşhur seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çini Kur’an lisanıyla Ye’cüc ve Me’cücün ve tabir-i diğerle tarih lisanında çur ve Moğol denilen ve âlem-i beşeriyeti kaç defa zir ü zeber eden ve Himalaya Dağlarının arkasından çıkan ve şarkdan garba kadar harab eden akvam-ı vahşiye ve garetkâr milletlerin Hind ve Çin’deki akvam-ı mazlumeye teca­vüzlerine durdurmak için o Himalaya silsilelerine yakın iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o akvam-ı vahşiyenin kesretle hücümlarına çok za­man mani olduğu gibi, Kafkas Dağlarında Derbent cihetinde yine çapulcu garetgir akvam-ı Tatariyenin hücumunu durdurmak için Zülkarneyn-misal eski İran padişahlarının himmetiyle sedler yapılmıştır. Bu neviden çok sedler var. Kur’an-ı Hakîm umum nev-i beşer ile konuştuğu için, zahiren bir hâ­dise-i cüz’iyeyi zikredip, umum o hâdiseye benzer hâdisatı ihtar ederek ko­nuşuyor.

İşte bu nokta-i nazardandır ki, Sedd’e ve Ye’cüc ve Me’cüc’e dair riva­yetler ve akval-i müfessirîn ayrı ayrı gidiyor.

4111/1- Kur’anda zikredilen kıssalardan her asır hisse-i dersini alması kaidesiyle, Sedd-i Zülkarneyn hâdisesinde her asra bakan mana külliyetinden bir ferdi olarak bu asırda anarşizmi doğuran şer cereyanlarının inkârcı fikr-i küfrîlerine karşı, tahkikî iman dersleriyle manevi bir sedd-i Kur’anî çıkarmak manasında bir işarettir. Bediüzzaman Hazretleri, bir eserinde şöyle der:

«Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî te’sisine çalışıyoruz. Bize ilişenler, anarşilik ve belki komünistliğe zemin ihzar ediyorlar.» (E.L.I. 31)

Kur’an (18:95) âyeti, Ye’cüc ve Me’cücün anarşistliğine maruz kavmin, Zülkarneyn’e yardım etmeleri gerektiğini bildirir. Binaenaleyh her fitne asrı, mürşidinin irşadına kulak vermelidir. (Bak: 250.p. başı ve 3107.p.) (Bak: Sedd-i Zülkarneyn,Ye’cüc ve Me’cüc)

4112- qqZÜLKİFL uSU7~—† : Kur’anda ismi geçen bir peygamber is­mi­dir.

Kelime olarak sahib ve malik manalarına gelen “zü” ile; kat, nasib, ben­zer, eş, kefalet gibi manaları ifade edene kifl’den mürekkeb isimdir. (İ.A. Zü-l Kifl maddesinden) Zülkifl (A.S.) sabirînden ve rahmet-i İlahiyeye mazhar salihlerden olduğu (21:85) âyetinde; ahyardan (hayr u fazilet neşredenlerden) olduğu (38:48) âyetinde bildirilir.

«Zülkifl muhterem bir peygamberdir. Elyesa Hazretlerine halife olduk­tan sonra peygamberliğe de nail olmuştur. Kavmini din-i tevhide davet et­miş, ken­dilerine bir çok müessir nasihatlarda bulunmuştur. Bitlis şehri yakı­nında medfun olduğu mervidir. Şam’da ve sair yerlerde makamları vardır.» (B.İ.İ. 489)





Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   154   155   156   157   158   159   160   161   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin